Isn't It Romantic | Film Yorumu


Yönetmen: Todd Strauss-Schulson 

Senarist: Dana Fox, Katie Silberman 

Yapımı: 2019 - Kanada, ABD


''Budistler der ki; biriyle tanıştığında kalbin çarpıyor, ellerin titriyor ve dizlerinin bağı çözülüyorsa aradığın kişi o değildir. Ruh eşinle tanıştığında huzurlu hissedermişsin.''


Kaynak: Pinterest

Natalie (Rebel Wilson) başından aldığı darbe sonrasında gözlerini bir romantik komedi dünyasında açar. Kadın ana karakterin güzel, zengin, başarılı ve üstüne herkes tarafından ilgi gördüğü bu alternatif gerçeklikte başrol Natalie'dir. Kendi sıradan yaşamının tam tersi olan bu ışıltılı hayat, Natalie için aslında bir kabustur. Çünkü Natalie, romantik komedilerden nefret eder! Bu nedenle de bu pespembe dünyadan çıkmanın yollarını arayacaktır. Amacı filmin sonuna ulaşmaktır. Film boyunca Natalie'nin bu dünyada yaşadıklarını ve kendisiyle ilgili olan keşiflerini izleriz.

Filmin giriş sekansında bizleri Pretty Woman filminin müziği karşılıyor. Hemen ardından küçük Natalie'nin hayran bakışlarla bu romantik komedi filmini izlediğini görüyoruz; ta ki annesinin uyarılarına kadar. Natalie'nin ışıltılı gözlerine gölge düşüren bu uyarılar, Natalie'nin bilinçaltında yer ediniyor. Bu anı izledikten sonra bizler de tıpkı Natalie gibi, Natalie'nin ''gerçek'' yaşamına gözlerimizi açıyoruz. Gri, sıkıcı, telaşlı bir yaşam bu. Bu yaşamda Natalie'nin sarı saçları dışında hiç renk yok.

Natalie kendine güvenmeyen bir kadın. Mesleği mimarlık olsa da, ofiste asistan muamelesi görüyor. Fikirlerini dile getiremiyor, duygularını bastırıyor ve bu da çevresindeki güzel durumları görmesine engel oluyor. Oysa uyandığı yeni dünya, kendi dünyasının tam tersinden oluşuyor. Kullanılan renk paletinin oldukça genişlediğini, Natalie'nin yaşamına can geldiğini görüyoruz. Ancak Natalie bu yeni dünyada da gördüğü tüm ilgiye rağmen başrol olmayı içselleştiremiyor. Bu cici dünyadan ayrılmak için başrol gibi davransa da, bu durumu hak ettiğine inanmadığı için kurgusal bir gerçeklikte bile uzun bir süre başrol olamıyor.

Hayatımızı bir film olarak düşünürsek, bazen bu filmin bir türlü akmadığını veya daha kötüsü bu filmde başrol olmadığımızı düşünebiliriz. Zamanla düşüncelerimiz gerçekten gerçekliğimiz olur ve biz, bize başrol olalım diye verilen bir yaşamı tıpkı Natalie'nin ''gri'' ve ''renkli'' görünen iki yaşamı gibi geçsin diye yaşarız. Bazen bir figüran, bazense yardımcı oyuncudan öteye gidemediğimizi hissederiz. Oysa Natalie her iki dünyada da başroldü ve başrol olduğunu kabul ettiği anda gerçekten de başrol oldu.

Severek izlediğim, çerezlik görünen ama güzel noktalara değinen, keyifli bir filmdi.


Isn’t It Romantic | Resmi Fragman izlemek için tıklayabilirsiniz.

Isn't It Romantic (Original Soundtrack) için tıklayabilirsiniz.


Not: Bu film yorumu yazısı reklam değildir, film önerisidir.


OF.

 

Hello mello.

Yazın elli derece sıcağında hasta olmayı başardım yok mu bir alkış? Nasıl oldu inan anlamadım sevgili okur. Bir gecede şaftım kaydı. Birisini görmüştüm hasta, içimden bu sıcakta nasıl hasta olabilir bir insan diye geçirmemle... Ay buna bağlamıyorum ama olunabiliyormuş ühü ühü.

Öte yandan sadece hasta olsam, efenim burnum aksa aksırsam tıksırsam, bir yerim ağrısa tamam demeyelim de... şu halimden iyi olurmuş vallahi. Ocak ayında da grip nezle neyse artık olduğumda beraberinde ürtiker eşlik etmişti. Yine aynısı oldu. Bu sefer acı çığlıkları atacağım yeminle, ağlamak da kurtarmaz.

Dün kollarımda sinek ısırığı benzeri kaşıntılı benekler çıkmaya başlayınca dedim haaahhh, geliyor gelmekte olan. Sağlık ocağına gidecektim zaten de bir gün daha beklim diyordum, koşa koşa gittim tabi bunun üstüne. İlaçlar yazdı tabi doktor ama ben eve geldiğimde daha da beter bir hal aldı bu ürtiker. Üstüne öyle halsiz kaldım ki anlatamam. Ölümüne bir kaşıntı ve iğne batması hissiyle birlikte kabarcık doldum. Kışın olduğumda gece olmuştum ve her yanım giysilerle kapalı diye çok şey etmemiştim de... Mevsim yaz! Sıcak bir yandan, kollar bacaklar açık görüyorum iğrenç... Görsem de tabi bunu takacak halim yok. Geçecek diye kendimi telkin ediyorum. Kimse de iyi misin öldün mü kaldın mı İlkay demiyor. Puuuu. Zaten hasta olunca en fenası da yalnızlık olur bana. Bir insan da mı gelmez ya (ailem).

Her neyse. Geçen sefer acile gitmiştim çünkü ölüm gecesi yaşamıştım ve sabah koşa koşa doktorda almıştım soluğu bu neeee diye. İğne yapılmıştı da bir daha çıkmamıştı. Bu sefer iğne olmadım diye mi şu meretler tamamen yok olmadı ki acep? Doktor hastalığıma antibiyotik, bir de ürtikere bir ilaç yazmış yazmasına da... Geceyi de kapsayan dün olduğu kadar her yanımda olmasa da kızarık kızarık hafif kaşıntılı (dünkünden sonra bu hafif geliyor) bir şeyler var oramda buramda. Ya inşallah geçer :( Bir daha doktora da gitmek istemiyorum.

Geçen sefer doktor grip kaynaklı enfeksiyonlar nedeniyle ciltte döküntü olmuş demişti. Bu sefer de öyle sandım ama sinir stres ve üzüntü de çok etkili bence bunda. Ne zaman içim çıkarak ağlayıp üzüldüğüm dönemler yaşasam derimden atar zaten. Son günlerde de cildimin bazı bölgelerinde kaşıntı ve pütürlü bir şeyler vardı da çok da şey etmemiştim. Hastalıkla birlikte iyice beter oldu :( Bir de işlerim vardı oooffff of of of.


Japon Çocuk Öyküleri (Kolektif) | Kitap Yorumu

Yazar: Kolektif, Çevirmen: Okan Haluk Akbay,
Yayınevi: İthaki Yayınları

Kitap, farklı Japon yazarların kaleme aldığı on dokuz öyküden oluşuyor. Bu öykülerin geneline Japon folkloründeki ögeler hakim. Bazıları fabl ve masal türüne yakınken, bazıları daha öykü formunda gerçekçi bir bakış açısıyla yazılmış. Öykülerin genelinde kıssadan hisse mantığıyla ders verme amacı hakim ancak bu durum kurguların geneline yedirildiği için beni bunaltmadı. Kitapta içindekiler bölümünde yazdığına göre ayrıca Japon Çocuk Öyküleri başlıklı önsöz olduğunu varsaydığım bir yazı yer alıyormuş ancak bu yazı benim elimdeki baskıda muhtemelen baskı hatası nedeniyle yoktu. Çünkü kitap direkt ilk öyküyle yedinci sayfadan başlamıştı... Bu durum, kitap için fazlasıyla heyecanlı olan benim moralimi daha ilk andan bozdu pek tabii. 

Bu tatsız durum dışında, öykülerin genelini beğendim bazılarını ise sevdim. Sevdim olarak belirttiğim öykülerdeki duygu yoğunluğu ve karakter derinliği bir okur olarak bana daha çok geçti. Bu öyküler; Menekşe (Tamio Hoco), Tilki Gon (Nankiçi Niimi), Çobanaldatan Yıldızı (Kenci Miyazava), Kırmızı Mum ve Denizkızı (Mimei Ogava), Mandalinalar (Ryunosuke Akutagava). Kitabın en sonunda ise yazarların kısaca biyografileri bulunuyor. Bu yazarlardan bazılarının tek, bazılarının birkaç öyküsüne yer verilmiş. Bu nedenle hiç tanımadığım, daha evvel okumadığım yazarların da bakış açısı ve anlatım tarzları hakkında bilgi sahibi olabildim. Kitabı okurken en çok da sevgili Akutagava'nın öyküsünü bekledim, son sıradaymış... Evet, sırayı bozmadan okudum. Ancak beklediğime değdi; kendisinin öykücü olduğu çok belli. Edebi açıdan en çok onun öyküsünden tat aldım.

Önsöz olmadığı için emin değilim ancak yazarların doğum ve ölüm tarihlerinden yaptığım çıkarıma göre bunlar 1900'lerin başında yazılmış eski öyküler. O eski hava pek tabii hissediliyor ancak bu durum sıkıcı olmaktan ziyade bana sanki geçmiş bir zamanın Japonyasına konuk olmuşum gibi hissettirdi.

Öykülerin genelinde hüzün hissi vardı. Ama bu öyle narin bir hüzündü ki, sanırım canımı acıttı. Bu hissin buruk ama hoş bir tadı vardır. Sana kalbinin dokusunu anımsatır. Her insanın farklı parmak izi olduğu gibi, kalbindeki çiziklerin şekli de başkadır. Bu öykülerdeki hüzünler de öyleydi. Benzer, öyküyle bütünleşmiş ama başka. En çok da bunu sevdim.

Hoşça ve kitaplarla kalın.


Suzume no Tojimari (Suzume's Door-Locking) | Film Yorumu


Yönetmen: Makoto Shinkai 

Senarist: Makoto Shinkai

Yapımı: 2022, Japonya


''Bak Suzume... Şimdi ne kadar üzgün olursan ol, büyüyeceksin. O yüzden endişelenme. Gelecek o kadar da korkunç değil. Seveceğin bir sürü insanla tanışacaksın... Ve seni seven de bir sürü insan olacak. Şu an karanlık bitmeyecek gibi görünse de... bir gün güneş doğacak. O ışıkla büyüyeceksin. Eminim. Yıldızlara böyle yazılmış.''


Kaynak: Pinterest

''Hayatın geçici olduğunu biliyorum. Her an ölümle yan yana yaşıyoruz. Öyle olsa bile, bir kez daha, bir anlığına dahi olsa... Yaşamak istiyoruz!''


Şehre gelen yabancı ile Suzume'nin yaşamı ikinci kez değişir. İlki, bundan yıllar önce annesinin vefatıyla olmuştur. Henüz küçük bir kız olan Suzume, teyzesi ile birlikte yaşamaya başlar ve onunla büyür. Sıradan bir yaşamı olan bu genç kız bir sabah okula giderken Souta isimli etkileyici bir delikanlı ona bir kapının yerini sorar. Souta'yı harabelere yönlendiren Suzume'nin içi rahat değildir. Deprem uyarısı ve kendisi dışında kimsenin görmediği göğü kaplayan karanlık, Suzume'nin huzursuzluğunu arttırır ve yabancıyı bulmak üzere harabelerin olduğu yere gider. Ancak Souta'dan önce, gizemli kapıyı bulacaktır. 

Suzume kapının ardındaki yıldızlı göğü daha evvel de gördüğüne emindir. Ancak ne yaparsa yapsın o göğün bulunduğu dünyaya ulaşamaz. Kapı adeta onunla oyun oynar. Aklı karışan Suzume, kapının koruyucusunu yanlışlıkla serbest bırakır. Artık dünyanın başı depremler yaratan solucanla beladadır. Üstelik Souta da lanetlenerek bir sandalyeye dönüşür. Suzume ve Souta kendilerini uzun bir yolculuk ve maceranın içinde bulur. Film boyunca ikilinin hem farklı şehirlere, hem de iç dünyalarına olan yolculuklarını izleriz.

Filmi, müziğini ilk dinlediğim andan itibaren izlemek istiyordum. Yani yaklaşık iki üç yıldır bu filmi izlemek istiyordum! Ah... nihayet listemden silindiği için o kadar o kadar o kadar mutluyum ki! Filmi seveceğimi müziğinin ilk tınılarında bile anlamıştım. Evet, daha müziğini dinleyerek bile filmi seveceğime emin olmuştum. Bazen bazı filmleri beğeniriz; çünkü gerçekten iyidir. Bazense bazı filmleri severiz; çünkü tınıları kalbimizle uyumlu atar. Bu filmin çizimlerinden öyküsüne kadar her şeyini beğendim tabi ancak bunun ötesinde dediğim gibi filmi sevdim. 

Filme getirebileceğim olumsuz eleştiri ise bazı noktaların net olarak belirtilmemesiydi. Suzume evrenine ilk kez giriyoruz (değil mi ya, seri değil diye biliyorum ama :\) ama sanki her şeyi biliyormuşuz, izleyiciler olarak tüm detaylara hakimmişiz gibi bir hava hakimdi. Gri ve oyuncu karakterlere de bayılırım ancak karakterlerin varoluş amaçları da çok belirsiz bırakılmıştı. Detayların daha net ve açık belirtilmesini isterdim.

Son olarak... beni bu Soutalar mahvetti. Ah!


Nanoka Hara - Suzume (Türkçe Çeviri) | Suzume no Tojimari Ost dinlemek için tıklayabilirsiniz.

[FULL ALBUM] Suzume no Tojimari (Motion Picture Soundtrack) dinlemek için tıklayabilirsiniz.

Suzume Trailer izlemek için tıklayabilirsiniz.


Not: Bu film yorumu yazısı reklam değildir, film önerisidir.


The Florida Project (Florida Sosyal Konutları) | Film Yorumu


Yönetmen: Sean Baker 

Senarist: Sean Baker, Chris Bergoch 

Yapımı: 2017, ABD


''En sevdiğim ağaç neden bu biliyor musun? Çünkü yıkılmış. Ve hala büyümeye devam ediyor.''


Kaynak: Pinterest

''Gökkuşağının sonunda altın var. Biliyorum ama sonunda altınla birlikte bir de leprikon var. Altını almamıza izin vermez. Keşke leprikon kibar olsa. Hadi gidip leprikonu dövelim. Yürü.''


Film, Moone (Brooklynn Prince) isimli altı yaşındaki bir çocuğun annesi ile birlikte yaşadığı motelde bir yaz tatili boyunca  arkadaşlarıyla başından geçen maceraları anlatıyor. Henüz altı yaşında olmasına rağmen bir başına bırakılmış bir çocuk Moone. Yaşamını spontane kararlarına dayandıran annesi Halley (Bria Vinaite), oldukça genç bir anne. Özgürlük için seçtiği yaşamında günü kurtarmak için yaşıyor. Kira parasını ve anlık ihtiyaçlarını ödeyecek kadar çalışıyor, yüzeysel bağlar kuruyor ve kızının yanında ne sözlerine ne de hareketlerine dikkat etmiyor. O da yalnız bir çocuk aslında. Yalnız ve özgür olup yaşam oyununu oynamak isteyen bir genç kadın. Ancak bir planı yok, vizyonu yok; dahası, küçük bir kızı ve alması gereken sorumlulukları var. Özgürlüğün sorumluluklarını karşılayamadığımızda, aynı özgürlük esarete dönüşebilir mi? İşte bu sorunun bir örneği Halley.

Filmi izlerken ara sıra gülmüş olsam da, bu çok üzücü bir film. Çünkü gerçek bir film. Halley, kızını seven bir anne. Sevgi dili kötü de değil. Kızına hiçbir zaman ''kötü'' davranmıyor. Sadece, anne olmanın sorumluluklarını yerine getirebilecek anlayışa sahip değil. Annelik de onun için bir macera gibi, hayatın akışında ona gelen ve günübirlik yaşadığı başka bir durum. Onun da yaşı zaten çok küçük. Muhtemelen daha reşit bile değilken doğurmuş olduğu bir bebeğin sorumluluğunu almak için elinden geldiğince çabalasa da, yanında hiç kimse yok. Birisi olsa farklı olur muydu o da şüpheli; çünkü daha en başta yalnız bırakılmış bir kadın Halley. Belki dünya ve insanlar hakkında sert önyargılar geliştirmiş ve bu nedenle kendince hayatta kalma stratejileri geliştirmiş bir kadın. Sağlam bir psikoterapi alması şart. Öte yandan aslında yalnız da değil; çünkü, yine malesef ki, onun gibi ebeveyn olmanın getireceği sorumlulukları alacak yaş, gelişim ve konumda olmadan çocuk yaşta bebek sahibi olan başkalarının varlığını da görüyoruz. Moone'nin en yakın arkadaşı olan Stacy de böyle bir çocuk. Kardeşiyle anneannesi ile birlikte büyüyen, büyümek zorunda kalan, bir çocuk. Çünkü annesi madden ve manen onların sorumluluklarını alabilecek durumda değil.


''Yetişkinlerin ne zaman ağlayacağını hep anlayabiliyorum.''


Scooty (Christopher Rivera) ise Moone'nin eski en yakın arkadaşı. Birlikte nice taşkınlık yaptığı bu eski kankası da bekar bir anne ile büyüyen bir çocuk. Ancak bu bekar anne, ebeveyn sorumluluklarını bilen ve buna uygun davranan bir genç kadın. Çalıştığı için oğlunu Halley'e emanet eden Ashley (Mela Murder), Halley'in aslında ne kendi kızıyla ne de Scooty ile ilgilenmediğini, çocukların başıboş bırakıldıklarını ve bu nedenle artık yaramazlığın ötesinde tehlikeli eylemlerde bulunduklarını fark ediyor. Aynı zamanda Ashley ile arkadaş da olan Halley, arkadaşının ona sınır çizmesi ile birlikte her ne kadar bunu bastırsa da sadece ekonomik açıdan değil, psikolojik olarak da boşluğa düşüyor ve yasa dışı yollarla para kazanmaya başlıyor. Kızını hala çok sevse de, hiçbir etik değeri gözetmeksizin kızına zarar verecek yollara başvuruyor.

Reşit olmayan yaşta ebeveynlik, çocukların ebeveynleri tarafından maddi ve manevi açıdan yeterli bakımı görememesi, bir başına büyümeye terk edilmiş çocuklar, işsizlik, sosyal hayattan kopuk yaşamlar vb. gibi durumlar ciddi problemler. Film de bu ciddiyeti samimi bir anlatı dili ve aslında olabilecek en hafif kurgusal akışla anlatmış. 


The Florida Project | Official Trailer için tıklayabilirsiniz.


Not: Bu film yorumu yazısı reklam değildir, film önerisidir.


Beyaz Kitap (Han Kang) | Kitap Yorumu

Yazar: Han Kang, Çevirmen: S. Göksel Türközü,
Yayınevi: April Yayıncılık

Han Kang bu kitabında beyaz temasını kullanarak bu rengi taşıyan kavram ve varlıklara ilişkin his, düşünce ve anılarına yer vermiş. Ben, O Kadın ve Tüm Beyazlar başlıklarıyla üç bölümden oluşan kitapta yazar, kendisinden önce dünyaya gelip bebekken yaşama veda eden kardeşlerinin kendi yaşamına bakış açısını ve büyüme sürecindeki psikolojisine olan etkisini beyaz teması çerçevesinde işlemiş. Beyaz aslında bir çeşit metafor olarak kullanılıyor. Varla yokun arasında bir çeşit geçit olan bu renk, yazarın soyut düşünce dünyasını yansıtmasında bir nevi araç görevi görüyor.

Kitapta her kavram için yarım ila bir buçuk sayfa arasında değişen kısa yazılar yer aldığı için kitabı okumak kolaydı. Yazarın yalın bir dili, incelikli bir düşün dünyası var. Han Kang'tan ona 2024 yılında Nobel Edebiyat Ödülü'nü de getiren Vejetaryen isimli kitabı daha evvel okumuş ve kendine has tarzını sevmiştim. O tarzın bir uzantısını bu kitapta da görmek mümkün. Ancak gelelim görelim ki kitap beni pek de etkilemedi. Yazarın kavramlar ile yaşantıları arasındaki ilişkiyi beyaz teması üzerinden kurmasını özgün bulmakla birlikte, anlatının derinlikli olmadığını düşünüyorum. Pek tabii belki de yazarın amacı da budur; yani tıpkı beyaz renginin verdiği uçucu hisse benzer yazılar yazmak. Öyleyse amacına ulaşmış diyebilirim ancak yine de o uçucu hissin etrafımda dönmesini, benimle oyunlar oynamasını, bir okur olan beni peşinden koşturmasını isterdim. Bu haliyle yavan kalmış.

Hoşça ve kitaplarla kalın.


This Beautiful Fantastic (Bella Brown'un Harikalar Bahçesi) | Film Yorumu


Yönetmen: Simon Aboud 

Senarist: Simon Aboud

Yapımı: 2016, İngiltere


''Luna her zaman uçamazdı. İşte çok eskiden, daha dünya yuvarlak değilken... Luna ve türdeşleri ücra bir ormanda yaşarlardı. Hepsinin ufacık kanatları vardı ama uçamıyordular. Ormanlık yerde yemek ararlardı ve kendilerini çok korurlardı. Luna ailesini çok küçükken kaybetti. Luna'dan koparılmışlardı... öylece... açıklama dahi olmadan. Yuvasından çok nadir çıkardı. İşleri bilmeyecek kadar küçüktü. Çok evhamlıydı. Sadece diğer tüm hayvanlar uyurken kısaca yiyecek arayıp dönerdi. Orman ay ışığıyla doluydu. Çok cılız bir şeydi... yalnızlığı severdi. Luna, elinde harika ve çok güzel bir şey tutan hoş bir gezgini görene kadar hayat geçip gidiyordu ve... Ve bu kadar, şimdilik.''


Kaynak: Pinterest

Bella Brown'un (Jessica Brown Findlay) sıradan yaşamı bir fırtına ile alt üst olur. Bebekken doğanın ortasına terk edilmiş Bella'nın hayatta en çok çekindiği şeylerin başında, evet evet, doğa gelir. Otlara dokunamaz, kuşlardan çekinir, dallardan ürker. Dahası doğadaki kaos, dağınıklığa tahammülü olmayan obsesif genç kadın için sinir bozucudur. Ancak fırtına sonrasında dağılan arka bahçesi başına iş açar. Ev sahibinin her nedense Bella'yı teftiş edeceği tutar ve kira sözleşmesi gereğince evi temiz tutması gereken Bella'nın mülk içine dahil olan harap haldeki bahçesini de düzenlemesi gerekir. Bir ay süresi olan Bella, çok korktuğu bu bahçeyi temizlemek, derleyip toplamak ve güzelleştirmek zorundadır. Neyse ki yalnız değildir; yanında huysuz yaşlı komşusu Alfie (Tom Wilkinson), yeni aşçısı ve dostu Vernon (Andrew Scott) ve ilhamı olan genç kaşif Billy (Jeremy Irvine) vardır. Film boyunca genç bir kadının gri yaşamının çiçeklenişini izleriz.


''Sonra bir gece... ormanda bir başına... Luna, sihirli çiçekleri bulmanın yolunu bulmuştu. Kötü yaratıklarla karşılaşma ihtimali olsa bile... kaybedecek hiçbir şeyi kalmamıştı.''


Çooook tatlı bir filmdi. Uzun zamandır bu tarz bünyede çikolata etkisi bırakan, serotonin kokulu bir film izlememiştim (biraz ters mi oldu ne hahahhaha). Bella biraz Amelie karakterinin depresyondaki hali gibiydi. Sadece dış görünümüyle de değil; aslında kendini tutmadığında o da Amelie gibi hayatı romantize etmeye açık bir karakterdi. Ancak korkuyordu. Ondan daha çok küçükken o kadar fazla şey alınmıştı ki, Bella istemeye bile korkuyordu. Adım atmaya, denemeye, cesaret kelimesi için cesaret etmeye korkuyordu. Onu geren yabani otlar, saklambaç oynayan böcekler, nereden geleceği belirsiz kuşlar veya deli dolu rüzgar değildi. Onu geren, tüm bu kaosta yalnız kalmaktı. Ancak tüm bu çekincelerine karşın Bella'nın da bir hayali vardı. Hem de gerçekten güçlü bir hayal: Çocuk kitabı yazarı olmak.

Bella bir yazar olana kadar kütüphanede çalıştığını söylüyordu. Okumanın da ötesinde kitapların varlığını seven bu genç kadın, gerçekten başarılı bir kütüphane çalışanıydı. Kitapların yerlerini bilir, okurlara nazik davranır ve her sabah geç kalmalarını saymazsak işini severdi. Bir gün hayatta bir renk keşfettiğinde gözlerinde hikayesi belirdi. Yazmak istediği bir hikaye: Uçmayı öğrenen yabani kuş ile huysuz gezginin öyküsü. 

Tatlı bir film. Ben çok sevdim ve özellikle de iyiliğe, güzelliğe ve bu tip şeylerin sizi de bulabileceğine inancınızı tazelemek istiyorsanız bir bakın bence.

Ayrıca filmde Andrew Scott'ı görmek de bana eski bir dostumu görmüşüm gibi hissettirdi. Bu adamı izlemek keyifli. Yine de ona bakınca Fleabag dizisi aklıma geliyor. :(((


''Şimdi, inanmalısın,'' dedi gezgin. Ve Luna'yı dağdan aşağı itti. Luna, gezgine bağırdı: ''Bunu neden yaptın? Ben uçamam ki!'' ''Diyene bak,'' diye yanıtladı gezgin. Ve rüzgar Luna'yı dağdan yukarı kaldırdı ve süzüldü. ''Artık görebiliyor musun?'' diye bağırdı gezgin. ''Evet,'' dedi Luna. Kanatları arasında ıslık çalan rüzgarla havada süzülüyordu. ''Binlercesini görebiliyorum.'' Ve yüzyılda ilk kez, gezgin gülümsemişti.


This Beautiful Fantastic Official Trailer için tıklayabilirsiniz.

Tümünü oynat This Beautiful Fantastic (Original Motion Picture Soundtrack) için tıklayabilirsiniz.


Not: Bu film yorumu yazısı reklam değildir, film önerisidir.


Soğuk Kazı (Birhan Keskin) | Kitap Yorumu

Şair: Birhan Keskin, Yayınevi: Metis Yayınları

Kitabı okumak, bilmediğim bir şehrin sokaklarını dolaşmak gibiydi. Bence insan bir yeri en iyi, en sıradan sokaklarını arşınlayarak tanır. Şaşanın ardı nasıl ki ilk bakışta sıradan gelebilirse, sıradanın ardı da bir o kadar şaşalıdır ilkinde. Bundan olacak, en önemsiz şeyler en ilginç gelir bana. En, en halidir, doğalıdır çünkü onun. Bu kitapta da şiirler, bilmediğim bir yerin hatıralarını fısıldadı sanki bana. İstanbul'u yaşayanlar ayrı keyif alırlar bence kitaptan. Şiirler bir ithaf gibiydi. İstanbul'a; ama en çok, yitmiş bir anıya. Bu anı ki şair için, yaşanmış mı yaşanmamış mı anlamak güç. Her anı yittikten sonra biraz hayal kalır ya zaten, çok da mühim değil bu nedenle bu ayrım. Ama yine de, rüyamda tanıdığım ama uyanınca yabancılaştığım sokaklar kokuyordu bu kitap benim için. İçimden bir ses şair için de öyleydi diyor ve en çok da beni bu heyecanlandırıyor. Acaba onun için nasıldı? Şairler biraz oyuncudur. Bu nedenle bunu bilmek zor.

Yine kendine has sesiyle anlatmış Birhan Keskin. Hikaye anlatan şiirler.

Hoşça ve kitaplarla kalın.


Lola rennt (Run Lola Run) | Film Yorumu


Yönetmen: Tom Tykwer 

Senarist: Tom Tykwer

Yapımı: Almanya, 1998


''İnsan... gezegenimizde yaşayan en gizemli türdür. Cevaplanmamış soruların gizemi onda yatar. Biz kimiz? Nereden geldik? Nereye gidiyoruz? Bildiğimizi sandığımız şeyleri nereden öğrendik? Neden inandığımız bir şeyler var? Bir yanıt arayışında sonsuz sorular. Her yanıt beraberinde yeni bir soru getirecek... Ve bir sonraki yanıt başka bir soru olacak ve bu böyle sürüp gidecek. Ama en sonunda hep aynı soru çıkmaz mı karşımıza? Ve hep aynı yanıt. Top yuvarlaktır. Oyun doksan dakikadır. Bunlar bilinenler. Bundan başka her şey teoridir.''


Kaynak: Pinterest

Lola (Franka Potente), sevgilisi Manni'den (Moritz Bleibtreu) acil bir durum için telefon aldığında bir an bile durmadı. Bir çeteyle ortak olduğu işi batıran Manni, metroda kaybettiği yüklü miktardaki parayı bulmak zorundadır. Aksi halde bedelini canıyla ödeyeceğine emindir. Bu telefondan sonra Lola ve Manni için kuantum evrenindeki olasılıklar açığa çıkar. Karakterlerin yaptıkları her bir eylem, geçtikleri her bir sokak, değdikleri her bir insan... onların kaderini değiştirecektir. Film boyunca bir an bile durmayan Lola'nın çözüm arayışında yaşadığı üç farklı senaryoyu izliyoruz.

Filmi izlemek uzun zamandır aklımdaydı. Ancak her nedense geçenlerde filmin ismi resmen dilime dolandı. Belki de temmuz ayında olmamızdan mütevellit, yine Moritz Bleibtreu'nun başrolde olduğu Im Juli (Temmuz'da) isimli filmin aklıma gelmesinden dolayı, bu film de ben de serbest çağrışım yapmış olabilir. Süresinin de kısa olduğunu görünce dedim artık izleyeyim.

Filmin açılış sekansında filmde vurgulanan paralel senaryo teması anlatılmış. İnsanlar bir arada yaşadıkları bu küçük mavi gezegende, bir şekilde birbirlerinin yaşamlarına etki ediyorlar. Bunu kelebek etkisi şeklinde adlandıranlar da var. Buna göre bizim yaptığımız veya yapmadığımız her bir eylem, söz, hatta düşünceler; sadece bizim kendi yaşamımızı değil, başka insanların hayatını da etkileyebilir. Onları varlıklaştırabilir yoksullaştırabilir, aşkı buldurabilir ayırabilir, kavga ettirebilir dost edebilir... hatta canlarından olmalarına bile sebep olabilir. 

Attığımız her adım, bir başkasının adımını geciktirir ya da hızlandırır. Söylediğimiz veya sustuğumuz her kelime, başkasının kararını geciktirir ya da hızlandırır. Olacak olan bir şekilde olur mu... Bazen evet, bazen başka bir olasılık dahilinde evet, bazense hayır. Biz bir seçim yaptığımızda, başkasının seçimine de dolaylı veya doğrudan yollarla etki etmiş oluruz ve hayat seçimlerden ibaret bir oyun alanı olduğu için, başkalarının yaşamında da etkimiz gözlenir. Aynı şekilde bundan biz de muaf değiliz. Bir başkasının seçimi de bizim yaşamımızın yönüne etki eder.

Lola'nın sahnelerine eklenen bilgisayar oyunu tarzındaki animasyonları da sevdim. Tabi film eski tarihli bir film olduğundan dolayı bu sahnelerde de o eski olma hali belli oluyor ancak ben o nostaljik hissettiren (eski bilgisayar oyunu grafiklerini kastediyorum) havayı da sevdim.

Sürükleyici ve özgün bir işleyişe sahip, güzel bir filmdi. İlginizi çektiyse öneririm. Ayrıca Lola'nın tarzına da bayıldım.

Hoşça kalın.


Filmin fragmanı için tıklayabilirsiniz.

Run Lola Run Soundtrack için tıklayabilirsiniz.


Not: Bu film yorumu yazısı reklam değildir, film önerisidir.


Y'ol (Birhan Keskin) | Kitap Yorumu

Şair: Birhan Keskin, Yayınevi: Metis Yayınları

Kadın şairleri okumayı ayrı bir seviyorum. Onların dizelerinde seslerinin yankısını duyuyorum sanki. Hem derinden, hem yakınımdan bir yerden. Tutkulu, baskın ama bir o kadar hafif. Yağmur gibi, su gibi, volkan gibi, taş toprak, çığlık, dans... tutulmuş, kaybolmuş, umulmuş sözler gibi. Bu dizeleri okumak bana ilham veriyor. Kendi sesimin gölgesini görüyorum sanki bu satırlarda. Hislerim bir araya gelip bu satırlara boşanıyorlar. Sevdiğim dizeleri sesli okumayı severim. Sevgili Birhan Keskin'in pek çok dizesini, pek çok akşam kendi sesimden duydum. Bu kitabındaki dizelerinde de şair, yoldaki oluşlarını anlatmış. Çok sevdim. 

Hoşça ve kitaplarla kalın.


Boyalı Kuş (Jerzy Kosinski) | Kitap Yorumu

Yazar: Jerzy Kosinski, Çevirmen: Aydın Emeç,
Yayınevi: E Yayınları

Kitap, İkinci Dünya Savaşı sırasında geçiyor ve okuruna bir çocuğun gözlerinden acıyı deneyimletiyor. Saf, katıksız bir acı bu. Ana kahramanımız henüz altı yaşındayken savaş patlak veriyor. Zor günlerin kapıda olduğunu anlayan ailesi, oğullarını daha güvende bir yaşam sürmesini umarak bir köye yerleştirmek üzere bir adama teslim ediyorlar. Savaş bittikten sonra oğullarıyla yeniden buluşmak umudundalar. Ancak savaşın, tüm planların ötesinde bir alt üst olma hali olduğunu hesap edemiyorlar. Çocuğun yanına verildiği yaşlı kadın kısa sürede ölüyor. Böylece kara saçlı kara gözlü küçük kahramanımızın oradan oraya sürüklendiği, acıyı gördüğü ve deneyimlediği dört yıllık göçebe yaşamı başlıyor. Dış görünüşü geçtiği köylerin sarışın insanlarından oldukça farklı olan bu kahraman, sırf Yahudi ve çingenelere benziyor diye her gittiği yerde hor görülüyor. Kendi yaşadığı zorluklar bir yana, insanların uçsuz bucaksız kötülükleriyle de tek başına tanışıyor.

Kitabın ismi de oldukça etkileyici ve anlamlı. Ana karakterin gezdiği köylerden birinde yanında kaldığı bir kuşçu bulunuyor. Bu adam kuşları yakalıyor ve bazen sadece keyif için onları boyayıp serbest bırakıyor. Boyanmış bu tutsak salınmadan evvel türdeşlerinin toplanması için ötmesine izin veriliyor. Yeterince kuş toplanınca boyalı esir serbest bırakılıyor. Renkli tüyleriyle türdeşlerince tanınmayan kuş, diğer kuşlar tarafından yabancı bir tehdit olarak görülüp öldürülüyor. İşte boyalı kuş da bunun hikayesini anlatıyor.

Bu, çok zor bir kitap. Zor bir kitap olduğunu bildiğim için okumayı yıllarca erteledim. En son birkaç yıl önce bir sonbahar\ kış zamanı kitaba başlamaya niyet etmiştim. Yukarıdaki fotoğraf da o zamandan kalma. Ancak havanın puslu olduğu o günlerde bile kitabı okumaya elim varmamıştı. Şimdi bu bunaltıcı yaz gününde böyle ağır hisler veren bir kitabı okumam biraz ilginç oldu ama yine de kitabı nihayet okuduğum için memnunum.

Kitabın son kısmında Yayımlanışının Onuncu Yılında Boyalı Kuş'un Serüveni başlıklı bir yazı yer alıyor. Bu yazıda yazar, kitabı yazma nedenini ve kitap basıldıktan sonra yaşadığı zorlu süreci anlatmış. Kitap otobiyografik özellikler taşısa da, kitabın ana karakteri bizzat yazarın kendisi değil. Sadece yazarın yaşamından izler taşıyor diyebiliriz. Yazar da İkinci Dünya Savaşı'nın başladığı yıllarda henüz bir çocukmuş ve tıpkı ana karakter gibi ailesinden uzak bir süreç geçirmiş ve yaşadığı bir travmanın etkisiyle bir süreliğine konuşma yetisini kaybetmiş. Ancak kitapta otobiyografik ögelerin yer alması kısmının vurgulanmasını pek de istemiyormuş kendisi. Çünkü o aslında sadece savaşın tahribatını anlatmak istemiş. Bunu sadece bir yazarın yaşamının anlatısına indirgemek yerine, okurların kitaptaki çocuğun herkes olabileceğini idrak etmelerini hedeflemiş. Bu kitabı yazma nedeni de tam olarak buymuş. 

Eşi ile birlikte çıktığı İsviçre seyahatinde görmüş ki, savaşı uzaktan takip edenler savaşın yıkıcı etkisini tam olarak anlayamamışlar. Kitabı bir çocuğun gözlerinden, kendi ana dili olmayan bir dili kullanarak (İngilizce), oldukça yalın bir şekilde anlatmak istemiş. Coşkunluktan uzak, sadece gerçeği yazmak. Çünkü savaş zaten yoğun bir kavram. Nitekim bunu başarmış da. Kitap hem yazarın hedeflediği gibi oldukça yalın, hem de bir o kadar çarpıcı. Bu anlatılanları bir çocuğun yaşaması ise onu çarpı binlerce kat daha etkileyici kılmış. Öyle ki, kitaptaki bazı sahneleri çok zorlanarak okudum. Tüm bunları değil bir çocuk, hiç kimse yaşamamalı, şahit olmamalı. Çok ama çok üzücü.

Kitap ilk önce Birleşik Devletler ve Batı Avrupa'da basılmış. Doğu Avrupa'daki devletlerde kitaba yönelik bir linç ortamı oluşmuş. Kitabın basılması yasaklanmış, hatta yetmemiş yazar ve ailesi defalarca sözlü ve fiziksel tehdit edilmiş. Yine de, 1965 yılında yayımlanmış bu kitabın günümüzde bile hala ses getiriyor olması, yazarın bir şeyleri doğru yapabildiğini gösteriyor diye düşünüyorum.

Çok etkileyici bir kitap ama okuması konusu itibariyle ağır gelebilir.

Hoşça ve kitaplarla kalın.


Ortadan Kaybolan Fil (Haruki Murakami) | Kitap Yorumu

Yazar: Haruki Murakami, Çevirmen: Ali Volkan Erdemir,
Yayınevi: Doğan Kitap

Okuduğum kitaplarından ulaştığım çıkarımlara göre Haruki Murakami, seçtiği belli başlı imgelerden yola çıkarak o imgenin kendisinde uyandırdığı hisleri kurgulaştıran bir yazar. On yedi öyküden oluşan bu kitabında da bu işleyişi merkeze alarak öykülerinin anlamsal çatısını oluşturmuş. Kendisi genelde bir andan yola çıkarak başladığı kurgularına, okuru da bir gözlemci olarak davet ediyor. Kitapta yer alan öykülerin tamamı, zaten başlamış olayların anlatımından oluşuyor. Okurun okuma eylemi süresince diri kalan merakı ve kurguların sürükleyiciliği de bu etkileşimli okuma deneyimi havası verilen tarzdan ileri geliyor diye düşünüyorum. 

Okurun okuma süresince sanki bir kamera gibi olayların takibini yapması, okura hem 'orada bulunma' hissini deneyimletiyor, hem de aslında öykülerdeki olaylar hem fiziken hem düşünsel düzlemde yaşanıp bitmiş olduğu için sonucu değiştiremeyeceğini bilmenin gerilimiyle yazarın düşün dünyasını merak ederek öyküleri hızla okuyoruz. Bu perspektiften baktığımızda öyküler gerçekten de okuru peşinden sürüklüyorlar.

Yazarın imgelerden yola çıkması aslında şekillenmemiş düşüncelerini yazı yoluyla belirginleştirmesine katkı sağlıyor gibi görünüyor. Bu kitabında okuduğumuz öyküleri de dahil olmak üzere kurgularının genelinde (çünkü tamamını henüz okumadım) bir düşsel hava hissettiriliyor. Okuru yazarın anlatımına çeken veya iten durum da temelde bu. Aynı şekilde yazara 'Haruki Muraki isimli bir yazar olma' sıfatını, yani özgünlüğünü, veren de benimsediği bu tarzı.

Bu tarzını genel olarak sevmekle birlikte, düşüncelerini en azından büyük oranda yazma anında şekillendirdiğini düşündüğüm için kurgularında dağınık bir hava seziliyor. Bu öykülerde de durum farklı değildi. Bu dağınıklığa sebep olan durumun yazarın soyut anlatımı olduğunu düşünmüyorum. Asıl sebep, somut durumları öykülerine yedirememesi olarak öne çıkıyor.

Çehov'un tüfeği veya silahı şeklinde bir terim vardır. Buna göre bir anlatıda yer alan her öge, anlatı boyunca mutlaka kullanılmalıdır. Yani bir anlatıda duvarda tüfek asılıysa ve yazar\ yönetmen bunu belirtiyorsa, o tüfek anlatının bir yerinde mutlaka patlamalıdır. Aksi halde anlatıya hizmet etmeyen her detay, aslında anlatımın dağınık olmasına ve anlam olarak düşüklüğüne yol açar. Bazen bazı gereksiz detaylar için ''ne mana'' yorumu yapabiliriz. Gerçekten de anlatıya hizmet etmeyen bazı detaylar anlatımı zenginleştirmek yerine, asıl verilmek istenen iletilerin önüne geçer. Murakami'nin öykülerine yönelik getireceğim olumsuz eleştiri de gereksiz ayrıntılara çok yer vermesine yönelik. Bu öyküler ana iletilerine hizmet etmeyen ayrıntılardan ve amiyane tabirle aralara sokuşturulmaya çalışılan sahnelerden arındırılsa, duru halleriyle çok daha etkileyici olabilirlermiş.

Kitabı sevdim ama bayılmadım. Öyküler sürükleyiciydi, bitirene kadar merakla okudum. Gerilim ögeleri öykülerin başından sonuna kadar diri tutulmuştu. Ancak dediğim gibi gereksiz ayrıntılardan arınmış halleriyle bu öykülerin daha başarılı olabileceğini düşünüyorum. Kitapta en beğendiğim öyküler ise; Uyku, Lederhosen, Ambar Yakmak, Yeşil Canavar, Aile Meseleleri, Dans Eden Cüce, Sessizlik idi. Ayrıca Ambar Yakmak isimli öykü 2018 yılında Lee Chang Dong'un yönetmenliğinde Burning (Şüphe) adıyla beyaz perdeye uyarlanmıştı. Öyküdeki bazı detaylar değiştirilmiş olsa da, öykünün genel havasını başarılı bir şekilde yansıtan bir uyarlamaydı. İlgilisine önerebilirim. 

Kitaba ismini veren son öykü Ortadan Kaybolan Fil ise yine ilginç olmakla ve kitaba isim olarak çok yakıştırmamla birlikte, bende yeterli düzeyde etkilenme hissi oluşturamadı. Yine de yazar kitabına bu öyküsünün ismini seçmekle bence doğru bir karar vermiş, çünkü ilgi çekici.

Hoşça ve kitaplarla kalın.


Haritada Kaybolmak - Gizemli Haritalar Serisi #1 (Vladimir Tumanov) | Kitap Yorumu

Yazar: Vladimir Tumanov, Çevirmen: Mine Kazmaoğlu,
Resimleyen: Sadi Güran, Yayınevi: Günışığı Kitaplığı

Chris ve Francis, yağmurlu bir günde tuhaf eşyalarla dolu bir dükkana sığınırlar. Meraklı Francis etrafı keşfederken bir kutu şeker bulur. Acıkan ikili, yan etkisinden habersiz olarak tüm şekerleri yer. Ertesi günden itibaren iki kardeşte çevrelerindeki insanların da fark ettiği bazı değişimler görülür. İlk günlerde bu değişimleri tanımlayamayan ikili, günler geçtikçe sorunlarını anlarlar. Sorun sıkan ayakkabıları, dar pantolonları veya gittikçe kalınlaşan sesleri değildir. Sorun, her yeni günde bir yaş büyümeleridir. Bunun üstüne o tuhaf dükkana geri dönerler. Neyse ki her derdin bir devası vardır. Dükkan sahibi, kardeşlere dört rulo getirir: Hava, su, toprak ve ateş.

Başları yeterince belada olan kardeşler, kendilerince en güvenli buldukları elementi seçerler ve macera başlar. İki kardeş, dünya haritasında beliren on soruyu çözmelidir. Aksi halde her gün bir yaş büyüyerek zamanla yaşlılıktan öleceklerdir. Tek sorunları yaşlanmak veya bulmacalar değildir. Harita, istediği zamanda yeni sorular sorar. Bazen iki soru arasında günlerce beklemeleri gerekebilir. Her günü bir yıl gibi yaşayan ikili için bu ciddi bir sorundur. Ayrıca arkalarını kollamaları gerekmektedir. Görünen o ki, onları gözetleyen bir düşmanları vardır. Kitap boyunca kardeşlerin dünya haritasının onlara sorduğu bulmacalar eşliğinde çıktıkları serüveni okuyoruz.

Vladimir Tumanov bu kitabında da tıpkı Kraliçeyi Kurtarmak'ta olduğu gibi görece olarak sevimsiz görünen bir dersi, coğrafyayı, merkeze almış. Kardeşler bir dizi coğrafi bilgi gerektiren soruyu çözerek kahramanın yolculuğunu yaşıyorlar. Yine çok keyif alarak okuduğum, sürükleyici ve merakta bırakan bir kitaptı. Ayrıca bu kitap Gizemli Haritalar Serisi'nin ilk kitabı. Serinin diğer kitapları ise; Suda Kaybolmak, Ateşten Kaçmak ve Volkandan Kaçmak.

Ortaokul seviyesi alt sınır olmak üzere her yaşa önerebileceğim, çok eğlenceli bir kitap. Kitap her ne kadar bir serinin ilk kitabı olsa da, kitabın sonu ucu açık bitmedi. Olaylar çözüme ulaştı. Yani kitabı dileyenler tek kitap olarak da okuyabilir.

Hoşça ve kitaplarla kalın.


Kitap Alışverişi #4

Karede olmayan iki kitap daha var. Yanii toplu bir gülümseme değil.

Herkese merhabaaaaa. 

Sıcaktan başım mı dönüyor noluyor onu bile anlamazken buradayım. Ama bir fenalık gelmiyor değil soldan soldan. Neysee. Bu seferki alışverişimi canım kuzenlerimin doğum günü ve karne hediyeleri olsunlar diye yaptım. Tabi kendime de üç beş bir şey almış olabilirim bahaneyle. Her bahane kitaplar kadar tatlı olsa keşke diyerekten kitapları yakın merceğe alıp kimse merak etmese de neyi neden aldım açıklayayım.

Bu sefer iki koldan alışveriş yaptım. Yukarıdaki fotoğrafta yer alan kitapları ve aşağıda yer vereceğim Her Güne Bir Masal isimli enfes kitabı Kitap Sepeti'nden aldım ve tabi ki reklam yok. Paşa paşa parasıyla aldım. 

Her Çocuğun Bir Yıldızı Var isimli kitabı ve boyama kitaplarını ise Trendyol üzerinden aldım. Reklam yok, link yok. Paramla aldım ama yine de nereden aldığımı belirtiyorum.

Of sıkıldım, geçelim eğlenceli kısmaaa.


Şakasız, bu kitaba aşık oldum. Aslında çocuk kitaplarını araştırırken ufaklık kuzenimin yaşına uygun olan bir çocuk kitabı arıyordum. O anda bana ilk görüşte aşk oldu. Kitabı kendime aldım.


Yine de ne bu kadar güzel bir baskı, ne de bu kadar hacimli bir kitap beklemiyordum açıkçası. Muazzam bir baskı. Hatta bir süre sarıldık kaldık. 

Tamam iyi güzel hoş da, nedir bu kitap? Kitapta adında da yazdığı gibi her gün için bir adet masal yer alıyor ve bu masallar dünyanın çeşitli ülkelerine ait. Polonya Masalı, Afrika Masalı, Macar Masalı, Alman Masalı... Her ülkeye ait bir masal var mı emin değilim, tek tek bakmadım henüz ama farklı milletlerin kültürlerini yansıtan masallara yer verilmesi çok hoşuma gitti. Ayrıca o masalları yansıtan çizimlere de yer verilmiş. Henüz okumasam da izlemelere doyamadım, şimdiden sevdim.


İşte bu kitapları kuzenlerime aldım. Üst ikisini birine (Ö'ye), alt ikisini diğerine (B'ye). Dikkat ettiyseniz hepsi de blogda yorumlayıp önerdiğim kitaplar. Yaaa bizde boşa sallamak yoktur. Önerdiğim kitapları çevreme hediye de ederim yeri gelirse.

Aslında Ö. ve M.'nin doğum günlerine az kaldığı için onlara hediye almayı düşünmüştüm. Hem Ö.'ye karne hediyesi de olur diye de bir planım vardı. Ama onlara hediye alıp B.'ye almamak da olmazdı. B.'nin doğum günü geçse de, karne hediyesi olarak kitapkurdu kızıma (kuzenime) da hediye almak istedim.

Bulut Delisi bence daha çok 4-5 ve 6. sınıf düzeyine uygun bir kitap. Üstü için basit kaçabilir. Çocuk Kalbi bu sınıf düzeylerine ek olarak 7. ve 8. sınıf için de uygun bence. Hatta yetişkinler de severek okuyabilir. Çocuk Kalbi'ni yorumlarken kitabı fazla didaktik bulduğumu söylemiş ve bunu eleştirmiştim. Evet hala yorumumun arkasındayım, bence kitaptaki didaktik (öğretici) ögeler fazla nasihat özelliği taşıyordu. Ancak Çocuk Kalbi güzel bir kitap. Aynı zamanda kitabın günlük şeklinde yazılması da çocukları günlük yazma konusunda heveslendirebilir. Aslında bu kitabı sevmemin ve şimdi hediye almamın en önemli nedeni de buydu. Bir de tabi bu baskıdaki kapağını çok sevdim.

Vladimir Tumanov ise hayal gücü çok gelişmiş bir yazar (hatta kendisini bu özelliği nedeniyle ufaktan kıskanıyorum :). Kraliçeyi Kurtarmak'ta matematiği çocuklara sevdirmeyi amaçlayarak eğlenceli bir macera yazmıştı. Haritada Kaybolmak'ta ise coğrafya merkeze alınmış. Ben de kitabı henüz bitirdim, blogda yorumlayacağım. Her iki kitabı da büyük küçük herkese öneriyorum. Hem özgün kurgular, hem de sürükleyici maceralar. Yazarın başka kitapları da dilimize çevrilmiş durumda. Tüm kitaplarını okumayı planlıyorum. Özellikle de ortaokul seviyesinde tanıdıklarınız varsa bence bu kitaplar çok güzel hediyeler olurlar.


M. için de aslında bir çocuk kitabı almayı planlamıştım ancak ya baskı bulamadım ya da bulduklarım içime sinmedi. Bu nedenle ben de ona boyama kitapları aldım. Okumayı öğrenince okuma kitabı da alırım dert değil de... o Ö. gibi okumayı sever mi emin değilim. Neyse sevdiririz.


Rick Riordan kitaplarından en son 9. sınıfta okumuştum. Taaa o zamandan kalma elimde bu serinin (Kane Günceleri) ilk kitabı olan Kırmızı Piramit vardı ama bu yazarın kitaplarını çok sevmeme rağmen o kitabı okumamışım. Belki de seriyi tamamlayıp başlamayı planlamışımdır ama bu gerçekleşmediği için kitap da kitaplığımın köşesinde unutulmuş kalmış... Bu nedenle ben de asırlar sonra serinin ikinci (Ateş Tahtı) ve üçüncü (Yılanın Gölgesi) kitaplarını alarak seriyi tamamladım. Seri hakkında bildiğim tek şey Mısır mitolojisi ile ilgili olduğu. Ama seveceğimi düşünüyorum. Lise 1'deki en yakın arkadaşım bu seriye bayılırdı. Hatta onun önerisiyle almıştım ben de kitabı ama okumak eşek kadar olduğumda kısmet oldu. 

Yalnız, çocuklara hediye alacağım ayağına kendim için alışveriş sepetine bir şeyler tıkıştırmam da ayrıca mükemmel.


Bu kitabı da kendime aldım. Zaten hediye faslını bitirdik artık. Bu da alışverişimdeki ikinci aşkım. Hayatımda gördüğüm en tatlı kitap olabilir. Tabi daha okumadım ve içeriğine dair gram bilgim yok (ismi ve gördüğüm bir yoruma dayanarak aldım) ama çizimleri o kadar güzel ki. Kapağı bile ben güzel bir kitabım diyor yaaa bu neeee yicemmm.



İçi böyle. <333


Biyografi kısmında yazarın çocukluk fotoğrafına yer verilmesi bile 10/ 10 bir ayrıntı. Daha buradan kalbimi kazandı kitap, daha başka bir şey yapmasına gerek yok. Ama içi de güzel çıkacak bence.


Evet, bu kadardı.

Hoşça kalınız.


An Astrological Guide for Broken Hearts (Kırık Kalpler İçin Astroloji Rehberi) | Dizi Yorumu


Yönetmen - Senarist: Bindu De Stoppani

Yapımı: 2021-2022, İtalya

Sezon ve bölüm sayısı: 2 sezon, 12 bölüm (6+6)


Kaynak: Pinterest

Alice Bassi (Claudia Gusmano), küçük bir televizyon kanalında yapım asistanı olarak çalışmaktadır. Ne iş hayatı, ne de aşk hayatı yolunda gitmez. Tüm bu karmaşanın ortasında kırık kalbini onarmaya çalışan Alice, biraz da yıldızların yardımıyla bir dizi tesadüf sonucu parlak bir tv programı fikri bulur. Bu fikre göre, programa katılacak katılımcılar doğum haritalarının özelliklerine göre aşkı arayacaklardır. Alice'in özel hayatının karmaşası sürerken, iş hayatı birden yükselişe geçer ve tüm bu süreçte ona yardımcı olan astrolog dostu Tio (Lorenzo Adorni), eski dostu ve sırdaşı Paola (Esther Elisha) ve işleri karmaşıklaştırdığı gibi düzenleyen patronu Davide Sardi (Michele Rosiello) yanındadır. 12 bölümden oluşan dizinin her bölümünde bir burcun özellikleri merkeze alınarak olaylar şekillenir. Aynı zamanda dizi, Silvia Zucca'nın aynı isimli romanından uyarlanmıştır.

Dizinin ilk sezonunda eski sevgilisi ve iş arkadaşı Carlo'nun (Alberto Paradossi) evlilik haberini almasıyla birlikte hissettiği hislerden kaçmaya çalışan bir Alice'i izliyoruz. Bu sezonda Alice'in ilişki hayatı işleniyor. Alice romantik bir terazi burcu. Aslında istediği tek şey, ilk seçilen olmak. Eski sevgilisiyle her ne kadar dostça ayrılmış olsalar da, Carlo'nun kendisiyle değil bir başkasıyla aile kurmak istemesi Alice'in özdeğersizlik hislerini tetikliyor. Bölümler ilerledikçe Alice'in ailesiyle arasındaki bağın güçlü olmadığını görüyoruz. Alice her şeyden önce yalnız hisseden bir kadın. Depresyondaymış gibi görünmüyor ancak kabullenilme hissini deneyimlemek için ani kararlar alıyor. Bu süreçte ona en iyi gelen kişi ise Tio.

Alice ve Tio tesadüfen tanışıyorlar. Tio çılgın bir genç adam. Dışarıdan dışadönük, eğlenceli ve umursamaz görünen bu karakterin de aslında ne hayatı göründüğü gibi dağınık, ne de kendisi o kadar umursamaz. Alzheimer hastası büyükannesi ile ilgilenen Tio da Alice gibi insanlarla bağ kurmakta zorlanıyor. Yüzeysel aşk ve arkadaşlık ilişkileri onun için kolay olsa da, iş bağ kurmaya ve karşısındaki kişiyi hayatına dahil etmeye geldiğinde bundan kaçıyor. Tio benim dizideki en sevdiğim karakter oldu. Onu daha ilk sahnesinden itibaren sevdim. Hatta keşke onun gibi bir arkadaşım olsa diye bile her bölüm üç beş kez söylemişimdir herhalde. Dizideki sağduyulu kararlar alan ve korkularına rağmen tutarlı davranışlar gösteren tek karakter de kendisiydi.

Davide Sardi genç, karizmatik ve ıssız adam modunda bir müdür. Onu tanımlayan en doğru sıfat gerçekten bu: Issız adam. Müthiş biri yanlış olmasın. Hem fiziksel hem karakter özellikleri bakımından aşırı karizmatik, aşırı cool, aşırı hayatı kolaylaştıran, hayvansever, yardımsever, sorumluluk sahibi, çalışkan... Ah ne diyordum... İşte müthiş bir Olimposlu abimiz. Amma ve lakin işte ne yaparsınız, ıssız adam. Verdiği tüm kararlar falso. Hatta ikinci sezonda bir an abicim sen İtalyansın, bu ne töre dizisinden çıkmış gibi kararlar tripler diyesim de gelmedi değil vallahi... Daha da uzatmayacağım, yoksa spoiler olur. Hoş adam ama kırmızı bayraklar halaya kalkmış, öyle diyim.

Diğer karakterleri uzun uzun anlatmaya gerek yok bence. Diziye renk katan ve olayların ilerlemesine yardımcı olan yan karakterlerdi. Hepsi de keyifliydi yalan yok ama hayatımda böyle insanlar olsun istemezdim. Hele o Carlo yok mu, o Carlo... Bu karakter kadar utanmaz, elinden iş gelmez, bir baltaya sap olmaz, üstüne yüzsüz bir karakter görmedim vallahi. Özü iyi, tatlı, nazik falan ama... Büyü be abicim yeter. Batırdın devirdin gitmiyorsun da milletin başına kaldın. Dizi boyunca Carlo'yu bir yere sığdıramadık vallahi. Ama suç Carlo'da da değil. Buna yüz veren, tepesine çıkaran bizim saf kızımız Alice'te...

İkinci sezonda da Alice'in aşırı iyi niyetli olmaya çalışan kararlarını izliyoruz. Böyle yazdım diye gömmüyorum bu arada. Çok keyifliydi izlemesi ama sen gerçek misin be kızım... diye de düşünüyor insan (saflıkta ve batırmakta bir ben, iki Alice...). Alice, ikinci sezonda aşkı buluyor ama onu henüz yaşayamıyor. Tüm sezon boyunca Alice'in kendini dönüştürme sürecini izliyoruz aslında. Sınırlarını belirleyen, kendini önceliklemek zorunda kalan bir Alice görmeye başlıyoruz. İttire kaktıra da olsa, oluyor değişimler dönüşümler. 

Diziyi seveceğimi bilerek diziye başladım. İsmini daha evvel de duymuştum ama izlemek bugünlerime kısmetmiş ne diyeyim... Bir çırpıda izlenebilecek, keyifli bir dizi. Astrolojiye ilginiz yoksa da izleyebilirsiniz. Zaten güneş burçları dışında bir burç bilgisini merkeze almamışlar pek. :)) Burçlar işin esprisi olmuş. Yani tamam, burçların bazı temel özelliklerini de göstermişler ama çok detaylı ve bilgi şeklinde yer almamış bu burç işleri onu diyorum. Çünkü asıl önemli olan doğum haritasıdır aslında. Özellikle de ilişkilerde Mars-Venüs burçları başta olmak üzere, bilmem kaçıncı evler falanlar filanlar da etkili diye biliyorum çeyrek yamalak astroloji bilgimle... Bu arada on sekiz yaş üstü için uygun bir dizi uyarısını da geçeyim.

Diziyi izlerken kaydetmek istediğim alıntılar oldu. Ancak ekranı durdurup da diziyi izleme keyfimi bölmeye elim varmadı. Bu nedenle replikler paylaşamayacağım. Sadece, severek izlediğim bu diziden bana bir hatıra kalması için son bölümde Alice'in Tio'ya kurduğu şu cümleleri not almak istiyor ve hepinize arivedersiiii diyorum:


''Onunla tanıştığında bilinmedik sulara yelken açtım, demiştin. O suların korkutucu olduğunu bilirim. O kadar korkutucudur ki bazen kıyıya, dibe dokunabileceğin yere dönmek istersin. Ama hepsi nafile Tio. Çünkü bizim gibi insanlar en derin, en hakiki, en korkutucu denizleri sever. Ondan başka hiçbir şey yaşadığını öylesine derinden hissettirmez. Bizim gibiler su birikintisiyle yetinemez.''


An astrological guide for broken hearts | Official Trailer için tıklayabilirsiniz.

Astrological guide for broken hearts playlist için tıklayabilirsiniz.


Güneş ve Onun Çiçekleri (Rupi Kaur) | Kitap Yorumu

Şair: Rupi Kaur, Çevirmen: Gizem Aldoğan,
Yayınevi: Pegasus Yayınları

Kitap; solmak, dökülmek, köklenmek, uyanmak ve çiçeklenmek olmak üzere beş bölümden oluşuyor. Şair bu kitabında yer verdiği şiirlerinde de kendi iç dünyasını merkeze alarak serbest tarzda aforizma denilebilecek şiirimsiler yazmış. Kitaba dair en sevdiğim durum ana başlıkların altında yer alan şiirlerin o başlığı tanımlayan içeriklere sahip olmasıydı. Solmak kısmında hayal kırıklıklarına tutunan şairin diğer bölümlerdeki şiirleriyle birlikte yavaş yavaş daha sağlıklı ve umutlu bir bakış açısına büründüğü anlaşılıyor. 

Rupi Kaur Hindistan'dan göç etmiş bir ailenin kızı. Bu nedenle şiirlerinde köklerine, kültürüne ve göçmen olmanın hissettirdiklerine de yer veriyor. Ayrıca bu kitabında da yine Süt ve Bal'daki gibi travmalarına, ilişkilerine, kadın olmaya ve insanlığa dair düşüncelerine yer vermiş.

Tek başına değerlendirildiğinde üstünde düşünmeye değer, anlamlı satırlar ancak şiir olarak değerlendirilmek için yeterli olduklarını düşünmüyorum. Ben serbest nazmı da, şairin şiirlerine kendi hayatını ve yaşanmışlıklarını yansıtmasını okumayı da çok severim. Ancak bu kitaptaki şiirler, şiir değil de düz yazı olsalardı okumaktan daha çok keyif alacağımı ve yazılanların edebi açıdan değerinin de artacağını düşünüyorum. Tabi şair bu şiirleri ilk önce sosyal medyada yayınlamak amacıyla yazmış ancak dediğim gibi bu şiirleri aforizma olarak tanımlamak bence daha doğru.

Okumaktan keyif aldığım, yine ara ara şiir fallarıma konu olacak bir kitap. Ancak beklentisiz okunursa daha çok keyif alınabilir.

Hoşça ve kitaplarla kalın.


Ölmek İstiyorum Ama Tteokbokki de Yemek İstiyorum (Baek Sehee) | Kitap Yorumu

Yazar: Baek Sehee, Çevirmen: Su Akaydın,
Yayınevi: Nova Kitap

Kitap, kitabın yazarı Baek Sehee'nin psikiyatrist seanslarından oluşuyor. Anksiyete ve depresyon gibi nedenlerle bu seanslara başvuran yazar, seanslar boyunca aslında kendine dair farkındalık kazanıyor. Kitapta yazılanların ne kadarı gerçekten yaşandı, ne kadarı kurgulaştırıldı emin değilim ancak kitapta yazılanlara göre yazar bu seansları ses kaydına alıp sonrasında yazıya dönüştürmüş ve kitap haline getirmeden önce kişisel blog sayfasında yayınlamış. Seanslar yazarın ve psikiyatristin diyaloglarından oluştuğu için kitabı okumak kolay. Sade bir dili var ancak yazarın yaşadığı sorunlar sorgulatıcı. Bu nedenle altını çizdiğim ve üstüne düşündüğüm noktalar oldu. Hatta hala aklımın bir köşesindeler ve bir süre daha orada kalacaklar gibi. Belki ben de bu aklımda yer eden noktalar üzerine yazılar yazabilirim ama burada yayınlar mıyım emin değilim.

Kitabın seans bölümleri dışında ayrıca yazarın sonsözü, psikiyatristin notu ve yazarın terapi sonrasındaki hayatına dair bölümler de yer alıyor.

Kitabı indirimde ve popüler olduğu için almıştım açıkçası. Hatta son alışverişimde aldığım kitaplar içinde hiç beklentimin olmadığı tek kitaptı. Bu durum da mı etkiliydi bilmiyorum ama kitabı çok beğendim. Hatta sene sonu favorilerimde görme ihtimalimiz çok yüksek. Altını çizdiğim çok fazla cümle vardı. Hatta hızımı alamayıp sayfa kenarlarına minik notlar yazdığım ve yazarla tek taraflı da olsa iletişim kurma çabasına girdiğim anlar bile oldu.

Velhasıl kelam, tabii ki bu bir psikoloji kitabı değil. Eğer ciddi bir sorununuz varsa bir kitapla bunu çözmek zaten olmaz, bir uzmana danışmalısınız. Ancak yazarın sorunlarını samimi bir dille anlatması, yazarla empati kurmamızı ve hatta yazarın bizimle empati kurduğunu düşünmemizi bile sağlayabilir. Bence insana kendine dair sorgulamalar yaptırabilecek bir kitap. 

Hoşça ve kitaplarla kalın.


Bloğum 2 Yaşında.

 

Sevdiklerimin doğum gününü asla unutmam. O nedenle bugün buradayız.

Bloğumun nihai ismine bundan tam iki yıl önce bir akşam veya gece yıldızların altında otururken karar vermiştim. Balığımla konuşmamı, isim ikiliğimi vs yeri geldikçe hep anlattım o başka... ama Neptünlü bir cadı olma kararıma iki yıl önce, kardeşime düşüncelerimi anlatmanın ötesinde akıtırken, yıldızlı bir saatte, hatta rüzgar az kalsın oturduğum kilimi uçuracakken karar vermiştim. O an aklımda çok net. Sonra da o tanıdık his tüm bedenime yüklenmişti ve koşa koşa blog başlığıma Neptünlü Cadı yazmıştım. Bu doğru bir seçimdi, o his teminatım.

Bu tarihe yakın bir süreçte aklıma bloğumun doğum günü olduğu geldi. Başta bunun için yazı yazmayacağımı düşündüm. Sonra yazmanın, bir şeyleri, belki bir daha geri gelmeyecek ve zamanda kaybolacak biçimsiz düşüncelerimi kaydedebileceğini düşündüm. Aklıma edebi ve kulağa hoş gelen cümleler de geldi. Yine de şimdi sana bunları yazmak istemiyorum. Sana her zamanki gibi içimden gelenleri yazmak istiyorum sevgili bloğum ve onu izleyen okurum.

Hayatımın son on yılında ara vermeksizin hep blog yazdım. En uzun aram iki blog arasındaki iki aylık kısa süreydi. Blog yazmadan duramadım işte ve bu ikinci bloğu açtım. Burada da seninle çok şey paylaştık. Öteki bloğumu kendime anlatıyordum. Ama bu bloğumu hep sana anlattım biliyor musun? Belki de bu nedenle bu kadar tedirgin olup yazılarımı hep sildim, kaldırdım. Sana anlatmak, içimde yıldızlar parlattı. En azından bazen. Ama sonra bitti. Tüm manzarayı gördüğünde, tek tek yıldızların peşine düşmezsin.

Bu gece de yıldızları izliyordum. Aslında niyetim uyumaktı. Ancak bir yıldız parladı, sonra bir başkası ve ben yazmak istedim. Güzel evimde, hadi parti olmasa da, bir doğum günü daveti olsun istedim. Kimler gelir buraya bilmem ama sen hep en özel konuğumsun sevgili okurcuğum (yani hepiniz!).

Blog yazmak benim için hep çok doğal olmuştur. Rahatça yaptığım bir şey, belki konfor alanım bilmiyorum. Aynı zamanda hayatımda yaptığım en doğru şey olduğunu düşünmüşümdür hep. Evet kulağa biraz büyük bir laf gibi geliyor. Ben böyle şeylere önem veriyorum işte. Benim için eeennnn doğru şeyin çapı bu kadar. Başkası için bir nokta belki ama benim için koca bir kutup yıldızı. 

Aynı zamanda bir yerlerde bir şeyler anlatmak benim için bir hobi değil, ihtiyaçtı. Ben, anlatmayı hep sevdim. Eğer kelimeler bana gelirse, bir cırcır böceği olurum. Bu konulara girmek için artık fazla büyüdüm ve galiba olgunlaştım ama... biliyorum fazla bir deneyim de elde edemedim ama... Bir Neptünlü veya o civarda bir yerli olarak ben, bir ev bulmanın zorluğunu çok iyi biliyorum. Onu inşa etmen gerektiğini de. İçinden dışına ve tekrar içine. Bu dediğimin benim için on yıl sonra bir anlamı olur mu veya bu dediğim on yıl sonra bana ulaşır mı bilmesem de, burası benim için bir ev oldu. Düşüncelerimden, hislerimden, beğenilerimden, hayal ve kırıklıklarımdan oluşmuş bir ev.

Tepemizde yıldızlar bile var. Görüyor musun?

İyi ki doğdun bloğum. Kaç yaşına geleceğini bilmesem de, iyi ki benim oldun. Benim evim oldun.

<3


bir şeyler dinlemek için tıklayabilirsiniz.


Sihirli Kız Emekli Oluyor (Park Seolyeon) | Kitap Yorumu

Yazar: Park Seolyeon, Çevirmen: Betül Tınkılıç,
Yayınevi: Yuzu Kitap

Sihirli kızlar süper güçlere sahip sıradan insanlardır. Güçlerini dünyayı kurtarmak için kullanan bu kadınlar ve genç kızlar, hayatlarının bir döneminde güçlerine uyanırlar. Bu dönüşüm genellikle en yalnız, en güçsüz ve çaresiz hissettikleri anda gerçekleşir. 

Umutsuzluk içerisindeki ana karakterimiz hayatında hiç umut göremediği bir anda sihirli kızlardan biri olduğunu öğrenir. Kehanetin Sihirli Kızı Aroa'nın sihirli aynası daha önce bir kez bile yanılmamıştır ve ayna, Zamanın Sihirli Kızı'nı arayan Aroa'ya köprüdeki kızı göstermektedir. 

Sihirli kızların üzerinde çalıştığı en büyük proje iklim krizini önlemektir. Zamanın Sihirli Kızı bu görevde kritik öneme sahiptir. Çünkü onun süper gücü zamanı kontroldür ve geçen her an dünyanın kaderi için büyük önem taşımaktadır. Hayatında tutunacak bir dal arayan isimsiz kahramanımız için önemli biri olma fikri fazlasıyla ilgi çekicidir. Ancak bir sihirli kızın çok çalışması gerekir. Gücünü uyandırmalı, büyütmeli ve yalnızca insanlığın iyiliği için kullanmalıdır. 

Aroa'nın rehberliğinde sihirli kız olma çalışmalarına katılan ana karakter için sürprizler bitmemiştir. O, içindeki gücü uyandırmak için çırpınırken, gerçek Zamanın Sihirli Kızı uyanır ve bu sihirli kız insanlığın yanında olmayı reddeder. Zaman, sihirli kızların ve dünyanın aleyhine işlemeye başlar. 

Bazen bazı kitapları okumaya ihtiyaç duyarız ancak bunu o kitabı okuyuncaya kadar bilmeyiz. Bu nedenle bu kitaplarla olan karşılaşmalarımız keyifli bir buluşmaya dönüştüğünde, normalde olacağından daha iyi hissederiz. Diğer bir deyişle, beklentisizlik ve ihtiyaçlarımıza uygunluk bir arada bir kitapta buluştuğunda, o kitap bize iyi gelir. 

Sihirli Kız Emekli Oluyor daha en başta ismi ve kapağıyla ilgimi çeken bir kitap olmuştu. Ancak kitaptan çok da bir beklentim yoktu. Niyetim yalnızca keyifli vakit geçirmekti. Nitekim kitap beklentimi fazlasıyla karşıladı. Kitabı çok sevdim. Biraz daha özenli yazılsaydı, daha da çok severdim.

İlgi çekici bir konu, empati yapmaya çok müsait süper olmayan süper kahramanlar... Müthiş. Bu kurgu bir seriye, hatta ana seriden bağımsız yan serilere kadar bile uzayabilecek denli derinleşmeye müsait ve özgün bir kurgu aslında. Biraz harcanmış diyebilirim. Kitabın anlatımı fazlasıyla sade olsa da, bu durumu olumsuz bir durum olarak değerlendirmiyorum. Kitabın yazarı Güney Koreli bir yazar. Okuduğum kitaplara göre zaten Uzak Doğulu yazarlar sade ve net yazmayı seviyorlar. Çok fazla betimleme işlerine girmiyorlar. Belki bu durum bazı okurlar için olumsuz bir özelliktir ancak ben bu sadeliği de özgün buluyorum ve seviyorum. Benim asıl eleştireceğim nokta anlatımın sadeliğinden ziyade kapalılığıydı. Olaylar o kadar üstü kapalı, bitse de gitsek modunda x1.75 hızda anlatılmıştı ki, kitap bir anda bitiverdi.

Her bölümün başında çizgi roman\ manga tadında çizimler bulunuyor. Bu çizimlerin ve anlatımdaki diyalog bolluğunun da etkisiyle sanki bir kitap değil de manga veya webtoon okuyormuş gibi bir hisse kapıldım. Keşke bu kurgunun gerçekten mangası ve hatta animesi vs olsa da onu da izlesek okusak. Güzel bir uyarlama yapılırsa, kitaptan bile daha çok sevebilirim.

Kafa dağıtmak ve hoşça vakit geçirmek için okunabilecek güzel bir kitap. Ama beklentisiz okumaya başlamanızı tavsiye ederim. 

Sihrinize inanmayı ve onu kullanmayı unutmayın!

Hoşça ve kitaplarla kalın.


Vahşi Kitap (Juan Villoro) | Kitap Yorumu

Yazar: Juan Villoro, Çevirmen: Bülent Kale,
Yayınevi: Can Çocuk Yayınları

Bazen hiçbir şeyin yolunda gitmediğini düşünürüz. Tam da böyle anlarda pek de hoşlanmadığımız durumlara sabretmek, üstümüze düşen görevleri yerine getirmek ve şikayet etmemeye çalışmak elimizdeki tek seçeneklermiş gibi görünür. 

Juan için de böyleydi. Babasının apar topar evden ayrılması ve annesinin olumsuz ruh hali bir şeylerin ters gittiğini açıkça gösteriyordu. Anne babası boşanan arkadaşları olsa da, bu düzen değişikliği ve gülümsemesini çok sevdiği annesinin üzgün hali, onun için kafa karıştırıcıydı. 

Juan, yaz tatilini tuhaf dayısı Tito'nun evinde geçirmek üzere evden uzaklaştığında asıl garipliklerin başlayacağından bihaberdi. Tito dayı, tüm evi kitaplarla kaplı ve tuhaf alışkanlıkları olan, aslında kimsenin gerçekten tanımadığı bir akrabaydı Juan için. Onunla koca bir yaz tatilini geçirecek olmak hayatı pek de yolunda gitmeyen Juan'a kötü bir sürpriz olmuştu.

Tito dayının evi de tıpkı kendisi gibi tuhaftı. Yer değiştiren kitaplar, kitaplıklardan oluşmuş labirentler ve karanlık okuma odaları... Keşfedilecek bir sürü köşesi bulunan bu evde geçirdiği zaman boyunca Juan, aslında çok önemli bir görevi gerçekleştirmek durumundaydı: Vahşi Kitap'ı bulmak.

Vahşi Kitap kendini yalnızca prinseps okurlara gösteren, henüz yazılmamış bir kitap. Prinseps okur olmak, kitapların sihrini görmeye hazır olmayı ifade ediyor. Tito dayı bu yetenekten yoksun olduğu için Juan'dan yardım istiyor. Juan yaz tatili boyunca Vahşi Kitap'ı bulmak, Korsan Kitap'ı alt etmek ve anne babasının ayrılığı üzerine düşünmek gibi zorlu görevlerle karşı karşıya kalıyor. Neyse ki bu serüvende yalnız değil. Dayısı Tito, kardeşi Carmen, güzel Catalina ve kendini yeniden ve yeniden bıkmadan yazan değişen öyküler hep onunladır.

Kitabı hep bir ''acaba ne olacak'' merakıyla okudum. Özgün bir kurgu, farklı ve gerçekçi karakterler barındıran, macerası bol bir kitaptı. Her ne kadar bazı olayların zorlama bir şekilde ilerlediğini ve gereksiz ayrıntıların olduğunu düşünsem de, dediğim gibi kitabın sonunun nereye bağlanacağını o kadar merak ettim ki, ilgim de canlı kaldı. 

Kitabın değindiği noktaları da genel olarak sevdim. Okuma eylemi ile hayat iç içedir ve aslında bizler yaşantılarımızda edindiğimiz düşünce ve düş gücü kadarınca bir kitabı okuyabiliriz. Diğer bir deyişle bir kitap aslında okurlarının onları anlamlandırdığı ölçüde yazılmıştır ve belki de her seferinde yeniden yazılır. Çünkü bizler zaman içinde değişiriz. Bazen bir metinden anladıklarımızı veya o metnin bize verdiği hisleri, metni okurkenki ruh halimiz bile etkiler. Bu nedenle aynı metni okuyan iki farklı okur bile her ne kadar aynı dil bilgisel girdileri alsalar da, aynı düşünceleri algılayamazlar. Belki kişilerin zevkleri, düşünceleri vs benzerlik gösteriyorsa anlamlandırma biçimleri de benzer olur ama tıpatıp aynı olmaz. Aynı şekilde daima okuyan birisi, yeni bir şeyler üretemez. Yaşamak da gerekir.

Zorlama kısımları olduğunu düşünsem de, genel olarak beğendiğim bir kitap oldu. Kitabın bir film uyarlaması olsa, onu da merakla izlerdim.

Hoşça ve kitaplarla kalın.


Popüler Yayınlar