Uçan Sınıf (Erich Kästner) | Kitap Yorumu

Yazar: Erich Kästner, Çevirmen: Şebnem Sunar,
Yayınevi: Can Çocuk Yayınları

Kitap iki önsöz ve bir ana öyküden oluşuyor. Bu önsözlerde yazar kitabı yazma serüvenine yer vermiş ve bu serüven hiç de ana kurgudan bağımsız değil diyebilirim. Kitapta bir Noel öyküsü anlatılmasına karşın yazar bu kitabı yaz aylarında yazmış. Annesinin de yardımı ve diretmesiyle bir tren istasyonuna gitmiş ve yılın o sıcak zamanlarında dünyanın en soğuk yerlerinden birine gidip inzivaya çekilmek üzere bilet istemiş. Aldığı yanıta göre kutuplar dışında soğuk bir yer seçeneği malesef yokmuş... Yazar da soğuk olmasa bile uzaktaki daimi karlı dağlar olan Zug Dağı'nı izleyebileceği bir yere, Yukarı Bavyera'ya, bilet istemiş. Böylece yaz aylarında bir Noel yolculuğuna çıkacağı öykü yazma süreci başlamış.

Kitapta ortaokul ve lise çağlarındaki çoğu yatılı okuyan bir grup öğrencinin yaşadıkları olaylar anlatılmakta. Bazıları akıllı, bazıları cesur ancak hepsi daha hayatın çok başında ve ışıl ışıl bu öğrencilerin yanı sıra coğrafya öğretmeni Bay Bökh, okulun hobi bahçesinde eski bir tren vagonunda yaşayan Sigara İçmez ve diğer bazı renkli, bazı sıkıcı öğretmen, veli ve son sınıf öğrencileri ile yaşanan olaylar anlatılıyor. Kitaba da ismini veren Uçan Sınıf, ana karakterlerimiz olan öğrencilerin dönem sonunda sergileyecekleri tiyatro oyununun ismi. Bu oyunda aslında ''ders yerinde keşfe dönüşür'' ilkesinden yola çıkarak yeni bir eğitim modeli ortaya konuluyor. Fantastik etkiler de barındıran bu oyunda öğrenciler tarih, coğrafya vb gibi dersleri bizzat yerlerine giderek ve kendileri keşfederek öğreniyorlar.

Kitapta öğrencilerin yaşadığı çeşitli maceralar bulunuyor ancak tüm bu maceraların ortak noktası aslında büyüme süreci. Zaten kitabın önsözlerinde yazarın değindiği ve eleştirdiği durumlardan biri de, artık büyümüş ve özellikle de çocuklarla ilgili işlerde çalışan insanların (önsözde eleştirdiği kişi bir çocuk kitabı yazarıydı) kendi çocukluk yıllarından bihaber, çocuklar ve gençler ile hiç empati yapmaksızın, onların duygu düşünce ve ihtiyaçlarına tepkisiz kalarak kendi varsayımlarıyla hareket etmeleriydi. Bu bakımdan aslında kitabın hem yaşı küçük, hem de yetişkin çağdaki okurlara hitap eden yanlarının olduğunu söylemek mümkün. Özellikle de eğitimcilerin bu kitabı okumasının onlara farklı bakış açıları sunabileceğini düşünüyorum. Zaten bence öğrencilere ve çocuklara bir kitabı önermeden önce her öğretmen ve veli önce o kitabı kendisi okumalı.

Velhasıl kelam, benim okurken hem eğlendiğim hem de bana ilham veren noktalar bulduğum bir kitap oldu. Kitapta karakterler arasındaki dostluk ve dayanışma durumları, özellikle de gruplaşmalar ve bu gruplar arasındaki kavga ve çatışma durumu, bana bu kitap ile Ferenc Molnár'ın Pal Sokağı Çocukları isimli kitabı arasında benzerlik kurdurdu. Bu kitabı seven, o kitaba da göz atabilir veya o kitabı seven, bu kitaptan da hoşlanabilir belki.

Son sınıf öğrencilerinin okul işleyişinde ek sorumluluklar alması ve küçük sınıfların düzen ve korunmasında rol alması Harry Potter kitap serisindeki sınıf başkanlarının sorumluluklarını bana anımsattı. Bir ortamdaki kıdemin ve elde edilmiş hakların getirdiği sorumlulukların altının çizilmesi önemli bulduğum bir diğer durum oldu. 

Kitabın sade bir dili bulunuyor. Anlatım yalın olmakla birlikte, kurgu sürükleyici. Kitap belki 4. sınıf ve sonrası için uygun olabilir. Ayrıca dediğim gibi yetişkin okurların ve eğitimcilerin de ilgisini çekebilir.

Hoşça ve kitaplarla kalın.

-ve yazarın da dediği gibi: çocukluğunuzu unutmayın!-


Yetenekler doğuştan mıdır, yoksa sonradan öğrenilir mi? | Ağaç Ev Sohbetleri 294

 

"Yetenekler doğuştan mıdır? Yoksa, müzik, spor gibi yetenekler sonradan öğrenilir veya çocukken okulda veya evde öğretilebilir mi?"

Aslında bu konuda bir yazı yazmayı düşünmüyordum. Zaten bu konu geçtiğimiz haftanın konusuydu. Ancak başka blogların yazılarını okurken bir bloğa bu konuyla ilgili bir yanıt yazmıştım ve o yanıtımdan ilham alarak kendi bloğuma da bir şeyler not düşmek istedim.

Belki bildiğiniz, belki şimdi öğreneceğiniz üzere ben Türkçe Öğretmenliği bölümü mezunuyum. Okuduğum alan genel olarak eğitim, özel olarak dil eğitimine yönelik olduğu için bu konuda pek tabii bazı düşüncelere sahibim.

Gerek lisans, gerek yüksek lisans sürecimde aldığım derslerimde aslında genel olarak eğitim öğretim sürecini nasıl daha etkili hale getirebileceğimize yönelik ders içerikleri ile karşılaştım. Bazı derslerimde bu yöntem teknikler, daha vurgulu ve konu alanına göre değişmekle birlikte, dersin geneline yayılmış bir şekilde ifade ediliyordu.

Zaten tüm öğretim yöntem ve tekniklerinin esas amacı öğrencileri derse kazandırmak, dersi daha etkili anlatabilmek ve konuyu somutlaştırmak, konuyu hayata yansıtmak üzerine kuruludur. Ancak özellikle de yapılandırmacı yaklaşım dediğimiz öğretim yaklaşımının benimsendiği 2000'li yıllar ve özellikle de son yıllardaki gerek öğrenci profilinin gerek çağın gerekliliklerinin değişmesiyle birlikte güncellenen anlayışlar, bizlere öğrenci temelli bir öğretim sürecini verdi. Evet aslında bu, her yaklaşım gibi, süreçteki ihtiyaca göre şekillendi. Örneğin eskiden daha öğretmen merkezli ve tek tip modellere dayalı eğitim anlayışları merkezdeyken, şimdi öğretmenin de seçimlerine ve kabullerine göre değişmekle birlikte, tercih edilen durum öğrenci merkezli modeldir. Bu da pek tabii öğrencilerin zihin yapılarına yönelik araştırmaların çoğalmasıyla gelişen bir durumdur veya bu durum, öğrencilerin zihin yapılarını araştırma ihtiyacını doğurmuştur.

Ben şimdi sizlerle Gardner'ın çoklu zeka kuramı isimli bir düşünce biçiminden bahsedeceğim. Howard Gardner dediğim gibi bu kuramı ortaya çıkaran bir bilim insanı, psikologdur. Bu kurama göre zihin ve yetenekler tek tip değildir. Her insanın belli alanlara daha çok veya daha az yatkınlığı olabilir. Gardner, kuramında bu zeka türlerini; sözel-dilsel zeka, matematiksel-mantıksal zeka, görsel-uzamsal zeka, bedensel-kinestetik zeka, ritmik-müzikal zeka, sosyal zeka, içsel zeka ve doğasal zeka olmak üzere sekiz alt başlıkta sınıflandırmıştır. Bu alt başlıklara ek olarak varoluşsal zeka alt başlığıyla dokuzuncu bir zeka türü de araştırılıyormuş.

Bunlar nedir peki? Zeka dediğimiz kavram aslında düşüncelerimizi nasıl, ne yolla düzenleyebildiğimizi bizlere gösteren bir kavramdır. Zekamız ile elde olan verileri alır, kavrar, anlar, işler ve düşünmenin daha üst boyutlarında da onu başka düşüncelere dönüştürürüz. Bu dönüştürme işlemi de bizleri eleştirel düşünme, yaratıcı düşünme gibi üst düzey düşünme yolları dediğimiz daha karmaşık, daha zihni kullandığımız ve nihayetinde yeni veriler\ düşünceler ürettiğimiz durumlara götürür. Ancak tüm bunları yapabilmek için öncelikle verileri işleme yöntemimizi sorgulamalıyız. 

Yetenek, bir işi belli bir düzeyde ve yeterlilikte yapabilme, işleyebilme işidir. Yeteneklerimizi kullanırken aslında normalde yaptığımız işlerde harcadığımız işlerden daha az enerji harcadığımızı fark ederiz değil mi? İşte bu aslında o işe yönelik yatkınlığımız olduğunu gösterir. Bu yatkınlık çeşitli yollarla kişide var olabilir. Belki genetik, belki küçük yaşlardan itibaren o işe duruma maruz kalmak (yabancı dillerin konuşulduğu bir ortamda yetişmek veya resim\ müzik gibi sanat dallarının merkezde olduğu ortamda büyümek, kitaplarla iç içe yetişmek vs vs neyse artık örnek verilebilir) veya bir iş konusunda eğitilmek (erken çocukluk döneminde sadece maruz bırakılmayıp bilinçli olarak çocuğun eğitilmesi - örneğin keman, piyano gibi müzik aletlerini çok küçük yaşlarda çalmayı öğrenmek örnek verilebilir) gibi etkenler belki bu yetenek gelişiminde etkili olabilir. Bu konudaki çalışmaları derinlemesine araştırmadığımı, bunun sadece benim kendi fikrim olduğunu belirtmeliyim.

Yetenek, pek tabii yaşamdaki her hareketimizde olduğu gibi, zekamızı kullanarak yaptığımız işleri kapsar. Yani bir işe, duruma yatkınlığa sahip olmak veya süreç içinde bu yatkınlığı geliştirmek öyle havadan gerçekleşmez. Zekanın eğitilmesi ile gerçekleşir. Çoklu zeka kuramının çıkış noktası da aslında budur. Her öğrenciye doğru eğitim metodu ile bir bilgi öğretilebilir. Doğru öğretim yolunu bulmak önemlidir. Örneğin ritmik zekası gelişmiş bir çocuk sadece müzisyen olsun değildir buradaki mesele. O çocuğun sayısal zekası diyelim ki ritmik zekası kadar gelişmemiş olsun, işte bu noktada eğitim ile çocuğun yatkın olduğu alanı kullanarak yatkın olmadığı alan ve konuları ona öğretebiliriz. Matematik derslerini ritmik zekayı aktive edecek bir işleyiş planı ile işlersek, o öğrencinin o derse yönelik ilgisi en başta artacağı için tabi ki ilk etapta derse yönelik motivasyon ve güdüsü artmış olacaktır. Bunun dışında sayısal zekasının gelişmediğine yönelik önyargısı kırılacağı gibi, daha yatkın olduğu alandan bir işleyiş gerçekleştiği için dersin konularını kafasında daha rahat oturtabilecektir. 

Ben tabii Türkçe öğretmeni olduğum için bunu ana dilini öğretmeye yönelik düşünmeliyim. Bir kişinin sözel-dilsel zekası çok gelişmemiş olsa bile, yani dili kullanımı yeterli düzeyde etkin olmasa bile, bu durumun sadece kitap okuyarak geçmesini beklemek yerine (ki okumak bu noktada en ama en etkili yollardandır ve gereklidir - ayrıca, kitap okuma alışkanlığının kazandırılmasında da bu yöntemden faydalanılabilinir; çünkü zaten eğitim öğretim süreci özünde bir bütündür), öğrencinin duygu ve düşünce dünyasını harekete geçirecek ve farklı zeka tiplerini kullanmasını sağlayacak bir ders planı oluşturmalıyım. Bir öykü yazımı etkinliği planlıyorsam sözgelimi, burada sadece kelimeler ön planda olmamalı. Öğrencinin kelimeleri bulabilmesi için belki görsel-mekansal zekasını harekete geçirmeliyim, belki içsel, belki doğasal zekasını. 

Kaldı ki bu durum sadece ana dili öğretimi olarak değil, yabancı dil olarak Türkçe öğretimi özelinde de bu şekilde düşünülebilir. Ya da direkt olarak yabancı dil öğretimi konusunda gramer temelli bir öğretime takılıp dil gibi akışkan bir yapıyı kalıba sokmaya çabalamak yerine, yine aynı akışkanlığı öğrencinin yönetebilmesi, yani yatkın olduğu zeka türünü aktif edecek bir ders işleyiş planı ile dili akış içinde öğrenmesini (ki bu noktada dil öğretim yöntemleri de devreye girecektir) sağlamak daha faydalı bir yol olacaktır diye düşünmekteyim. Yabancı dile yatkınlık, diğer bir adıyla ''yetenek'', bir öğrencide başka bir öğrenciye göre daha baskın olabilir belki ancak her öğrenci uygun yolla dil becerisini (gerek ana dili, gerek yabancı dil) geliştirebilir.

Özetle, kişinin belli başlı alanlara çeşitli nedenlerle yatkınlığının bulunması durumunu yetenek olarak isimlendiriyoruz. Ancak yetenekler tıpkı kaslar gibi geliştirilebilirler. Bu da kişinin farklı zeka alanlarına yönelik yatkınlığı merkeze alınarak ortaya konulacak etkinlikler ve düzenli çalışmalar ile gerçekleşebilir. Yetenek doğuştandır ancak herkes her şeyi uygun ve çeşitlendirilmiş öğretim yolu ile (bana göre ve bazı yapılmış çalışmalara göre) öğrenebilir.


Kendi hayatının ana karakteri olarak yaşamak.

 

Hayatta her şey geçici aslında değil mi? Kahvemi karıştırırken aklıma babaannem geldi. Onun için kahve yapmamı çok severdi. Benim yaptığım kahveyi hemen anlarmış. Ben kahve yapınca ayrıca sevinirdi, en azından öyle görünürdü. Yaşlı insanlar anımsanınca ve birileri onlarla vakit geçirdiğinde mutlu olurlar tabi o ayrı da... Aklıma babaannem geldi işte. Kahvemi karıştırırken, o geldi aklıma ve gözlerim doldu. Çok canlı bir şekilde onu anımsadım ondan sanırım. Aramızda son yıllarına kadar çok derin bir bağ olmamıştı ama yine de... O vefat ettiğinde çok üzülmüştüm. Şu an bile gözlerimden akan yaşlarda olduğu gibi bir histi. Ağlamamı durduramadığımı hatırlıyorum. Sadece babaannem olduğu için değil, onu sevdiğim için. Bu hissimi bir yerlerden hissettiğini biliyorum. Sevindiğini de. Tıpkı ona kahve yaptığımda mutlu olması gibi. 

Hayat kısa gerçekten. Bu dünyaya güzel yaşamaya geldiğimize inanıyorum. Sana yeniden yazmak bana öyle iyi geldi ki anlatamam. Sanki, etrafımda çiçekler açmış gibi hissediyorum. 

Bazen bir şeyleri kabul edememenin, beklentide kalmanın veya bir duruma takılmanın tek nedeni onu bırakamamak veya bırakmayı istememekten ziyade, tutmaya devam etmek oluyormuş. Bu yolla kendimi değerli hissettiğime inandığımı, kendimi inandırdığımı, düşünüyordum. Büyürken bazı kabuller ediniyoruz ve bu kabulleri referans alarak değerli hissetme biçimlerimizi benimsiyoruz. Bunlar bazen toksik olsalar bile. Oysa, bazen gerçeği biliriz de. En azından ben, bazen bilerek bu kandırmacayı sürdürürüm. Bir kaçış olarak. Gerçekten hak ettiğim değeri almaktan bir kaçış olarak. Çünkü, yine bazı kabullerime göre, belki de bu bana korkutucu geliyordur. Hak ettiğim değeri almak, evet. Değişik, değil mi?

Değerli hissettirmek yoluyla değerli hissetmenin ne demek olduğunu keşfettim. Malesef bazen bazı insanlar bu yolla öğreniyor bunu. Tabi değerli hissettirildiğim anlar da oldu. Ancak başkalarının değer yargıları ve değer verme şekli benimkiyle uymayabilir. Çünkü onun da kendi yaşam süreci ve kabulleri var. Tabii en önemlisi seçimleri. Bazen birisi kendi değer verme şeklinden de bağımsız olarak sana kendi seçtiği şekilde değer verebilir (!). 

Değerli hissetmediğimiz hiçbir düşünce, his, durum, ilişki vb durumunu kabul etmemeliyiz ve tutmamalıyız. Çünkü böyle bir ortamda zaten biz yokuz. Böyle bir ortamda sadece seçimler ve seçilmeyenler var. İlk başta insanın canını yaksa da, bunun kendi değerimizle ilgili olmadığını gördüğümüzde bu hafifliyor. Sonra da, bir toksik döngünün sonu yaşasın. 

Enerjimiz kıymetli. Bugün bunu anladım. Daha doğrusu, içimde anladım.

Hayatta her şey geçici aslında. Bu nedenle, kendimi önceliklendirmeliyim. Hep. Bunu kabul etmenin bu kadar zor olması, bu kadar zaman alması... ne komik. Hep aynı hatayı yapmam... Komik.

Bu dünyada eylemler de önemlidir. Bendeki perspektif değişiminin nedeni bu oldu sanırım. Eylem. Belki de bu, yaşla birlikte insana yüklenen bir özelliktir. İnsan yaşlandıkça, evet yaşlandıkça, zamanın geçişinden korkuyor. Yaşımız genç bile olsa, artık o kadar genç olmadığını, eskisine göre genç olmadığını fark ettiğinde, yaşamını daha dolu yaşaman gerektiğini dehşetle karışık bir sakinlikle fark ediyorsun sanırım. Gerçekten hak ettiğin şeyleri yaşamayı istiyor, istemekle kalmıyor adım atıyorsun. Evet, adımlar atıyorsun. İçini temizliyorsun. Artık, her şeyi hatırlamanın o kadar da gerekli ve hatta önemli olmadığını fark ediyorsun. Beklentilerini hak ettiğin yerlere çeviriyorsun. Boş yerlere değil. Bir karşılığı olmayan yerlere değil. Tercüme edemeyeceğin düşünce, his, durum ve kişilere değil. 

Değer gördüğün yere. Eylemlerle değer gördüğün şeyleri, eylemlerle yapıyorsun. Çünkü yapmalısın. Çünkü yapman gerekiyor. Çünkü yaşam o kadar uzun değil. Çünkü sen, en değerli şeysin. Çünkü sen, diğer değerli olan her şeye değer verensin. Çünkü sen, sensin. Bir tane. Tek. Kıyaslanamaz. En özel. Biricik. Bu dünyanın tekisin. Bunu fark ediyorsun. Bunu başkalarının gözlerinde aramayı bırakıp kendi içinde bulduğunda, yaşamak istiyorsun. Kendi hayatının ana karakteri olarak yaşamak. Ve sana bu değeri vermeyen kimseye tutunmamak.

O zaman, adım at. Adımlar at. Hayatını yaşa. 

Çünkü ancak bu yolla kendi hayatını yaşayabilirsin (İlkay).


bir şeyler dinlemek için tıklayabilirsiniz.


Tasarım üzerine düşünmekten tasarım yapmayan bir tip, örneğin ben.

 

Cuma günü yazlıklarım ile kışlıklarımı yer değiştirdim. Evet, havalar iyice insanı bunaltana kadar bekledim... Tabi canım şimdi üç beş bir şey meydanda vardı. Hem ben normalde de çok kalın giyinmediğimden, ince badilerimle ve gerekirse gömleklerle idare ediyordum. Aslında bir yere gittiğim de yok bir süredir. Umarım önümüzdeki mevsim bunu kırarım. 

Aslında yapmam gereken tek şey, bazanın altındakilerle dolaptaki giysileri yer değiştirmekti ve tabii dolabın köşe bucak tozunu almak falan. Oradan çaktırıyor muyum bilmiyorum ama böyle ev işlerini severim aslında. Bir yerden sonra kabak tadı veriyor ama genel olarak müzik eşliğinde temizlik yapma terapisini severim. Çok deterjanlı osulu busulu uğraşmam ama işte temizlemek keyifli. Düzenlemek, toparlamak falan. İlginçtir, işim bittiğinde de odam dağınık olur ahahahha. Kendine has bir düzeni var dağınıklığımın, lütfen. Ah tabi bir de yerim yok. Önümüzdeki haftalarda da kitaplığı komple yere indirip temizleyip bazı asırlardır okumadığım kitapları elden çıkarmak üzere ayıklamayı düşünüyorum. Hadi inşallah.

Ne diyordum, bende dikkat eksikliği mi var nedir bir şey anlatırken aklıma bir sürü şey gelir ve işte sonra son durumu yazılarımda okuyorsun... Neyse! Evde de kimse olmadığı için gönlümce yayılarak çalışabildim. Arada kendimle laf dalaşına girdim, bazen kardeşimin kuşuna dert yandım (en son balığıyla bunu yaşamıştık hey gidi...) Bir noktada ağlama, bir noktada defile seansı yaptım. Genelde güzel parçalar var dolabımda ama nedense, ah nedense, dışarı çıkarken hep elime ilk geçeni giyiyorum ay yeter. Artık daha çok özeneceğim işte buraya da yazdım sen de şahidimsin. Böyle kendine özenen insanlara hep gizli bir hayranlığım olmuştur. Ben hep başka yerlerdeydim, yani işte kafam başka yerlerdeydi. İyi bir zevkim olduğunu düşünsem de, bunu kafamda yaşıyordum. Yani bir şeyler tasarlayanlar da genelde hırpanidir ya veya özenmez ama işlerinde iyilerdir ya... Hah işte ben tasarım üzerine düşünmekten tasarım yapmayan bir tipim. Moda özelinde demiyorum. Heerrrrr konuda! Mesela bir şey kurgularım ama yazmam. Bir şeyi planlarım ama yapmam. Yaşamı düşünürüm ama yaşamam, gibi. Neyse ben, hatta, amaannn deyip bu duruma tepeden bakardım. Giysi kısmına geri döndük, uyarıııı! Oysa neden? Dış görünüş, ilk intiba, imaajj, çok önemli bir şey. Belki ilerlemek için yeterli değil ama kapıları açmak için mühim.

Önceden ben çok ciddiydim. Dışarıdan duruşum yani. O hallerimi özlüyorum. Ama hüzünlü ciddili dönemimi değil, ciddi ciddi dönemimi ahahahhah. Sonra bir noktada minnoş biri oldum. Somurtuk minnoş, gülen minnoş. Oysa çok da minnoş biri sayılmam. Belki samimi; ama genelde ciddiyeti severim (kendimde). Hem ciddi bir duruş iyidir, mesafe iyidir değil mi? Minnoşluğu da denedim işte. Bana göre değilmiş, hımmm sevmedim. Ben akla önem veriyorum. Mantığa, düşünmeye, özgünlüğe. 

Dün dışarı çıktım. Niyetim daha evvel sevdiğim bir kişiyle daha evvel gittiğimiz bir yere gitmekti ama yolu unutmuşum. Ahhhhh... Birileriyle bir yere gittiğimde (ki bu bunca yıl hep böyle oldu!) ben genelde gevezelik ederken yanımdaki kişi bizi gideceğimiz yere götürür. Bu nedenle de yol asla aklımda kalmaz... Neyse internetten arattım (bana neresi deme söylemem), başka yere gittim o tarifle. Neyse yine iyi bir yerdi. Keyifliydi bence. Tek başıma gidiyor olmak bana, ammaaannn napcam şimdi, dedirtse de başta, ki hatta otobüs on saat gelmediği için tam kısmet değilmiş deyip geri dönüyor olsam da, otobüs geldi ve iyi ki dışarı çıkmış ve kendimi bir yerlere götürmüşüm dedim, diyorum şimdi. Yeniden sergilere de gitmeyi düşünüyorum. Önceden sıkça giderdim. Bu ay aslında yaşadığım yerde güzel sergiler varmış, yine gidebilirim.

Kitap fuarı da oldu geçen ay. Son yıllarda gitmesem de önceden en sevdiğim etkinliklerdendi. Bu yıl aslında fuarın önünden otobüsüm geçerken sonra gitsem mi diye düşünmüştüm ama sonra aman şimdi boşver diye de aklımdan geçirdim. Bunun nedenlerine bir kitap yorumu yazımın yorumlarına gelen bir yoruma verdiğim yanıtta değinmiştim aslında ama sana da özet geçeyim. Şimdi bir kere artık kitap fuarı işlerinin eski büyüsü bence kaçmış. İkinci olarak artık içerideki salonlarda değil, dışarıda açık havada standları dizip kitapları yerleştiriyorlar ki bunu hiç sevmedim, düzensiz duruyor başım dönüyor. Tamam oksijen de alalım da, kitap fuarını mı geziyorum pazardan elma armut mu bakıyorum anlamıyorum. Zaten dağınık yerleştiriyorlar stansları (en azından geçen yıl öyleydi), bir de kalabalıkta başım dönüyor. Üçüncüsü, önceden tanınmış booktuberlar olsun, bookstagramlar olsun standda görevli olurlardı da, ergen heyecanımla x abla\ abiyle tanışacağım diye kendimden geçerdim. Vaktiyle tanıştım da. Hatta bazı yabancı yazarlı kitapları bu booktuberlara not yazdırarak imzalatmıştım ahahahahha. Ay ergenliğim güzeldi bu kısmıyla şimdi, hatırladım da keyiflendim. Neyse artık bu yok mesela. Yani hem artık (doğal olarak *-*) böyle şeylere heyecanım ve merağım yok, hem de bilinen veya sempati duyduğum kişiler görevli olmuyor. İnsanlar bu işlerden çekildiler sanırım, başka hayatlar kurdular sessizce...

Sonracığıma ekonomi... Kitaplar o kadar pahalı ki, kitap fuarından kitap alacağıma internetten alırım diyorum. Sonra artık fazla bir şey tüketmemeye çalışıyorum. Hem zaten okunacak kitaplarım da var ve yukarılarda bir yerde dediğim gibi yerim yok. Zaten artık yer kirası nedeniyle mi, başka şey mi bilmiyorum, geçtiğimiz yıl bazı sevdiğim yayınevlerinin fuara gelmediğini görmüştüm. Şimdi hangileriydi hatırlamıyorum ama çoğu yayınevi en azından geçen yıl fuarda yoktu ve bu benim hevesimi kırmıştı. Bu yıl da bu nedenle amaaaannn diyerek gitmedim. Ki sonra ne göreyim... Yani orada görmedim de instagramda gördüm, hah işte çok sevdiğim yerli ve çağdaş yazarlardan sevgili Melisa Kesmez'in imza günü varmış ya... Yaaaa... :( İşte kaçırmış olmuştum ve bunun burukluğunu yaşamıştım bir süre. Melisa Hanım da İzmir'i seviyor, geliyor ara sıra aslında ama ben nedense hep onun imza günlerini geçtikten sonra görüyorum ya. Bu kaçıncı oldu vallahi yeteeerr. Bir sonrakinde kaçırmam artık inşallah maşallah.

Bu arada yukarıda ciddi duracağım ve minnoş değilim desem de kandırmıştım. İçim biraz minnoş kabul ediyorum. Hem, insanlara gülümsediğinde, eğer karşındaki de insansa, sana gülümsüyor. Hiç şaşmaz. Mesela kaybolduğumda rahatlıkla yol tarifi soran bir tipim. Böyle şeylerden asla gocunmam. O zaman neden daha atak biri değilim ki? Gerçekten sosyal ankastrem, pardon anksiyetem, falan da yok. Bende bezginlik var bezginlik. Oysa maceracı da biriyim bak gerçekkkteeğğğnnn. Sanırım yargılanma korkum var biraz. Ay o da değil. Zaten dünyanın en mükemmel insanı olduğumda bile görmeyen görmemiştir beni ahahahahha. 

Ne'm var kuzum? Dikkat et kendine üşütme bu havalarda. Ben soğuk su içmiştim şakır şukur, lıkır kıkır, şappır şuppur... Umarım bir maraz çıkmaz.

Neyse hoşça kal. Orada dur, ayrılma. Belki sonra yine gelirim. 

Bayysss.

(hah buldum! bende overthink varmış)


bir şeyler dinlemek için tıklayabilirsiniz.


Sarnıç (Sait Faik Abasıyanık) | Kitap Yorumu

Yazar: Sait Faik Abasıyanık, Yayınevi: YKY

Kitapta on altı öykü yer alıyor. Bu öykülerde genel olarak yaşamın içinden karakterler yaşamlarının bir anıyla okura görünüyorlar. Bazen Anadolu'nun bir köyünden, bazen Adalar'dan... bazen Gülhane Parkı'ndan, bazense Avrupa şehirlerinden geçip gidiyorlar kelimeler arasından. Evet, resmen süzülüyorlar. Öyle hafif, öyle doğal ve akıştan ki bu öyküler, insan sanki bir film etrafını kuşatmış da, onu izliyormuş gibi okuyor öyküleri. En azından bu öykülerin bende bıraktığı en baskın etki bu oldu: Canlılık. Ancak bu canlılık, abartısından değil, sadeliğinden alıyordu gücünü.

Bazı öyküler bireysel, bazıları toplumcu. Ama hiçbir öyküsünde yazar gerçeğin ötesine geçmemiş. Karakteri yaşadığı hayatın doğallığı içinde resmetmiş. Aslında hepsi insanlık halleri. İyi yanları, kötü yanları, çaresizlikleri, yalnızlıkları, hayalleri, buruklukları ile. Genci yaşlısı, kadını erkeği, şehirlisi köylüsü, açı toku doymayanı, okumuşu gezmişi tüccarı işçisi, Rum'u Ermenisi Lehlisi, turisti göçebesi... Hepsi insan ve öyküleri de insanlık halleri.

Benim okuduğum bu baskı 2008 yılında YKY'den çıkan 13. baskıya ait. Bu baskıda 1954 yılındaki kitabın 2. baskısı esas alınmış ve kitabın dili günümüze uyarlanarak yayınlanmış. Kitabın dili sade ve anlatım akıcı; ancak kitabın içerisinde eski kelimeler de bulunuyor. Bilmediğim kelimelerin olması benim okuma sürecimi kesintiye uğratmadı. Öte yandan belki kitabın sonraki yıllarda yapılmış daha yeni baskılarında dil daha da sadeleştirilmiş olabilir, bu konu hakkında bir bilgim yok. Ancak öyle olmasa bile, okuması zor olmayan bir kitap diyebilirim. Sade ama zengin bir dil kullanımı vardı. Hani bazen bir kitabı okumanın farklı bir keyfi olur ya... farklı bir lezzeti, işte Sarnıç'ta bu farklı tadı buldum. Bana kitap okuduğumu dolu dolu hissettiren bir kitaptı. Öykü okumayı seviyorsanız kitaba zaten mutlaka bakın derim.

Hoşça ve kitaplarla kalın.


Hıdrellez.


''Bu duayı her kim okuyorsa...

Yüzüne, gözüne, yanaklarının ucuna can gelsin. Hücreleri, midesi, içinde düşünceler dönüp duran beyni sağlıkla dolsun. Güneş kirpiklerine dokunsun, göz bebeklerinden kalbine ulaşsın. İçi ışıl ışıl parlasın.

Hayattan korkmasın. Kendini akışa hop diye bırakmayı bilsin. Neşe onu kucaklasın, başından aşağı kova kova şans dökülsün. Sevdikleri hep yanında olsun.

Kafası karıştığında, şüphe tohumları zihin kıvrımlarında oynaşmaya başladığında... gözlerini Toprak Ana'ya çevirsin. Yağmuru izlesin, rüzgara sarılsın. Her şeyin geçeceğini bilsin.

Hırsla, kibirle koşup durmak yerine hayata teslim olmanın gücünü hissetsin. Gökyüzü kadar engin, kar tanesi kadar eşsiz olduğunu hatırlasın. 

Duygularından korkmasın. Küçük bir çocuğun cesaretiyle dinlesin karnının sesini. İçine sinmeyen hiçbir şeye ''evet'' demesin. Kendini köşeye sıkıştırıp ''keşke''lerle, ''ama''larla, ''oysa''larla ruhunu çürütmesin.

Kalabalığın sesiyle arasına mesafe koysun. İhtiyacı olmayan sözlerin kalbine girmesine izin vermesin.

Meyvenin yere düşmesini beklemesin. İstiyor mu? Koparsın dalından. İştahla yesin, afiyet bal olsun.

Geceleri uykuya dalmadan önce sahip olduklarını hatırlasın. Hiçbir şeyi yok mu? Pencereden baksın. Yıldızlar hepimizin, unutmasın.

''Olması gerekenler''le ''var olan'' arasında sıkışırsa, aynaya baksın. Doğa Ana'ya, Gök Baba'ya, Dünya'ya... Aynada ona bakan gözlerin uğruna güvensin.

İnansın, tüm kalbiyle inansın: Güneşin daha parlak doğacağına, bulutların dağılacağına, yağmurun dineceğine inansın. Güzel günlerin geleceğine.

Kendine sahip çıksın. Bu bedende, bu kirpiklerin arasından dünyaya bakarken... Küçük bir çocuğun resim yapışındaki heyecanla. Usta bir şairin kalem tutuşundaki özgüvenle çizsin sınırlarını. Kendi olmaktan korkmasın.

Bu mavi dünyaya yıldız tozu gibi serpilmiş milyarlarca insandan biri olduğunu da, bir su damlasına eşsiz bir okyanus sığdırdığını da unutmasın.

Evini aradığı anlarda kalbine baksın. Kendini yalnız hissettiğinde her kalabalıkta yeri olduğunu hatırlasın.

Bu dünyada kocaman bi' yeri olduğunu, hayal edebildiği her şeyin gerçek olabileceğini bilsin.

Yüzünü güneşe dönsün. Dönsün ki tüm gölgeler arkasında kalsın...''

(alıntıdır).


Not: Bu yazıyı her yıl paylaşıyorum. Vaktiyle bir yerde görüp defterime not almış ve bloglarımın birinde (eskisinde de olabilir emin değilim) paylaşmıştım. Sonra her yıl paylaşır oldum. Kaynak belirtemiyorum bu nedenle ama zaten sosyal medyada da 5 Mayıs yaklaştı mı bu konularla ilgili her hesap yazıyı paylaşıyor, yani zaten her yerde aynısını veya benzerini görebileceğimiz bir yazı. İçime aydınlık bir enerji veren bir yazı. 

Hepimizin dileklerinin en güzel şekliyle gerçekleşmesi dileğimle. 


bir şeyler dinlemek için tıklayabilirsiniz. :)




Bazı Yazlar Uzaktan Geçer (Murathan Mungan) | Kitap Yorumu

Şair: Murathan Mungan, Yayınevi: Metis Yayınları

Bu akşamı şiirlere ayırdım. Aslında şiir kitaplarını ara ara açıp karıştırmayı, belki şiir falları bakmayı severim. Ama... bu sefer müzik açtım, kahvemi yaptım, bağdaş kurdum ve okudum. Okudum okudum okudum ve bazı beğendiğim şiirleri paylaştım. 

Şiirler böyledir değil mi? Bazılarını -belki de bazı zamanlar- içimizde tutarız. Kendimize saklarız. O şiir, kelimeleriyle, ve aslında sadece var olarak, bizimle bir çeşit sırdaş olur. Bazense, paylaşırız. Belki süreleri dolmuş sırları. Belki süreleri dolsun istediğimiz sırları...

Ne demiş vaktiyle ünlü bir dizi karakteri: İki kişinin bildiği sır, sır değildir. Şiirler de benim gözümde böyledir. Bazen içimizde, bazen dışımızda yankılanan sırlar. Hem, ''her insanın bir öyküsü vardır ama her insanın bir şiiri yoktur,'' diyor ya Özdemir Asaf. İşte bizler de, biz okurlar da, şiirlerdeki sırları fısıldayarak kendimize pay çıkarmaya çalışıyoruz sanırım. O okuduğumuz şiirde kendimize yer bulmaya çalışıyoruz. Bazen buluyoruz ve susuyoruz; bazen paylaşıyoruz. Böylece şiir, varlık buluyor. İçimizde.

Bu sefer de işte, paylaşarak yer verdim şiirlere; içimde. Kitaba dair eeen sevdiğim durum, kitabı kütüphaneden aldığım için benden önce onu okuyan kişi veya kişilerin altını çizdikleri dizelerde kendimden parçalar bulmam oldu. Benim de altını çizeceğim dizeleri benden önce başka birinin bulması tuhaf bir histi. Kitaptaki boşluklara yazdığı notlar... Sanırım o kişiye özendim. Bir şiiri olan biri gibiydi, ondan sanırım. Acaba şimdi nerede, kiminle ve nasıldır; bunu da çok merak ettim.

Velhasıl kelam, şiir güzeldir. Murathan Mungan'ın dizeleri de güzeldi. Okumaktan keyif aldım.

Hoşça ve kitaplarla kalın.


Bazı Sevdiğim Şiirler







Not: Bu kitap yorumu yazısı reklam değildir, kitap önerisidir.


Merhamet (Toni Morrison) | Kitap Yorumu

Yazar: Toni Morrison, Çevirmen: Zeynep Heyzen Ateş,
Yayınevi: Sel Yayıncılık

Sene 1690. Yeni Dünya'nın topraklarındayız. Kitap, bu dünyayı anlatıyor. Bu dünyayı, ''diğerleri'' aracılığıyla anlatıyor. Diğerlerinin yaşamı daima, sonsuz bir deniz yolculuğu gibi ilerliyor: Karanlık, sıkışık ve değişken. Öncesi veya sonrası farklı değil; diğerleri olarak görülenler için her yeni yer, bir ev olmaktan çok uzakta.

Kitabın bölümleri farklı karakterlerin ağzından anlatılıyor. Bu bakımdan benim için başlangıçta anlatıma uyum sağlamak zordu. Ancak kitap ilerledikçe aslında her karakterin kendine özgü bir anlatım tarzının olduğunu fark ettim. Bu karakterler anlatımlarında olay, zaman ve mekan sıçramaları yapsalar da, dilleri kendi dilleriydi; hangi bölümü hangi karakterin ağzından okuduğumu kitapta belli bir noktaya geldikten sonra daha rahat anlar oldum.

Köle ticaretinin sıradan karşılandığı, ırkçılığın, cinsiyetçiliğin ve dogma fikirlerin ön planda olduğu zamanlarda geçiyor kurgu. Bizi ayakkabı giymekten hoşlanan küçük bir kız çocuğu karşılıyor kitabın ilk sayfalarında. Bu kız, bir Zenci. Annesi onu korumak için bir Efendi'ye veriyor. Yeni evinde büyüyor Florens. Bu evde satın alınmış başka hizmetliler ve bir de evin Hanım'ı var. Bu Hanım bir Beyaz; ancak o da evinden çok uzağa satılmış. Çünkü o da bir Kadın. 

Evin Efendi'si ticaretle uğraştığı için sık sık uzaklara gidiyor. Evde kalan Hanım ve hizmetliler ise evin işleri ve tarımla ilgileniyorlar. Kadınlarla çalışmak daha kolay diye erkek çalışanları istemiyor Efendi. Yalnızca iki erkek çalışan var. İki Beyaz erkek; iki suçlu, iki dışlanmış. İkisi de çocukluktan beri oradan oraya satılmış, istismara uğramış, ötekileştirilmiş ve aldıkları üç kuruşa bile ses etmeden özgürlüğü düşleyen iki adam. 

Bir de demirci var. Florens'in yüreğinin kahramanı. Annesi tarafından istenmediği için çocukken satıldığını düşünen, tüm hayatını bir daha kovulmamak için sevilmeye adamış bu genç kadın için her şeyini sunabileceği tek şey bu adamın aşkı. Demirci yürek yakan birisi. Yetenekli, centilmen... üstelik özgür bir Zenci.

Lina, Sorrow, gemideki kadınlar ve nicesi... Ten renklerinden, cinsiyetlerinden, düşük sosyoekonomik durumlarından dolayı kenara atılmış olanlar. Kitap onların sesiyle yazılmış. Bu, özgürlüğü bulma öyküsü bile değil; bu, özgürlüğün iki yakasını anlatan bir kitap. Bir amaca bağlanan ruh, kendi amacına bağlanan ruh... özgürdür. Karakterlerin bazıları buna sahipti veya süreç içinde sahip oldu. Bazıları bunu istemedi. Bazılarıysa... bitmeyen gemi yolculuğuna devam etmeyi seçti. Kitabın ismi de manidar: Tüm karakterlerin, belki de tüm insanların, birbirleriyle olan bağını simgeliyor. Yaşamı ve yaşamları simgeliyor.

Kitabı sevdim. Farklı bir kitaptı açıkçası. Hem Toni Morrison'dan, hem de Afro-Amerikan Edebiyatı'ndan okuduğum ilk kitap oldu. Beni en çok memnun eden de bu oldu diyebilirim. Yeni bir yazarla tanıştığım ve farklı bir kültürün havasını soluduğum için mutluyum. Bunun dışında, çarpıcı bir konu, aslında çarpıcı da bir şekilde işlenmiş. Ancak artık yazarın anlatımından dolayı mı, yoksa çeviriden kaynaklı mı tam ayırt edememekle birlikte, anlatımda bazı kopukluklar olduğunu düşünüyorum. Yani kendimi kitaba tam olarak kaptıramadım. 

Hoşça ve kitaplarla kalın.


Popüler Yayınlar