
"Yetenekler doğuştan mıdır? Yoksa, müzik, spor gibi yetenekler sonradan öğrenilir veya çocukken okulda veya evde öğretilebilir mi?"
Aslında bu konuda bir yazı yazmayı düşünmüyordum. Zaten bu konu geçtiğimiz haftanın konusuydu. Ancak başka blogların yazılarını okurken bir bloğa bu konuyla ilgili bir yanıt yazmıştım ve o yanıtımdan ilham alarak kendi bloğuma da bir şeyler not düşmek istedim.
Belki bildiğiniz, belki şimdi öğreneceğiniz üzere ben Türkçe Öğretmenliği bölümü mezunuyum. Okuduğum alan genel olarak eğitim, özel olarak dil eğitimine yönelik olduğu için bu konuda pek tabii bazı düşüncelere sahibim.
Gerek lisans, gerek yüksek lisans sürecimde aldığım derslerimde aslında genel olarak eğitim öğretim sürecini nasıl daha etkili hale getirebileceğimize yönelik ders içerikleri ile karşılaştım. Bazı derslerimde bu yöntem teknikler, daha vurgulu ve konu alanına göre değişmekle birlikte, dersin geneline yayılmış bir şekilde ifade ediliyordu.
Zaten tüm öğretim yöntem ve tekniklerinin esas amacı öğrencileri derse kazandırmak, dersi daha etkili anlatabilmek ve konuyu somutlaştırmak, konuyu hayata yansıtmak üzerine kuruludur. Ancak özellikle de yapılandırmacı yaklaşım dediğimiz öğretim yaklaşımının benimsendiği 2000'li yıllar ve özellikle de son yıllardaki gerek öğrenci profilinin gerek çağın gerekliliklerinin değişmesiyle birlikte güncellenen anlayışlar, bizlere öğrenci temelli bir öğretim sürecini verdi. Evet aslında bu, her yaklaşım gibi, süreçteki ihtiyaca göre şekillendi. Örneğin eskiden daha öğretmen merkezli ve tek tip modellere dayalı eğitim anlayışları merkezdeyken, şimdi öğretmenin de seçimlerine ve kabullerine göre değişmekle birlikte, tercih edilen durum öğrenci merkezli modeldir. Bu da pek tabii öğrencilerin zihin yapılarına yönelik araştırmaların çoğalmasıyla gelişen bir durumdur veya bu durum, öğrencilerin zihin yapılarını araştırma ihtiyacını doğurmuştur.
Ben şimdi sizlerle Gardner'ın çoklu zeka kuramı isimli bir düşünce biçiminden bahsedeceğim. Howard Gardner dediğim gibi bu kuramı ortaya çıkaran bir bilim insanı, psikologdur. Bu kurama göre zihin ve yetenekler tek tip değildir. Her insanın belli alanlara daha çok veya daha az yatkınlığı olabilir. Gardner, kuramında bu zeka türlerini; sözel-dilsel zeka, matematiksel-mantıksal zeka, görsel-uzamsal zeka, bedensel-kinestetik zeka, ritmik-müzikal zeka, sosyal zeka, içsel zeka ve doğasal zeka olmak üzere sekiz alt başlıkta sınıflandırmıştır. Bu alt başlıklara ek olarak varoluşsal zeka alt başlığıyla dokuzuncu bir zeka türü de araştırılıyormuş.
Bunlar nedir peki? Zeka dediğimiz kavram aslında düşüncelerimizi nasıl, ne yolla düzenleyebildiğimizi bizlere gösteren bir kavramdır. Zekamız ile elde olan verileri alır, kavrar, anlar, işler ve düşünmenin daha üst boyutlarında da onu başka düşüncelere dönüştürürüz. Bu dönüştürme işlemi de bizleri eleştirel düşünme, yaratıcı düşünme gibi üst düzey düşünme yolları dediğimiz daha karmaşık, daha zihni kullandığımız ve nihayetinde yeni veriler\ düşünceler ürettiğimiz durumlara götürür. Ancak tüm bunları yapabilmek için öncelikle verileri işleme yöntemimizi sorgulamalıyız.
Yetenek, bir işi belli bir düzeyde ve yeterlilikte yapabilme, işleyebilme işidir. Yeteneklerimizi kullanırken aslında normalde yaptığımız işlerde harcadığımız işlerden daha az enerji harcadığımızı fark ederiz değil mi? İşte bu aslında o işe yönelik yatkınlığımız olduğunu gösterir. Bu yatkınlık çeşitli yollarla kişide var olabilir. Belki genetik, belki küçük yaşlardan itibaren o işe duruma maruz kalmak (yabancı dillerin konuşulduğu bir ortamda yetişmek veya resim\ müzik gibi sanat dallarının merkezde olduğu ortamda büyümek, kitaplarla iç içe yetişmek vs vs neyse artık örnek verilebilir) veya bir iş konusunda eğitilmek (erken çocukluk döneminde sadece maruz bırakılmayıp bilinçli olarak çocuğun eğitilmesi - örneğin keman, piyano gibi müzik aletlerini çok küçük yaşlarda çalmayı öğrenmek örnek verilebilir) gibi etkenler belki bu yetenek gelişiminde etkili olabilir. Bu konudaki çalışmaları derinlemesine araştırmadığımı, bunun sadece benim kendi fikrim olduğunu belirtmeliyim.
Yetenek, pek tabii yaşamdaki her hareketimizde olduğu gibi, zekamızı kullanarak yaptığımız işleri kapsar. Yani bir işe, duruma yatkınlığa sahip olmak veya süreç içinde bu yatkınlığı geliştirmek öyle havadan gerçekleşmez. Zekanın eğitilmesi ile gerçekleşir. Çoklu zeka kuramının çıkış noktası da aslında budur. Her öğrenciye doğru eğitim metodu ile bir bilgi öğretilebilir. Doğru öğretim yolunu bulmak önemlidir. Örneğin ritmik zekası gelişmiş bir çocuk sadece müzisyen olsun değildir buradaki mesele. O çocuğun sayısal zekası diyelim ki ritmik zekası kadar gelişmemiş olsun, işte bu noktada eğitim ile çocuğun yatkın olduğu alanı kullanarak yatkın olmadığı alan ve konuları ona öğretebiliriz. Matematik derslerini ritmik zekayı aktive edecek bir işleyiş planı ile işlersek, o öğrencinin o derse yönelik ilgisi en başta artacağı için tabi ki ilk etapta derse yönelik motivasyon ve güdüsü artmış olacaktır. Bunun dışında sayısal zekasının gelişmediğine yönelik önyargısı kırılacağı gibi, daha yatkın olduğu alandan bir işleyiş gerçekleştiği için dersin konularını kafasında daha rahat oturtabilecektir.
Ben tabii Türkçe öğretmeni olduğum için bunu ana dilini öğretmeye yönelik düşünmeliyim. Bir kişinin sözel-dilsel zekası çok gelişmemiş olsa bile, yani dili kullanımı yeterli düzeyde etkin olmasa bile, bu durumun sadece kitap okuyarak geçmesini beklemek yerine (ki okumak bu noktada en ama en etkili yollardandır ve gereklidir - ayrıca, kitap okuma alışkanlığının kazandırılmasında da bu yöntemden faydalanılabilinir; çünkü zaten eğitim öğretim süreci özünde bir bütündür), öğrencinin duygu ve düşünce dünyasını harekete geçirecek ve farklı zeka tiplerini kullanmasını sağlayacak bir ders planı oluşturmalıyım. Bir öykü yazımı etkinliği planlıyorsam sözgelimi, burada sadece kelimeler ön planda olmamalı. Öğrencinin kelimeleri bulabilmesi için belki görsel-mekansal zekasını harekete geçirmeliyim, belki içsel, belki doğasal zekasını.
Kaldı ki bu durum sadece ana dili öğretimi olarak değil, yabancı dil olarak Türkçe öğretimi özelinde de bu şekilde düşünülebilir. Ya da direkt olarak yabancı dil öğretimi konusunda gramer temelli bir öğretime takılıp dil gibi akışkan bir yapıyı kalıba sokmaya çabalamak yerine, yine aynı akışkanlığı öğrencinin yönetebilmesi, yani yatkın olduğu zeka türünü aktif edecek bir ders işleyiş planı ile dili akış içinde öğrenmesini (ki bu noktada dil öğretim yöntemleri de devreye girecektir) sağlamak daha faydalı bir yol olacaktır diye düşünmekteyim. Yabancı dile yatkınlık, diğer bir adıyla ''yetenek'', bir öğrencide başka bir öğrenciye göre daha baskın olabilir belki ancak her öğrenci uygun yolla dil becerisini (gerek ana dili, gerek yabancı dil) geliştirebilir.
Özetle, kişinin belli başlı alanlara çeşitli nedenlerle yatkınlığının bulunması durumunu yetenek olarak isimlendiriyoruz. Ancak yetenekler tıpkı kaslar gibi geliştirilebilirler. Bu da kişinin farklı zeka alanlarına yönelik yatkınlığı merkeze alınarak ortaya konulacak etkinlikler ve düzenli çalışmalar ile gerçekleşebilir. Yetenek doğuştandır ancak herkes her şeyi uygun ve çeşitlendirilmiş öğretim yolu ile (bana göre ve bazı yapılmış çalışmalara göre) öğrenebilir.