This Beautiful Fantastic (Bella Brown'un Harikalar Bahçesi) | Film Yorumu


Yönetmen: Simon Aboud 

Senarist: Simon Aboud

Yapımı: 2016, İngiltere


''Luna her zaman uçamazdı. İşte çok eskiden, daha dünya yuvarlak değilken... Luna ve türdeşleri ücra bir ormanda yaşarlardı. Hepsinin ufacık kanatları vardı ama uçamıyordular. Ormanlık yerde yemek ararlardı ve kendilerini çok korurlardı. Luna ailesini çok küçükken kaybetti. Luna'dan koparılmışlardı... öylece... açıklama dahi olmadan. Yuvasından çok nadir çıkardı. İşleri bilmeyecek kadar küçüktü. Çok evhamlıydı. Sadece diğer tüm hayvanlar uyurken kısaca yiyecek arayıp dönerdi. Orman ay ışığıyla doluydu. Çok cılız bir şeydi... yalnızlığı severdi. Luna, elinde harika ve çok güzel bir şey tutan hoş bir gezgini görene kadar hayat geçip gidiyordu ve... Ve bu kadar, şimdilik.''


Kaynak: Pinterest

Bella Brown'un (Jessica Brown Findlay) sıradan yaşamı bir fırtına ile alt üst olur. Bebekken doğanın ortasına terk edilmiş Bella'nın hayatta en çok çekindiği şeylerin başında, evet evet, doğa gelir. Otlara dokunamaz, kuşlardan çekinir, dallardan ürker. Dahası doğadaki kaos, dağınıklığa tahammülü olmayan obsesif genç kadın için sinir bozucudur. Ancak fırtına sonrasında dağılan arka bahçesi başına iş açar. Ev sahibinin her nedense Bella'yı teftiş edeceği tutar ve kira sözleşmesi gereğince evi temiz tutması gereken Bella'nın mülk içine dahil olan harap haldeki bahçesini de düzenlemesi gerekir. Bir ay süresi olan Bella, çok korktuğu bu bahçeyi temizlemek, derleyip toplamak ve güzelleştirmek zorundadır. Neyse ki yalnız değildir; yanında huysuz yaşlı komşusu Alfie (Tom Wilkinson), yeni aşçısı ve dostu Vernon (Andrew Scott) ve ilhamı olan genç kaşif Billy (Jeremy Irvine) vardır. Film boyunca genç bir kadının gri yaşamının çiçeklenişini izleriz.


''Sonra bir gece... ormanda bir başına... Luna, sihirli çiçekleri bulmanın yolunu bulmuştu. Kötü yaratıklarla karşılaşma ihtimali olsa bile... kaybedecek hiçbir şeyi kalmamıştı.''


Çooook tatlı bir filmdi. Uzun zamandır bu tarz bünyede çikolata etkisi bırakan, serotonin kokulu bir film izlememiştim (biraz ters mi oldu ne hahahhaha). Bella biraz Amelie karakterinin depresyondaki hali gibiydi. Sadece dış görünümüyle de değil; aslında kendini tutmadığında o da Amelie gibi hayatı romantize etmeye açık bir karakterdi. Ancak korkuyordu. Ondan daha çok küçükken o kadar fazla şey alınmıştı ki, Bella istemeye bile korkuyordu. Adım atmaya, denemeye, cesaret kelimesi için cesaret etmeye korkuyordu. Onu geren yabani otlar, saklambaç oynayan böcekler, nereden geleceği belirsiz kuşlar veya deli dolu rüzgar değildi. Onu geren, tüm bu kaosta yalnız kalmaktı. Ancak tüm bu çekincelerine karşın Bella'nın da bir hayali vardı. Hem de gerçekten güçlü bir hayal: Çocuk kitabı yazarı olmak.

Bella bir yazar olana kadar kütüphanede çalıştığını söylüyordu. Okumanın da ötesinde kitapların varlığını seven bu genç kadın, gerçekten başarılı bir kütüphane çalışanıydı. Kitapların yerlerini bilir, okurlara nazik davranır ve her sabah geç kalmalarını saymazsak işini severdi. Bir gün hayatta bir renk keşfettiğinde gözlerinde hikayesi belirdi. Yazmak istediği bir hikaye: Uçmayı öğrenen yabani kuş ile huysuz gezginin öyküsü. 

Tatlı bir film. Ben çok sevdim ve özellikle de iyiliğe, güzelliğe ve bu tip şeylerin sizi de bulabileceğine inancınızı tazelemek istiyorsanız bir bakın bence.

Ayrıca filmde Andrew Scott'ı görmek de bana eski bir dostumu görmüşüm gibi hissettirdi. Bu adamı izlemek keyifli. Yine de ona bakınca Fleabag dizisi aklıma geliyor. :(((


''Şimdi, inanmalısın,'' dedi gezgin. Ve Luna'yı dağdan aşağı itti. Luna, gezgine bağırdı: ''Bunu neden yaptın? Ben uçamam ki!'' ''Diyene bak,'' diye yanıtladı gezgin. Ve rüzgar Luna'yı dağdan yukarı kaldırdı ve süzüldü. ''Artık görebiliyor musun?'' diye bağırdı gezgin. ''Evet,'' dedi Luna. Kanatları arasında ıslık çalan rüzgarla havada süzülüyordu. ''Binlercesini görebiliyorum.'' Ve yüzyılda ilk kez, gezgin gülümsemişti.


This Beautiful Fantastic Official Trailer için tıklayabilirsiniz.

Tümünü oynat This Beautiful Fantastic (Original Motion Picture Soundtrack) için tıklayabilirsiniz.


Not: Bu film yorumu yazısı reklam değildir, film önerisidir.


Soğuk Kazı (Birhan Keskin) | Kitap Yorumu

Şair: Birhan Keskin, Yayınevi: Metis Yayınları

Kitabı okumak, bilmediğim bir şehrin sokaklarını dolaşmak gibiydi. Bence insan bir yeri en iyi, en sıradan sokaklarını arşınlayarak tanır. Şaşanın ardı nasıl ki ilk bakışta sıradan gelebilirse, sıradanın ardı da bir o kadar şaşalıdır ilkinde. Bundan olacak, en önemsiz şeyler en ilginç gelir bana. En, en halidir, doğalıdır çünkü onun. Bu kitapta da şiirler, bilmediğim bir yerin hatıralarını fısıldadı sanki bana. İstanbul'u yaşayanlar ayrı keyif alırlar bence kitaptan. Şiirler bir ithaf gibiydi. İstanbul'a; ama en çok, yitmiş bir anıya. Bu anı ki şair için, yaşanmış mı yaşanmamış mı anlamak güç. Her anı yittikten sonra biraz hayal kalır ya zaten, çok da mühim değil bu nedenle bu ayrım. Ama yine de, rüyamda tanıdığım ama uyanınca yabancılaştığım sokaklar kokuyordu bu kitap benim için. İçimden bir ses şair için de öyleydi diyor ve en çok da beni bu heyecanlandırıyor. Acaba onun için nasıldı? Şairler biraz oyuncudur. Bu nedenle bunu bilmek zor.

Yine kendine has sesiyle anlatmış Birhan Keskin. Hikaye anlatan şiirler.

Hoşça ve kitaplarla kalın.


Lola rennt (Run Lola Run) | Film Yorumu


Yönetmen: Tom Tykwer 

Senarist: Tom Tykwer

Yapımı: Almanya, 1998


''İnsan... gezegenimizde yaşayan en gizemli türdür. Cevaplanmamış soruların gizemi onda yatar. Biz kimiz? Nereden geldik? Nereye gidiyoruz? Bildiğimizi sandığımız şeyleri nereden öğrendik? Neden inandığımız bir şeyler var? Bir yanıt arayışında sonsuz sorular. Her yanıt beraberinde yeni bir soru getirecek... Ve bir sonraki yanıt başka bir soru olacak ve bu böyle sürüp gidecek. Ama en sonunda hep aynı soru çıkmaz mı karşımıza? Ve hep aynı yanıt. Top yuvarlaktır. Oyun doksan dakikadır. Bunlar bilinenler. Bundan başka her şey teoridir.''


Kaynak: Pinterest

Lola (Franka Potente), sevgilisi Manni'den (Moritz Bleibtreu) acil bir durum için telefon aldığında bir an bile durmadı. Bir çeteyle ortak olduğu işi batıran Manni, metroda kaybettiği yüklü miktardaki parayı bulmak zorundadır. Aksi halde bedelini canıyla ödeyeceğine emindir. Bu telefondan sonra Lola ve Manni için kuantum evrenindeki olasılıklar açığa çıkar. Karakterlerin yaptıkları her bir eylem, geçtikleri her bir sokak, değdikleri her bir insan... onların kaderini değiştirecektir. Film boyunca bir an bile durmayan Lola'nın çözüm arayışında yaşadığı üç farklı senaryoyu izliyoruz.

Filmi izlemek uzun zamandır aklımdaydı. Ancak her nedense geçenlerde filmin ismi resmen dilime dolandı. Belki de temmuz ayında olmamızdan mütevellit, yine Moritz Bleibtreu'nun başrolde olduğu Im Juli (Temmuz'da) isimli filmin aklıma gelmesinden dolayı, bu film de ben de serbest çağrışım yapmış olabilir. Süresinin de kısa olduğunu görünce dedim artık izleyeyim.

Filmin açılış sekansında filmde vurgulanan paralel senaryo teması anlatılmış. İnsanlar bir arada yaşadıkları bu küçük mavi gezegende, bir şekilde birbirlerinin yaşamlarına etki ediyorlar. Bunu kelebek etkisi şeklinde adlandıranlar da var. Buna göre bizim yaptığımız veya yapmadığımız her bir eylem, söz, hatta düşünceler; sadece bizim kendi yaşamımızı değil, başka insanların hayatını da etkileyebilir. Onları varlıklaştırabilir yoksullaştırabilir, aşkı buldurabilir ayırabilir, kavga ettirebilir dost edebilir... hatta canlarından olmalarına bile sebep olabilir. 

Attığımız her adım, bir başkasının adımını geciktirir ya da hızlandırır. Söylediğimiz veya sustuğumuz her kelime, başkasının kararını geciktirir ya da hızlandırır. Olacak olan bir şekilde olur mu... Bazen evet, bazen başka bir olasılık dahilinde evet, bazense hayır. Biz bir seçim yaptığımızda, başkasının seçimine de dolaylı veya doğrudan yollarla etki etmiş oluruz ve hayat seçimlerden ibaret bir oyun alanı olduğu için, başkalarının yaşamında da etkimiz gözlenir. Aynı şekilde bundan biz de muaf değiliz. Bir başkasının seçimi de bizim yaşamımızın yönüne etki eder.

Lola'nın sahnelerine eklenen bilgisayar oyunu tarzındaki animasyonları da sevdim. Tabi film eski tarihli bir film olduğundan dolayı bu sahnelerde de o eski olma hali belli oluyor ancak ben o nostaljik hissettiren (eski bilgisayar oyunu grafiklerini kastediyorum) havayı da sevdim.

Sürükleyici ve özgün bir işleyişe sahip, güzel bir filmdi. İlginizi çektiyse öneririm. Ayrıca Lola'nın tarzına da bayıldım.

Hoşça kalın.


Filmin fragmanı için tıklayabilirsiniz.

Run Lola Run Soundtrack için tıklayabilirsiniz.


Not: Bu film yorumu yazısı reklam değildir, film önerisidir.


Dokunuş.

 

Bir film izlemiştim. Orada bir sürü ana karakter vardı. Ama benim gözümde bir biri, bir diğeri gölgeleniyordu. Sanki bir kalemle, hatları belirginleşip solarmış gibi. İzleyen, içselleştirdiğini merkez yapar. Kendi merkezi, filmin merkezi olur; filmi o merkezden izler.

Ben de herkesim ve herkesin yaptığını yaptım. Kendime yakın bulduğuma baktım en çok. En çok o karardı, karardı karardı ve belirgin oldu. Kendi varlığı silindi de sanki, ben onu kendi gözümle gördüm. Olduğu haline kendimi kattım, bu nedenle filmi unutsam bile, o karakterin en az bir an'ı bende bir karanlık nokta olarak kaldı, kalacak.

Bu karakter bir nehirden bahsetmişti. Sandalın içine uzanıp, bu nehirden bulutların yolculuğunu izleyeceğini haber etti en yakındaki karaktere. Rüzgarın değişen sesini ve renklerini bu sandalın yolculuğuyla duyacağını, duymayı istediğini söyledi. Yoksa duramayacağını. O an o karakteri çok sevdim.

Sakinleştiren bir müzik açtım. Amacım sakinleştiren bir müzik açmak olmasa da, açtığım buydu. Sonra da şiir okuyayım dedim. Şiiri en çok akşama yakıştırırım. Sonra kendimi bir nehirde hissettim o karakter gibi. Rüzgarın değişen dokunuşunu hissettiğim bir nehir. 

Belki de hayat, bir rüzgarın esişinden ibarettir. Dikkatli bakarsan her şeyde, rüzgarın çarpışını görürsün. Hızlı hızlı, usul usul. Sen anlamadan, çarpar geçer.

Sanırım nihayet Dünya'dayım. Kendi ideal dünyamın var olduğuna inanmak istemiştim. Oysa Dünya, dünyadır; tüm rüzgarlarıyla. İnsan kendini kandırmamalı veya avutmamalı. Günün sonunda hepsi aynıdır.

Aynı olmayan tek şey, kendi rüzgarını görmek, duymak, yaşamak. Belki de bu, ideal bir dünya sanrısından çok daha etkilidir. Belki de bu, milyarlık dünyaya çam sakızı çoban armağanıdır. Ya da onun bize.


Y'ol (Birhan Keskin) | Kitap Yorumu

Şair: Birhan Keskin, Yayınevi: Metis Yayınları

Kadın şairleri okumayı ayrı bir seviyorum. Onların dizelerinde seslerinin yankısını duyuyorum sanki. Hem derinden, hem yakınımdan bir yerden. Tutkulu, baskın ama bir o kadar hafif. Yağmur gibi, su gibi, volkan gibi, taş toprak, çığlık, dans... tutulmuş, kaybolmuş, umulmuş sözler gibi. Bu dizeleri okumak bana ilham veriyor. Kendi sesimin gölgesini görüyorum sanki bu satırlarda. Hislerim bir araya gelip bu satırlara boşanıyorlar. Sevdiğim dizeleri sesli okumayı severim. Sevgili Birhan Keskin'in pek çok dizesini, pek çok akşam kendi sesimden duydum. Bu kitabındaki dizelerinde de şair, yoldaki oluşlarını anlatmış. Çok sevdim. 

Hoşça ve kitaplarla kalın.


Boyalı Kuş (Jerzy Kosinski) | Kitap Yorumu

Yazar: Jerzy Kosinski, Çevirmen: Aydın Emeç,
Yayınevi: E Yayınları

Kitap, İkinci Dünya Savaşı sırasında geçiyor ve okuruna bir çocuğun gözlerinden acıyı deneyimletiyor. Saf, katıksız bir acı bu. Ana kahramanımız henüz altı yaşındayken savaş patlak veriyor. Zor günlerin kapıda olduğunu anlayan ailesi, oğullarını daha güvende bir yaşam sürmesini umarak bir köye yerleştirmek üzere bir adama teslim ediyorlar. Savaş bittikten sonra oğullarıyla yeniden buluşmak umudundalar. Ancak savaşın, tüm planların ötesinde bir alt üst olma hali olduğunu hesap edemiyorlar. Çocuğun yanına verildiği yaşlı kadın kısa sürede ölüyor. Böylece kara saçlı kara gözlü küçük kahramanımızın oradan oraya sürüklendiği, acıyı gördüğü ve deneyimlediği dört yıllık göçebe yaşamı başlıyor. Dış görünüşü geçtiği köylerin sarışın insanlarından oldukça farklı olan bu kahraman, sırf Yahudi ve çingenelere benziyor diye her gittiği yerde hor görülüyor. Kendi yaşadığı zorluklar bir yana, insanların uçsuz bucaksız kötülükleriyle de tek başına tanışıyor.

Kitabın ismi de oldukça etkileyici ve anlamlı. Ana karakterin gezdiği köylerden birinde yanında kaldığı bir kuşçu bulunuyor. Bu adam kuşları yakalıyor ve bazen sadece keyif için onları boyayıp serbest bırakıyor. Boyanmış bu tutsak salınmadan evvel türdeşlerinin toplanması için ötmesine izin veriliyor. Yeterince kuş toplanınca boyalı esir serbest bırakılıyor. Renkli tüyleriyle türdeşlerince tanınmayan kuş, diğer kuşlar tarafından yabancı bir tehdit olarak görülüp öldürülüyor. İşte boyalı kuş da bunun hikayesini anlatıyor.

Bu, çok zor bir kitap. Zor bir kitap olduğunu bildiğim için okumayı yıllarca erteledim. En son birkaç yıl önce bir sonbahar\ kış zamanı kitaba başlamaya niyet etmiştim. Yukarıdaki fotoğraf da o zamandan kalma. Ancak havanın puslu olduğu o günlerde bile kitabı okumaya elim varmamıştı. Şimdi bu bunaltıcı yaz gününde böyle ağır hisler veren bir kitabı okumam biraz ilginç oldu ama yine de kitabı nihayet okuduğum için memnunum.

Kitabın son kısmında Yayımlanışının Onuncu Yılında Boyalı Kuş'un Serüveni başlıklı bir yazı yer alıyor. Bu yazıda yazar, kitabı yazma nedenini ve kitap basıldıktan sonra yaşadığı zorlu süreci anlatmış. Kitap otobiyografik özellikler taşısa da, kitabın ana karakteri bizzat yazarın kendisi değil. Sadece yazarın yaşamından izler taşıyor diyebiliriz. Yazar da İkinci Dünya Savaşı'nın başladığı yıllarda henüz bir çocukmuş ve tıpkı ana karakter gibi ailesinden uzak bir süreç geçirmiş ve yaşadığı bir travmanın etkisiyle bir süreliğine konuşma yetisini kaybetmiş. Ancak kitapta otobiyografik ögelerin yer alması kısmının vurgulanmasını pek de istemiyormuş kendisi. Çünkü o aslında sadece savaşın tahribatını anlatmak istemiş. Bunu sadece bir yazarın yaşamının anlatısına indirgemek yerine, okurların kitaptaki çocuğun herkes olabileceğini idrak etmelerini hedeflemiş. Bu kitabı yazma nedeni de tam olarak buymuş. 

Eşi ile birlikte çıktığı İsviçre seyahatinde görmüş ki, savaşı uzaktan takip edenler savaşın yıkıcı etkisini tam olarak anlayamamışlar. Kitabı bir çocuğun gözlerinden, kendi ana dili olmayan bir dili kullanarak (İngilizce), oldukça yalın bir şekilde anlatmak istemiş. Coşkunluktan uzak, sadece gerçeği yazmak. Çünkü savaş zaten yoğun bir kavram. Nitekim bunu başarmış da. Kitap hem yazarın hedeflediği gibi oldukça yalın, hem de bir o kadar çarpıcı. Bu anlatılanları bir çocuğun yaşaması ise onu çarpı binlerce kat daha etkileyici kılmış. Öyle ki, kitaptaki bazı sahneleri çok zorlanarak okudum. Tüm bunları değil bir çocuk, hiç kimse yaşamamalı, şahit olmamalı. Çok ama çok üzücü.

Kitap ilk önce Birleşik Devletler ve Batı Avrupa'da basılmış. Doğu Avrupa'daki devletlerde kitaba yönelik bir linç ortamı oluşmuş. Kitabın basılması yasaklanmış, hatta yetmemiş yazar ve ailesi defalarca sözlü ve fiziksel tehdit edilmiş. Yine de, 1965 yılında yayımlanmış bu kitabın günümüzde bile hala ses getiriyor olması, yazarın bir şeyleri doğru yapabildiğini gösteriyor diye düşünüyorum.

Çok etkileyici bir kitap ama okuması konusu itibariyle ağır gelebilir.

Hoşça ve kitaplarla kalın.


Ortadan Kaybolan Fil (Haruki Murakami) | Kitap Yorumu

Yazar: Haruki Murakami, Çevirmen: Ali Volkan Erdemir,
Yayınevi: Doğan Kitap

Okuduğum kitaplarından ulaştığım çıkarımlara göre Haruki Murakami, seçtiği belli başlı imgelerden yola çıkarak o imgenin kendisinde uyandırdığı hisleri kurgulaştıran bir yazar. On yedi öyküden oluşan bu kitabında da bu işleyişi merkeze alarak öykülerinin anlamsal çatısını oluşturmuş. Kendisi genelde bir andan yola çıkarak başladığı kurgularına, okuru da bir gözlemci olarak davet ediyor. Kitapta yer alan öykülerin tamamı, zaten başlamış olayların anlatımından oluşuyor. Okurun okuma eylemi süresince diri kalan merakı ve kurguların sürükleyiciliği de bu etkileşimli okuma deneyimi havası verilen tarzdan ileri geliyor diye düşünüyorum. 

Okurun okuma süresince sanki bir kamera gibi olayların takibini yapması, okura hem 'orada bulunma' hissini deneyimletiyor, hem de aslında öykülerdeki olaylar hem fiziken hem düşünsel düzlemde yaşanıp bitmiş olduğu için sonucu değiştiremeyeceğini bilmenin gerilimiyle yazarın düşün dünyasını merak ederek öyküleri hızla okuyoruz. Bu perspektiften baktığımızda öyküler gerçekten de okuru peşinden sürüklüyorlar.

Yazarın imgelerden yola çıkması aslında şekillenmemiş düşüncelerini yazı yoluyla belirginleştirmesine katkı sağlıyor gibi görünüyor. Bu kitabında okuduğumuz öyküleri de dahil olmak üzere kurgularının genelinde (çünkü tamamını henüz okumadım) bir düşsel hava hissettiriliyor. Okuru yazarın anlatımına çeken veya iten durum da temelde bu. Aynı şekilde yazara 'Haruki Muraki isimli bir yazar olma' sıfatını, yani özgünlüğünü, veren de benimsediği bu tarzı.

Bu tarzını genel olarak sevmekle birlikte, düşüncelerini en azından büyük oranda yazma anında şekillendirdiğini düşündüğüm için kurgularında dağınık bir hava seziliyor. Bu öykülerde de durum farklı değildi. Bu dağınıklığa sebep olan durumun yazarın soyut anlatımı olduğunu düşünmüyorum. Asıl sebep, somut durumları öykülerine yedirememesi olarak öne çıkıyor.

Çehov'un tüfeği veya silahı şeklinde bir terim vardır. Buna göre bir anlatıda yer alan her öge, anlatı boyunca mutlaka kullanılmalıdır. Yani bir anlatıda duvarda tüfek asılıysa ve yazar\ yönetmen bunu belirtiyorsa, o tüfek anlatının bir yerinde mutlaka patlamalıdır. Aksi halde anlatıya hizmet etmeyen her detay, aslında anlatımın dağınık olmasına ve anlam olarak düşüklüğüne yol açar. Bazen bazı gereksiz detaylar için ''ne mana'' yorumu yapabiliriz. Gerçekten de anlatıya hizmet etmeyen bazı detaylar anlatımı zenginleştirmek yerine, asıl verilmek istenen iletilerin önüne geçer. Murakami'nin öykülerine yönelik getireceğim olumsuz eleştiri de gereksiz ayrıntılara çok yer vermesine yönelik. Bu öyküler ana iletilerine hizmet etmeyen ayrıntılardan ve amiyane tabirle aralara sokuşturulmaya çalışılan sahnelerden arındırılsa, duru halleriyle çok daha etkileyici olabilirlermiş.

Kitabı sevdim ama bayılmadım. Öyküler sürükleyiciydi, bitirene kadar merakla okudum. Gerilim ögeleri öykülerin başından sonuna kadar diri tutulmuştu. Ancak dediğim gibi gereksiz ayrıntılardan arınmış halleriyle bu öykülerin daha başarılı olabileceğini düşünüyorum. Kitapta en beğendiğim öyküler ise; Uyku, Lederhosen, Ambar Yakmak, Yeşil Canavar, Aile Meseleleri, Dans Eden Cüce, Sessizlik idi. Ayrıca Ambar Yakmak isimli öykü 2018 yılında Lee Chang Dong'un yönetmenliğinde Burning (Şüphe) adıyla beyaz perdeye uyarlanmıştı. Öyküdeki bazı detaylar değiştirilmiş olsa da, öykünün genel havasını başarılı bir şekilde yansıtan bir uyarlamaydı. İlgilisine önerebilirim. 

Kitaba ismini veren son öykü Ortadan Kaybolan Fil ise yine ilginç olmakla ve kitaba isim olarak çok yakıştırmamla birlikte, bende yeterli düzeyde etkilenme hissi oluşturamadı. Yine de yazar kitabına bu öyküsünün ismini seçmekle bence doğru bir karar vermiş, çünkü ilgi çekici.

Hoşça ve kitaplarla kalın.


Popüler Yayınlar