Sayfalar

Uçan Sınıf (Erich Kästner) | Kitap Yorumu

Yazar: Erich Kästner, Çevirmen: Şebnem Sunar,
Yayınevi: Can Çocuk Yayınları

Kitap iki önsöz ve bir ana öyküden oluşuyor. Bu önsözlerde yazar kitabı yazma serüvenine yer vermiş ve bu serüven hiç de ana kurgudan bağımsız değil diyebilirim. Kitapta bir Noel öyküsü anlatılmasına karşın yazar bu kitabı yaz aylarında yazmış. Annesinin de yardımı ve diretmesiyle bir tren istasyonuna gitmiş ve yılın o sıcak zamanlarında dünyanın en soğuk yerlerinden birine gidip inzivaya çekilmek üzere bilet istemiş. Aldığı yanıta göre kutuplar dışında soğuk bir yer seçeneği malesef yokmuş... Yazar da soğuk olmasa bile uzaktaki daimi karlı dağlar olan Zug Dağı'nı izleyebileceği bir yere, Yukarı Bavyera'ya, bilet istemiş. Böylece yaz aylarında bir Noel yolculuğuna çıkacağı öykü yazma süreci başlamış.

Kitapta ortaokul ve lise çağlarındaki çoğu yatılı okuyan bir grup öğrencinin yaşadıkları olaylar anlatılmakta. Bazıları akıllı, bazıları cesur ancak hepsi daha hayatın çok başında ve ışıl ışıl bu öğrencilerin yanı sıra coğrafya öğretmeni Bay Bökh, okulun hobi bahçesinde eski bir tren vagonunda yaşayan Sigara İçmez ve diğer bazı renkli, bazı sıkıcı öğretmen, veli ve son sınıf öğrencileri ile yaşanan olaylar anlatılıyor. Kitaba da ismini veren Uçan Sınıf, ana karakterlerimiz olan öğrencilerin dönem sonunda sergileyecekleri tiyatro oyununun ismi. Bu oyunda aslında ''ders yerinde keşfe dönüşür'' ilkesinden yola çıkarak yeni bir eğitim modeli ortaya konuluyor. Fantastik etkiler de barındıran bu oyunda öğrenciler tarih, coğrafya vb gibi dersleri bizzat yerlerine giderek ve kendileri keşfederek öğreniyorlar.

Kitapta öğrencilerin yaşadığı çeşitli maceralar bulunuyor ancak tüm bu maceraların ortak noktası aslında büyüme süreci. Zaten kitabın önsözlerinde yazarın değindiği ve eleştirdiği durumlardan biri de, artık büyümüş ve özellikle de çocuklarla ilgili işlerde çalışan insanların (önsözde eleştirdiği kişi bir çocuk kitabı yazarıydı) kendi çocukluk yıllarından bihaber, çocuklar ve gençler ile hiç empati yapmaksızın, onların duygu düşünce ve ihtiyaçlarına tepkisiz kalarak kendi varsayımlarıyla hareket etmeleriydi. Bu bakımdan aslında kitabın hem yaşı küçük, hem de yetişkin çağdaki okurlara hitap eden yanlarının olduğunu söylemek mümkün. Özellikle de eğitimcilerin bu kitabı okumasının onlara farklı bakış açıları sunabileceğini düşünüyorum. Zaten bence öğrencilere ve çocuklara bir kitabı önermeden önce her öğretmen ve veli önce o kitabı kendisi okumalı.

Velhasıl kelam, benim okurken hem eğlendiğim hem de bana ilham veren noktalar bulduğum bir kitap oldu. Kitapta karakterler arasındaki dostluk ve dayanışma durumları, özellikle de gruplaşmalar ve bu gruplar arasındaki kavga ve çatışma durumu, bana bu kitap ile Ferenc Molnár'ın Pal Sokağı Çocukları isimli kitabı arasında benzerlik kurdurdu. Bu kitabı seven, o kitaba da göz atabilir veya o kitabı seven, bu kitaptan da hoşlanabilir belki.

Son sınıf öğrencilerinin okul işleyişinde ek sorumluluklar alması ve küçük sınıfların düzen ve korunmasında rol alması Harry Potter kitap serisindeki sınıf başkanlarının sorumluluklarını bana anımsattı. Bir ortamdaki kıdemin ve elde edilmiş hakların getirdiği sorumlulukların altının çizilmesi önemli bulduğum bir diğer durum oldu. 

Kitabın sade bir dili bulunuyor. Anlatım yalın olmakla birlikte, kurgu sürükleyici. Kitap belki 4. sınıf ve sonrası için uygun olabilir. Ayrıca dediğim gibi yetişkin okurların ve eğitimcilerin de ilgisini çekebilir.

Hoşça ve kitaplarla kalın.

-ve yazarın da dediği gibi: çocukluğunuzu unutmayın!-


Yetenekler doğuştan mıdır, yoksa sonradan öğrenilir mi? | Ağaç Ev Sohbetleri 294

 

"Yetenekler doğuştan mıdır? Yoksa, müzik, spor gibi yetenekler sonradan öğrenilir veya çocukken okulda veya evde öğretilebilir mi?"

Aslında bu konuda bir yazı yazmayı düşünmüyordum. Zaten bu konu geçtiğimiz haftanın konusuydu. Ancak başka blogların yazılarını okurken bir bloğa bu konuyla ilgili bir yanıt yazmıştım ve o yanıtımdan ilham alarak kendi bloğuma da bir şeyler not düşmek istedim.

Belki bildiğiniz, belki şimdi öğreneceğiniz üzere ben Türkçe Öğretmenliği bölümü mezunuyum. Okuduğum alan genel olarak eğitim, özel olarak dil eğitimine yönelik olduğu için bu konuda pek tabii bazı düşüncelere sahibim.

Gerek lisans, gerek yüksek lisans sürecimde aldığım derslerimde aslında genel olarak eğitim öğretim sürecini nasıl daha etkili hale getirebileceğimize yönelik ders içerikleri ile karşılaştım. Bazı derslerimde bu yöntem teknikler, daha vurgulu ve konu alanına göre değişmekle birlikte, dersin geneline yayılmış bir şekilde ifade ediliyordu.

Zaten tüm öğretim yöntem ve tekniklerinin esas amacı öğrencileri derse kazandırmak, dersi daha etkili anlatabilmek ve konuyu somutlaştırmak, konuyu hayata yansıtmak üzerine kuruludur. Ancak özellikle de yapılandırmacı yaklaşım dediğimiz öğretim yaklaşımının benimsendiği 2000'li yıllar ve özellikle de son yıllardaki gerek öğrenci profilinin gerek çağın gerekliliklerinin değişmesiyle birlikte güncellenen anlayışlar, bizlere öğrenci temelli bir öğretim sürecini verdi. Evet aslında bu, her yaklaşım gibi, süreçteki ihtiyaca göre şekillendi. Örneğin eskiden daha öğretmen merkezli ve tek tip modellere dayalı eğitim anlayışları merkezdeyken, şimdi öğretmenin de seçimlerine ve kabullerine göre değişmekle birlikte, tercih edilen durum öğrenci merkezli modeldir. Bu da pek tabii öğrencilerin zihin yapılarına yönelik araştırmaların çoğalmasıyla gelişen bir durumdur veya bu durum, öğrencilerin zihin yapılarını araştırma ihtiyacını doğurmuştur.

Ben şimdi sizlerle Gardner'ın çoklu zeka kuramı isimli bir düşünce biçiminden bahsedeceğim. Howard Gardner dediğim gibi bu kuramı ortaya çıkaran bir bilim insanı, psikologdur. Bu kurama göre zihin ve yetenekler tek tip değildir. Her insanın belli alanlara daha çok veya daha az yatkınlığı olabilir. Gardner, kuramında bu zeka türlerini; sözel-dilsel zeka, matematiksel-mantıksal zeka, görsel-uzamsal zeka, bedensel-kinestetik zeka, ritmik-müzikal zeka, sosyal zeka, içsel zeka ve doğasal zeka olmak üzere sekiz alt başlıkta sınıflandırmıştır. Bu alt başlıklara ek olarak varoluşsal zeka alt başlığıyla dokuzuncu bir zeka türü de araştırılıyormuş.

Bunlar nedir peki? Zeka dediğimiz kavram aslında düşüncelerimizi nasıl, ne yolla düzenleyebildiğimizi bizlere gösteren bir kavramdır. Zekamız ile elde olan verileri alır, kavrar, anlar, işler ve düşünmenin daha üst boyutlarında da onu başka düşüncelere dönüştürürüz. Bu dönüştürme işlemi de bizleri eleştirel düşünme, yaratıcı düşünme gibi üst düzey düşünme yolları dediğimiz daha karmaşık, daha zihni kullandığımız ve nihayetinde yeni veriler\ düşünceler ürettiğimiz durumlara götürür. Ancak tüm bunları yapabilmek için öncelikle verileri işleme yöntemimizi sorgulamalıyız. 

Yetenek, bir işi belli bir düzeyde ve yeterlilikte yapabilme, işleyebilme işidir. Yeteneklerimizi kullanırken aslında normalde yaptığımız işlerde harcadığımız işlerden daha az enerji harcadığımızı fark ederiz değil mi? İşte bu aslında o işe yönelik yatkınlığımız olduğunu gösterir. Bu yatkınlık çeşitli yollarla kişide var olabilir. Belki genetik, belki küçük yaşlardan itibaren o işe duruma maruz kalmak (yabancı dillerin konuşulduğu bir ortamda yetişmek veya resim\ müzik gibi sanat dallarının merkezde olduğu ortamda büyümek, kitaplarla iç içe yetişmek vs vs neyse artık örnek verilebilir) veya bir iş konusunda eğitilmek (erken çocukluk döneminde sadece maruz bırakılmayıp bilinçli olarak çocuğun eğitilmesi - örneğin keman, piyano gibi müzik aletlerini çok küçük yaşlarda çalmayı öğrenmek örnek verilebilir) gibi etkenler belki bu yetenek gelişiminde etkili olabilir. Bu konudaki çalışmaları derinlemesine araştırmadığımı, bunun sadece benim kendi fikrim olduğunu belirtmeliyim.

Yetenek, pek tabii yaşamdaki her hareketimizde olduğu gibi, zekamızı kullanarak yaptığımız işleri kapsar. Yani bir işe, duruma yatkınlığa sahip olmak veya süreç içinde bu yatkınlığı geliştirmek öyle havadan gerçekleşmez. Zekanın eğitilmesi ile gerçekleşir. Çoklu zeka kuramının çıkış noktası da aslında budur. Her öğrenciye doğru eğitim metodu ile bir bilgi öğretilebilir. Doğru öğretim yolunu bulmak önemlidir. Örneğin ritmik zekası gelişmiş bir çocuk sadece müzisyen olsun değildir buradaki mesele. O çocuğun sayısal zekası diyelim ki ritmik zekası kadar gelişmemiş olsun, işte bu noktada eğitim ile çocuğun yatkın olduğu alanı kullanarak yatkın olmadığı alan ve konuları ona öğretebiliriz. Matematik derslerini ritmik zekayı aktive edecek bir işleyiş planı ile işlersek, o öğrencinin o derse yönelik ilgisi en başta artacağı için tabi ki ilk etapta derse yönelik motivasyon ve güdüsü artmış olacaktır. Bunun dışında sayısal zekasının gelişmediğine yönelik önyargısı kırılacağı gibi, daha yatkın olduğu alandan bir işleyiş gerçekleştiği için dersin konularını kafasında daha rahat oturtabilecektir. 

Ben tabii Türkçe öğretmeni olduğum için bunu ana dilini öğretmeye yönelik düşünmeliyim. Bir kişinin sözel-dilsel zekası çok gelişmemiş olsa bile, yani dili kullanımı yeterli düzeyde etkin olmasa bile, bu durumun sadece kitap okuyarak geçmesini beklemek yerine (ki okumak bu noktada en ama en etkili yollardandır ve gereklidir - ayrıca, kitap okuma alışkanlığının kazandırılmasında da bu yöntemden faydalanılabilinir; çünkü zaten eğitim öğretim süreci özünde bir bütündür), öğrencinin duygu ve düşünce dünyasını harekete geçirecek ve farklı zeka tiplerini kullanmasını sağlayacak bir ders planı oluşturmalıyım. Bir öykü yazımı etkinliği planlıyorsam sözgelimi, burada sadece kelimeler ön planda olmamalı. Öğrencinin kelimeleri bulabilmesi için belki görsel-mekansal zekasını harekete geçirmeliyim, belki içsel, belki doğasal zekasını. 

Kaldı ki bu durum sadece ana dili öğretimi olarak değil, yabancı dil olarak Türkçe öğretimi özelinde de bu şekilde düşünülebilir. Ya da direkt olarak yabancı dil öğretimi konusunda gramer temelli bir öğretime takılıp dil gibi akışkan bir yapıyı kalıba sokmaya çabalamak yerine, yine aynı akışkanlığı öğrencinin yönetebilmesi, yani yatkın olduğu zeka türünü aktif edecek bir ders işleyiş planı ile dili akış içinde öğrenmesini (ki bu noktada dil öğretim yöntemleri de devreye girecektir) sağlamak daha faydalı bir yol olacaktır diye düşünmekteyim. Yabancı dile yatkınlık, diğer bir adıyla ''yetenek'', bir öğrencide başka bir öğrenciye göre daha baskın olabilir belki ancak her öğrenci uygun yolla dil becerisini (gerek ana dili, gerek yabancı dil) geliştirebilir.

Özetle, kişinin belli başlı alanlara çeşitli nedenlerle yatkınlığının bulunması durumunu yetenek olarak isimlendiriyoruz. Ancak yetenekler tıpkı kaslar gibi geliştirilebilirler. Bu da kişinin farklı zeka alanlarına yönelik yatkınlığı merkeze alınarak ortaya konulacak etkinlikler ve düzenli çalışmalar ile gerçekleşebilir. Yetenek doğuştandır ancak herkes her şeyi uygun ve çeşitlendirilmiş öğretim yolu ile (bana göre ve bazı yapılmış çalışmalara göre) öğrenebilir.


Kendi hayatının ana karakteri olarak yaşamak.

 

Hayatta her şey geçici aslında değil mi? Kahvemi karıştırırken aklıma babaannem geldi. Onun için kahve yapmamı çok severdi. Benim yaptığım kahveyi hemen anlarmış. Ben kahve yapınca ayrıca sevinirdi, en azından öyle görünürdü. Yaşlı insanlar anımsanınca ve birileri onlarla vakit geçirdiğinde mutlu olurlar tabi o ayrı da... Aklıma babaannem geldi işte. Kahvemi karıştırırken, o geldi aklıma ve gözlerim doldu. Çok canlı bir şekilde onu anımsadım ondan sanırım. Aramızda son yıllarına kadar çok derin bir bağ olmamıştı ama yine de... O vefat ettiğinde çok üzülmüştüm. Şu an bile gözlerimden akan yaşlarda olduğu gibi bir histi. Ağlamamı durduramadığımı hatırlıyorum. Sadece babaannem olduğu için değil, onu sevdiğim için. Bu hissimi bir yerlerden hissettiğini biliyorum. Sevindiğini de. Tıpkı ona kahve yaptığımda mutlu olması gibi. 

Hayat kısa gerçekten. Bu dünyaya güzel yaşamaya geldiğimize inanıyorum. Sana yeniden yazmak bana öyle iyi geldi ki anlatamam. Sanki, etrafımda çiçekler açmış gibi hissediyorum. 

Bazen bir şeyleri kabul edememenin, beklentide kalmanın veya bir duruma takılmanın tek nedeni onu bırakamamak veya bırakmayı istememekten ziyade, tutmaya devam etmek oluyormuş. Bu yolla kendimi değerli hissettiğime inandığımı, kendimi inandırdığımı, düşünüyordum. Büyürken bazı kabuller ediniyoruz ve bu kabulleri referans alarak değerli hissetme biçimlerimizi benimsiyoruz. Bunlar bazen toksik olsalar bile. Oysa, bazen gerçeği biliriz de. En azından ben, bazen bilerek bu kandırmacayı sürdürürüm. Bir kaçış olarak. Gerçekten hak ettiğim değeri almaktan bir kaçış olarak. Çünkü, yine bazı kabullerime göre, belki de bu bana korkutucu geliyordur. Hak ettiğim değeri almak, evet. Değişik, değil mi?

Değerli hissettirmek yoluyla değerli hissetmenin ne demek olduğunu keşfettim. Malesef bazen bazı insanlar bu yolla öğreniyor bunu. Tabi değerli hissettirildiğim anlar da oldu. Ancak başkalarının değer yargıları ve değer verme şekli benimkiyle uymayabilir. Çünkü onun da kendi yaşam süreci ve kabulleri var. Tabii en önemlisi seçimleri. Bazen birisi kendi değer verme şeklinden de bağımsız olarak sana kendi seçtiği şekilde değer verebilir (!). 

Değerli hissetmediğimiz hiçbir düşünce, his, durum, ilişki vb durumunu kabul etmemeliyiz ve tutmamalıyız. Çünkü böyle bir ortamda zaten biz yokuz. Böyle bir ortamda sadece seçimler ve seçilmeyenler var. İlk başta insanın canını yaksa da, bunun kendi değerimizle ilgili olmadığını gördüğümüzde bu hafifliyor. Sonra da, bir toksik döngünün sonu yaşasın. 

Enerjimiz kıymetli. Bugün bunu anladım. Daha doğrusu, içimde anladım.

Hayatta her şey geçici aslında. Bu nedenle, kendimi önceliklendirmeliyim. Hep. Bunu kabul etmenin bu kadar zor olması, bu kadar zaman alması... ne komik. Hep aynı hatayı yapmam... Komik.

Bu dünyada eylemler de önemlidir. Bendeki perspektif değişiminin nedeni bu oldu sanırım. Eylem. Belki de bu, yaşla birlikte insana yüklenen bir özelliktir. İnsan yaşlandıkça, evet yaşlandıkça, zamanın geçişinden korkuyor. Yaşımız genç bile olsa, artık o kadar genç olmadığını, eskisine göre genç olmadığını fark ettiğinde, yaşamını daha dolu yaşaman gerektiğini dehşetle karışık bir sakinlikle fark ediyorsun sanırım. Gerçekten hak ettiğin şeyleri yaşamayı istiyor, istemekle kalmıyor adım atıyorsun. Evet, adımlar atıyorsun. İçini temizliyorsun. Artık, her şeyi hatırlamanın o kadar da gerekli ve hatta önemli olmadığını fark ediyorsun. Beklentilerini hak ettiğin yerlere çeviriyorsun. Boş yerlere değil. Bir karşılığı olmayan yerlere değil. Tercüme edemeyeceğin düşünce, his, durum ve kişilere değil. 

Değer gördüğün yere. Eylemlerle değer gördüğün şeyleri, eylemlerle yapıyorsun. Çünkü yapmalısın. Çünkü yapman gerekiyor. Çünkü yaşam o kadar uzun değil. Çünkü sen, en değerli şeysin. Çünkü sen, diğer değerli olan her şeye değer verensin. Çünkü sen, sensin. Bir tane. Tek. Kıyaslanamaz. En özel. Biricik. Bu dünyanın tekisin. Bunu fark ediyorsun. Bunu başkalarının gözlerinde aramayı bırakıp kendi içinde bulduğunda, yaşamak istiyorsun. Kendi hayatının ana karakteri olarak yaşamak. Ve sana bu değeri vermeyen kimseye tutunmamak.

O zaman, adım at. Adımlar at. Hayatını yaşa. 

Çünkü ancak bu yolla kendi hayatını yaşayabilirsin (İlkay).


bir şeyler dinlemek için tıklayabilirsiniz.


Tasarım üzerine düşünmekten tasarım yapmayan bir tip, örneğin ben.

 

Cuma günü yazlıklarım ile kışlıklarımı yer değiştirdim. Evet, havalar iyice insanı bunaltana kadar bekledim... Tabi canım şimdi üç beş bir şey meydanda vardı. Hem ben normalde de çok kalın giyinmediğimden, ince badilerimle ve gerekirse gömleklerle idare ediyordum. Aslında bir yere gittiğim de yok bir süredir. Umarım önümüzdeki mevsim bunu kırarım. 

Aslında yapmam gereken tek şey, bazanın altındakilerle dolaptaki giysileri yer değiştirmekti ve tabii dolabın köşe bucak tozunu almak falan. Oradan çaktırıyor muyum bilmiyorum ama böyle ev işlerini severim aslında. Bir yerden sonra kabak tadı veriyor ama genel olarak müzik eşliğinde temizlik yapma terapisini severim. Çok deterjanlı osulu busulu uğraşmam ama işte temizlemek keyifli. Düzenlemek, toparlamak falan. İlginçtir, işim bittiğinde de odam dağınık olur ahahahha. Kendine has bir düzeni var dağınıklığımın, lütfen. Ah tabi bir de yerim yok. Önümüzdeki haftalarda da kitaplığı komple yere indirip temizleyip bazı asırlardır okumadığım kitapları elden çıkarmak üzere ayıklamayı düşünüyorum. Hadi inşallah.

Ne diyordum, bende dikkat eksikliği mi var nedir bir şey anlatırken aklıma bir sürü şey gelir ve işte sonra son durumu yazılarımda okuyorsun... Neyse! Evde de kimse olmadığı için gönlümce yayılarak çalışabildim. Arada kendimle laf dalaşına girdim, bazen kardeşimin kuşuna dert yandım (en son balığıyla bunu yaşamıştık hey gidi...) Bir noktada ağlama, bir noktada defile seansı yaptım. Genelde güzel parçalar var dolabımda ama nedense, ah nedense, dışarı çıkarken hep elime ilk geçeni giyiyorum ay yeter. Artık daha çok özeneceğim işte buraya da yazdım sen de şahidimsin. Böyle kendine özenen insanlara hep gizli bir hayranlığım olmuştur. Ben hep başka yerlerdeydim, yani işte kafam başka yerlerdeydi. İyi bir zevkim olduğunu düşünsem de, bunu kafamda yaşıyordum. Yani bir şeyler tasarlayanlar da genelde hırpanidir ya veya özenmez ama işlerinde iyilerdir ya... Hah işte ben tasarım üzerine düşünmekten tasarım yapmayan bir tipim. Moda özelinde demiyorum. Heerrrrr konuda! Mesela bir şey kurgularım ama yazmam. Bir şeyi planlarım ama yapmam. Yaşamı düşünürüm ama yaşamam, gibi. Neyse ben, hatta, amaannn deyip bu duruma tepeden bakardım. Giysi kısmına geri döndük, uyarıııı! Oysa neden? Dış görünüş, ilk intiba, imaajj, çok önemli bir şey. Belki ilerlemek için yeterli değil ama kapıları açmak için mühim.

Önceden ben çok ciddiydim. Dışarıdan duruşum yani. O hallerimi özlüyorum. Ama hüzünlü ciddili dönemimi değil, ciddi ciddi dönemimi ahahahhah. Sonra bir noktada minnoş biri oldum. Somurtuk minnoş, gülen minnoş. Oysa çok da minnoş biri sayılmam. Belki samimi; ama genelde ciddiyeti severim (kendimde). Hem ciddi bir duruş iyidir, mesafe iyidir değil mi? Minnoşluğu da denedim işte. Bana göre değilmiş, hımmm sevmedim. Ben akla önem veriyorum. Mantığa, düşünmeye, özgünlüğe. 

Dün dışarı çıktım. Niyetim daha evvel sevdiğim bir kişiyle daha evvel gittiğimiz bir yere gitmekti ama yolu unutmuşum. Ahhhhh... Birileriyle bir yere gittiğimde (ki bu bunca yıl hep böyle oldu!) ben genelde gevezelik ederken yanımdaki kişi bizi gideceğimiz yere götürür. Bu nedenle de yol asla aklımda kalmaz... Neyse internetten arattım (bana neresi deme söylemem), başka yere gittim o tarifle. Neyse yine iyi bir yerdi. Keyifliydi bence. Tek başıma gidiyor olmak bana, ammaaannn napcam şimdi, dedirtse de başta, ki hatta otobüs on saat gelmediği için tam kısmet değilmiş deyip geri dönüyor olsam da, otobüs geldi ve iyi ki dışarı çıkmış ve kendimi bir yerlere götürmüşüm dedim, diyorum şimdi. Yeniden sergilere de gitmeyi düşünüyorum. Önceden sıkça giderdim. Bu ay aslında yaşadığım yerde güzel sergiler varmış, yine gidebilirim.

Kitap fuarı da oldu geçen ay. Son yıllarda gitmesem de önceden en sevdiğim etkinliklerdendi. Bu yıl aslında fuarın önünden otobüsüm geçerken sonra gitsem mi diye düşünmüştüm ama sonra aman şimdi boşver diye de aklımdan geçirdim. Bunun nedenlerine bir kitap yorumu yazımın yorumlarına gelen bir yoruma verdiğim yanıtta değinmiştim aslında ama sana da özet geçeyim. Şimdi bir kere artık kitap fuarı işlerinin eski büyüsü bence kaçmış. İkinci olarak artık içerideki salonlarda değil, dışarıda açık havada standları dizip kitapları yerleştiriyorlar ki bunu hiç sevmedim, düzensiz duruyor başım dönüyor. Tamam oksijen de alalım da, kitap fuarını mı geziyorum pazardan elma armut mu bakıyorum anlamıyorum. Zaten dağınık yerleştiriyorlar stansları (en azından geçen yıl öyleydi), bir de kalabalıkta başım dönüyor. Üçüncüsü, önceden tanınmış booktuberlar olsun, bookstagramlar olsun standda görevli olurlardı da, ergen heyecanımla x abla\ abiyle tanışacağım diye kendimden geçerdim. Vaktiyle tanıştım da. Hatta bazı yabancı yazarlı kitapları bu booktuberlara not yazdırarak imzalatmıştım ahahahahha. Ay ergenliğim güzeldi bu kısmıyla şimdi, hatırladım da keyiflendim. Neyse artık bu yok mesela. Yani hem artık (doğal olarak *-*) böyle şeylere heyecanım ve merağım yok, hem de bilinen veya sempati duyduğum kişiler görevli olmuyor. İnsanlar bu işlerden çekildiler sanırım, başka hayatlar kurdular sessizce...

Sonracığıma ekonomi... Kitaplar o kadar pahalı ki, kitap fuarından kitap alacağıma internetten alırım diyorum. Sonra artık fazla bir şey tüketmemeye çalışıyorum. Hem zaten okunacak kitaplarım da var ve yukarılarda bir yerde dediğim gibi yerim yok. Zaten artık yer kirası nedeniyle mi, başka şey mi bilmiyorum, geçtiğimiz yıl bazı sevdiğim yayınevlerinin fuara gelmediğini görmüştüm. Şimdi hangileriydi hatırlamıyorum ama çoğu yayınevi en azından geçen yıl fuarda yoktu ve bu benim hevesimi kırmıştı. Bu yıl da bu nedenle amaaaannn diyerek gitmedim. Ki sonra ne göreyim... Yani orada görmedim de instagramda gördüm, hah işte çok sevdiğim yerli ve çağdaş yazarlardan sevgili Melisa Kesmez'in imza günü varmış ya... Yaaaa... :( İşte kaçırmış olmuştum ve bunun burukluğunu yaşamıştım bir süre. Melisa Hanım da İzmir'i seviyor, geliyor ara sıra aslında ama ben nedense hep onun imza günlerini geçtikten sonra görüyorum ya. Bu kaçıncı oldu vallahi yeteeerr. Bir sonrakinde kaçırmam artık inşallah maşallah.

Bu arada yukarıda ciddi duracağım ve minnoş değilim desem de kandırmıştım. İçim biraz minnoş kabul ediyorum. Hem, insanlara gülümsediğinde, eğer karşındaki de insansa, sana gülümsüyor. Hiç şaşmaz. Mesela kaybolduğumda rahatlıkla yol tarifi soran bir tipim. Böyle şeylerden asla gocunmam. O zaman neden daha atak biri değilim ki? Gerçekten sosyal ankastrem, pardon anksiyetem, falan da yok. Bende bezginlik var bezginlik. Oysa maceracı da biriyim bak gerçekkkteeğğğnnn. Sanırım yargılanma korkum var biraz. Ay o da değil. Zaten dünyanın en mükemmel insanı olduğumda bile görmeyen görmemiştir beni ahahahahha. 

Ne'm var kuzum? Dikkat et kendine üşütme bu havalarda. Ben soğuk su içmiştim şakır şukur, lıkır kıkır, şappır şuppur... Umarım bir maraz çıkmaz.

Neyse hoşça kal. Orada dur, ayrılma. Belki sonra yine gelirim. 

Bayysss.

(hah buldum! bende overthink varmış)


bir şeyler dinlemek için tıklayabilirsiniz.


Sarnıç (Sait Faik Abasıyanık) | Kitap Yorumu

Yazar: Sait Faik Abasıyanık, Yayınevi: YKY

Kitapta on altı öykü yer alıyor. Bu öykülerde genel olarak yaşamın içinden karakterler yaşamlarının bir anıyla okura görünüyorlar. Bazen Anadolu'nun bir köyünden, bazen Adalar'dan... bazen Gülhane Parkı'ndan, bazense Avrupa şehirlerinden geçip gidiyorlar kelimeler arasından. Evet, resmen süzülüyorlar. Öyle hafif, öyle doğal ve akıştan ki bu öyküler, insan sanki bir film etrafını kuşatmış da, onu izliyormuş gibi okuyor öyküleri. En azından bu öykülerin bende bıraktığı en baskın etki bu oldu: Canlılık. Ancak bu canlılık, abartısından değil, sadeliğinden alıyordu gücünü.

Bazı öyküler bireysel, bazıları toplumcu. Ama hiçbir öyküsünde yazar gerçeğin ötesine geçmemiş. Karakteri yaşadığı hayatın doğallığı içinde resmetmiş. Aslında hepsi insanlık halleri. İyi yanları, kötü yanları, çaresizlikleri, yalnızlıkları, hayalleri, buruklukları ile. Genci yaşlısı, kadını erkeği, şehirlisi köylüsü, açı toku doymayanı, okumuşu gezmişi tüccarı işçisi, Rum'u Ermenisi Lehlisi, turisti göçebesi... Hepsi insan ve öyküleri de insanlık halleri.

Benim okuduğum bu baskı 2008 yılında YKY'den çıkan 13. baskıya ait. Bu baskıda 1954 yılındaki kitabın 2. baskısı esas alınmış ve kitabın dili günümüze uyarlanarak yayınlanmış. Kitabın dili sade ve anlatım akıcı; ancak kitabın içerisinde eski kelimeler de bulunuyor. Bilmediğim kelimelerin olması benim okuma sürecimi kesintiye uğratmadı. Öte yandan belki kitabın sonraki yıllarda yapılmış daha yeni baskılarında dil daha da sadeleştirilmiş olabilir, bu konu hakkında bir bilgim yok. Ancak öyle olmasa bile, okuması zor olmayan bir kitap diyebilirim. Sade ama zengin bir dil kullanımı vardı. Hani bazen bir kitabı okumanın farklı bir keyfi olur ya... farklı bir lezzeti, işte Sarnıç'ta bu farklı tadı buldum. Bana kitap okuduğumu dolu dolu hissettiren bir kitaptı. Öykü okumayı seviyorsanız kitaba zaten mutlaka bakın derim.

Hoşça ve kitaplarla kalın.


Hıdrellez.


''Bu duayı her kim okuyorsa...

Yüzüne, gözüne, yanaklarının ucuna can gelsin. Hücreleri, midesi, içinde düşünceler dönüp duran beyni sağlıkla dolsun. Güneş kirpiklerine dokunsun, göz bebeklerinden kalbine ulaşsın. İçi ışıl ışıl parlasın.

Hayattan korkmasın. Kendini akışa hop diye bırakmayı bilsin. Neşe onu kucaklasın, başından aşağı kova kova şans dökülsün. Sevdikleri hep yanında olsun.

Kafası karıştığında, şüphe tohumları zihin kıvrımlarında oynaşmaya başladığında... gözlerini Toprak Ana'ya çevirsin. Yağmuru izlesin, rüzgara sarılsın. Her şeyin geçeceğini bilsin.

Hırsla, kibirle koşup durmak yerine hayata teslim olmanın gücünü hissetsin. Gökyüzü kadar engin, kar tanesi kadar eşsiz olduğunu hatırlasın. 

Duygularından korkmasın. Küçük bir çocuğun cesaretiyle dinlesin karnının sesini. İçine sinmeyen hiçbir şeye ''evet'' demesin. Kendini köşeye sıkıştırıp ''keşke''lerle, ''ama''larla, ''oysa''larla ruhunu çürütmesin.

Kalabalığın sesiyle arasına mesafe koysun. İhtiyacı olmayan sözlerin kalbine girmesine izin vermesin.

Meyvenin yere düşmesini beklemesin. İstiyor mu? Koparsın dalından. İştahla yesin, afiyet bal olsun.

Geceleri uykuya dalmadan önce sahip olduklarını hatırlasın. Hiçbir şeyi yok mu? Pencereden baksın. Yıldızlar hepimizin, unutmasın.

''Olması gerekenler''le ''var olan'' arasında sıkışırsa, aynaya baksın. Doğa Ana'ya, Gök Baba'ya, Dünya'ya... Aynada ona bakan gözlerin uğruna güvensin.

İnansın, tüm kalbiyle inansın: Güneşin daha parlak doğacağına, bulutların dağılacağına, yağmurun dineceğine inansın. Güzel günlerin geleceğine.

Kendine sahip çıksın. Bu bedende, bu kirpiklerin arasından dünyaya bakarken... Küçük bir çocuğun resim yapışındaki heyecanla. Usta bir şairin kalem tutuşundaki özgüvenle çizsin sınırlarını. Kendi olmaktan korkmasın.

Bu mavi dünyaya yıldız tozu gibi serpilmiş milyarlarca insandan biri olduğunu da, bir su damlasına eşsiz bir okyanus sığdırdığını da unutmasın.

Evini aradığı anlarda kalbine baksın. Kendini yalnız hissettiğinde her kalabalıkta yeri olduğunu hatırlasın.

Bu dünyada kocaman bi' yeri olduğunu, hayal edebildiği her şeyin gerçek olabileceğini bilsin.

Yüzünü güneşe dönsün. Dönsün ki tüm gölgeler arkasında kalsın...''

(alıntıdır).


Not: Bu yazıyı her yıl paylaşıyorum. Vaktiyle bir yerde görüp defterime not almış ve bloglarımın birinde (eskisinde de olabilir emin değilim) paylaşmıştım. Sonra her yıl paylaşır oldum. Kaynak belirtemiyorum bu nedenle ama zaten sosyal medyada da 5 Mayıs yaklaştı mı bu konularla ilgili her hesap yazıyı paylaşıyor, yani zaten her yerde aynısını veya benzerini görebileceğimiz bir yazı. İçime aydınlık bir enerji veren bir yazı. 

Hepimizin dileklerinin en güzel şekliyle gerçekleşmesi dileğimle. 


bir şeyler dinlemek için tıklayabilirsiniz. :)




Bazı Yazlar Uzaktan Geçer (Murathan Mungan) | Kitap Yorumu

Şair: Murathan Mungan, Yayınevi: Metis Yayınları

Bu akşamı şiirlere ayırdım. Aslında şiir kitaplarını ara ara açıp karıştırmayı, belki şiir falları bakmayı severim. Ama... bu sefer müzik açtım, kahvemi yaptım, bağdaş kurdum ve okudum. Okudum okudum okudum ve bazı beğendiğim şiirleri paylaştım. 

Şiirler böyledir değil mi? Bazılarını -belki de bazı zamanlar- içimizde tutarız. Kendimize saklarız. O şiir, kelimeleriyle, ve aslında sadece var olarak, bizimle bir çeşit sırdaş olur. Bazense, paylaşırız. Belki süreleri dolmuş sırları. Belki süreleri dolsun istediğimiz sırları...

Ne demiş vaktiyle ünlü bir dizi karakteri: İki kişinin bildiği sır, sır değildir. Şiirler de benim gözümde böyledir. Bazen içimizde, bazen dışımızda yankılanan sırlar. Hem, ''her insanın bir öyküsü vardır ama her insanın bir şiiri yoktur,'' diyor ya Özdemir Asaf. İşte bizler de, biz okurlar da, şiirlerdeki sırları fısıldayarak kendimize pay çıkarmaya çalışıyoruz sanırım. O okuduğumuz şiirde kendimize yer bulmaya çalışıyoruz. Bazen buluyoruz ve susuyoruz; bazen paylaşıyoruz. Böylece şiir, varlık buluyor. İçimizde.

Bu sefer de işte, paylaşarak yer verdim şiirlere; içimde. Kitaba dair eeen sevdiğim durum, kitabı kütüphaneden aldığım için benden önce onu okuyan kişi veya kişilerin altını çizdikleri dizelerde kendimden parçalar bulmam oldu. Benim de altını çizeceğim dizeleri benden önce başka birinin bulması tuhaf bir histi. Kitaptaki boşluklara yazdığı notlar... Sanırım o kişiye özendim. Bir şiiri olan biri gibiydi, ondan sanırım. Acaba şimdi nerede, kiminle ve nasıldır; bunu da çok merak ettim.

Velhasıl kelam, şiir güzeldir. Murathan Mungan'ın dizeleri de güzeldi. Okumaktan keyif aldım.

Hoşça ve kitaplarla kalın.


Bazı Sevdiğim Şiirler







Not: Bu kitap yorumu yazısı reklam değildir, kitap önerisidir.


Merhamet (Toni Morrison) | Kitap Yorumu

Yazar: Toni Morrison, Çevirmen: Zeynep Heyzen Ateş,
Yayınevi: Sel Yayıncılık

Sene 1690. Yeni Dünya'nın topraklarındayız. Kitap, bu dünyayı anlatıyor. Bu dünyayı, ''diğerleri'' aracılığıyla anlatıyor. Diğerlerinin yaşamı daima, sonsuz bir deniz yolculuğu gibi ilerliyor: Karanlık, sıkışık ve değişken. Öncesi veya sonrası farklı değil; diğerleri olarak görülenler için her yeni yer, bir ev olmaktan çok uzakta.

Kitabın bölümleri farklı karakterlerin ağzından anlatılıyor. Bu bakımdan benim için başlangıçta anlatıma uyum sağlamak zordu. Ancak kitap ilerledikçe aslında her karakterin kendine özgü bir anlatım tarzının olduğunu fark ettim. Bu karakterler anlatımlarında olay, zaman ve mekan sıçramaları yapsalar da, dilleri kendi dilleriydi; hangi bölümü hangi karakterin ağzından okuduğumu kitapta belli bir noktaya geldikten sonra daha rahat anlar oldum.

Köle ticaretinin sıradan karşılandığı, ırkçılığın, cinsiyetçiliğin ve dogma fikirlerin ön planda olduğu zamanlarda geçiyor kurgu. Bizi ayakkabı giymekten hoşlanan küçük bir kız çocuğu karşılıyor kitabın ilk sayfalarında. Bu kız, bir Zenci. Annesi onu korumak için bir Efendi'ye veriyor. Yeni evinde büyüyor Florens. Bu evde satın alınmış başka hizmetliler ve bir de evin Hanım'ı var. Bu Hanım bir Beyaz; ancak o da evinden çok uzağa satılmış. Çünkü o da bir Kadın. 

Evin Efendi'si ticaretle uğraştığı için sık sık uzaklara gidiyor. Evde kalan Hanım ve hizmetliler ise evin işleri ve tarımla ilgileniyorlar. Kadınlarla çalışmak daha kolay diye erkek çalışanları istemiyor Efendi. Yalnızca iki erkek çalışan var. İki Beyaz erkek; iki suçlu, iki dışlanmış. İkisi de çocukluktan beri oradan oraya satılmış, istismara uğramış, ötekileştirilmiş ve aldıkları üç kuruşa bile ses etmeden özgürlüğü düşleyen iki adam. 

Bir de demirci var. Florens'in yüreğinin kahramanı. Annesi tarafından istenmediği için çocukken satıldığını düşünen, tüm hayatını bir daha kovulmamak için sevilmeye adamış bu genç kadın için her şeyini sunabileceği tek şey bu adamın aşkı. Demirci yürek yakan birisi. Yetenekli, centilmen... üstelik özgür bir Zenci.

Lina, Sorrow, gemideki kadınlar ve nicesi... Ten renklerinden, cinsiyetlerinden, düşük sosyoekonomik durumlarından dolayı kenara atılmış olanlar. Kitap onların sesiyle yazılmış. Bu, özgürlüğü bulma öyküsü bile değil; bu, özgürlüğün iki yakasını anlatan bir kitap. Bir amaca bağlanan ruh, kendi amacına bağlanan ruh... özgürdür. Karakterlerin bazıları buna sahipti veya süreç içinde sahip oldu. Bazıları bunu istemedi. Bazılarıysa... bitmeyen gemi yolculuğuna devam etmeyi seçti. Kitabın ismi de manidar: Tüm karakterlerin, belki de tüm insanların, birbirleriyle olan bağını simgeliyor. Yaşamı ve yaşamları simgeliyor.

Kitabı sevdim. Farklı bir kitaptı açıkçası. Hem Toni Morrison'dan, hem de Afro-Amerikan Edebiyatı'ndan okuduğum ilk kitap oldu. Beni en çok memnun eden de bu oldu diyebilirim. Yeni bir yazarla tanıştığım ve farklı bir kültürün havasını soluduğum için mutluyum. Bunun dışında, çarpıcı bir konu, aslında çarpıcı da bir şekilde işlenmiş. Ancak artık yazarın anlatımından dolayı mı, yoksa çeviriden kaynaklı mı tam ayırt edememekle birlikte, anlatımda bazı kopukluklar olduğunu düşünüyorum. Yani kendimi kitaba tam olarak kaptıramadım. 

Hoşça ve kitaplarla kalın.


Çiçeklenmeler (Melisa Kesmez) | Kitap Yorumu

Yazar: Melisa Kesmez, Yayınevi: İletişim Yayınları

Çiçeklenmeler, karanlıkta bekleyen bir potansiyelin toprağı yarıp yeryüzünde var olma hikayesini anlatıyor. Türkan, yirmi dört yıllık eşi Orhan'ın ölümüyle birlikte büyük bir boşluğa düşer. Bu zor zamanlarında yanında ona yoldaşlık eden bir görümcesi Ayşe, bir de anıları vardır. Bu anılar Türkan'ı rahatlatmaz; aksine onu sıkar, kafasını karıştırır, bunaltır. Tam bu noktada, daha fazla böyle yaşayamayacağına karar verir Türkan; çünkü zaten çok uzun bir süre böyle yaşamıştır. Bekleyerek, neyi beklediğini bile unuttuğu bir ömrü yıllarca yaşamıştır.

Türkan henüz çocukken annesi vefat eder. Yeniden evlenen babası, Türkan'ı teyzesi ve eniştesinin evlerine bırakır ve bir daha kızını görmeye hiç gelmez. Türkan'ın yeni evi artık burasıdır. Hem annesini, hem de babasını kaybeden Türkan, içindeki boşluğu Orhan'a olan hayranlığı ile doldurmaya çalışır. Orhan Türkan'ın çocukluk aşkıdır. İlk görüşte aşık olmuştur Orhan'a. Genç kızlık hayranlığı hayalleriyle süslenir ve büyür de büyür içinde Türkan'ın. 

Orhan kendine bir yaşam kurar, aşık olur, hatta evlenir. Türkan da bir hayat kurmak ister ama içinin bir yanı hep Orhan'dadır. Bir gün kader onları bir araya getirir. Orhan ikinci evliliğini Türkan ile yapar. Ancak bu onun için yalnızca mantık evliliğidir. Yıllar boyunca çok iyi anlaşır bu ikili ancak hiçbir zaman bir aile olamazlar. Orhan'ın vefatıyla birlikte en yakın arkadaşını, hayatta içinde en büyük payı verdiği kişiyi yitirmenin üzüntüsünü yaşar Türkan. Bir de... yaşamına başlama zorunluluğunu duyar içinde. Artık hissettiği en büyük his beklenti değil, hüsrandır. Çünkü Türkan artık kırk sekiz yaşındadır. Aynı sokaklarda, aynı insanlarla, hiç çiçeklenmeden geçmiş koca bir ömür sürmüştür.

Bu boğucu his ile birlikte Orhan'ın yıllarca tamir etmeye çalıştığı karavana atlar, yollara çıkar. Her yenilik gibi, yolda başlar Türkan'ın öyküsü de. Bu yolda hem kendini, hem de ona yoldaşlık edecek insanları bulur. Çiçeklenmeler, tomurcuk veren bir yaşamın öyküsünü anlatır biz okurlara.

Kitabı çok sevdim. Zaten sevgili Melisa Kesmez, bana çok tanıdık gelen hisler ve kelimeler kullanan bir yazar. Son iki kitabında uzun öykü ve ufaktan roman tadında kurgular yazıyor. Hala daha kendisinin öykü türüne daha yakın olduğunu düşünmekle birlikte, kurgularını daha detaylıca ve karakterlerini hem daha uzun süre hem de daha derin ve detaylı okuyabildiğim için mutluyum. Bu kitapta da ana karakter olan Türkan'ın hikayesi ön planda olsa da, onun yaşamıyla yolu kesişen Ulaş başta olmak üzere diğerlerinin hikayesini de okumak güzeldi. 

Yazarın bu kitabında beni ayrıca şaşırtan durum ise, kitaptaki bazı sahne ve düşüncelerin çok benzer şekilde bizzat benim de gerek buradaki yazılarımda, gerek bazı kurgularımda yer almasıydı. Sanırım bağ kurduğumuz yazarlarla aramızda his ve düşünce anlamında dünyayı algılayış benzerlikleri de olabiliyor. Melisa Kesmez de benim için böyle, düşünce dünyasını kendi düş dünyama çok yakın bulduğum, bir yazar. Belki de bu aşinalık nedeniyle ne yazsa okuyabilirim.

Sade bir anlatım, tanıdık bir hikaye. Ancak derin ve okurda yeni pencereler açabilme potansiyelinde, bir öğleden sonra kahvesi gibi insana iyi gelen bir kitap Çiçeklenmeler. Ben çok sevdim.

Hoşça ve kitaplarla kalın.


Tekrardan, merhaba.

 

Son yazımda bloğum çağ atladı demiştim, hatırlıyor musun? İşte, gerçekten öyle oldu. Yenilenmiş evimden herkese merhaba. :)

Öncelikle bu süreçte gerek eski adresimdeki sorunu tespit etmeye çalışırken, gerekse şimdi alan adı alıp taşıma işlemlerinde bana yardımcı olan ve hatta süreci tek başına alıp götüren Blog Forum yazarlarından sevgili Sinan Bey'e veya Sinan abiye teşekkür ediyorum. Gerçekten çok emek harcadı ve zamanından verdi. Hala burada olmamı sağlayan da kendisi. Bana kalsa kapıyı pencereyi kapatıp gidecektim. Sonra da pişman olurdum artık.

Benim asıl sorunum yazılarımın Google'da görünmemesi değildi bu arada. Evet bu bir sorundu ve neden olabileceğini merak ediyordum. Sorunu çözmek için Sinan Bey uğraştı dediğim gibi ama bir sonuç alamadık. Bu durumun sebebini bilememek canımı sıkmıştı ancak böyle de olsa yazmaya devam edecektim. Sonra bloğumun Google'ın kara listesinde olduğunu öğrendim. Sen de beni okuduğuna göre biliyor olmalısın ki benim yazılarım dünyanın en minnoş yazılarından olabilir... Hatta bu durum da bir ara canımı sıkmıştı! Neyse. :)

Velhasıl kelam, bloğum kara listeye alınmış. Bu ne demek başta anlamadım. Çünkü bana hiçbir uyarı maili falan gelmedi. İnsan önce uyarır ama değil mi? Ben nereden bilebilirim kusurum nerede... Blogger'ın ve hatta Google'ın topluluk kuralları var biliyorsun ki. İşte biz tüm bu taşıma ve yeni adrese geçme işini tamamlayınca (ki bu süreçte benim pek bir katkım da olmadı *-*) bana bir mail geldi. Bir film yorumu yazım topluluk kurallarını ihlal etmiş. Yazımı da bir buçuk yıl evvel yazmışım! Hayır, o zaman bana mail atsalar yayından kaldırırdım ve sorun çözülürdü. Tek sorun o yazım mıydı bilmiyorum ama bana aylaaarr sonra gelen mail'e göre bahsi geçen yazım ihlal taşıyormuş. Ben de yayından kaldırdım tabi ki. Zaten erişim engeli de almış. Gerçekten çok ama çok ilginç. Bu durumun fotoğraflardan kaynaklanabileceğini düşünüyorum ama filmin kendisi bile minnoş; değil yazım, değil fotoğraflar yani... (film Roman Holiday). 

Benim çok fazla bot okurum vardı. Dönem dönem gelip gidiyorlardı. Size bu sorunumdan da bir yazımda biraz bahsetmiştim. Organik okur kitlem çok az olmasına rağmen bazen bazı yazılarım günlük olarak çok okuma alıyordu. Ben bunu merak ederken yazılarımın tarayıcılara düşmediğini fark ettim. Sonra da işte bu durumun nedenini araştırırken bloğumun engellendiğini keşfettik...

Bütün bunlar geride kaldı diyelim. Alan adı alan bloggerlar görüyordum ama kendim hiç bu işe girişmeyi düşünmemiştim açıkçası. Çünkü kitap\ film yorumları gibi genel içerikler yazsam ve bunların geniş kitlelerce okunmasını istesem de (çünkü buna zamanımı veriyorum en başta, blog yazmak gerçekten emek isteyen bir şey siz de biliyorsunuzdur ki), kişisel yazılarım faydacı bir tarza sahip olmadığından yani sadece benim kişisel his ve düşüncelerimden ibaret olduklarından ve kimsenin hayatına pratik bir getiri sağlamayacağını düşündüğümden alan adı almayı da düşünmedim. Ancak şimdi gereklilik doğunca, biraz da yön gösterilmesiyle (bana kalsa burası kapı duvar olacaktı...) kendi ismimde bir sitem olmuş oldu.

O halde, Sinan Bey'e son bir teşekkür ederek herkese güzel bir gün diliyorum.

Hoşça kalın.



Adanmışlık (Patti Smith) | Kitap Yorumu

Yazar: Patti Smith, Çevirmen: Seda Ersavcı,
Yayınevi: Domingo Yayınevi

Adanmışlık Patti Smith'in yaptığı bir yolculuk boyunca bulduğu ilhamlardan ortaya koyduğu kısa öyküsünün parçalarını bir araya getirme sürecini anlatıyor. Kitap için, yazarın öyküsünü nasıl ve nelerden beslenerek oluşturduğunun öyküsü diyebiliriz. Kitap; Zihin Nasıl Çalışır, Adanmışlık, Düş Değildir Bir Düş, Trende Yazılanlar olmak üzere dört bölümden oluşuyor.

Zihin Nasıl Çalışır başlıklı ilk bölümde yolculuk öncesine gidiyoruz. Paris'e yazmak konulu bir röportaj vermek üzere yıllar sonra gidecek olan Patti, biz okurlarına yazamadığından yakınıyor. Yazamayan bir yazar, yazmak hakkında ne söyleyebilir ki... diye düşünüyor. Sonra, kağıttaki sembollere dönüşmeden zihinde başlayan yazma sürecine odaklanıyor Patti. İlham kıvılcımlarını topluyor bir bir. İzlediği filmden sahneler, anılarındaki bir tv programından fırlamış genç bir patenci ve pek tabii kitaplar, yollar, yaşam ve ölüm. Bunlar zihninde köşe kapmaca oynuyor yazarın. Yazar da bu oyunu yazıyor biz okurlarına: Zihin Nasıl Çalışır diyerek.

Adanmışlık başlıklı ikinci bölümde, etraftan topladığı imgelerden bir öykü oluşturuyor yazar. Estonyalı genç bir patenci kızın yaşamının bir bölümünü anlatıyor. Bu kız, doğduğu topraklarda yaşanan karışıklıklardan korunması için daha küçük yaşta teyzesiyle birlikte gurbete göçüyor. Onun için hayatta varlığını bulduğu tek yer buzun üstü. Çünkü o bir patenci. Bir gün bu rüyasının içinde kaybolma fırsatını elde ediyor ancak karşılığında kendisinden eksilecek şeyler çok daha fazla. Adanmışlık, kendini bir tutkuya adayan bu karakterin öyküsünü işliyor.

Düş Değildir Bir Düş başlıklı üçüncü bölümde yazarın Paris'te yaşadıklarını okuyoruz. Yıllar evvel genç bir kızken kız kardeşiyle ilk kez gezdiği tüm mekanlar bu sefer başka bir şekilde etrafında beliriyor. Patti Smith neden yazarız sorusunu irdelerken, Albert Camus'nun evine davet ediliyor ve yazarın fikir kıvılcımlarının serpildiği çalışma odasında el yazmalarını inceliyor. Şanslı biri.

Kitabın Trende Yazılanlar başlıklı son kısmında ise yazarın aldığı notların fotoğraflarına yer verilmiş. Bu notlar direkt orijinal haliyle; yazarın kendi el yazısı ve İngilizce olarak kitaba konulmuş. Yazarın el yazısının fazlasıyla yayvan olduğunu eklemeliyim...

Daha kapağına baktığımda seveceğimi anladığım bir kitaptı. Patti Smith olduğu gibi bir yazar. Aynı zamanda bir müzisyen de olduğu için olacak, kendisi müzik yapar gibi yazıyor. Bu kitabında da tüm düşüncelerini, hislerinden yola çıkarak anlatmış. Kısacık, belki biraz dağınık ama keyifli (bulduğum) bir kitap oldu.

O halde, kitaplarla kalın.


ALINTILAR

''Öngörülemeyen niceliktir ilham, esrarengiz bir vakitte taarruz eden esin perisidir. Oklar uçuşur ve kişi vurulduğunu, bir dolu farklı katalizörün kendi sistemini oluşturmak için gizlice birleştiğini, aynı anda hem melun hem de kutsal olan onulmaz bir hastalığın -şiddetli bir hayal gücü- titreşimleriyle sarıldığını anlamaz bile.''


''Doğru kitap bir tür rehber görevi görebilir, yolculuğun gidişatını belirleyebilir, hatta seyrini değiştirebilir.'' (Sayfa 9 - Zihin Nasıl Çalışır)


''Belli bir insan sesinin yankılanımının yarattığı atmosferin yönlendirdiği bir hikaye yazmayı hayal ediyorum. Onun sesinin.'' (Sayfa 10 - Zihin Nasıl Çalışır)


Daha eski bir mezar taşı dikkatimi çekiyor sonra, kenarına çapraz bir şekilde kazınmış DEVOUEMENT kelimesini fark ediyorum. Alain'a ne demek olduğunu soruyorum. 

''Adanmışlık,'' diyor gülümseyerek. (Sayfa 22 - Zihin Nasıl Çalışır)


''Durup o dar sokağa -Visconti Sokağı'na- bakıyorum. İlk gördüğümde o kadar heyecanlanmıştım ki sokağın sonuna kadar koşup havaya zıplamıştım. Kız kardeşim bir fotoğraf çekmişti; bu fotoğrafta kendimi neşeyle dolu bir anda sonsuza dek donmuş olarak görüyorum. Küçük bir mucize gibi geliyor tüm o adrenalinle, tüm o arzuyla yeniden bağ kurmak.'' (Sayfa 27 - Zihin Nasıl Çalışır)


''Eve gitmek istiyorum diye sızlandım. Oysa evdeydim zaten.'' (Sayfa 33 - Zihin Nasıl Çalışır)


gözyaşı dökülmeyecekti artık 

kalp aç kalmayacaktı (Sayfa 35 - Ashford)


''Yine de bana veda ettiği zamanki tavrım konusunda birtakım endişelerim var. Hayli duyarsız davrandım. Belki de korkuyordum...'' (Sayfa 48 - Adanmışlık)


''Günler geçti ve adam gelmedi. İşin aslı kız onun kendisine tuhaf bir biçimde ilham verdiğini düşündüğü varlığını özlemişti. İşte bir kez daha yalnızca kendisi için kayıyordu.'' (Sayfa 52 - Adanmışlık)


''Anneni bende arama,'' derdi. ''Onu kendi içinde bulmalısın.'' (Sayfa 57 - Adanmışlık)


''Geçmişe değil geleceğe bak Eugenia.'' (Sayfa 57 - Adanmışlık)


''Bir şeyleri paramparça etmenin insan doğasının güçlü bir yanı olduğunu anlamıştı.'' (Sayfa 63 - Adanmışlık)


''Hepimiz kökenimizin salt kendimize dayandığına, tüm jest ve hareketlerimizin yalnızca bize ait olduğuna inanmak isteriz. Ama sonra muhtemelen tıpkı bizim gibi özgür olmayı dilemiş olan canlıların uzayıp giden şeceresinden geldiğimizi, onların geçmişini ve kaderini paylaştığımızı öğreniriz.'' (Sayfa 88 - Adanmışlık)


''Sadece kendim olmak istiyorum.'' (Sayfa 89 - Adanmışlık)


''Beyhude çabalarla geçen yıllardan, sönüp giden neşeden, amansız bir tempoyla akıp giden sahnelerden bahseden bir yığın defter var.'' (Sayfa 101 - Düş Değildir Bir Düş)


''Neden yazıyoruz? Hep bir ağızdan haykırıyor koro. Çünkü öylece yaşayıp gidemeyiz.'' (Sayfa 108 - Düş Değildir Bir Düş)



Not: Bu kitap yorumu yazısı reklam değildir, kitap önerisidir.



Kırmızı Zaman (Mine Söğüt) | Kitap Yorumu

Yazar: Mine Söğüt, Yayınevi: YKY

Kitap tam olarak adını yansıtıyor diyebilirim. Kırmızıya boyanmış bir zamanın içinde hareket eden karakterlerin öykülerini. Bu karakterlerin arasında hiçlikten çıkıp Haliç'e demir atan Zaman Dayı, evveli bilinmeyen meczup Halat Niyazi, yaşamı mutluluk dolsun diye Hüsran adına hapsedilmiş küçük bir kız çocuğu, babasının izini ararken kaybolan genç Botan ve kendi yolunu kazan Deli Gavur Leon... Tüm bu karakterler garip... zamanın içinde asılı kalmış hikayeleri daha garip. Hepsi de kırmızı; insanı delirten, kendine çeken ve yok eden: Kan kırmızı.

Bu kitabı yıllar evvel okumuş, yazarın anlatımından çok etkilenmiştim. Öyle ki, kitabın içeriğinde neler yaşandığını unutsam da yazarın anlatımına olan beğenimi yıllar boyunca içimde taşıdım. Şimdi kitaba dair hiçbir fikrimin kalmadığı geçtiğimiz günlerde, onu sanki ilk kez okuyacakmışım gibi heves dolu bir hisle kitaba başladım. Yine beğendim, en çok da -yine- yazarın özgün anlatımını sevdim. Ancak bu kitabı ilk kez okuyan yedi yıl önceki İlkay ile aynı şeyleri düşünmemiş olacağım ki, bu seferki beğeni seviyem çok daha aşağılarda kaldı. Çünkü kitabı ilk okuduğumda gerçekten çok etkilenmiştim. Liseden yeni mezun olmuştum ve edebiyatın içinde kaybolmak kaybolmak kaybolmak arzusundaydım. Bu kitap o zaman bana farklı bir dünyanın varlığını hissettirmiş olmalı. Kendi sesimi bulabileceğim konusunda bana cesaret vermiş olmalı. Bu bakımdan, şimdiki okumamda ilk okumama nazaran kitaptan daha az etkilenmiş olsam da, bende yer etmiş bir kitap olmuş Kırmızı Zaman.

Mine Söğüt kendine has bir dünyası olan yazarlardan. Yine yıllar önce okumuş olsam da yazardan Beş Sevim Apartmanı isimli kitabı okumuş, onun da anlatımına hayran olmuştum. Özgün bir ses olmak edebiyat dünyası için mühim diye düşünüyorum. En azından bir okur olarak bende, sesini duyabildiğim yazarlara ve kitaplara karşı farklı bir ilgi oluşuyor. Yazar önce, masalsı bir anlatımla okurunu kurgusuna davet ediyor. Baya baya kapıdan içeri buyur ediyor. Ne olacağını kestiremeyen okurlarına (en azından bana), tam da kurgunun olağanüstülüğünde kaybolmuşken, bir anda yüzüne çarparak gerçeği söylüyor. Yazar kurgularında gerçeküstücü bir dille toplumun gerçekliklerini işliyor diyebilirim. Bu kitapta ayrıca her bölüm başında o bölümün odak noktası olan kelimeye dair özel bir sayfaya yer verilmiş. Kelimenin anlamı, terimsel kullanımı vs açıklanmış. 

O halde, kitaplarla kalın.

Ve iyi bayramlar.


ALINTILAR

Küçükken anneannem bana, sonsuz zaman algısından bahseden bir masal anlatmıştı: Çocuklar zamanı algılayamadıkları yaşlarda, tüm evrene hakim olan o tanrısal sonsuzluğu hissedebilirlermiş. Bu onları huzurlu ve korkusuz yaparmış. Zamanı algılayamadıkları için zamanın geçişini de fark etmez ve kendilerini ölümsüz bilirlermiş. ''Sen,'' demişti, ''şimdi o sınırsız zaman algısının büyüsündesin; zamanın geçip gittiğini fark ettiğin an büyüyeceksin.'' (Sayfa 9)


Hayat tuhaflıklar doludur ve katlanılabilir olmasını bu tuhaflıklara borçludur. (Sayfa 11 - Tuhaf)


Onun aç bir kedi yavrusunun mama tasına kafasını sokuşu gibi kafasını kitaplara gömdüğünü ve içindeki kelimeleri, cümleleri, öyküleri büyük bir iştahla okuduğunu görünce seviniyor... (Sayfa 35)


İnsanoğlu gerçeklerden kaçar, çünkü efsanelere inanmaya meyyal doğar. (Sayfa 37 - Efsane)


Hepsi masal bunların... Sakın ola bulutlardan, topraktan korkmayasın... Korkacaksan sadece kötü niyetli insanlardan bir de Allah'tan korkacaksın. (Sayfa 50)


İnsan eğer asılsız korkulara kendini kaptırırsa gerçekten korkması gerektiği zaman, korkuya gafil avlanırdı. O yüzden korkunun üstüne gitmeyi bilecekti. Geceleri çekyatın altından sesler mi geliyor, korkup büzüleceğine eğilip çekyatın altına bakacaktı. Korkuyu gözlerini kapayarak değil ancak açarak alt edebilirdi... (Sayfa 74)


Delirtmek birinin aklını yitirmesine neden olmaktır. (Sayfa 107 - Deli)


Becerebiliyorsan, sen kendinden özür dile. Affedebilirsen, sen kendini affet. (Sayfa 111)


Başlayıp biten bir sürü geçmiş, aynı zamanda başlayıp bitecek bir sürü de gelecek demektir. (Sayfa 125)


Olağanüstü güzel şeylere rüya gibi denir. (Sayfa 129 - Rüya)


Yaşamanın ilk şartı bir gün mutlaka ölmektir. (Sayfa 147 - Ölmek)


Şair, sözü kendince söyleyendir. (Sayfa 181 - Şair)


Divan edebiyatında sevgilinin gözleri ve gamzesi aşığın ölümüne neden olacak kadar güzel sayıldığından cellat diye tanımlanır. (Sayfa 211 - Cellat)


Hayat, oyuncu bir kedi, 

Ne zaman pıta atacağı nereden belli! 

Marifet tadı alarak yaşamakta, 

Bazen akıllı bazen deli. (Sayfa 213)



Not: Bu kitap yorumu yazısı reklam değildir, kitap önerisidir.



Kitap Alışverişi #2

 

Kitap alışverişi yaptım. Bayramı da bahane ettim. İsteyene bahane çok tabii. Bu da öyle oldu. Aslında kitap fiyatları çok sinirimi bozuyor ama bazen hislerimi kaybediyorum ve aman be bi daha mı gelcem dünyaya duygu boşalmasıyla sepet oluşturuyorum. Bu sefer o sepeti sipariş de ettim.

Yine kitap sepeti'nden aldım. Hayır, reklam yok. Hiç yok. Yine paramı kitaplara gömdüm. Kitap Sepeti'ni seçme sebebim bu siteye üyeliğimin olması ve diğer sitelerde beni üye olmaya itecek indirimi şu anlık görmemiş olmam. Neyse bu sefer yine böyle oldu.

Cumartesiyi pazara bağlayan gece sipariş vermişim ve bugün elime ulaştı. Hiç acelem yoktu ve bence normal bir sürede de ulaştı. Gözüme bir hasar çarpmadı. Ama insan yalandan iki ayraç hediye eder bari... Çok içerliyorum hiç bilmiyorsunuz sayın satıcı firma.

Neyse kitaplara geçelim. Sırtını gördünüz kitapların ama neyi neden aldım iki lakırtı edeyim.


Bütün alışverişi şu kitaplar için yaptım. Geçen paylaştığım Karışık Alıntılar #2 (tık tık!) yazımda Bu Beden Benim Evim'den bir alıntıya yer vermiştim. Bu kitabı kütüphaneden okumuş, çok beğenmiş, hatta vaktiyle sevdiğim birine hediye etmiştim. Dedim niye kendime hediye etmiyorum? Güneş ve Onun Çiçekleri'ni ise kitapçı turlamalarımda birkaç sefer incelemiş, beğenmiştim. Süt ve Bal zaten şairin en bilindik ve bir dönem popüler olmuş kitabı idi. Hal böyle olunca üç kitabı da aldım. Set halinde alınca çok da aaamannnn bir indirim olmadı ama üç beş daha uyguna geldi. Rupiciğimi severim. Hisli yazıyor, çünkü hislerini yazıyor. Şiirlerine bazıları şiir demez belki ama ne bileyim... onun dizelerini ben seviyorum. 


Celil Sadık ilgiyle takip ettiğim ve başarılı bulduğum bir sanat tarihçisi. Uygarlığın Ayak İzleri ise onun beş kitaplık bir serisi. Daha evvel yazardan da, bu seriden de bloğumda bahsetmiştim. Hatta bu serinin ilk ve üçüncü kitaplarını okudum ve blogda yorumladım:

Uygarlığın Ayak İzleri: Rönesans'tan Barok Dönem'e Sanat Dehaları kitap yorumu için tıklayabilirsiniz.

Uygarlığın Ayak İzleri: Batı Resminde Aşk ve Bazı Küçük Felaketler kitap yorumu için tıklayabilirsiniz.


Gördüğünüz üzere daha evvel serinin ilk ve üçüncü kitabını okumuşum. Yani bu seriyi sırayla okumak gerekmiyor bana kalırsa. Çünkü zaten her kitap kendi içinde bir başlığa odaklanıyor ve o başlıkla ilgili eserlere yer veriliyor ve o eserler ve sanatçıları hakkında bilgilere yer veriliyor.

Bu alışverişimle birlikte şu anda elimde serinin beş kitabı da var. Şimdi serinin ikinci kitabı olan Krallar ve Tanrılar ile dördüncü kitabı olan Batı Resim Sanatında Mitoloji'yi aldım. Beşinci kitabı daha önceki bir alışverişimde almıştım ancak henüz okumadım.

Bu seriyi sevme sebebim baskısının çok derli toplu, içeriğinin zengin, anlatımının anlaşılır olması. Bir eserden bahsedilirken eserin fotoğrafı ile açıklaması hemen yan yana veriliyor ve eğer o eseri açıklayan bir referans varsa hemen açıklamayla birlikte ona da değiniliyor. Hiç kafa karıştırmadan, tık tık anlatıyor neyin ne olduğunu. Sanat deyince insanın gözünü korkutabilecek terimsel ifadelerin içinde de kaybolmuyor. Herkesin anlayabileceği bir dil ile hiiiiç kasmadan bilgilendiriyor okuru. Akademik bir anlatımdan ziyade, halktan olan meraklılara da sanat tarihini açıklıyor bu kitaplar. En çok da bu nedenle seviyorum. Seriyi tamamladığım için de çok mutluyum.


Bu kitabı okumayı asırlardır istiyorum. Bakın abartmıyorum, yıllardır bu kitabı okumak istiyorum. O zaman neden okumadım bilmiyorum. Üstelik aynı isimli film uyarlamasını da (Stardust\ Yıldız Tozu) bayılarak izledim ve önerdim orda burda ama kitabını okumaya sıra gelmedi. Bunda pek tabii kitap fiyatlarının nirvanaya ermesi de etkili hiç de bunu göz ardı edemeyeceğim... Neyse ben okuyana veya kitabı edinene kadar Neil Gaiman'ın kitaplarının kapakları değişmiş! Nasıl bir hayal kırıklığı yaşadığımı anlatamam ama gösterebilirim...

Benim aşık olduğum eski kapak:



Ve yeni kapak *-* :



Ay neyse bu yeni kapağın da seveni vardır belkiii. O yüzden eleştirilerimi yutacağım. 

Öhöm öhöm, işte neyse, bu hayal kırıklığını yaşayıp bir yandan da eski kapağının satıldığı bir siteyi bir umut ararken (ki Nadir Kitap dışında bulamadım :( kitabın çizgi roman şeklindeki baskısıyla karşılaştım. Pek tabii fiyat farkı vardı ama amannn dedim, bir kere alcam şu kitabı dedim, bari içime azıcık sinen bir kapağı olsun dedim... Hem çizgi roman baskısındaki kapak da kitabın eski baskısındaki kapağına çok benziyor. Neyse bu yüzden yukarıda da yer verdiğim üzere kitabı kitap olarak değil de çizgi roman olarak aldım. Ama bununla da bitmedi. Aldığım kitap çizgi roman değilmiş de resimli bir baskıymış. Yani benim için sorun yok aslında ama masal kitabı gibi bir düzeni olan çizimli bir kitap çıktı. Yine de özel baskı tabi. Çizimler de anime filmlerinin çizimlerini anımsatıyor. Ay hadi üşenmeyim de senin için de üç beş örnek fotoğraf koyayım. Hadi yine iyiyim (tamam).


Tamam çok da anime değilmiş ama şu paylaştığım ilk fotoğraftaki kadın çizimi bana biraz o etkiyi vermişti (Ponyo'daki deniz altındaki kraliçeyi anımsatıyor). Neyse güzel güzel, sevdim.


Yani ülkede küçük çaplı cadı avı başlamışken cadılarla ilgili bir kitap almam çok da akıllıca değildi sanki ama işte. Bu kitabı daha önce ınstagramda cadılık ve şamanizm ile ilgili kitapların önerildiği bir postta görmüştüm. Aslında bu kitap yerine yine o gönderide gördüğüm Joseph Campbell'ın Tanrıçalar ve Tanrıça’nın Dönüşümleri isimli kitabı alacaktım ve o kitabı eğer ben alana kadar baskısı tükenmezse yine alacağım. Ama bu alışverişimde almam için farklı bir siteden daha alışveriş yapmam gerekecekti çünkü Kitap Sepeti'nde bu kitap yoktu. Farklı bir siteden alayım almasına ama tek kitap için ek olarak kargo parası ödemek istemedim. Bu yüzden başka bahara kaldı.

Çiçeklenmeler ise çok sevdiğim bir yazar olan Melisa Kesmez'in son kitabı. Bu nedenle tabi ki aldım ve okumak için sabırsızlanıyorum.


Evet, bu kadardı.



Sen Aydınlatırsın Geceyi | Film Yorumu


Yönetmen: Onur Ünlü

Senarist: Onur Ünlü

Yapımı: 2013 - Türkiye


+ Sen daha evvel hiç uçmuş muydun?
- Haaa, uçtum ben bir kez. Uçakla İstanbul'a gittiydim.
+ Nasıl döndün ki?
- Trenle.
+ Bence trenle daha güzel. 
- Bence trenle çok uzun. Ben uçakları seviyom.
+ Beni?
- Efendim?
+ Beni seviyon mu?


Kaynak: Pinterest


''Yarayla alay eder yaralanmamış olan. Bak nasıl da sararıp soluvermiş tanrıça kederlerden. Sen çok daha parlaksın çünkü. Sen tüm göklerdeki yıldızların ilki. Sen aydınlatırsın geceyi.'' (Shakespeare)


Cemal (Ali Atay), babası (Ahmet Mümtaz Taylan) ile birlikte yaşayan genç bir adamdır. Daha filmin ilk sahnelerinden kendisinin pek de iyi bir ruh halinde olmadığını fark ederiz. Cemal depresyondadır ve bu depresyonu onu bileklerini kesme davranışına kadar götürür. Doktoru dahil çevresindeki hiç kimse tarafından anlaşılmayan, dahası nasıl olduğu bile umursanmayan bu genç adam, bir gün kasabasından bir kıza, Yasemin'e (Demet Evgar), aşık olur ve ikili hızla evlenirler.

Cemal'in sık sık annesini ve kardeşlerini hatırladığını görürüz. Annesi ve kardeşleri bir yangında ölmüştür ve geriye yalnızca babasıyla kendisi kalmıştır. Alakasız bir konuşmanın ortasında Cemal yaşadığı kayıp ve yasıyla ilgili düşüncelerini ifade eder. Hislerini bir türlü dışa vuramayan bu genç adamın seçtiği intihar yöntemi bile aslında annesinin ve kardeşlerinin yokluğunun altını çizer niteliktedir. Kendini işine ve hayatın akışına bırakan berber babasının dükkanında son nefesini vermek ister Cemal, ancak bu olmaz. 

Aşık mısın len, derler Cemal'e her konuşmasında, her dalmasında. O da çok geçmeden aşık olur. Aşık olduğu bu köylü kızının da yaşamı zordur. Ancak Cemal bununla ilgilenmez. İlgilendiği, daha doğrusu acısının ortasında ilgilenebildiği, tek şey; nefes almaktır. Yasemin ile art arda antidepresan içip uçtukları sahne bunu gösterir. Küstüklerinde karısına şiir kitabı aldığı sahne, ona yetişmek için yine uçmaya çabaladığı sahne... Yasemin Cemal'in dikkatini dağıtır. Yasemin ile birlikte Cemal, kendisinden dışarı çıkar ve uçar uçar. Ta ki yine bir kayıp yaşayacağına inanana kadar. Yine yalnız kalacağına, yine bırakılacağına... Belki de annesinin kaybına dair hissettiği kederin altında yatan da budur: Terk edilmiş hissetmek. 

Film boyunca Cemal karakteri ekseninde aslında tüm kasaba halkının yaşamına ortak oluyoruz. Herkesin derdi, yaşam bulantısı, vardır. Çok çeşitli ifade yolları vardır ancak Cemal bunu kavrayamaz. Kendi acısında kaybolmuştur. Filmin konusu aslında Cemal değil bana kalırsa; film, değişmeyen ve tekrar tekrar yaşanan bir meseleyi anlatır: İnsan olmak. İnsanlar acı çeker, insanlar acı çektirir, insanlar yaşar, insanlar ölür, insanlar aşık olur, insanlar aldatır, insanlar hayal kurar, insanlar hayal kırıklığı yaşar, insanlar kurtarıcı olur, insanlar kurtarıcı arar. İnsanlar düşünür, insanlar düşünmez, insanlar hisseder, insanlar hissedemez. İnsanlar, insanlar... Film aslında şiirlere, efsanelere bile konu olmuş bu basit konuyu anlatır: İnsan olmak.


+ Bizim derdimiz daha büyük. Öyle tanrıçayla manrıçayla geçecek gibi değil. Değilmiş yani.
- Aman iyi be sen de. Gencebay'ı beğenme, Şekspir'i beğenme.
+ Başka bir şey lazım bize. Daha önce hiç bilmediğimiz bir şey. 
- Senin işin zor hacı. Mal bu. İstediğin kadar evir çevir, aynı terane işte. Kimin hikayesini dinlersen dinle. Aynı laflar, aynı tipler, aynı sıkıcı planlar... 
+ Diyon ki yani, senden de bana hayır yok gayri.


Film, hikayesini büyülü gerçekçi bir anlatımla anlatmış. Yani, gerçekdışı görünen olay ve durumlar film boyunca sanki gerçek yaşamda yaşanması çok olağan durumlarmış gibi ele alınmış. Örneğin karakterlerin uçması, duvarlardan geçmesi, görünmez olması, normal insan boyutundan büyük olması... gibi. Bu durumu salt fantastik bir etki olarak nitelendirmek doğru değil. Çünkü fantastik anlatımlardaki fantastik unsur ve durumların hizmet ettiği bir art anlam olmasına gerek duyulmaz; daha doğrusu bu zorunlu değildir. Yani fantastik anlatılarda bir karakterin uçması için bunun ardında psikolojik bir mana olması gerekmez. Çünkü o karakterin doğasında\ kaderinde zaten uçmak vardır. Bir süper kahraman neden uçuyor diye sorgulamayız. Belki somut bir olay yaşanır ve uçma yetisi kazanır ancak aşık oldu diye uçuyor demeyiz. Oysa büyülü gerçekçilikte gördüğümüz fantastik unsurların alt metninde aslında psikolojik bir anlam veya gerçek dediğimiz dünyamızın olağan akışında gerçekleşen durumlara karşı çeşitli gönderimler bulunur.


!!! UYARI UYARI UYARI!!!

Yazımın bu kısmında ifade ettiğim ''bu gönderimler'' neler olabilir filmin sahneleri ve karakterleri üzerinden örnekler vererek anlatacağım, yani SPOILER alabilirsiniz.


Karakterin yalnızca hoşlandığı kadın ile birlikte uçabilmesi ama tek başına bunu yapamaması (Filmin başında Yasemin ile hap içtikten sonra Cemal sevdiği kadınla birlikte uçuyordu ancak filmin sonunda bunu tek başına denediğinde tüm adımları aynı şekilde uygulamasına rağmen uçamadı çünkü artık aşık olduğu kadın onunla değildi ve olmayacaktı\ ya da artık Yasemin'e aşık değildi), 

Abartılı bir şekilde kanayan karakterler (Doktor buna örnek - yaşadığı coğrafyadan ve etrafındaki insanlardan hoşlanmadığını ifade etmişti ve hep gözü kanıyordu. Cemal'in ise sadece bilekleri değil kalbine doğru tüm bedeni kanıyordu; bunu ilk etapta para bozdurmaya gelen çocuk fark etmedi çünkü dikkati Cemal'de değil işini görüp -para bozdurup- gitmekteydi), 

Cemal'in öğretmeninin gözlemci bakış açısıyla çekilen sahnelerde görünmez olması ama Cemal'in gözünden yani karakter bakış açısıyla çekilen sahnelerde görünmesi (hatta bu sahnelerin ilkinde Cemal anlattığı dertlerinden sıyrılıp öğretmenini konuşma sonunda anca ilk kez fark ediyordu ve ''hala aynı görünüyorsunuz'' derken kameraya öğretmenin görüntüsü yansıyordu, diğer tüm sahnelerde öğretmen görünmezdi),

Kitapçı kızın ellerini birleştirip zamanı dondurması (Kız, Cemal'i ilk öptüğünde zaman donuyordu ve Cemal buna şaşırdığını söylediğinde kız ona ''bana aşık oluyorsun'' demişti),

Cemal'in karısı ile arası kötüyken kitapçı kız ile öpüştüğü sahnede başlarına taş yağması (çünkü Cemal aslında yaptığının doğru olmadığını biliyordu),

Filmin sonlarında kitapçı kızın yalanını anlayan Cemal ile kızın yüzleşme sahnesinde kızın kolları kopuyordu ve Cemal bu kolları alıp birleştirerek zamanı dondurabiliyordu (Cemal kitapçı kıza aşık olduğu için değil, içinde bulunduğu ''hayat bulantısından'' onu kurtaracak bir 'kurtarıcı' olarak kızı görmesinden dolayı kız zamanı durdurabiliyordu. Ya da belki de bu noktada ''aşk aslında nedir ki'' sorusunu sorgulayabiliriz. Cemal için kızdan akıl almak, dertlerini durdurmak veya her şeyin hallolabileceği, anlaşılabileceği umudu olabilir. Sonrasında kızın da bir yalancı olduğunu fark ettiği için ona değil, onun süper gücü olan zamanı durdurma yetisine sahip olmak istedi ve kızın kollarını da beraberinde götürüp sevdiği kadının uçağının kalkacağı yere gitti.)

Kuyumcu adamın dev boyutunda olması (bu adam Cemal'in annesinin kolyesini vaktiyle tamir etmişti ve bu kolye Cemal için önemliydi, ayrıca Cemal'in nasıl olduğuyla az da olsa ilgilenen tek karakterdi. Buna ek olarak, kadınlara değer veren ve olması gerektiği gibi düşünen, davranan tek erkek karakterdi. Bu açıdan bakarsak aslında bu karakterin büyük boyutta görünmesi değil, diğer erkeklerin küçük boyutta olması daha yerinde olabilirmiş.)


!!! SPOILER BİTTİ!!!


Filmin en sevdiğim yanı bu alışılagelmedik anlatım biçimi oldu diyebilirim. Bu aslında oldukça riskli bir anlatım yolu. Çünkü sahneler arasında kopukluk durumu yaşanabilir. Filmin özellikle sonlarına doğru sıkıldığımı itiraf etmeliyim ancak filmin bütününe baktığımda oldukça özgün bulduğum bir yapım oldu. Filmin siyah beyaz olması ise hoş bir tat katmıştı. 

Filme dair olumsuz eleştirilerim de var. Bu eleştiriler filmin yapısına ve anlatımına yönelik değil; anlattığı şeylere yönelik. Filme cinsiyetçi bir dil ve bakış açısı hakimdi. Kadınların hep aldatan ve savunulmaya muhtaçmış gibi (tamam eril hakimiyet ve kurtarıcı metaforu coğrafyamızla da ilişkili ve gerçekçi bir yönden ele alınmak istenmiş olabilir ama...) ele alınması, evlenilecek - eğlenilecek kadın ikileminin altının çizilmesi (oysa üstünü çizmek gerek!), filmdeki tüm erkek karakterlerin evlat olsa sevilmez tiplerden oluşması ve tek bildiklerinin bel altı sohbetler olması gibi durumlar hoş değildi. Aynı şekilde dayak sahneleri çok kötüydü! Gerçekçi olmak demek, bu olmamalı. Burada yaşamda istenmeyen bir durumu eleştirmek amaçlanmış olsa bile (ki hiç öyle durmuyordu), bir kadını dövme sahnesini olağan bir durummuş gibi filme yerleştirmek pek de olumlu mesajlar içermiyor sanki!! Sırf bu nedenle, bu olumsuz düşüncelerim nedeniyle, bu filmi yorumlamayacaktım ama öte yandan bilmiyorum... Bir de bu filmi bir kadın yönetmen çekseydi nasıl işlerdi diye de merak etmeden duramıyorum. Filmin yönetmeninin bir erkek olduğu o kadar belli ki. 

Film çok özgün bir film. Hatta Türk sinemasında böyle bir anlatımla işlenmiş bir film izlemeyi hiç beklemiyordum. Çünkü filmin çoğu yorumunda da gördüğüm kadarıyla bu tip anlatımlar yadırganır. Bizde büyülü gerçekçilik anca yerli edebiyatta şöyle böyle kendine yer bulabilmiş gibi gibidir, o da belli iyi yazarların kalemiyle. Ama sinema... riskli bir alan. Bu bakımdan yönetmeni cesareti dolayısıyla tebrik etmek gerek bile diyebilirim. Kadro desek çok iyi, zaten komple Leyla ile Mecnun dizisinin kadrosu oynamış. :) Bu arada bahsettiğim büyülü gerçekçi anlatım Leyla ile Mecnun dizisinde de karşımıza çıkıyor. O diziyi izleyenler neyi anlattığımı daha iyi anlayacaklardır.

Anlatım güzel, hatta konunun çıkış noktası bile güzel... ancak anlattığı şeyler değil. Bu anlatılanlar malesef gerçek yaşamda kendine yer bulmuş durumlar, bunu da ifade etmeliyim bu arada. Evet gerçekten de üzülerek yazıyorum ki kadınlara bakış açısı çoğu yerde böyle... bu filmdeki gibi. 21. yüzyılda bile evet! Ancak sanatın, sinemanın, önemli sorumlulukları vardır. Gerçeği kabak gibi işlemek değil, dönüştürmektir sorumluluğu. Bu filmde bu yoktu. Olmasına gerek de yoktu tabii dümmmdüz yorumlarsak... ancak ne oluyorsa bu dümmmmdüz bakışımızdan, bu izle geç işte yhhaaaa yorumlarımızdan olmuyor mu? Oluyor! Bu nedenle hayal kırıklığı yaşadım. Yine de ilginizi çektiyse bir bakın tabii.

Hoşça kalın.


Sen Aydınlatırsın Geceyi | Fragman için tıklayabilirsiniz.

Şiir sahnesi için tıklayabilirsiniz.


Not: Bu film yorumu yazısı reklam değildir, film önerisidir.