Sayfalar

OF.

 

Hello mello.

Yazın elli derece sıcağında hasta olmayı başardım yok mu bir alkış? Nasıl oldu inan anlamadım sevgili okur. Bir gecede şaftım kaydı. Birisini görmüştüm hasta, içimden bu sıcakta nasıl hasta olabilir bir insan diye geçirmemle... Ay buna bağlamıyorum ama olunabiliyormuş ühü ühü.

Öte yandan sadece hasta olsam, efenim burnum aksa aksırsam tıksırsam, bir yerim ağrısa tamam demeyelim de... şu halimden iyi olurmuş vallahi. Ocak ayında da grip nezle neyse artık olduğumda beraberinde ürtiker eşlik etmişti. Yine aynısı oldu. Bu sefer acı çığlıkları atacağım yeminle, ağlamak da kurtarmaz.

Dün kollarımda sinek ısırığı benzeri kaşıntılı benekler çıkmaya başlayınca dedim haaahhh, geliyor gelmekte olan. Sağlık ocağına gidecektim zaten de bir gün daha beklim diyordum, koşa koşa gittim tabi bunun üstüne. İlaçlar yazdı tabi doktor ama ben eve geldiğimde daha da beter bir hal aldı bu ürtiker. Üstüne öyle halsiz kaldım ki anlatamam. Ölümüne bir kaşıntı ve iğne batması hissiyle birlikte kabarcık doldum. Kışın olduğumda gece olmuştum ve her yanım giysilerle kapalı diye çok şey etmemiştim de... Mevsim yaz! Sıcak bir yandan, kollar bacaklar açık görüyorum iğrenç... Görsem de tabi bunu takacak halim yok. Geçecek diye kendimi telkin ediyorum. Kimse de iyi misin öldün mü kaldın mı İlkay demiyor. Puuuu. Zaten hasta olunca en fenası da yalnızlık olur bana. Bir insan da mı gelmez ya (ailem).

Her neyse. Geçen sefer acile gitmiştim çünkü ölüm gecesi yaşamıştım ve sabah koşa koşa doktorda almıştım soluğu bu neeee diye. İğne yapılmıştı da bir daha çıkmamıştı. Bu sefer iğne olmadım diye mi şu meretler tamamen yok olmadı ki acep? Doktor hastalığıma antibiyotik, bir de ürtikere bir ilaç yazmış yazmasına da... Geceyi de kapsayan dün olduğu kadar her yanımda olmasa da kızarık kızarık hafif kaşıntılı (dünkünden sonra bu hafif geliyor) bir şeyler var oramda buramda. Ya inşallah geçer :( Bir daha doktora da gitmek istemiyorum.

Geçen sefer doktor grip kaynaklı enfeksiyonlar nedeniyle ciltte döküntü olmuş demişti. Bu sefer de öyle sandım ama sinir stres ve üzüntü de çok etkili bence bunda. Ne zaman içim çıkarak ağlayıp üzüldüğüm dönemler yaşasam derimden atar zaten. Son günlerde de cildimin bazı bölgelerinde kaşıntı ve pütürlü bir şeyler vardı da çok da şey etmemiştim. Hastalıkla birlikte iyice beter oldu :( Bir de işlerim vardı oooffff of of of.


Japon Çocuk Öyküleri (Kolektif) | Kitap Yorumu

Yazar: Kolektif, Çevirmen: Okan Haluk Akbay,
Yayınevi: İthaki Yayınları

Kitap, farklı Japon yazarların kaleme aldığı on dokuz öyküden oluşuyor. Bu öykülerin geneline Japon folkloründeki ögeler hakim. Bazıları fabl ve masal türüne yakınken, bazıları daha öykü formunda gerçekçi bir bakış açısıyla yazılmış. Öykülerin genelinde kıssadan hisse mantığıyla ders verme amacı hakim ancak bu durum kurguların geneline yedirildiği için beni bunaltmadı. Kitapta içindekiler bölümünde yazdığına göre ayrıca Japon Çocuk Öyküleri başlıklı önsöz olduğunu varsaydığım bir yazı yer alıyormuş ancak bu yazı benim elimdeki baskıda muhtemelen baskı hatası nedeniyle yoktu. Çünkü kitap direkt ilk öyküyle yedinci sayfadan başlamıştı... Bu durum, kitap için fazlasıyla heyecanlı olan benim moralimi daha ilk andan bozdu pek tabii. 

Bu tatsız durum dışında, öykülerin genelini beğendim bazılarını ise sevdim. Sevdim olarak belirttiğim öykülerdeki duygu yoğunluğu ve karakter derinliği bir okur olarak bana daha çok geçti. Bu öyküler; Menekşe (Tamio Hoco), Tilki Gon (Nankiçi Niimi), Çobanaldatan Yıldızı (Kenci Miyazava), Kırmızı Mum ve Denizkızı (Mimei Ogava), Mandalinalar (Ryunosuke Akutagava). Kitabın en sonunda ise yazarların kısaca biyografileri bulunuyor. Bu yazarlardan bazılarının tek, bazılarının birkaç öyküsüne yer verilmiş. Bu nedenle hiç tanımadığım, daha evvel okumadığım yazarların da bakış açısı ve anlatım tarzları hakkında bilgi sahibi olabildim. Kitabı okurken en çok da sevgili Akutagava'nın öyküsünü bekledim, son sıradaymış... Evet, sırayı bozmadan okudum. Ancak beklediğime değdi; kendisinin öykücü olduğu çok belli. Edebi açıdan en çok onun öyküsünden tat aldım.

Önsöz olmadığı için emin değilim ancak yazarların doğum ve ölüm tarihlerinden yaptığım çıkarıma göre bunlar 1900'lerin başında yazılmış eski öyküler. O eski hava pek tabii hissediliyor ancak bu durum sıkıcı olmaktan ziyade bana sanki geçmiş bir zamanın Japonyasına konuk olmuşum gibi hissettirdi.

Öykülerin genelinde hüzün hissi vardı. Ama bu öyle narin bir hüzündü ki, sanırım canımı acıttı. Bu hissin buruk ama hoş bir tadı vardır. Sana kalbinin dokusunu anımsatır. Her insanın farklı parmak izi olduğu gibi, kalbindeki çiziklerin şekli de başkadır. Bu öykülerdeki hüzünler de öyleydi. Benzer, öyküyle bütünleşmiş ama başka. En çok da bunu sevdim.

Hoşça ve kitaplarla kalın.


Suzume no Tojimari (Suzume's Door-Locking) | Film Yorumu


Yönetmen: Makoto Shinkai 

Senarist: Makoto Shinkai

Yapımı: 2022, Japonya


''Bak Suzume... Şimdi ne kadar üzgün olursan ol, büyüyeceksin. O yüzden endişelenme. Gelecek o kadar da korkunç değil. Seveceğin bir sürü insanla tanışacaksın... Ve seni seven de bir sürü insan olacak. Şu an karanlık bitmeyecek gibi görünse de... bir gün güneş doğacak. O ışıkla büyüyeceksin. Eminim. Yıldızlara böyle yazılmış.''


Kaynak: Pinterest

''Hayatın geçici olduğunu biliyorum. Her an ölümle yan yana yaşıyoruz. Öyle olsa bile, bir kez daha, bir anlığına dahi olsa... Yaşamak istiyoruz!''


Şehre gelen yabancı ile Suzume'nin yaşamı ikinci kez değişir. İlki, bundan yıllar önce annesinin vefatıyla olmuştur. Henüz küçük bir kız olan Suzume, teyzesi ile birlikte yaşamaya başlar ve onunla büyür. Sıradan bir yaşamı olan bu genç kız bir sabah okula giderken Souta isimli etkileyici bir delikanlı ona bir kapının yerini sorar. Souta'yı harabelere yönlendiren Suzume'nin içi rahat değildir. Deprem uyarısı ve kendisi dışında kimsenin görmediği göğü kaplayan karanlık, Suzume'nin huzursuzluğunu arttırır ve yabancıyı bulmak üzere harabelerin olduğu yere gider. Ancak Souta'dan önce, gizemli kapıyı bulacaktır. 

Suzume kapının ardındaki yıldızlı göğü daha evvel de gördüğüne emindir. Ancak ne yaparsa yapsın o göğün bulunduğu dünyaya ulaşamaz. Kapı adeta onunla oyun oynar. Aklı karışan Suzume, kapının koruyucusunu yanlışlıkla serbest bırakır. Artık dünyanın başı depremler yaratan solucanla beladadır. Üstelik Souta da lanetlenerek bir sandalyeye dönüşür. Suzume ve Souta kendilerini uzun bir yolculuk ve maceranın içinde bulur. Film boyunca ikilinin hem farklı şehirlere, hem de iç dünyalarına olan yolculuklarını izleriz.

Filmi, müziğini ilk dinlediğim andan itibaren izlemek istiyordum. Yani yaklaşık iki üç yıldır bu filmi izlemek istiyordum! Ah... nihayet listemden silindiği için o kadar o kadar o kadar mutluyum ki! Filmi seveceğimi müziğinin ilk tınılarında bile anlamıştım. Evet, daha müziğini dinleyerek bile filmi seveceğime emin olmuştum. Bazen bazı filmleri beğeniriz; çünkü gerçekten iyidir. Bazense bazı filmleri severiz; çünkü tınıları kalbimizle uyumlu atar. Bu filmin çizimlerinden öyküsüne kadar her şeyini beğendim tabi ancak bunun ötesinde dediğim gibi filmi sevdim. 

Filme getirebileceğim olumsuz eleştiri ise bazı noktaların net olarak belirtilmemesiydi. Suzume evrenine ilk kez giriyoruz (değil mi ya, seri değil diye biliyorum ama :\) ama sanki her şeyi biliyormuşuz, izleyiciler olarak tüm detaylara hakimmişiz gibi bir hava hakimdi. Gri ve oyuncu karakterlere de bayılırım ancak karakterlerin varoluş amaçları da çok belirsiz bırakılmıştı. Detayların daha net ve açık belirtilmesini isterdim.

Son olarak... beni bu Soutalar mahvetti. Ah!


Nanoka Hara - Suzume (Türkçe Çeviri) | Suzume no Tojimari Ost dinlemek için tıklayabilirsiniz.

[FULL ALBUM] Suzume no Tojimari (Motion Picture Soundtrack) dinlemek için tıklayabilirsiniz.

Suzume Trailer izlemek için tıklayabilirsiniz.


Not: Bu film yorumu yazısı reklam değildir, film önerisidir.


The Florida Project (Florida Sosyal Konutları) | Film Yorumu


Yönetmen: Sean Baker 

Senarist: Sean Baker, Chris Bergoch 

Yapımı: 2017, ABD


''En sevdiğim ağaç neden bu biliyor musun? Çünkü yıkılmış. Ve hala büyümeye devam ediyor.''


Kaynak: Pinterest

''Gökkuşağının sonunda altın var. Biliyorum ama sonunda altınla birlikte bir de leprikon var. Altını almamıza izin vermez. Keşke leprikon kibar olsa. Hadi gidip leprikonu dövelim. Yürü.''


Film, Moone (Brooklynn Prince) isimli altı yaşındaki bir çocuğun annesi ile birlikte yaşadığı motelde bir yaz tatili boyunca  arkadaşlarıyla başından geçen maceraları anlatıyor. Henüz altı yaşında olmasına rağmen bir başına bırakılmış bir çocuk Moone. Yaşamını spontane kararlarına dayandıran annesi Halley (Bria Vinaite), oldukça genç bir anne. Özgürlük için seçtiği yaşamında günü kurtarmak için yaşıyor. Kira parasını ve anlık ihtiyaçlarını ödeyecek kadar çalışıyor, yüzeysel bağlar kuruyor ve kızının yanında ne sözlerine ne de hareketlerine dikkat etmiyor. O da yalnız bir çocuk aslında. Yalnız ve özgür olup yaşam oyununu oynamak isteyen bir genç kadın. Ancak bir planı yok, vizyonu yok; dahası, küçük bir kızı ve alması gereken sorumlulukları var. Özgürlüğün sorumluluklarını karşılayamadığımızda, aynı özgürlük esarete dönüşebilir mi? İşte bu sorunun bir örneği Halley.

Filmi izlerken ara sıra gülmüş olsam da, bu çok üzücü bir film. Çünkü gerçek bir film. Halley, kızını seven bir anne. Sevgi dili kötü de değil. Kızına hiçbir zaman ''kötü'' davranmıyor. Sadece, anne olmanın sorumluluklarını yerine getirebilecek anlayışa sahip değil. Annelik de onun için bir macera gibi, hayatın akışında ona gelen ve günübirlik yaşadığı başka bir durum. Onun da yaşı zaten çok küçük. Muhtemelen daha reşit bile değilken doğurmuş olduğu bir bebeğin sorumluluğunu almak için elinden geldiğince çabalasa da, yanında hiç kimse yok. Birisi olsa farklı olur muydu o da şüpheli; çünkü daha en başta yalnız bırakılmış bir kadın Halley. Belki dünya ve insanlar hakkında sert önyargılar geliştirmiş ve bu nedenle kendince hayatta kalma stratejileri geliştirmiş bir kadın. Sağlam bir psikoterapi alması şart. Öte yandan aslında yalnız da değil; çünkü, yine malesef ki, onun gibi ebeveyn olmanın getireceği sorumlulukları alacak yaş, gelişim ve konumda olmadan çocuk yaşta bebek sahibi olan başkalarının varlığını da görüyoruz. Moone'nin en yakın arkadaşı olan Stacy de böyle bir çocuk. Kardeşiyle anneannesi ile birlikte büyüyen, büyümek zorunda kalan, bir çocuk. Çünkü annesi madden ve manen onların sorumluluklarını alabilecek durumda değil.


''Yetişkinlerin ne zaman ağlayacağını hep anlayabiliyorum.''


Scooty (Christopher Rivera) ise Moone'nin eski en yakın arkadaşı. Birlikte nice taşkınlık yaptığı bu eski kankası da bekar bir anne ile büyüyen bir çocuk. Ancak bu bekar anne, ebeveyn sorumluluklarını bilen ve buna uygun davranan bir genç kadın. Çalıştığı için oğlunu Halley'e emanet eden Ashley (Mela Murder), Halley'in aslında ne kendi kızıyla ne de Scooty ile ilgilenmediğini, çocukların başıboş bırakıldıklarını ve bu nedenle artık yaramazlığın ötesinde tehlikeli eylemlerde bulunduklarını fark ediyor. Aynı zamanda Ashley ile arkadaş da olan Halley, arkadaşının ona sınır çizmesi ile birlikte her ne kadar bunu bastırsa da sadece ekonomik açıdan değil, psikolojik olarak da boşluğa düşüyor ve yasa dışı yollarla para kazanmaya başlıyor. Kızını hala çok sevse de, hiçbir etik değeri gözetmeksizin kızına zarar verecek yollara başvuruyor.

Reşit olmayan yaşta ebeveynlik, çocukların ebeveynleri tarafından maddi ve manevi açıdan yeterli bakımı görememesi, bir başına büyümeye terk edilmiş çocuklar, işsizlik, sosyal hayattan kopuk yaşamlar vb. gibi durumlar ciddi problemler. Film de bu ciddiyeti samimi bir anlatı dili ve aslında olabilecek en hafif kurgusal akışla anlatmış. 


The Florida Project | Official Trailer için tıklayabilirsiniz.


Not: Bu film yorumu yazısı reklam değildir, film önerisidir.


Beyaz Kitap (Han Kang) | Kitap Yorumu

Yazar: Han Kang, Çevirmen: S. Göksel Türközü,
Yayınevi: April Yayıncılık

Han Kang bu kitabında beyaz temasını kullanarak bu rengi taşıyan kavram ve varlıklara ilişkin his, düşünce ve anılarına yer vermiş. Ben, O Kadın ve Tüm Beyazlar başlıklarıyla üç bölümden oluşan kitapta yazar, kendisinden önce dünyaya gelip bebekken yaşama veda eden kardeşlerinin kendi yaşamına bakış açısını ve büyüme sürecindeki psikolojisine olan etkisini beyaz teması çerçevesinde işlemiş. Beyaz aslında bir çeşit metafor olarak kullanılıyor. Varla yokun arasında bir çeşit geçit olan bu renk, yazarın soyut düşünce dünyasını yansıtmasında bir nevi araç görevi görüyor.

Kitapta her kavram için yarım ila bir buçuk sayfa arasında değişen kısa yazılar yer aldığı için kitabı okumak kolaydı. Yazarın yalın bir dili, incelikli bir düşün dünyası var. Han Kang'tan ona 2024 yılında Nobel Edebiyat Ödülü'nü de getiren Vejetaryen isimli kitabı daha evvel okumuş ve kendine has tarzını sevmiştim. O tarzın bir uzantısını bu kitapta da görmek mümkün. Ancak gelelim görelim ki kitap beni pek de etkilemedi. Yazarın kavramlar ile yaşantıları arasındaki ilişkiyi beyaz teması üzerinden kurmasını özgün bulmakla birlikte, anlatının derinlikli olmadığını düşünüyorum. Pek tabii belki de yazarın amacı da budur; yani tıpkı beyaz renginin verdiği uçucu hisse benzer yazılar yazmak. Öyleyse amacına ulaşmış diyebilirim ancak yine de o uçucu hissin etrafımda dönmesini, benimle oyunlar oynamasını, bir okur olan beni peşinden koşturmasını isterdim. Bu haliyle yavan kalmış.

Hoşça ve kitaplarla kalın.


This Beautiful Fantastic (Bella Brown'un Harikalar Bahçesi) | Film Yorumu


Yönetmen: Simon Aboud 

Senarist: Simon Aboud

Yapımı: 2016, İngiltere


''Luna her zaman uçamazdı. İşte çok eskiden, daha dünya yuvarlak değilken... Luna ve türdeşleri ücra bir ormanda yaşarlardı. Hepsinin ufacık kanatları vardı ama uçamıyordular. Ormanlık yerde yemek ararlardı ve kendilerini çok korurlardı. Luna ailesini çok küçükken kaybetti. Luna'dan koparılmışlardı... öylece... açıklama dahi olmadan. Yuvasından çok nadir çıkardı. İşleri bilmeyecek kadar küçüktü. Çok evhamlıydı. Sadece diğer tüm hayvanlar uyurken kısaca yiyecek arayıp dönerdi. Orman ay ışığıyla doluydu. Çok cılız bir şeydi... yalnızlığı severdi. Luna, elinde harika ve çok güzel bir şey tutan hoş bir gezgini görene kadar hayat geçip gidiyordu ve... Ve bu kadar, şimdilik.''


Kaynak: Pinterest

Bella Brown'un (Jessica Brown Findlay) sıradan yaşamı bir fırtına ile alt üst olur. Bebekken doğanın ortasına terk edilmiş Bella'nın hayatta en çok çekindiği şeylerin başında, evet evet, doğa gelir. Otlara dokunamaz, kuşlardan çekinir, dallardan ürker. Dahası doğadaki kaos, dağınıklığa tahammülü olmayan obsesif genç kadın için sinir bozucudur. Ancak fırtına sonrasında dağılan arka bahçesi başına iş açar. Ev sahibinin her nedense Bella'yı teftiş edeceği tutar ve kira sözleşmesi gereğince evi temiz tutması gereken Bella'nın mülk içine dahil olan harap haldeki bahçesini de düzenlemesi gerekir. Bir ay süresi olan Bella, çok korktuğu bu bahçeyi temizlemek, derleyip toplamak ve güzelleştirmek zorundadır. Neyse ki yalnız değildir; yanında huysuz yaşlı komşusu Alfie (Tom Wilkinson), yeni aşçısı ve dostu Vernon (Andrew Scott) ve ilhamı olan genç kaşif Billy (Jeremy Irvine) vardır. Film boyunca genç bir kadının gri yaşamının çiçeklenişini izleriz.


''Sonra bir gece... ormanda bir başına... Luna, sihirli çiçekleri bulmanın yolunu bulmuştu. Kötü yaratıklarla karşılaşma ihtimali olsa bile... kaybedecek hiçbir şeyi kalmamıştı.''


Çooook tatlı bir filmdi. Uzun zamandır bu tarz bünyede çikolata etkisi bırakan, serotonin kokulu bir film izlememiştim (biraz ters mi oldu ne hahahhaha). Bella biraz Amelie karakterinin depresyondaki hali gibiydi. Sadece dış görünümüyle de değil; aslında kendini tutmadığında o da Amelie gibi hayatı romantize etmeye açık bir karakterdi. Ancak korkuyordu. Ondan daha çok küçükken o kadar fazla şey alınmıştı ki, Bella istemeye bile korkuyordu. Adım atmaya, denemeye, cesaret kelimesi için cesaret etmeye korkuyordu. Onu geren yabani otlar, saklambaç oynayan böcekler, nereden geleceği belirsiz kuşlar veya deli dolu rüzgar değildi. Onu geren, tüm bu kaosta yalnız kalmaktı. Ancak tüm bu çekincelerine karşın Bella'nın da bir hayali vardı. Hem de gerçekten güçlü bir hayal: Çocuk kitabı yazarı olmak.

Bella bir yazar olana kadar kütüphanede çalıştığını söylüyordu. Okumanın da ötesinde kitapların varlığını seven bu genç kadın, gerçekten başarılı bir kütüphane çalışanıydı. Kitapların yerlerini bilir, okurlara nazik davranır ve her sabah geç kalmalarını saymazsak işini severdi. Bir gün hayatta bir renk keşfettiğinde gözlerinde hikayesi belirdi. Yazmak istediği bir hikaye: Uçmayı öğrenen yabani kuş ile huysuz gezginin öyküsü. 

Tatlı bir film. Ben çok sevdim ve özellikle de iyiliğe, güzelliğe ve bu tip şeylerin sizi de bulabileceğine inancınızı tazelemek istiyorsanız bir bakın bence.

Ayrıca filmde Andrew Scott'ı görmek de bana eski bir dostumu görmüşüm gibi hissettirdi. Bu adamı izlemek keyifli. Yine de ona bakınca Fleabag dizisi aklıma geliyor. :(((


''Şimdi, inanmalısın,'' dedi gezgin. Ve Luna'yı dağdan aşağı itti. Luna, gezgine bağırdı: ''Bunu neden yaptın? Ben uçamam ki!'' ''Diyene bak,'' diye yanıtladı gezgin. Ve rüzgar Luna'yı dağdan yukarı kaldırdı ve süzüldü. ''Artık görebiliyor musun?'' diye bağırdı gezgin. ''Evet,'' dedi Luna. Kanatları arasında ıslık çalan rüzgarla havada süzülüyordu. ''Binlercesini görebiliyorum.'' Ve yüzyılda ilk kez, gezgin gülümsemişti.


This Beautiful Fantastic Official Trailer için tıklayabilirsiniz.

Tümünü oynat This Beautiful Fantastic (Original Motion Picture Soundtrack) için tıklayabilirsiniz.


Not: Bu film yorumu yazısı reklam değildir, film önerisidir.


Soğuk Kazı (Birhan Keskin) | Kitap Yorumu

Şair: Birhan Keskin, Yayınevi: Metis Yayınları

Kitabı okumak, bilmediğim bir şehrin sokaklarını dolaşmak gibiydi. Bence insan bir yeri en iyi, en sıradan sokaklarını arşınlayarak tanır. Şaşanın ardı nasıl ki ilk bakışta sıradan gelebilirse, sıradanın ardı da bir o kadar şaşalıdır ilkinde. Bundan olacak, en önemsiz şeyler en ilginç gelir bana. En, en halidir, doğalıdır çünkü onun. Bu kitapta da şiirler, bilmediğim bir yerin hatıralarını fısıldadı sanki bana. İstanbul'u yaşayanlar ayrı keyif alırlar bence kitaptan. Şiirler bir ithaf gibiydi. İstanbul'a; ama en çok, yitmiş bir anıya. Bu anı ki şair için, yaşanmış mı yaşanmamış mı anlamak güç. Her anı yittikten sonra biraz hayal kalır ya zaten, çok da mühim değil bu nedenle bu ayrım. Ama yine de, rüyamda tanıdığım ama uyanınca yabancılaştığım sokaklar kokuyordu bu kitap benim için. İçimden bir ses şair için de öyleydi diyor ve en çok da beni bu heyecanlandırıyor. Acaba onun için nasıldı? Şairler biraz oyuncudur. Bu nedenle bunu bilmek zor.

Yine kendine has sesiyle anlatmış Birhan Keskin. Hikaye anlatan şiirler.

Hoşça ve kitaplarla kalın.


Lola rennt (Run Lola Run) | Film Yorumu


Yönetmen: Tom Tykwer 

Senarist: Tom Tykwer

Yapımı: Almanya, 1998


''İnsan... gezegenimizde yaşayan en gizemli türdür. Cevaplanmamış soruların gizemi onda yatar. Biz kimiz? Nereden geldik? Nereye gidiyoruz? Bildiğimizi sandığımız şeyleri nereden öğrendik? Neden inandığımız bir şeyler var? Bir yanıt arayışında sonsuz sorular. Her yanıt beraberinde yeni bir soru getirecek... Ve bir sonraki yanıt başka bir soru olacak ve bu böyle sürüp gidecek. Ama en sonunda hep aynı soru çıkmaz mı karşımıza? Ve hep aynı yanıt. Top yuvarlaktır. Oyun doksan dakikadır. Bunlar bilinenler. Bundan başka her şey teoridir.''


Kaynak: Pinterest

Lola (Franka Potente), sevgilisi Manni'den (Moritz Bleibtreu) acil bir durum için telefon aldığında bir an bile durmadı. Bir çeteyle ortak olduğu işi batıran Manni, metroda kaybettiği yüklü miktardaki parayı bulmak zorundadır. Aksi halde bedelini canıyla ödeyeceğine emindir. Bu telefondan sonra Lola ve Manni için kuantum evrenindeki olasılıklar açığa çıkar. Karakterlerin yaptıkları her bir eylem, geçtikleri her bir sokak, değdikleri her bir insan... onların kaderini değiştirecektir. Film boyunca bir an bile durmayan Lola'nın çözüm arayışında yaşadığı üç farklı senaryoyu izliyoruz.

Filmi izlemek uzun zamandır aklımdaydı. Ancak her nedense geçenlerde filmin ismi resmen dilime dolandı. Belki de temmuz ayında olmamızdan mütevellit, yine Moritz Bleibtreu'nun başrolde olduğu Im Juli (Temmuz'da) isimli filmin aklıma gelmesinden dolayı, bu film de ben de serbest çağrışım yapmış olabilir. Süresinin de kısa olduğunu görünce dedim artık izleyeyim.

Filmin açılış sekansında filmde vurgulanan paralel senaryo teması anlatılmış. İnsanlar bir arada yaşadıkları bu küçük mavi gezegende, bir şekilde birbirlerinin yaşamlarına etki ediyorlar. Bunu kelebek etkisi şeklinde adlandıranlar da var. Buna göre bizim yaptığımız veya yapmadığımız her bir eylem, söz, hatta düşünceler; sadece bizim kendi yaşamımızı değil, başka insanların hayatını da etkileyebilir. Onları varlıklaştırabilir yoksullaştırabilir, aşkı buldurabilir ayırabilir, kavga ettirebilir dost edebilir... hatta canlarından olmalarına bile sebep olabilir. 

Attığımız her adım, bir başkasının adımını geciktirir ya da hızlandırır. Söylediğimiz veya sustuğumuz her kelime, başkasının kararını geciktirir ya da hızlandırır. Olacak olan bir şekilde olur mu... Bazen evet, bazen başka bir olasılık dahilinde evet, bazense hayır. Biz bir seçim yaptığımızda, başkasının seçimine de dolaylı veya doğrudan yollarla etki etmiş oluruz ve hayat seçimlerden ibaret bir oyun alanı olduğu için, başkalarının yaşamında da etkimiz gözlenir. Aynı şekilde bundan biz de muaf değiliz. Bir başkasının seçimi de bizim yaşamımızın yönüne etki eder.

Lola'nın sahnelerine eklenen bilgisayar oyunu tarzındaki animasyonları da sevdim. Tabi film eski tarihli bir film olduğundan dolayı bu sahnelerde de o eski olma hali belli oluyor ancak ben o nostaljik hissettiren (eski bilgisayar oyunu grafiklerini kastediyorum) havayı da sevdim.

Sürükleyici ve özgün bir işleyişe sahip, güzel bir filmdi. İlginizi çektiyse öneririm. Ayrıca Lola'nın tarzına da bayıldım.

Hoşça kalın.


Filmin fragmanı için tıklayabilirsiniz.

Run Lola Run Soundtrack için tıklayabilirsiniz.


Not: Bu film yorumu yazısı reklam değildir, film önerisidir.


Y'ol (Birhan Keskin) | Kitap Yorumu

Şair: Birhan Keskin, Yayınevi: Metis Yayınları

Kadın şairleri okumayı ayrı bir seviyorum. Onların dizelerinde seslerinin yankısını duyuyorum sanki. Hem derinden, hem yakınımdan bir yerden. Tutkulu, baskın ama bir o kadar hafif. Yağmur gibi, su gibi, volkan gibi, taş toprak, çığlık, dans... tutulmuş, kaybolmuş, umulmuş sözler gibi. Bu dizeleri okumak bana ilham veriyor. Kendi sesimin gölgesini görüyorum sanki bu satırlarda. Hislerim bir araya gelip bu satırlara boşanıyorlar. Sevdiğim dizeleri sesli okumayı severim. Sevgili Birhan Keskin'in pek çok dizesini, pek çok akşam kendi sesimden duydum. Bu kitabındaki dizelerinde de şair, yoldaki oluşlarını anlatmış. Çok sevdim. 

Hoşça ve kitaplarla kalın.


Boyalı Kuş (Jerzy Kosinski) | Kitap Yorumu

Yazar: Jerzy Kosinski, Çevirmen: Aydın Emeç,
Yayınevi: E Yayınları

Kitap, İkinci Dünya Savaşı sırasında geçiyor ve okuruna bir çocuğun gözlerinden acıyı deneyimletiyor. Saf, katıksız bir acı bu. Ana kahramanımız henüz altı yaşındayken savaş patlak veriyor. Zor günlerin kapıda olduğunu anlayan ailesi, oğullarını daha güvende bir yaşam sürmesini umarak bir köye yerleştirmek üzere bir adama teslim ediyorlar. Savaş bittikten sonra oğullarıyla yeniden buluşmak umudundalar. Ancak savaşın, tüm planların ötesinde bir alt üst olma hali olduğunu hesap edemiyorlar. Çocuğun yanına verildiği yaşlı kadın kısa sürede ölüyor. Böylece kara saçlı kara gözlü küçük kahramanımızın oradan oraya sürüklendiği, acıyı gördüğü ve deneyimlediği dört yıllık göçebe yaşamı başlıyor. Dış görünüşü geçtiği köylerin sarışın insanlarından oldukça farklı olan bu kahraman, sırf Yahudi ve çingenelere benziyor diye her gittiği yerde hor görülüyor. Kendi yaşadığı zorluklar bir yana, insanların uçsuz bucaksız kötülükleriyle de tek başına tanışıyor.

Kitabın ismi de oldukça etkileyici ve anlamlı. Ana karakterin gezdiği köylerden birinde yanında kaldığı bir kuşçu bulunuyor. Bu adam kuşları yakalıyor ve bazen sadece keyif için onları boyayıp serbest bırakıyor. Boyanmış bu tutsak salınmadan evvel türdeşlerinin toplanması için ötmesine izin veriliyor. Yeterince kuş toplanınca boyalı esir serbest bırakılıyor. Renkli tüyleriyle türdeşlerince tanınmayan kuş, diğer kuşlar tarafından yabancı bir tehdit olarak görülüp öldürülüyor. İşte boyalı kuş da bunun hikayesini anlatıyor.

Bu, çok zor bir kitap. Zor bir kitap olduğunu bildiğim için okumayı yıllarca erteledim. En son birkaç yıl önce bir sonbahar\ kış zamanı kitaba başlamaya niyet etmiştim. Yukarıdaki fotoğraf da o zamandan kalma. Ancak havanın puslu olduğu o günlerde bile kitabı okumaya elim varmamıştı. Şimdi bu bunaltıcı yaz gününde böyle ağır hisler veren bir kitabı okumam biraz ilginç oldu ama yine de kitabı nihayet okuduğum için memnunum.

Kitabın son kısmında Yayımlanışının Onuncu Yılında Boyalı Kuş'un Serüveni başlıklı bir yazı yer alıyor. Bu yazıda yazar, kitabı yazma nedenini ve kitap basıldıktan sonra yaşadığı zorlu süreci anlatmış. Kitap otobiyografik özellikler taşısa da, kitabın ana karakteri bizzat yazarın kendisi değil. Sadece yazarın yaşamından izler taşıyor diyebiliriz. Yazar da İkinci Dünya Savaşı'nın başladığı yıllarda henüz bir çocukmuş ve tıpkı ana karakter gibi ailesinden uzak bir süreç geçirmiş ve yaşadığı bir travmanın etkisiyle bir süreliğine konuşma yetisini kaybetmiş. Ancak kitapta otobiyografik ögelerin yer alması kısmının vurgulanmasını pek de istemiyormuş kendisi. Çünkü o aslında sadece savaşın tahribatını anlatmak istemiş. Bunu sadece bir yazarın yaşamının anlatısına indirgemek yerine, okurların kitaptaki çocuğun herkes olabileceğini idrak etmelerini hedeflemiş. Bu kitabı yazma nedeni de tam olarak buymuş. 

Eşi ile birlikte çıktığı İsviçre seyahatinde görmüş ki, savaşı uzaktan takip edenler savaşın yıkıcı etkisini tam olarak anlayamamışlar. Kitabı bir çocuğun gözlerinden, kendi ana dili olmayan bir dili kullanarak (İngilizce), oldukça yalın bir şekilde anlatmak istemiş. Coşkunluktan uzak, sadece gerçeği yazmak. Çünkü savaş zaten yoğun bir kavram. Nitekim bunu başarmış da. Kitap hem yazarın hedeflediği gibi oldukça yalın, hem de bir o kadar çarpıcı. Bu anlatılanları bir çocuğun yaşaması ise onu çarpı binlerce kat daha etkileyici kılmış. Öyle ki, kitaptaki bazı sahneleri çok zorlanarak okudum. Tüm bunları değil bir çocuk, hiç kimse yaşamamalı, şahit olmamalı. Çok ama çok üzücü.

Kitap ilk önce Birleşik Devletler ve Batı Avrupa'da basılmış. Doğu Avrupa'daki devletlerde kitaba yönelik bir linç ortamı oluşmuş. Kitabın basılması yasaklanmış, hatta yetmemiş yazar ve ailesi defalarca sözlü ve fiziksel tehdit edilmiş. Yine de, 1965 yılında yayımlanmış bu kitabın günümüzde bile hala ses getiriyor olması, yazarın bir şeyleri doğru yapabildiğini gösteriyor diye düşünüyorum.

Çok etkileyici bir kitap ama okuması konusu itibariyle ağır gelebilir.

Hoşça ve kitaplarla kalın.