Bir film izlemiştim. Orada bir sürü ana karakter vardı. Ama benim gözümde bir biri, bir diğeri gölgeleniyordu. Sanki bir kalemle, hatları belirginleşip solarmış gibi. İzleyen, içselleştirdiğini merkez yapar. Kendi merkezi, filmin merkezi olur; filmi o merkezden izler.
Ben de herkesim ve herkesin yaptığını yaptım. Kendime yakın bulduğuma baktım en çok. En çok o karardı, karardı karardı ve belirgin oldu. Kendi varlığı silindi de sanki, ben onu kendi gözümle gördüm. Olduğu haline kendimi kattım, bu nedenle filmi unutsam bile, o karakterin en az bir an'ı bende bir karanlık nokta olarak kaldı, kalacak.
Bu karakter bir nehirden bahsetmişti. Sandalın içine uzanıp, bu nehirden bulutların yolculuğunu izleyeceğini haber etti en yakındaki karaktere. Rüzgarın değişen sesini ve renklerini bu sandalın yolculuğuyla duyacağını, duymayı istediğini söyledi. Yoksa duramayacağını. O an o karakteri çok sevdim.
Sakinleştiren bir müzik açtım. Amacım sakinleştiren bir müzik açmak olmasa da, açtığım buydu. Sonra da şiir okuyayım dedim. Şiiri en çok akşama yakıştırırım. Sonra kendimi bir nehirde hissettim o karakter gibi. Rüzgarın değişen dokunuşunu hissettiğim bir nehir.
Belki de hayat, bir rüzgarın esişinden ibarettir. Dikkatli bakarsan her şeyde, rüzgarın çarpışını görürsün. Hızlı hızlı, usul usul. Sen anlamadan, çarpar geçer.
Sanırım nihayet Dünya'dayım. Kendi ideal dünyamın var olduğuna inanmak istemiştim. Oysa Dünya, dünyadır; tüm rüzgarlarıyla. İnsan kendini kandırmamalı veya avutmamalı. Günün sonunda hepsi aynıdır.
Aynı olmayan tek şey, kendi rüzgarını görmek, duymak, yaşamak. Belki de bu, ideal bir dünya sanrısından çok daha etkilidir. Belki de bu, milyarlık dünyaya çam sakızı çoban armağanıdır. Ya da onun bize.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder