Bir şarkıyı keşfetmek.

 

En sevdiğim şeylerden biri şarkı keşfetmektir. O keşfettiğim an içimi aydınlatan bir şarkı. Üzücü olsa da, bana sarılıyorsa sorun yok. O şarkıyı keşfettiğim o ilk günlerde bazen bıkana kadar dinlerim. Bazen buna cesaret edemem. Gıdım gıdım, korkarak dinlerim. Çünkü o anki hislerimi ona yüklemek istemem. O olayla onu bağdaşlaştırmak istemem. Bu, mutlu bir olay olsa da, sonra o şarkı ya beni üzerse! Güzelim parçaya yazık olmaz mı?

Bazı şarkılar vardır. Yazamadığım günlerde bile bana kucak açar. Hiçbir olaya bağlı olmayan, hiçbir hissi mühürlemeyen... sadece sığındığım şarkılar. Sanki dışarıda aniden bastıran bir çeşit sağanak vardır ve ben ondan kaçarken, bir dam altına sığınır gibi bu şarkıyla beklerim. Beklerim ki geçsin. Beklerim ki geçmesin, hani bazen de...

Bazense, keşfettiğim yeni bir şarkı bana eskiden dinlediğim şarkıları yeniden keşfettirir. Aaaa ben bu şarkıyı biliyorum! olurum. Ne dinlerdim bu parçaları... Acaba dinlerken ne düşünür, ne hissederdim? Neyi hayal ederdim? Bazıları yıldızlara yazdığım hislerimi anımsatsa da, bunları bugünümde adlandıramam. Zaman, şarkıyı arındırmış olur. Bazen bu kadar büyüüük anlamlar da gerekmez. Zaman, o şarkıyı benim için saklar ve bir anda karşıma çıkarır. Sonra da, bu şarkıcı nerlerde ya kaybolmuş derim.

Müzik, iyi ki var. Bence müzik, bu dünyanın sihrini taşımanın bir yolu! 

Veya gerçeğine katlanmanın. Her neyse.


bir şeyler dinlemek için tıklayabilirsiniz.

bonuussss, tabii ki.


Sır olmayan şeyler.

 

Gece yolculuklarını hep daha çok sevmişimdir. Malesef bu zamana kadar sınırlı sayıda gece yolculuğunda bulundum ancak hepsi de çok özel ve güzeldi benim için. Aslında gündüz daha çok yer görürüz ve havanın, belki birileriyle birlikte olmanın, belki de sadece bir yerlere varma beklentisinin daha çok bilincinde yaparız yolculuğumuzu. Bazıları yolculuğu genel olarak sevmez. Bense, bazen sadece yolda olmayı seviyorum. Hatta hayatım koca bir yolculuk olsun istiyorum. Tabii aralarda bir yerlere konmak, hatta seversem kalıcı kalmak istiyorum. Ama asıl isteğim, yolda olmak. Sanırım dizginlenemez bir ruhu zapt etmenin huysuzluğu içindeyim.

Gece yapılan yolculuklarda sadece yolu görür, yolu bilirsin. Belki de bu nedenle, en çok bu nedenle, gece yolda olmayı seviyorum. Buram buram yol olduğu için. En son geçen yaz bunu yaşamıştım. Gökte kocaman bir dolunay vardı hatırlıyorum. Yol kavşaklardan dönerken, ona el sallardım (içimden). Ay, heyecanıma şahit olurdu. Tüm o yollar akıp giderken, gezgin Ay'ı geride bırakmanın coşkusu içindeydim. İşte bir zafer! Seni geçtim gezgin Ay, nolduuuu. Gittiğim yeri sevmemiştim. Hemen dönmek istedim. Hemen döneyim, yola. Eve değil, yola döneyim noluuurrr.

Gözlerimi kapatıyorum. Kendimi hayal ettiğim bir yer var. Sana orayı betimleyebilirim ama böyle yaparsam büyüsü kaçar diye korkuyorum. Hem zaten her gözümü kapatışımda, belki de her göz kırpışımda, farklı bir yer beliriyor gözümün önünde. En baskını bir tanesi. Rüyalarıma benziyor. Henüz görmediğim, göremediğim rüyalarıma. Orada olmayı dünyadaki her şeyden daha çok istiyorum. O anı yaşamayı tüm ruhumla istiyorum. Çok basit bir şey. Bence olur.

İnsanın beş duyusunun ötesinde bir şeyler var sanki. Sana dün demiştim ya hani, gece havası gözlerimi kapattığımda varlığıma doluyor gibisinden... Sadece gece değil. Ferah bir akşam havası da aynı. Durduğun ve dikkat kesildiğin her hava aynıdır (nemli değilse hah-ha). Arkada ezan sesi. Gökyüzü son turuncusunu tutmuş, birazdan onu da bırakacak. Hava usulca esiyor, tam o hava... bahar havası. Yavaş yavaş ışıklar yanıyor. Yerdeki yıldızlar. Her evin bir yıldızı olsa keşke, en az bir yıldızı. Her sokağın, her köşenin yıldızları... Gökteki yıldızlar son ışıkların pusuna gizlenmiş. Bu beni küçüklüğümden beri hayrete düşürür. Bu müthiş saklanışları. Tek bir yıldız milyarlarcasını örter, ne garip (aslında değil, neyse).

Tuttuğumuz taşları bıraktığımızda, bir astronota döneriz (şşşş, bu bir sır değil). Tüm evren içimizde serilir. Dünya beş duyunun ötesindedir. (Yine de beş duyumu daha çok beslemek istiyorum, yoksa dünyaya çakılırım).

Bana sır olmayan bir şey fısılda sevgili okur, senin için saklarım. Söz!

Hoşça kalın.


bir şeyler dinlemek için tıklayabilirsiniz.


Not: Sanırım gün batımı yolculukları daha güzel. Aniden buna karar verdim! Sonra da... bir yere varmak. Güzel bir yere.

Not 2: Hostes olsaymışım keşke, şimdi aklıma geldi. Gezerdim, üstüne para kazanırdım (zorlukları pas geçtim evet).


Gece. Ve ben.

 

Gecenin bana iyi gelen, beni teskin eden bir yanı var. Hele de gece havası. Böyle usul usul tenime değiyor ya, bazen başımın sızladığını bile anca o zaman anlıyorum. Böyle anlarda ne Ay'a, ne de yıldızlara bile gerek yok. Gece, kendine has sesiyle bana sarılıyor, sarılıyor. Sanırım en çok da bu nedenle onu seviyorum.

Dün akşam bir film izlemek istemiştim ama... Sanırım canım o kadar da istememiş. Bir film listem var o ayrı, yine de pinterestte ve ınstagramda karşıma filmler çıkınca dayanamıyor onları da kaydediyorum. Yine bunlardan birini izleyecektim. Taaa öğlen karar vermiştim. Sonra akşamın ilk anlarında, yok ben bilindik sularda yüzeyim, bizim Amelie'yle rastlaşalım dedim. Amelie'yi çok severim. O filmi düşündüğümde bile bazı sahneleri zihnimde canlanıyor. Yine de onu da izlemek istemedim çünkü canım kahve içmek istedi. Dur ben kahve içerim birazdan, bırak şimdi filmi dedim. :)

Kahve de içmedim ama yeni bir kitaba başladım. Önce Yıldız Tozu'ndan devam edeyim dedim. Daha giriş sayfasından yüreğim pır pır oldu. Hatta birazdan hikayemde de paylaşırım, hımmm havalı duruyor bu çizimler dedim. Paylaşmadım. Zaten kitabı da okuyamadım. Nedense kafamı veremedim işte. Önce müzikle okuyordum, dedim acaba ondan mı... Sonra müziksiz okuyayım dedim, yok, daha öykünün başladığı mekanı kafamda canlandıramıyorum (bir de detaylı anlatılmış üstüne). Bu kadar renkli bir kitabı oku geç yapamam, dursun kenarda, romantik yanım yanıp tutuşurken yhhaaaa demek için okurum bunu dedim. Sonra...

Kitaplığa baktım baktım. Koca kitaplıkta kitap bulamayacağım diye çok korktum. Hani bazen film izlemek istediğinde de olur ya, izleyecek film ararken çok zaman geçer ve hevesin kaçar da bir şey izlemezsin. Öyle olacak sandım. Olmadı. Devam eder miyim şimdi bilmemekle birlikte, Agatha Christie'nin Yedilerin Gizemi isimli kitabına başladım. Kitabı elime alıp biraz inceledim önce. Hey gidi, dedim. Çünkü bu kitabı asırlar önce bir kitap fuarından almıştım. Hatta kitabı bile benim yerime başkası seçmişti, tanımadığım bir kız. Agatha Christie okumayı çok seviyordum o sıra ama okuduğum tüm kitaplarını kütüphaneden okumuştum. Elimde sevdiğim bu yazarın kitaplarından olsun istesem de, bir türlü hangisini seçeceğime karar veremiyordum. Kızın nasıl göründüğünü, ne konuştuğumuzu hatırlamasam da, o stantta kitap bakan ben yaşlarda bir kız daha vardı. Ona dört beş Christie kitabı seçtirmiştim, evet hepsini ona seçtirmiştim ahahahah, sonra da o kitapları almıştım (o yıllarda fuarın tadı vardı, birileriyle ve yalnız birden çok kez giderdim). Agatha'nın her kitabını severim diye düşündüm herhalde, ondan takmadım. Kız da şaşırmıştır muhtemelen. Benim için hoş bir anı hala daha. Sonra kızla Agatha kitapları hakkında da konuşmuştuk sanırım. Acaba şimdilerde neler yapıyor, hala Agatha'dan okuyor mu?

Sonra... bir cumartesi akşamı yatağında uzanıp öylece, sessizce ve kalbindeki bu tatlı hatırlayış hissiyle kitap okumanın ne hoş olduğunu düşündüm.

Sonra geçti. Tüm fazla hislerim. Kitap okumak insanı gerçekten sakinleştiriyor olmalı.

Gündüz bu hissi alamıyorum ama. Gece başka. Gece sanki, adını tam koyamasam bile, sadece bana ait olan bir şeylerin varlığını hissetmemde bana yardımcı oluyor. Daha umutlu, daha inançlı, daha kendim oluyorum. Daha güçlü hissediyorum. Bazen ağlasam bile, bazen iyi hissetsem de, bazen korksam da, bazen kırgın olsam da, bazen bir şeyleri çok istesem de, bazen her şeye yüz çevirsem de... gece bana kendimi hep güçlü hissettirir. 

İnsanlar genelde her yeni günün, gün doğumunun, umut verdiğini söyler. Oysa, tam öncesi daha güzeldir benim için. Çok çok uzun süredir bunu yapmadım ama... Bir yıl özellikle alarm kurup bunu yapardım. Hiçbir nedenim yokken evet, sabaha karşı kalkıp geceyi izlerdim. Yıldızlar henüz kaybolmamışken... güneş henüz bizlere gülümsemiyorken... kuşlar uzaklarda, insanlar sessizlikteyken... sadece ben vardım, bir de gece. Yani sanki, öyle gibiydi. Öyle büyülü. Sonra yıldızlar tek tek kaybolurken, sesler başlardı. İnsanlar güneşle birlikte uyanırdı. Hayat uyanırdı. Böyle anlarda hüzünlü bir yan bulan bir yanım var. Bu tam olarak ne açıklayamasam da, ben bu andan bir an öncesini hep daha çok sevmişimdir. Neden bilmem.

Belki de bundan olacak, gün batımlarını da doğumlarından daha çok severim. Gün doğumu derli topludur sanki. Oysa gün batımı, dağınıktır. Son ışıklar her yere saçılır. Gün doğumu naziktir. Tatlı bir esinti gibi usulca gelir. Gün batımı ise şenlikli oynamalı gider. Ben gidiyorum ahali, hoşça kalın der gibi. Tüm haşmetiyle.

İki güneşi olan bazı gezegenler varmış. Nerede okumuştum veya görmüştüm hatırlamıyorum. Ama uzayla ilgili her şey ilgimi çeker. İki büyük enerji kaynağına sahip bir gezegen. Hep ışıl ışıldır herhalde.

Küçükken Amerika benim için fantastik bir yerdi. Burada geceyken orada gündüz, orada gündüzken burada gece olduğu bilgisini bir yerden edinmiştim. Artık ne sanıyordum bugün tam anımsamamakla birlikte, burada güneş battığında orada bir anda ceee eeee yaptığını (ah tabi tam olarak böyle ifade etmezdim bebek de değildim ya sonuçta!) düşünüyordum. Sanki burada battığı an orada beliriyor gibi. Dünyanın dönmesiyle değil de, ışınlanmayla gibi falan ahahahah.

Hala daha bazı ülkelerin bizden saatler önce veya sonra yeni yılı karşılamaları bana garip gelir (tabii bugün artık ışınlanan güneş'e inanmıyorum).

Güneş'imiz hep parlasın. Yoksa gecenin güzelliğini anlamazdık. Ve gece çooook üşürdük, vallaa.


bana gün doğumundan hemen öncesini anımsatan bir parça.


Çiçeklenmeler (Melisa Kesmez) | Kitap Yorumu

Yazar: Melisa Kesmez, Yayınevi: İletişim Yayınları

Çiçeklenmeler, karanlıkta bekleyen bir potansiyelin toprağı yarıp yeryüzünde var olma hikayesini anlatıyor. Türkan, yirmi dört yıllık eşi Orhan'ın ölümüyle birlikte büyük bir boşluğa düşer. Bu zor zamanlarında yanında ona yoldaşlık eden bir görümcesi Ayşe, bir de anıları vardır. Bu anılar Türkan'ı rahatlatmaz; aksine onu sıkar, kafasını karıştırır, bunaltır. Tam bu noktada, daha fazla böyle yaşayamayacağına karar verir Türkan; çünkü zaten çok uzun bir süre böyle yaşamıştır. Bekleyerek, neyi beklediğini bile unuttuğu bir ömrü yıllarca yaşamıştır.

Türkan henüz çocukken annesi vefat eder. Yeniden evlenen babası, Türkan'ı teyzesi ve eniştesinin evlerine bırakır ve bir daha kızını görmeye hiç gelmez. Türkan'ın yeni evi artık burasıdır. Hem annesini, hem de babasını kaybeden Türkan, içindeki boşluğu Orhan'a olan hayranlığı ile doldurmaya çalışır. Orhan Türkan'ın çocukluk aşkıdır. İlk görüşte aşık olmuştur Orhan'a. Genç kızlık hayranlığı hayalleriyle süslenir ve büyür de büyür içinde Türkan'ın. 

Orhan kendine bir yaşam kurar, aşık olur, hatta evlenir. Türkan da bir hayat kurmak ister ama içinin bir yanı hep Orhan'dadır. Bir gün kader onları bir araya getirir. Orhan ikinci evliliğini Türkan ile yapar. Ancak bu onun için yalnızca mantık evliliğidir. Yıllar boyunca çok iyi anlaşır bu ikili ancak hiçbir zaman bir aile olamazlar. Orhan'ın vefatıyla birlikte en yakın arkadaşını, hayatta içinde en büyük payı verdiği kişiyi yitirmenin üzüntüsünü yaşar Türkan. Bir de... yaşamına başlama zorunluluğunu duyar içinde. Artık hissettiği en büyük his beklenti değil, hüsrandır. Çünkü Türkan artık kırk sekiz yaşındadır. Aynı sokaklarda, aynı insanlarla, hiç çiçeklenmeden geçmiş koca bir ömür sürmüştür.

Bu boğucu his ile birlikte Orhan'ın yıllarca tamir etmeye çalıştığı karavana atlar, yollara çıkar. Her yenilik gibi, yolda başlar Türkan'ın öyküsü de. Bu yolda hem kendini, hem de ona yoldaşlık edecek insanları bulur. Çiçeklenmeler, tomurcuk veren bir yaşamın öyküsünü anlatır biz okurlara.

Kitabı çok sevdim. Zaten sevgili Melisa Kesmez, bana çok tanıdık gelen hisler ve kelimeler kullanan bir yazar. Son iki kitabında uzun öykü ve ufaktan roman tadında kurgular yazıyor. Hala daha kendisinin öykü türüne daha yakın olduğunu düşünmekle birlikte, kurgularını daha detaylıca ve karakterlerini hem daha uzun süre hem de daha derin ve detaylı okuyabildiğim için mutluyum. Bu kitapta da ana karakter olan Türkan'ın hikayesi ön planda olsa da, onun yaşamıyla yolu kesişen Ulaş başta olmak üzere diğerlerinin hikayesini de okumak güzeldi. 

Yazarın bu kitabında beni ayrıca şaşırtan durum ise, kitaptaki bazı sahne ve düşüncelerin çok benzer şekilde bizzat benim de gerek buradaki yazılarımda, gerek bazı kurgularımda yer almasıydı. Sanırım bağ kurduğumuz yazarlarla aramızda his ve düşünce anlamında dünyayı algılayış benzerlikleri de olabiliyor. Melisa Kesmez de benim için böyle, düşünce dünyasını kendi düş dünyama çok yakın bulduğum, bir yazar. Belki de bu aşinalık nedeniyle ne yazsa okuyabilirim.

Sade bir anlatım, tanıdık bir hikaye. Ancak derin ve okurda yeni pencereler açabilme potansiyelinde, bir öğleden sonra kahvesi gibi insana iyi gelen bir kitap Çiçeklenmeler. Ben çok sevdim.

Hoşça ve kitaplarla kalın.


Aşk.

 

Hep, bir şeye yetişmem gerekiyor gibi hissettim. O şey ne bilmiyorum. Belki de kendime. Sanki, biri olmam gerekiyormuş gibi. Bir şey olmam gerekiyormuş gibi. Ve sanki, ancak bundan sonra yaşamım başlayacakmış gibi.

Kişisel hesabımda arşivlediğim fotoğraflarıma baktım. Sonra onları yeniden yayınladım. Zaten neden arşivlemişim ki? İnsanın bir miladı mı olmalı illa? Yani şu noktadan öncesi yok, sonrası benim gibi.

Ben benim. Arşivlenmiş fotoğraflarımla da ben benim. Fotoğraflar değişmeyecek. Sadece onlardan bir şeyler çıkacak ve yeni şeyler eklenecek. Bu kadar. Yeni fotoğraflar bana yeni bir ben veya yeni bir hayat vermeyecek. Yeni kararlar, paralel bir hayatın kollarına fırlatmayacak beni. Hem öyle olsa bile, o yeni noktadan yeni adımlar atmam gerekecek. Çabalamam gerekecek.

Instagramda bir söz gördüm dün. Aslında tek başına aşırı toz pembe. Bu ponçiklik insanı güldürüyor. Öte yandan, bu sözü sevdim. ''Hayata aşık olun.'' Tam benlik. Bayıldım.

Ama ben, zaten ona aşığım.

Sana bulutları, yıldızları, çiçekleri, güzelliği anlatıyorum. Umudu, kırıklığı, kızgınlığı... çocukluğu, büyümeyi, büyüyememeyi... direnmeyi, kabullenmeyi... istemeyi, küsmeyi, tutkuyu anlatıyorum. Sonra da siliyorum. Çünkü bu ben değilim diyorum. Bu hayat da değil. Bu, benim gördüğüm hayat bile değil...

Tabi ki değil ve zaten olamaz da. Bu, sadece bir parçası. Her bir yazı, sadece bir parçası. Gördüğüm, hissettiğim ve bilmek istediğim her şeyin; bir hücresi belki de. Hatta, sildiğim yazılarım bile öyle. Gördüğüm hayatın, aşkımın, bir parçası.

Bu yüzden korkmak, ertelemek, bahane bulmak... kaçmak, saçmalık. Hayata aşık olmak... ne hoş bir tabir. 

Öyle heyecanla, öyle emek vererek, öyle en iyisini isteyerek ve değer vererek aslında. Arabesk bir aşka sığınmadan, güzel severek yaşamak hayatı. Gerçekçi ama pır pır da eden bir yerden. Ben bu sözden bunu anlıyorum.

Bir süredir, artık uzun da bir süredir... içimde bir şeyleri başlatma, sürdürme ve bitirme gücü bulamıyordum. Gerçekten, sanki elim kolum bağlanmış gibi hissediyordum. Yapmam gerekenleri erteliyor ve istesem bile yapamıyordum. Sanki hem aklım, hem bedenim tutulmuştu. Bu durum zamanla yaşam enerjimi benden aldı. Böyle yazınca da çok büyük geliyor insana ama insanın hiçbir şeye mecalinin olmaması ve hatta hiçbir şeyi istemediğini düşünmesi ne kadar büyük bir şey... Dilerim bunu hiç anlamazsın.

Doğrusunu bilsem bile harekete geçmek o kadar kolay değildi. Bir söz pek tabii abrakadabra yapmaz ancak bu cümle, zaten içimde bir araya gelen bir şeyleri açığa çıkarmam için bana ilham verdi. Zaman çok hızlı sevgili okur. Bugün bu hıza bir kez daha hayret ettim. Ne ara nisan ayı bitti, sen anladın mı...

Bir ara internetimde kısa bir kesinti olmuştu. O ara flashıma göz atıyordum ki karşıma eski yazılarım çıktı. 2023'ün Şubat yazısını okudum. Yayınlanmadı alt başlıklı üç yazımdan birini... O üç yazı da uzundu ama yayınlamamışım nedense. Hepsini okumadım ancak o kadar uzun yazdığıma göre sana heyecanlarımdan açıkça bahsetmiş olduğum muhakkak (nitekim okuduğum yazım tam olarak böyleydi). Ancak yayınladığım yazım kısa ve kısa olduğu gibi, sadece umuttan ibaretti. Umutlarımdan değil, umuttan. Umut güzeldir; hem de çok güzeldir. İnsana bir nokta sunar. Ancak bu kadar. Umut, yönlendirilmelidir. Umut, yürütülmelidir. Yoksa parlar ve söner...

Yayınlamadığım o yazımda sana yüksek lisans sınavına girdiğimden bahsetmişim. Kazanacağıma pek inanmıyorum ama, demişim, yine de denemek güzeldi. Gerçekten de okula gittiğim gün aklımda. Hiç umudum yoktu, hiçbir beklentim yoktu. Çalışmıştım ama kendime güvenmiyordum. Olmazsa da sorun değil, en azından denerim diyordum. Bu da güzel bir bakış açısı ama kendine inançla çok daha güzel ve yararlı olan bir bakış açısı. Yazılı ve sözlü sınavım çok iyi geçmişti. Çünkü ben sadece sınava yakın kısa sürede değil, üniversitenin dört yılı boyunca çalışmıştım.

Bu bir süreçti sevgili okur. Bazen, emeklerimin karşılığını alamıyorum gibi hissettim. Sadece bu konuda da değil. Bazen, hiçbir şeyin önemi yok gibi hissettim... Kim için çalışıyorum veya kim için çalışacağım... Ama hiçbir şey boşa gitmez. Adım atarsan ve emek verirsen, hiçbir şey boşa gitmez. Ve, kendin için. Çünkü aşk da böyledir; senden, kendindendir.

O yazımda bahsettiğim diğer bir şey de, bir öykü yarışmasıydı. Bu yarışma beni gerçekten heyecanlandırmış. Hatta bir fikrim de varmış ama yazamayacağımı düşündüğümü söylemişim. İstesem (hani :P) son tarihe kadar bir öykü yazarmışım da... ben, kendim gibi, yazmak istiyormuşum. Nedir bu dilimden düşürmediğim kendim gibi? Beni sadece durduran... En iyisini yapma isteği. Oysa bu sadece bir süreçtir. Üstelik böyle bir heyecanı heba etmek... ah, saçmalık!

O yazımdaki heyecanım beni güldürdü. Bazen eski yazılarımdaki heyecanım bana hem tuhaf geliyor, hem de beni güldürüyor. Sanki başka birinin yazısını okuyormuşum gibi hissettiğim bile oluyor.

İşte, aşk budur. Benim için budur. Hayata aşık olmak da böyle bir şey olmalı. Ve tam da bu nedenle ilgimi çekmiş, beni dürtmüş olmalı.

Hayat güzel. Bir şeyler için çabalamak ve çabalamayı istemek de. Bugün bir adım at, kendin için. İyi uyu, iyi beslen, sorumluluklarını yap, gönül al, gönlünü koru, kendine çekidüzen ver ve kucak aç hayatına. Ve göz alıcı görün. Tıpkı aşık olduğun kişiye görünmek istediğin gibi, göz alıcı görün hayatında. Kendime nasihatim bu.

Her neyse. Hoşça kalın.


bir şeyler dinlemek için tıklayabilirsiniz.

yeni keşfettim. <3


nihayet bu fotoğrafı bir yazımda paylaşabiliyorum...


Tekrardan, merhaba.

 

Son yazımda bloğum çağ atladı demiştim, hatırlıyor musun? İşte, gerçekten öyle oldu. Yenilenmiş evimden herkese merhaba. :)

Öncelikle bu süreçte gerek eski adresimdeki sorunu tespit etmeye çalışırken, gerekse şimdi alan adı alıp taşıma işlemlerinde bana yardımcı olan ve hatta süreci tek başına alıp götüren Blog Forum yazarlarından sevgili Sinan Bey'e veya Sinan abiye teşekkür ediyorum. Gerçekten çok emek harcadı ve zamanından verdi. Hala burada olmamı sağlayan da kendisi. Bana kalsa kapıyı pencereyi kapatıp gidecektim. Sonra da pişman olurdum artık.

Benim asıl sorunum yazılarımın Google'da görünmemesi değildi bu arada. Evet bu bir sorundu ve neden olabileceğini merak ediyordum. Sorunu çözmek için Sinan Bey uğraştı dediğim gibi ama bir sonuç alamadık. Bu durumun sebebini bilememek canımı sıkmıştı ancak böyle de olsa yazmaya devam edecektim. Sonra bloğumun Google'ın kara listesinde olduğunu öğrendim. Sen de beni okuduğuna göre biliyor olmalısın ki benim yazılarım dünyanın en minnoş yazılarından olabilir... Hatta bu durum da bir ara canımı sıkmıştı! Neyse. :)

Velhasıl kelam, bloğum kara listeye alınmış. Bu ne demek başta anlamadım. Çünkü bana hiçbir uyarı maili falan gelmedi. İnsan önce uyarır ama değil mi? Ben nereden bilebilirim kusurum nerede... Blogger'ın ve hatta Google'ın topluluk kuralları var biliyorsun ki. İşte biz tüm bu taşıma ve yeni adrese geçme işini tamamlayınca (ki bu süreçte benim pek bir katkım da olmadı *-*) bana bir mail geldi. Bir film yorumu yazım topluluk kurallarını ihlal etmiş. Yazımı da bir buçuk yıl evvel yazmışım! Hayır, o zaman bana mail atsalar yayından kaldırırdım ve sorun çözülürdü. Tek sorun o yazım mıydı bilmiyorum ama bana aylaaarr sonra gelen mail'e göre bahsi geçen yazım ihlal taşıyormuş. Ben de yayından kaldırdım tabi ki. Zaten erişim engeli de almış. Gerçekten çok ama çok ilginç. Bu durumun fotoğraflardan kaynaklanabileceğini düşünüyorum ama filmin kendisi bile minnoş; değil yazım, değil fotoğraflar yani... (film Roman Holiday). 

Benim çok fazla bot okurum vardı. Dönem dönem gelip gidiyorlardı. Size bu sorunumdan da bir yazımda biraz bahsetmiştim. Organik okur kitlem çok az olmasına rağmen bazen bazı yazılarım günlük olarak çok okuma alıyordu. Ben bunu merak ederken yazılarımın tarayıcılara düşmediğini fark ettim. Sonra da işte bu durumun nedenini araştırırken bloğumun engellendiğini keşfettik...

Bütün bunlar geride kaldı diyelim. Alan adı alan bloggerlar görüyordum ama kendim hiç bu işe girişmeyi düşünmemiştim açıkçası. Çünkü kitap\ film yorumları gibi genel içerikler yazsam ve bunların geniş kitlelerce okunmasını istesem de (çünkü buna zamanımı veriyorum en başta, blog yazmak gerçekten emek isteyen bir şey siz de biliyorsunuzdur ki), kişisel yazılarım faydacı bir tarza sahip olmadığından yani sadece benim kişisel his ve düşüncelerimden ibaret olduklarından ve kimsenin hayatına pratik bir getiri sağlamayacağını düşündüğümden alan adı almayı da düşünmedim. Ancak şimdi gereklilik doğunca, biraz da yön gösterilmesiyle (bana kalsa burası kapı duvar olacaktı...) kendi ismimde bir sitem olmuş oldu.

Son olarak söylemek istediğim bir durum daha var. Ben bazı kişisel nedenlerimden (ki çok saçmalar :) dolayı kişisel yazılarımı anlık bir kararla sildim. Bu anlık kararlarımı keşke negatif şeyler yerine pozitif durumlar için böyle anında uygulasam... Eminim hayatım bambaşka bir noktada olurdu. Ama tabii olmuşa çare yok artık. Ben de yeni bir şey oldurmaya karar verdim. Sadece bu blogda daha evvel yazdığım ve sildiğim bazı kayıtlı kalmasını istediğim yazılarımı arada sırada yeniden yayınlamayı düşünüyorum. Elimde eski bloğumdakiler dahil tüüüümm yazılarım kayıtlı. Ancak onların bir word dosyasında durmalarının pek manası da yok. Eski bloğumla artık gram ilgilenmiyorum ancak bu blogda yazdığım yazılardan kaybolmasını istemediklerimi kaydetmek istiyorum dediğim gibi. Belki içlerinden bazılarını daha evvel okumuş olacaksınız ama size de bunu haber vermek istedim.

O halde, Sinan Bey'e son bir teşekkür ederek herkese güzel bir gün diliyorum.

Hoşça kalın.


bir şeyler dinlemek için tıklayabilirsiniz.



Nisan.


Ağaçların yaprakları yeniden yeşilleniyor. Ve dalları, yeniden şekilleniyor. Buna tanık olmak beni hep gülümsetir. Çünkü bu bir çeşit doğum anıdır ve buna tanık olmak, tanık olabilmek, yaşamın yeryüzüne çıkardığı bir hediyedir.

Bunu fark etmeyeli bir süre olmuştu. An'a tanık olmayalı. Bu nedenle, sabahın serinliğinde yürürken ve kuşların sesi her yerdeyken, güneşin parlaklığını gördüm. Hafifçe dağılan bulutları, maviliği, yaşamı... Ne güzel bir andı. Ne güzel bir histi.

Başka zaman olsa anında fotoğrafını çekerdim. Bunu yine düşündüm. Ama açıkçası biraz da üşendim... Öte yandan o an, daha doğrusu o andaki ben, orada kalmak istedim. Güneş parlarken, rüzgar yapraklarla selamlaşır, kuşlar birbirlerine laf atarlarken... o anda yürümek yürümek.

O an'ı gördün mü sevgili okur? İşte nisan bana böyle hissettiriyor. Bir ara mevsim anını. Bir geçiş: Bir doğum anı.

Doğarken itilmemiz gerekir. Geçiş böyle olur, değil mi? Anne rahminden, gün ışığına.

Kendi içimizde dertop olmak belki de rahatlık sağlayabilir. Ancak, karanlıktır. Anne karnı, karanlıktır değil mi? Karanlıktır ve bir bebek ışıkla, doğduğu an tanışır. Ciğerlerine havayı çeker... ağlar, ağlar.

Bir bebek doğar, tanışır ve ağlar. Değil mi? Sonra da büyür; ve biz buna yaşamak deriz.

İnsan her an yeniden doğabilir mi? Büyüdüğü yerden ansızın, bir daha doğabilir mi? Bunun bir kereye mahsus olması ne büyük talihsizlik olurdu!

Bayramda anneannemin tatlısından yedim. Bu, en sevdiğim şey. Küçük kuzenlerimi sevdim ve onların her geçen yıl ne kadar büyüdüklerini fark ettim. Bunu onları gördüğüm her an düşünüyorum. Zaman nasıl bu kadar hızlı geçti diye. Ben onların kuzenleri gibi değil de, teyzeleri gibiyim sanırım. Onlar da benim kuzenim gibi değil de, yeğenim gibiler. 

Doğduğu günü dün gibi hatırladığın birinin büyüyüşüne tanık olmak garip değil mi? Belki birileri de benim için böyle hissediyordur.

Geçen gün odamdaki tüm posterleri kaldırdım. İllüstrasyon olan bazı posterleri kitaplık yanlarına vs asmıştım. Ama o kadar uzun zamandır oradaydılar ki, silerken artık yırtıldılar... Ben de çıkarıp attım. Onlardan sıkılmamıştım da, ne bileyim... Yokluklarını fark etmiyorum bile.

Bayram zamanı babaannemlere giderdik. Şimdi de gittik. Mezarlıklar beni hep etkiliyor. Kötü anlamda değil, sadece etkiliyor. İçimden onlarla konuştum. Babaannemle ve dedemle. Sence beni duymuşlar mıdır?

Mezarlığın yan tarafında küçük bir bölüm vardı. O kadar küçüklerdi ki... işte bu beni kötü etkileyen bir şeydi. Mezarlığa gittiğimde, herhangi birinin içinden anlık olarak geçtiğimde de, hep ölmüş kişilerin yakınları için de dua ederim. Dayanabilmeleri için. O küçük mezarların yakınlarının da umarım kalpleri ferahlar.

Kendi başıma gitmek istediğim bazı yerler var. Hep erteliyorum. Umarım baharda gidebilirim.

Gitmek istediğim bazı yerlere gidebilmem için çalışmalıyım. Kendim için, çalışmalıyım.

Ocak ayına başlarken çok güzel, çok da işlevsel olduğunu düşündüğüm bir plan yapmıştım. Ancak uygulayamadım. Sonra da uygulamadım. Nisan ayı yeni bir şeylerin, doğanın, doğuşunu anımsattı bana madem, o zaman bu işlevsel planı şimdi uygulamak ve en önemlisi istikrarlı kalmak için doğru zaman!

Dünden önceki gece yıldızları izledim. Bütün gün gökyüzü bulutluyken, gece yıldızlar parlıyordu. Önce bir tane, sonra bir tane daha. Bu, Aslı'nın oyunuydu. Yıldız bulmaca! Sanırım, kendi içimdeki unutmak istemediğim bazı özellikleri bu karakterin içine saklamıştım. Aslı benim için, mutlu anlarımda aynada gördüğüm yüzümdü. Hayır, sadece mutlu ifadesiyle bunu geçiştirmek doğru değil. Zaten, mutluluk ne? Hiç. Önemli değil ama işte biliyorsun ;), değerli. Mutluluk değerli. Bu nedenle, onu değer verdiğimiz şeylerde bulabiliyoruz. Bu nedenle, pırıltı keşfetmek, daha doğrusu pırıltılı anları yaşamak, hep en sevdiğim şeylerden olmuştur. 

İçimde sonsuz bir merak var. Oysa ben, bu merakı beslemek yerine sık sık haklı olma hırsına kapılıyorum. Haklı olmak haklı olmak haklı olmak. Neye yarar? Çok şeye! Ama kişisel yaşamımda, doğru noktaları seçemiyorum haklı olmak için. 

Korkular ve hırslar, bir nefesin içinde yoktur.

Yazılarımı sildikten sonra bir tek doğum günü yazılarımı sildiğim için üzüldüm. Çünkü o yazılarımın yorumlarında bana hediyeler vermiştiniz. Daha dikkatli olmalıydım...

O halde, lütfen bir hediye daha bırak bu yazının yorumuna. Kimlere ulaşır bu yazım bilmiyorum ama; bana ışık hızında geçtiğini düşündüğüm bu yılın ilk üç ayında, yani nisan ayına gelene kadar, öğrendiğin veya fark ettiğin bir şeyi yaz. Ya da... öğrenmek istediğin, somut veya soyut bir şeyi. Ya da... içinde yeşeren yeni bir şeyin varlığını, tabi ki istediğin kadarınca, anlat bana (bize).

Dün, iki papatya falı baktım. İstediğim sonuç çıkmadı. Ama sorun değil; baharda bir sürü papatya vardır.

Bu ay kalbimize sakuralar yağdıran haberler alalım, olaylar yaşayalım. Yağmurunu boşaltan bulutlar gibi rahatlayalım. Mis gibi toprak kokusuyla dolsun hayatımız.

Güzel bir ay dilerim.


başka bir şey ararken bulduğum şarkı.





Popüler Yayınlar