Kitap Alışverişi #3

Bilir misiniz ki bir marşmiyav, aman marşmelov, deneyi vardır. Buna göre, çocuklara öncesinde bir marşmelov verilir ve marşmelovu veren kişi çocuğa, ''şimdi odadan ayrılacağını geri dönene kadar eğer tabağındaki marşmelovu yemez ise ona ikinci bir tane marşmelov daha vereceğini'' söyler. Deney sahibi odadan ayrılır ve bir süre dönmez. Bu süre zarfında tabağındaki marşmelov ile tek başına kalan çocuğun davranışları incelenir. Deneye katılan bazı çocuklar ikinci marşmolov vaadini reddedip önlerindeki tek marşmelovu yerler. Bazıları bir marşmelovdan daha iyi olan şey iki marşmelovdur fikriyle beklerler. Burada temel amaç iradeyi ölçmekmiş. Yan amaçlar olarak ise hazzı erteleme becerisi, kendini kontrol edebilme, duyguları kontrol edebilme vs gibi durumları ölçüyormuş. Oysa bence sadece kıtlık bilinciyle ilgili bu deney ya! Vallahi bakın... ben bu deneydeki ikinci grup yani bekleyen, sabırlı çocuk olduğumu sanarak yıllarca büyüdüm bu yaşa geldim. Oysaaaa, cık cık cık. Ben, önündeki marşmelovu kaybetmekten inanılmaz, bakın söylesem inanamazsınız o kadar inanılmaz, korkan bir insan olduğum için bu alışverişi kendime ön ödül olarak yaptım. Aahhahahah, böyle de olmadı. Tamam! Biraz da ciddileşelim. Yaniii... normalde bir şeyi başarınca kendimizi ödüllendiririz ve sonrasında bak bunu bunu yaparsan sana şunu alacağım kendim deriz ya, hah işte, ben tersini yaptım. Neyse işte biraz yaşama heyecanım gelsin (evet kipat, aman kitapla, diye) diyeeee şey ettim, alışveriş yaptım.

O zaman toplu bir gülümseme:


Marşmelov deneyinden öğreneceğimiz çok şey var. Ama onu kenara bırakıp kitaplara geçelim. Hangi kitabı neden aldığımı yakın merceğe alıp açıklayacağım ama bir ön açıklama yapar isem... Şurada Sihirli Kız Emekli Oluyor isimli bir kitap var ya, hah işte o kitap ınstagramda karşıma çıktı. Daha evvel de uzaktan görmüşlüğüm vardı kendisini. Ancak almam herhal, kader bizi buluşturursa bir rafta belki derdim. Sonra ne oldu, işte sonra o gün bu kitabı çok istedim ve aman dedim. Zaten birkaç gün öncesinden de yeni kitap isteğiyle dürtülmüştüm. Son olaylardan sonra kendim için keyfi olarak aldığım ilk şey de bu kitaplardı.

Kitapları, yine, Kitap Sepeti'nden aldım. Bazı kitaplarda güzel indirim de vardı, aldıklarım içinde de vardı, ama ben sanki çok zengin biriymişim gibi buna dikkat etmeden paşa keyfime göre çat çat aldım. Yazıda reklam bulunmuyor (zaten üç kişinin okuduğu yazıya neden reklam alayım aaaaa ama işte yine de söylemek gerekiyor imiş aman neyse). Teslimat hızlı oldu, hatta bir tık şaşırdım. 

Peki neyi neden aldım?


Bu iki kitabı alma nedenim tamamen isimleri. Çıtır çerez kitaplar olduğu ilk bakışta belli. Ama çok tatlış değiller miiii? Bir de benim meslektaşlar bakalım nasıl bir cemiyet kurmuşlar da beni çağırmamışlar aaaaa alındım :(


Sevme Sanatı kendimi bildim bileli okumak istediğim bir kitap. Şaka şaka o kadar olur mu yok artık. İşte üniversiteye başladığımdan beri (biteli bile yıllar olmuş peh) okumak istediğim bir kitap. Erich amcama değişik bir sempatim de var nedense (tamamen temelsiz). Okuyayım da temel atayım, sempatime (daha evvel bir buçuk kitabını okudum, o kadar da temelsiz değil biline).

Sanat 101 de o kadar olmasa da bir süredir aklımdaydı. Sonra instagramda iki farklı hesapta karşıma çıktı meraklandım almışım. Aldığımın farkında değildim dermişim... yok yok. Ama ben sepet oluşturuyordum, sonra bir baktım sepetimde bu kitap. Dedim otur otur rahatını bozma. Onu da almış bulundum.


Ölmek İstiyorum Ama Tteokbokki de Yemek İstiyorum tamamen popüler kültürün karşıma çıkardığı ve aslında çok da merak etmediğim ama sitede yüzde elli indirimli görünce sonra ben bunu almam şimdi alayım dediğim bir kitap. Hem zaten Uzak Doğulu yazarlardan okumak istiyordum (kütüphanedekileri yemişim).

Japon Çocuk Öyküleri'ni niye aldığımı açıklamayayım artık. Bloğumu okuyan biri kitaba bakınca anlar aahhahahah.


Bu kitabı spritüel işleri bilinçli olarak araştırmaya başladığım ilk zamanlardan beri merak ediyorum. Pdf'ini bulmuştum ama eski Türkçe miydi artık neydi içimi baymıştı, öylece kalmış. Sonra yine geçen gün instagramda bir hesapta bu kitabı görünce dedim bu bir işaretttt vuhuuuuuuu ahahhahah. Ay neyse merak ediyordum zaten, ben siparişimi verirken son dakikaya kadar da hep bir ben bunları alıyorum ama bir şeyi unuttum hissi vardı. Bu kitap o zaman sepetimde yoktu. Tam, ödeye basıyordum valla. Neyse sonra dur dur bu kitap vardıııı, dedim ve o kadar adımı başa almayı göze alıp çıktım sayfadan bu kitabı da sepetime aldım. Yaaaa kıymetimi bil sevgili kitap da, senden etkileneyim lütfens. 


Vooohh. Vallahi yazarken kendimden yoruldum. Sen iyisin inşallah.

Bu arada alışverişim amacına ulaşmış gibi görünüyor. Kendimi daha iyi hissediyorum. İşte ilk marşmelovu yiyen çocuklar hep böyledir...

Ariversiiiii.


The Scent of Green Papaya (Mùi Du Du Xanh\ Yeşil Papaya’nın Kokusu) | Film Yorumu

 

Yönetmen: Anh Hung Tran 

Senarist: Anh Hung Tran 

Yapım: 1993, Fransa-Vietnam


''Benim... bahçemin... içinde... bir... papaya... ağacı... var... Papaya... dallarda asılı... Olgun papaya... solgun sarı renkli. Olg... olgun papaya... bal gibi tatlı.''


Kaynak: Pinterest

Film, 1950'li yıllarda varlıklı bir ailenin hizmetinde çalışan küçük bir kızın etrafında gelişen olayları konu ediniyor. Mui, ailesinden uzakta varlıklı ama huzursuz bir ailenin hizmetçiliğini yapan on yaşında küçük bir kızdır. Bu aile üç erkek çocuğu, anne baba ve bir büyükanneden oluşur. Evin dedesi yıllar önce ölmüştür, babası ise belli aralıklarla evin tüm parasını (ç)alıp ailesini terk eder. Ailenin küçük kızları yedi yıl evvel aniden ölmüştür. Bu yas, evin her köşesine sinmiştir. Mui, vefat eden bu küçük hanım ile aynı yaştadır. Bu nedenle evin hanımı bu küçük kıza zamanla kendi kızıymışçasına bağlanır. Yine de canayakın, merhametli ve çalışkan bu küçük kız için günler pek de kolay geçmez. 

Filmin ikinci yarısında küçük Mui'nin artık genç bir kadın olduğunu görürüz. Aradan on yıl geçmiştir. Geçen yıllar yaşadığı evi büyük oranda değiştirir. Mui de bu değişimden etkilenir ve başka bir evin hizmetinde çalışmak üzere evden ayrılır. Bu yeni işindeki evin beyi, Mui'nin çocukluk aşkıdır. 

Film, izleyicisine yağmurlu bir günün manzaralarını sunarmışçasına dingin, loş ve bazıları için ferahlatıcı, bazıları için bunaltıcı, yavaş bir akışa sahipti. Filmin her sahnesi adeta bir fotoğraf karesi estetiğindeydi, izlemelere doyamadım. Bu sahnelere eşlik eden kuş cıvıltıları, yağmur ve rüzgarın sesi dinginlik vericiydi. Diyalogların azlığı ve olayların doğal yaşam akışında yavaş anlatılması belki kimi izleyicide sıkılma hissi oluşturabilir ancak bu tip bir akışı sevenler için eşsiz bir izleme deneyimi olacaktır. Uzak Doğu kültürünü yansıtan filmlerde kullanılan renk paletini seviyorum. Bu filmde kullanılan renkler de filmin hüzünlü, nostaljik ve karakterlerin her şeye rağmen ümitli bekleyişlerinin hissini izleyicisine geçiriyordu.

Uzun zamandır bu tarz bir film izlemediğimden mi bilmem, ben filmi izlemelere doyamadım. Karakterler, mekanlar, sessizliğe sinmiş hisler... Hepsi çok gerçekti. Evin hanımının çaresizliği, büyükannenin yalnızlığı, küçük beylerin babalarının yokluğu sonrasındaki kırgınlığı, dostane yaşlı adamın heyecanı... Zamanla birlikte değişen yaşamların yanı sıra, karakterler de değişmişti. Küçük bir kız olan Mui nasıl tedirgin ve ürkekse, genç bir kadın olan Mui öyle pratik ve kendinden emindi. Aynı zamanda Mui karakterine hayat veren her iki oyuncu da (küçük Mui ile yetişkin Mui) bir prensesin güzelliğine sahipti. Sadece bu karakterlerin çizilmiş gibi görünen yüzlerini izlemek bile insanda masalsı bir uçuculuk hissi uyandırıyor. Erkek karakterlerin daima derli toplu, ütülü gömlekler ve kumaş pantolonlar ile etrafta dolanmaları ise kalbimi çalan bir diğer detaydı.

Ve filme de ismini veren papaya... Kader, küçük sembollerle bize yıllar öncesinden kendini gösterir mi yoksa bizler mi semboller bulup onu kaderimiz yaparız bilinmez ama... Papaya meyvesi, Mui'nin kalbinde on yıl boyunca yer etti. Tıpkı meyvenin içindeki küçük çekirdekler gibi, Mui'nin hisleri de yayıldı yayıldı. 

İlgilisine önerebileceğim, çok güzel bir film.


The Scent of Green Papaya | Official Trailer | Lumière izlemek için tıklayabilirsiniz.


Not: Bu film yorumu yazısı reklam değildir, film önerisidir.


Beş yıl sonra kendini nerede görüyorsun?

 

İçimde boşluk hissetmediğim bir yerde.



Mavi Ok (Gianni Rodari) | Kitap Yorumu

Yazar: Gianni Rodari, Çevirmen: Eren Yücesan Cendey,
Resimleyen: Sedat Girgin, Yayınevi: Can Çocuk Yayınları

Befana Bayramı'nın arifesinde Barones Befana oyuncak dükkanının vitrininde en yeni ve havalı oyuncaklarını sergiler. İlk kez günışığı ve insanlarla tanışan bu bilmiş grubumuzun dikkatini üzgün bir çocuk çeker. Bu çocuğun üzgünlüğü oyuncaklar için günışığından bile daha ilgi çekicidir. Bu çocuk Francesco'dur. Mavi Ok isimli treni çok ister ancak ne onu, ne de herhangi bir oyuncağı almak için parası yoktur. Francesco küçük yaşta ailesini geçindirme sorumluluğunu almak zorunda kalmış yoksul bir çocuktur ve Bayan Befana'nın dükkanındaki oyuncaklara erişemeyen nice yoksul çocuk gibi bu oyuncakları hüzünle izler. Bu olay oyuncakları derinden etkiler ve ani bir kararla dükkandan firar ederler. Niyetleri, gördükleri anda dostları olmasına karar verdikleri Francesco'yu bulmaktır. Kitap boyunca, oyuncakların bildikleri tek dünya olan oyuncak dükkanından kaçıp karla kaplı sokaklarda onları çok sevecek dostlarını arama öyküsünü okuyoruz.

La Befana (Epifani) geleneği olarak bilinen olayda, bir cadının çocuklara hediyeler dağıttığı rivayet edilmekte. Befana, çocuklara oyuncak hediye ettiğine inanılan bir cadıyı simgeliyor. Evet, tıpkı Noel Baba gibi bu cadı da sürpriz bir şekilde evlere hediyeler bırakıyormuş. Bu cadının oyuncaklar hediye ettiği gün olarak kabul edilen 6 Ocak ise İtalya'da Befana Bayramı olarak kutlanıyor. Efsaneye göre bu cadı Noel zamanı bilge adamlarla birlikte bebek İsa'yı görmeye gitmemiş, ancak sonradan çok pişman olmuş. Bilgelerin ardından çocuk İsa'yı arasa da, onu hiçbir yerde bulamamış ve hediyelerini iletememiş. Bu nedenle de hediyelerini diğer çocuklara dağıtmış. Bu efsane İtalya'da bir bayrama dönüşmüş. Konu hakkında daha detaylı bilgiler edinmek için şuraya ve şuraya göz atabilirsiniz.

Kitaptaki oyuncak dükkanı işleten yaşlı kadın da bu efsanede geçen cadı ile benzer özellikler göstermekte. Barones Befana da bir cadı ve süpürgesine atlayarak geceleri çocuklara hediyeler dağıtıyor. Ancak onun efsanedeki karakterden farkı, verdiği oyuncakların maddi karşılığını alması. Oyuncakçı Befana bir esnaf. Bu nedenle maddi karşılık almadan hiçbir şey vermiyor. Onun için bir çocuğun yeterince uslu, yeterince iyi veya yeterince çalışkan olmasının bir önemi yok. Bu nedenle de yoksul çocuklara hediyeler vermiyor. Ancak Barones Befana da taş kalpli birisi değil. Sadece, her cadı gibi, bir insan. İnsanların bir şeyi verirken karşılığını alması gerektiğine inanıyor ve en azından kitabın başlarında bu değeri para olarak ölçüyor.

Kitabın konusunu okuduğum anda çok heyecanlanmıştım. Bana Oyuncak Hikayesi (Toy Story) serisini anımsatmıştı. Bu nedenle oyuncakların yaşayacakları maceraları okumak için sabırsızdım. Ancak kitapta bu heyecanımı doyuracak karşılığı bulamadım. Evet cesaret, azim, kararlılık, dostluk ve nicesi güzel duygu ve erdeme değinen bir kurgu ancak bir şeyler eksik. Karakterler yüzeysel işlenmiş. Özellikle de kitabın ilk kısmında o uzaklığı net olarak görüyoruz. İkinci yarıda daha sıcak hisler veren sahneler mevcut ancak yine de bana vaov dedirtecek kadar etkili değildi. 

Ayrıca kitapta cinsiyetçi bazı söylemler yer yer tekrarlanmakta. Kız çocuklarının sadece bebeklerle ilgilenmesi, kadınların fazla konuşmamasının gerekliliği (!) gibi bazı yargılar dile getirilmiş. Sonradan bazı karakterler aracılığıyla bu kalıp yargıları sorgulatacak karşıt düşünceler (Kara Bebek'in Yarım Sakal ile atışması ve bir ''kız bebek'' olarak fikirlerini ifade etmesi gibi) ileri sürülse de, genel olarak cinsiyetçi bir hava hakimdi. Zaten malesef cinsiyetçi düşüncelerle oluşturulmuş kalıp yargıların fazla olduğu bir toplum ve hatta dünyada yaşıyoruz... Bu tip dar yargılara özellikle de bir çocuk kitabında yer vermemek bir gereklilik.

Özetle tatlı, eğlenceli bir kitap. Beni beklediğim ve istediğim kadar etkilememiş olsa da, bazı noktalarında (cinsiyetçi söylemler gibi) değişimler gerçekleştirerek çeşitli tiyatro ve drama etkinliklerinde kullanılmaya uygun bir kurguya sahip.

Hoşça ve kitaplarla kalın.


Yağmurun Sesi.

 

Yağmur sesini dinlemeyi severim. Onun kendince soluklanma biçimleri vardır. Bazen sanki çok hızlı koşmuş da hızlı hızlı nefes alıp vermek istermiş gibi havayı yara yara zemine çarpar. Böyle anlarda sesini takip etmek zordur. Harareti dinleyicilerine de bulaşır. Dışarıda olanlar sabırsızca yağmurun dinmesini bekleyerek bir yerlere sığınır, evde olanlar evin sıcaklığının güvenliğinde ama yine de nereden geldiği belli olmayan tedirgin bir hal ile sağanağın yere ulaşan son öpücüğünün sesini duymayı beklerler. Bu bekleyiş kısa sürer; çünkü sağanak anlatacaklarını bir çırpıda haykırır.

Bazen, sanki rutin bir işi yerine getirir gibi akar taneler. Her bir tane, aslında birlikteliklerini tekrarlar: Biz yağmuruz. Taneler tek başına yeryüzüne indiğinde tenimize değen çisentiler bize bazen keyif verir, bazen tedirginlik. Bazen yavaşlatır, bazen hızlandırır. Bazen gülümsetir, bazen yüz ekşitir. Yağmurda yürümek, çisentilerin dürtüklemelerini hissetmek, insana canlılık verir. Yerküre bile canlanır, rahatlar, mayışır. Banyodan yeni çıkmış biri gibi güzelce kokar ve etrafa dinginlik bulaşır. Yağmurdan sonra hava dinlenmiştir.

Bazense hiç acelesi olmadan ama yine de bir amacı varmışçasına yerkürenin topraklarına yerleşirler ardı sıra. O zaman bu ses, tıpkı rahat bir koltuğa veya yumuşak bir yatağa ilk oturma anımızdaki gibi gelir. Gözlerini kapatmışsın da, bu sesin vücudundaki tüm kasılma ve tutulmaları esnetmesine izin verirmişsin gibi. Bu ses, hem çok dingindir hem de kararınca hareketli. Sana hareketin doğasını anlatır usul usul. Bak, der, sadece duy, dinlemek için çabalama, zaten duyacaksın rahat bırak ve böylece duy... Bu sesi dinlemek bana ayrı bir huzur verir. Çünkü doğaldır; tıpkı hareketin doğası gibi, kendiliğinden.


Yakından, yakından.

 

Malesef yaz gelmiş gibi hissediliyor... 

Arada sırada tatlı bir esinti yettim diye şöyle bir dokunup geçse de, yazın o bunaltıcı, bayıltıcı, sıkıcı ve nefes kesen havası etrafa yayılmış gibi. Yazlar bana hep mi böyle hissettirirdi emin değilim ama şimdiden sonbahar ne zaman gelecek diye düşünür oldum. Neyse ki zaman hızlı geçiyor.

Bu sıralar çocuk kitapları okuyorum. Bu konuda eksikliklerim olduğunu fark edince hemen çalışmalara başladım. İnsan sevdiği bir şeyi yaparken resmen canlanıyor. Bu hissi deneyimlemeyeli bin asır geçmiş olabilir. Evet asır, evet bin tanesi. En azından öyle hissettirdi. 

Dün kütüphaneye gitmiştim. Önce bir yetişkin bölümünde dolandım. İlgimi çeken bir kitap olursa alabileceğim kitap sayısı miktarını çocuk ve yetişkin bölümü kitapları olarak pay edecektim. O yüzden bir çeşit ön keşifti benimki. Yetişkin bölümünde çok okumak istediğim bir şey bulamadım. Uzak Doğulu yazarların kütüphanedeki çoğu kitabını okumuşum. Keşke yeni kitap gelse de okusam. :) Şiir kısmında üç beş kitabı inceledim. Rastgele sayfa açıp çıkan şiirde kendi hayatımdan mana aramak en büyük hobilerimdendir. Yine öyle yaptım, eğlendim. Ta lise yıllarımdan hatırımda kalan bazı şiirleri okudum. Nostaljik ve eğlenceliydi; eğlenceli nostaljikti. Nostalji deyince ince bir hüzün sezerim bu kelimede ama eğlenceli de olabiliyormuş, deneyimlemiş oldum. Zaten artık bana yaşadığım değil de, yaşamadığım şeyler nostaljik hissettiriyor ilginç bir şekilde. Yaşamadığım bir zamana özlem tabirindeki gibi. Yani şimdiden başlayan gelecekte yaşarım demek oluyor bu. :)

Dün çocuk kitaplarını incelerken yeni gelen kitaplar bölümüne de baktım. Heyecanımı görmeliydin. Ben resmen bir ara karşıdan kendimi görmüş gibi durakladım. Çünkü o his... ah o his. Hani özellikle de çocukken çok istediğimiz (genellikle basit) bir şey olduğunda veya sevdiğimiz (genellikle basit) bir şeyi yaparken hissettiğimiz saf, katıksız ve coşkulu bir his var ya... bildin mi, hah işte o hissi hissettim. Sonra da bu hissi yakaladım diye sevindim. Bu hissin kendisi sevinç değil tabi; bu his daha kendiliğinden vardır, sevinçten farklı bir şey. Kendinden bir şey, basitliğinin nedeni de bu zaten. Ben de bu kendilik coşkusunu nihayet hissedebildiğim için, kısa bir anlığına o parıltıyı yaşadım diye sevindim işte. 

Bu his aslında bir nevi pusula bence. Birinin yanındayken bu hissi hissediyorsak, o kişi bize iyi geliyordur. Bir işi yaparken bu his de içimizdeyse, o işi tüm varlığımızla yapıyoruzdur. İçimizden gelerek yapma olayı, işte bu histe saklı bence. Malesef her zaman mümkün olmuyor, keşke olsa. Bu mümkün mü? Nasıl mümkün olabilir?

Çok güzel kitaplar vardı. Birini alıp ötekini bıraktım. Hangisini alacağıma bir türlü karar veremedim. Çocuk bölümü genelde kalabalık olmuyor. Okurlar da genelde çocuk. Neden yetişkinler çocuk kitabı okumuyor acaba? Oysa insana öyle iyi geliyor ki.

Geceleri yine uyuyamıyorum. Bu seferkiler huzursuz uykusuzluklar değil ama yine de gece uykusu başkadır. Güzellik uykusu diye de bir şey var bence ve o işte gece uyulan uyku. Uykumu aldığımda gözüme daha güzel gelirim, doğal olarak. Gözüme güzel geldiğimde hayat da güzel geliyormuş bunu fark ettim. Yani bazen kendimizi kendi içimizde olmamız gerektiği yerde hissederiz ya, bahsettiğim böyle bir güzellik. Yoksa normal bir günde de aynı görünüyorum ama... doğru kelime ışıltı mı acaba ki bilemedim. Sen bildin mi?

Bir süredir üst katımızda bitmeyen bir tadilat var. Benim dışımda kimse bu sesten şikayetçi değildi gibi görünüyor... Çok ilginç. Ah tabi kuşumuz dışında. O da bu durumu sevmemiş olabilir.

Kardeşimin kuşu adını söylemeyi öğrenmiş. Sanırım en çok babamı seviyor. Kendi adını da babamın söyleyiş şekli gibi söylüyormuş sabahları. Ben daha duymadım. Çünkü günün diğer saatleri konuşmuyor?? Bazen ona bir şeyler anlatıyorum. Usulca bana yanaşıyor ve dinliyor sanki. Bazen ilgisi dağılıyor bakmıyor. Bazen yargılayıcı bakıyor ahahahhah. Kuşların bakışları zaten hep komiğime gider. Uçtuğunda korkuyorum, biraz çılgın biri. Balığımız da böyleydi, çılgındı. 

Karşı evin yavru bir köpeği var. Öyle güzel ki. Ama onunla yeterince ilgilenmiyorlar bence. Yani zaman geçirmek anlamında diyorum. Yoksa bakımını falan iyi yapıyor gibiler. Keşke onunla daha çok ilgilenseler. Yalnız hissediyor gibi hissediyorum.

Bir süre yıldızları izlememiştim. Birkaç gecedir yine kısacık da olsa izliyorum. Onlarla içimden iki lafın belini kırıyorum. Bu rahatlatıcı. Çünkü sonra her şeyi yıldızlar gibi görüyorum. Uzaktan, uzaktan.

Kendine iyi bak.


Işık Huzmem.

 

Bugün ilk kez sadece kendim için yazdım. Bir amacı olmadan. Uzun zamandan sonra ilk kez mi, yoksa ilk kez mi emin değilim. Önce bir kurgu başlangıcı olsun dedim. Sonra bir baktım, içimdeki incecik bir şey, bir ışık, kelimelere dönüşmüş. Benim ışığım değil, sakladığım bir şeyin ışığı. En içime sakladığım, tatlı bir şeyin. Belki de uzak, çok uzak bir yıldızın ışığı. 

Ne oldu da birden o yıldız zihnimde parladı bilmiyorum. İnanır mısın, varlığını bile unutmuştum. Madem parladın, sen gel benim ilhamım ol, dedim. Ama o, o kadar uzaktı ki, onu olduğu haliyle betimleyemezdim. Onu herkesin yapamazdım. Belki de yapmazdım, bilmiyorum. Tamam... biliyorum. O benim tatlı küçük yıldızımdı. Artık ölmüş olan uzak bir yıldızın ışığı gibi kalbimden doğdu. Bu nedenle aniden parladı sandım. Kalbimden yükseldiği için, nereden geldiğini kestiremedim işte bir an. 

Çok kısacık bir yazıydı. Başına bugünün tarihini not düştüm. Sonra adına Günlük dedim. Uzun zamandır defterime günlük yazmıyorum. Defterim anca yarılandı gibi. Beni bilirsin, ben hiçbir defterimi bu kadar uzun süre kullanamam. Ama bunu kullandım. Çünkü bazı şeyleri kelimelere dökmenin anlamsız olduğunu düşündüm sanırım. Geçip gitmeleri daha cazip geldi bana. Onları bazen keyifle izlemek, bazen sadece göz atmak. Rüzgarla şekilleri değişen bulutları izlemek gibi, harflere dönüşmemiş kelimelerimi izledim. Uzun uzun, kısa kısa; ama sadece izledim. Bu nedenle, uzun zamandan sonra ilk kez yazdığım için, tuhaf hissettim. Çünkü fark ettim ki, bu kısacık yazı aslında yazdığım en narin şeydi. Tıpkı yol kenarında pis taşların arasında çıkan incecik bir çiçek gibi içimden süzüldü.

Başta bunun bir edebi değeri yok diye düşünüyordum. Sonra bu benim zaten, sadece benim boşversene diye düşündüm. Zaten en azından o satırların bir edebi değeri olması gerekmiyor. Sadece minicik bir baş kaldırma ve bulutları izleme... sadece, güzelliği izleme. En içinden gördüğün, en içinden hep bildiğin güzelliği. Aşkla doğanlar bunu bilirler. Sen de bilir misin sevgili okur? Kalbinde o kadar çok bu his vardır ki... bunu tanımlamak, daraltmaktır. Aslında anlamını daraltmanın bile bir anlamı yoktur. Bu his, kalbindedir ve sen bir simyacı gibi onu başka başka şeylerden değerli bir madene, aşka (sevgiye), dönüştürürsün. Bunu kolayca yaparsın. Bu senin varlığında vardır. Belki de bu nedenle bu becerinin değerini bilmezsin. Bu nedenle kafanı aşağı çevirmek ve bunu senin olmayan bahanelerle örtmek kolayına gelir. Ama sonra bir an, ama mutlaka bir an, bir ışık süzülür. Bu, güneşi ellerinle kapatmaya çalışmak gibidir. İmkansız.

Aslında yazdıklarının bile bir değeri kalmaz yazınca. Değeri vardır ama o kelimeler bile hislerinin aslında sadece bir anıdır. Belki de seni çıldırtan budur. Ben bütün anları taşırken nasıl sadece tek bir ana sığmam beklenebilir... Nasıl hislerimin sadece minicik, noktacık bir ışık huzmesi süzülebilir! Oysa o noktacık ışık, bir delik açar içinden dışarıya. Bilmezsin ama anlarsın. İnsan bazen bilmez, anlamak ister... belki de yaşamak budur, bilmediklerimizi  anlamak.

Geçen gün bulutların rengi çok hoşuma gitti. Ben tam kadrajı ayarlamaya çalışırken önümden kuşlar geçti. Biri hatta hepimize selam verdi. Sana o selamı iletmek boynumun borcudur, sevgili okur.



-müziğimiz ne olsun, sen seç.-


Kraliçeyi Kurtarmak (Vladimir Tumanov) | Kitap Yorumu

Yazar: Vladimir Tumanov, Çevirmen: Mine Kazmaoğlu,
Yayınevi: Günışığı Kitaplığı

Matematik kimimiz için bulmaca çözmek gibi keyifliyken, kimimiz için bir kabus kadar bunaltıcı olabilir. Aleks bu ikinci gruba girenlerden. Matematikle arası iyi olmayan Aleks, bir gün ilginç bir kalem buluyor. Bu kalemi ilginç kılan sadece üzerindeki sayılar veya baş ucundaki saray değil; bu kalem matematik sorularını, evet en ter döktürenlerini bile, kolaylıkla çözebiliyor. Aleks bu kalemle girdiği tüm matematik sınavlarından tam not alıyor. Kalemin gücünü yalnızca Aleks ve dostları Sam ile Vanessa biliyor. Bu ilginç kalemi denemek için matematik kitaplarındaki en zor soruları çözüyorlar. Ancak bu kalemin de ucunun sivriltilmeye ihtiyacı var. Kalem kullanıldıkça küçülüyor ve Aleks onsuz matematikle baş edemeyeceğine inandığı için kalemi sadece kendine saklamak istiyor. Arkadaşlarına kalemin kaybolduğu yalanını söyleyen Aleks'in yalanı gerçek oluyor.

Sahibini matematik dehası yapan kalemin kaybolmasının ardından Aleks, kitaplarının arasında daha evvel hiç görmediği bir kitap buluyor: Kraliçeyi Kurtarmak. Bu kitapta kötü bir büyücü kral tarafından esir alınmış iyi yürekli kraliçenin masalı anlatılıyor. Büyücünün evlilik teklifini reddeden kraliçe Jayden bir gün büyücü tarafından kaçırılıp yer altındaki bir mahzene kapatılıyor. Bu mahzenden çıkmasının tek yolu ise dört yüz matematik probleminin cevabının bulunmasına bağlı. Aleks ve dostları ellerinde sihirli bir kalem olmasa da bu soruları çözmek için kafa kafaya veriyorlar. Her sorunun yanıtlanmasıyla birlikte mahzen kapıları ve kitabın sayfaları tek tek açılıyor. Kitap boyunca Aleks ve arkadaşlarının kraliçeyi kurtarma maceralarını okuyoruz.

Bu kitabı ortaokula giderken okuduğum hayal meyal aklımda. Aslında daha sonra tekrar okumak da aklımdaydı ancak son zamanlarda yaşadığım bir olay olmasaydı eminim ki bu okuma sürecimi daha da ertelerdim. Bir iş görüşmemde bana sorulan sorulardan biri çocuk kitabı önerileriydi. Beni biliyorsundur belki sevgili okur, aslında çocuk kitabı okumayı severim ve bu bloğumda pek olmasa da, özellikle de eski bloğumda çocuk kitaplarını yorumladığım zamanlar olmuştu. Ancak o an aklıma sadece bu kitabın karakterleri ve içeriği geliyordu. Yani ismi dışında her şeyi! Ah... Aklıma güçlükle de olsa okuduğum başka kitaplardan getirdim ama bu kitap, özellikle de ismini hatırlayamadığım için, o an resmen beynimi oymuştu. Ancak oradan ayrıldıktan sonra ismi aklıma geldi! Bunun üzerine kitabı yeniden okumaya karar verdim.

Bu kitabın aklıma bu kadar takılma sebebi aslında içeriğiydi. Kitapta disiplinlerarası bir geçiş var. Kitabın karakterleri bir kurguyu okurken matematik sorularını çözüyor ve sayısal becerilerini geliştiriyorlar. Bu nedenle hem kurgunun akıbetinin verdiği heyecanla sorulara olan önyargıları kırılıyor, hem de hevesle problemleri çözüyorlar. Fantastik kitaplar okumayı çok seven, hatta tam bir kitapkurdu olan Aleks, matematiği anlayamayacağına çok eminken, kitap boyunca görüyoruz ki soruları farklı bakış açısıyla ele alıp çözüme ulaşan da kendisi oluyor. Hatta kitabın bir bölümünde, arkadaşlarının ulaştığı çözüm yolunu anlamadığını düşünüyor ve kendisi ikinci bir yol ile doğru sonuca ulaşıyor. Kitap, matematiğin aslında kelimelerle işbirliği yaparak da öğrenilebilineceğini, farklı disiplinlerden yararlanarak öğretim yapmanın yararlarını bizlere gösteriyor.

Kitap aynı zamanda kitabın yazarı Vladimir Tumanov'un ilk çocuk kitabıymış. Yazar, Modern Diller ve Edebiyatlar Bölümü'nde öğretim üyesiymiş. Çocuklar için bir kitap yazma fikri ise kendi oğlu Aleks'in matematiğe olan bakış açısını değiştirmek istemesiyle olmuş. Yazarın oğlu Aleks de tıpkı kitabın ana karakteri Aleks gibi kitap okumayı çok severken, matematikten kaçıyormuş. Yazar da fantastik bir öyküyle matematiği buluşturmaya karar vererek bu kitabı yazmış. Ana karaktere kendi oğlunun ismini vermesi ise çok tatlı bir hareket.

Özetle, büyük küçük her okurun keyif alacağını düşündüğüm güzel bir kitap. Özellikle de ortaokul dönemi için uygun olabilir.

Hoşça ve kitaplarla kalın.


Dilek Şurubu (Michael Ende) | Kitap Yorumu

Yazar: Michael Ende, Çevirmen: Leman Çalışkan,
Yayınevi: Pegasus Yayınları

Dileklerin gücüne inanır mısınız? Bu kitaptaki en zalim karakterler bile buna inanıyor. Dilek şurubu, tümmm tüm tüm dilekleri gerçekleştiren özel bir tarife dayanıyor. 

Olaylar, Büyücü İblis Şarlatan'ın borcunu ödeyememesi sonucu başının derde girmesiyle başlıyor. Yeraltından aldığı gücü dünyada kötülükler oluşturmak için yeterince kullanamayan Şarlatan ile teyzesi Zalime Vampirsoy, yıl sonuna kadar borçlarını kapatamazlarsa haczedileceklerinin ve bunun onlar için hiç de iyi olmayacağının uyarısını alıyorlar. Bunun üzerine her dileği gerçek kılan dilek şurubunu dünyayı kötülüğe boğmak için hazırlamaya başlıyorlar.

Tüm bu hazırlığa şahit olan iyi taraftaki dostlarımız şövalye kedi Mauro ile zeki karga Yakup, Hayvanlar Yüksek Şurası'nın onlara verdiği ajanlık yetkisine dayanarak bu kötü ikilinin planlarını tersine çevirmek için işe koyuluyorlar. Her cesur kahramanın yardımına koşan iyi talih, bizim iki ajanı da yalnız bırakmıyor. Kitap boyunca gizemli dilek şurubunun hazırlanış öyküsünü okuyoruz.

Bu kitap Michael Ende'den okuduğum üçüncü kitap oldu ve bu kitabını da sevdim. Çocuk kitabı yazarlarının okurlarla iletişim halinde olan anlatımlar yapmalarını seviyorum. Böylece bir okur olarak sanki ben de o maceraları karakterlerle birlikte yaşıyormuş gibi hissediyorum. Baştan sona çok eğlenceli bir kitaptı. Okurken kendimi gülerken yakaladığım anların sayısı da fazlaydı. Sade ve akıcı bir dili, sürükleyici bir anlatımı olan hafif bir kitaptı diyebilirim. İyi vakit geçirmek ve kafa dağıtmak için yetişkin okurlarca da okunabilir. Hatta yazarın kitaplarından daha evvel hiç okumadıysanız bu kitapla okumaya başlamanız iyi olabilir. Çünkü bu kitabın konusu ve anlatımı okuduğum diğer kitaplarına göre daha basitti. Basitten karmaşığa gitmek insanda tatmin olma hissi uyandırıyor. Bu kitabı sonra okursanız, yazarın başka bir kitabıyla (örneğin şu anda en popüler kitabı Momo gibi görünüyor ve çok da beğendiğim bir kitap olmuştu) karşılaştırıp da kitaptan normalden daha az keyif alabilirsiniz.

Kitabın Dilek İksiri (Wunschpunsch) isimli iki sezonluk bir çizgi film uyarlaması da bulunuyormuş. Bu bilgi beni çok mutlu etti, çünkü kitabı da sanki animasyon izlermiş gibi okudum. 

Hoşça ve kitaplarla kalın.


Çocuk Kalbi (Edmondo De Amicis) | Kitap Yorumu

Yazar: Edmondo De Amicis, Çevirmen: Meryem Mine Çilingiroğlu,
Yayınevi: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları

Kitap, üçüncü sınıf öğrencisi Enrico'nun bir okul yılı boyunca yazdığı günlükten oluşuyor. Bu satırlarda bir çocuğun duygu ve düşünce dünyasına yer verildiği gibi, aslında didaktik bir yaklaşım öne çıkarılmış. Enrico'nun yaşadığı her olayın arka planında yer alan ders açık açık ifade ediliyor. Dürüstlük, çalışkanlık, sorumlulukları yerine getirmek, paylaşmak, merhamet, saygı, milli değerler vb. gibi unsurların önemi vurgulanmış. Ayrıca kitapta Enrico'nun tuttuğu günlük notlarının yanı sıra derste işlenmiş yine didaktik yönüyle öne çıkan metinler ve Enrico'nun anne babasının nasihat verdiği mektuplar yer alıyor.

Çocukken okuduğum kitapları yıllar sonra tekrar okurken içimde tatlı bir heyecan hissi oluşuyor. Bu kitabı raflar arasında görmemle ellerimin arasında tutmam bir olmuştu. Aaaaa bu kitap, diyerek kitabı bir arkadaşımla karşılaşmış gibi benimsedim. Aynı tatlı heyecan kitabı okurken de devam etti. Ancak çocukken eleştirel bir gözle bakmadığım noktaları, şimdiki okumamda fark edebildim. Benim çocukken okuduğum baskı kısaltılmış bir versiyonu olmakla birlikte, kitabın içeriğinde o zaman hangi noktalar ilgimi çekmişti şu an anımsayamıyorum. 

Kitap zaten bir klasik. Büyük küçük her yaştan okuru etkileyebilecek ve bir şeyler öğretebilecek nitelikte. Öte yandan eleştiri getireceğim bazı noktaları da bulunuyor. Kitabın çocuk edebiyatı ürünlerinde bulunması gereken bazı nitelikleri karşılamadığını düşünüyorum. Kitap bir çocuğun bakış açısından değil de, yetişkin birinin gözlerinden yazılmıştı ve bu çok belliydi. Oysa çocuk edebiyatı ürünlerinde bulunması gereken temel ilkelerden biri olan çocuğa görelik ilkesi, çocuğun duygu, düşünce ve algılayış biçimlerini yadsımamayı, çocuk gerçekliğini ön planda tutmayı ifade eder. Çocuklar, birer kaşiftir ve elbette onlara doğruyu anlatmalıyız; ancak ''bu budur'' şeklindeki bir anlatım yalnızca kelimelerde anlam bulur, yaşantıda değil diye düşünüyorum. Bu bakımdan, kitapta ifade edilen değerlerin yaşantıya aktarımını sağlamak, diğer bir deyişle çocuğun başlıca erdemleri benimsemesini, kendi gerçekliğine kabulünü sağlamak için onun keşiflerine alan tanıyan örtük bir anlatımın olması gerektiğini düşünüyorum.

Bu noktada kitabın 1886 yılında yayınlanmış bir kitap olduğunu ifade etmemde de yarar var tabii. Kitabın yazıldığı yılları düşündüğümüzde böyle katı bir yaklaşımla kaleme alınmış olması anlaşılır oluyor. Ayrıca kitap, İtalyan Edebiyatı'nın bir ürünü olduğu için de kitapta vurgulanan milli değerler İtalya'ya aitti. Milli bayramlar, milli simgeler, ülkenin tarihi ve değerleri doğal olarak İtalya üzerinden anlatılıyordu. Benim okuduğum bu kitap 2013 tarihli eski bir baskı; yani sonraki baskılarda çeviride veya editörün düzeltilerinde bazı değişimler oldu mu bilmiyorum. Ancak bu okuduğum baskıda milli değerler İtalya vurgusu ile ifade ediliyordu. Bunu özel olarak belirtme sebebim ise, yaşı daha küçük okurlar bunu direkt olarak ''milli değerlerin önemi'' şeklinde kafasında kendi ülkesine göre uyarlayamayabilir. Her ülkenin değerlerinin olduğu ve saygı duyulması gerektiği fikri bir yana, bu kitapta vurgulanan asıl fikir olan milli değerleri yaşatmak kazanımı bu şekilde tam olarak uygulanmayabilir; aslında anlatmak istediğim buydu. Yani direkt olarak yazıldığı şekliyle ''İtalya'nın milli değerleri'' şeklinde algılayabilir çocuklar. 

Kitabı okumakta bu denli hevesli olmamın bir diğer sebebi ise kitabın günlük türünde yazılmış olmasıydı. Günlük yazmaya ne denli önem verdiğimi belki biliyorsunuzdur. Çocukken de çeşitli başarısız günlük yazma girişimlerim olmuştu. Ben kitabın ana karakteri olan Enrico gibi çeşitli olaylar barındıran günlükler yazamamış olsam da, yaşadıklarımı bir yere aktarmanın düşüncelerimi anlamlandırmamda ve ifade becerimin gelişmesinde bana yardımcı olduğunu düşünüyorum. Öğrencilerin bu tip gerek kurgusal metin içerisinde, gerek direkt olarak farklı edebi türlerde yazılmış kitapları okumalarının bakış açılarını ve yazma becerilerini geliştireceğini düşünüyorum.

Hoşça ve kitaplarla kalın.


Süt ve Bal (Rupi Kaur) | Kitap Yorumu

Şair: Rupi Kaur, Çevirmen: Elif Tozlu,
Yayınevi: Pegasus Yayınları

Kitap; sancımak, sevmek, kırılmak ve sağalmak olmak üzere dört kısımdan oluşuyor. Şair her bir bölümde aslında hislerinin dönüşüm sürecini kaleme almış. Bu hislerinin doğduğu yer olan ailesinden başlayarak aşk hayatına, insan olmaya, kadın olmaya ve nihayetinde kendisi olmaya dair düşüncelerini şiirleri aracılığıyla aktarmış.

Serbest nazımla yazılmış şiirleri severim. Sevgili Sylvia Plath vesilesiyle bilgi edindiğim gizdökümcü (itirafçı) şiir ismiyle bilinen ve şairin şiirlerinde kendinden ve kendiyle ilgili itiraflarından bahsettiği, şiir ile şairin fazlasıyla özdeşleştiği şiirler ise en çok ilgimi çekenlerdir. Rupi Kaur da bu akımın özelliklerini gösteren, şairi olan kendisinin yaşadıklarını anlatan şiirler yazan bir şair. Ancak... Her ne kadar şiirin bu esnetilmiş halini okumaktan keyif alsam da, şiir türünün edebi zevk vermesi gerektiğini düşünüyorum. Bir şiiri okuduğumda kelime kullanımı beni etkilemeli. Şiir sade bir dil ile kaleme alınabilir ancak benim önemsediğim nokta, o kelimelerin birbirleriyle paslaşması, adeta dans etmesi. Şiir benim için biraz da budur: Kelimelerin ve hislerin dansı.

Rupi Kaur'un dizeleri de onun düşünce ve his dünyasından izler taşıyan, kendi içinde basit ama hoş bir ahengi olan dizeler barındırmakla birlikte, benim için yetersizdi. Bu dizeleri okurken sanki şiir değil de birisinin günlüğünü okuyormuşum gibi hissettim. Hatta keşke bu dizeler tamamen düzyazı formunda yazılsaydı da, kendisinin düşünce yazılarını okusaydım diye düşündüm. Şair, hislerini etkileyici bir şekilde anlatmakla birlikte, bir şaire değil de bir yazara benziyordu.

Beni etkileyen bir kitap olmadı ancak okuduğum için de memnunum. Başucu kitabı tadında ara sıra okunabilecek bir kitap. Özellikle bazı dizeler ise kişinin kendini önceliklendirmesini aklından çıkarmaması için hatırlatıcı özelliğinde. Hatta sırf bu özelliği nedeniyle kitap benden geçer not aldı.

Hoşça ve kitaplarla kalın.


Uçan Sınıf (Erich Kästner) | Kitap Yorumu

Yazar: Erich Kästner, Çevirmen: Şebnem Sunar,
Yayınevi: Can Çocuk Yayınları

Kitap iki önsöz ve bir ana öyküden oluşuyor. Bu önsözlerde yazar kitabı yazma serüvenine yer vermiş ve bu serüven hiç de ana kurgudan bağımsız değil diyebilirim. Kitapta bir Noel öyküsü anlatılmasına karşın yazar bu kitabı yaz aylarında yazmış. Annesinin de yardımı ve diretmesiyle bir tren istasyonuna gitmiş ve yılın o sıcak zamanlarında dünyanın en soğuk yerlerinden birine gidip inzivaya çekilmek üzere bilet istemiş. Aldığı yanıta göre kutuplar dışında soğuk bir yer seçeneği malesef yokmuş... Yazar da soğuk olmasa bile uzaktaki daimi karlı dağlar olan Zug Dağı'nı izleyebileceği bir yere, Yukarı Bavyera'ya, bilet istemiş. Böylece yaz aylarında bir Noel yolculuğuna çıkacağı öykü yazma süreci başlamış.

Kitapta ortaokul ve lise çağlarındaki çoğu yatılı okuyan bir grup öğrencinin yaşadıkları olaylar anlatılmakta. Bazıları akıllı, bazıları cesur ancak hepsi daha hayatın çok başında ve ışıl ışıl bu öğrencilerin yanı sıra coğrafya öğretmeni Bay Bökh, okulun hobi bahçesinde eski bir tren vagonunda yaşayan Sigara İçmez ve diğer bazı renkli, bazı sıkıcı öğretmen, veli ve son sınıf öğrencileri ile yaşanan olaylar anlatılıyor. Kitaba da ismini veren Uçan Sınıf, ana karakterlerimiz olan öğrencilerin dönem sonunda sergileyecekleri tiyatro oyununun ismi. Bu oyunda aslında ''ders yerinde keşfe dönüşür'' ilkesinden yola çıkarak yeni bir eğitim modeli ortaya konuluyor. Fantastik etkiler de barındıran bu oyunda öğrenciler tarih, coğrafya vb gibi dersleri bizzat yerlerine giderek ve kendileri keşfederek öğreniyorlar.

Kitapta öğrencilerin yaşadığı çeşitli maceralar bulunuyor ancak tüm bu maceraların ortak noktası aslında büyüme süreci. Zaten kitabın önsözlerinde yazarın değindiği ve eleştirdiği durumlardan biri de, artık büyümüş ve özellikle de çocuklarla ilgili işlerde çalışan insanların (önsözde eleştirdiği kişi bir çocuk kitabı yazarıydı) kendi çocukluk yıllarından bihaber, çocuklar ve gençler ile hiç empati yapmaksızın, onların duygu düşünce ve ihtiyaçlarına tepkisiz kalarak kendi varsayımlarıyla hareket etmeleriydi. Bu bakımdan aslında kitabın hem yaşı küçük, hem de yetişkin çağdaki okurlara hitap eden yanlarının olduğunu söylemek mümkün. Özellikle de eğitimcilerin bu kitabı okumasının onlara farklı bakış açıları sunabileceğini düşünüyorum. Zaten bence öğrencilere ve çocuklara bir kitabı önermeden önce her öğretmen ve veli önce o kitabı kendisi okumalı.

Velhasıl kelam, benim okurken hem eğlendiğim hem de bana ilham veren noktalar bulduğum bir kitap oldu. Kitapta karakterler arasındaki dostluk ve dayanışma durumları, özellikle de gruplaşmalar ve bu gruplar arasındaki kavga ve çatışma durumu, bana bu kitap ile Ferenc Molnár'ın Pal Sokağı Çocukları isimli kitabı arasında benzerlik kurdurdu. Bu kitabı seven, o kitaba da göz atabilir veya o kitabı seven, bu kitaptan da hoşlanabilir belki.

Son sınıf öğrencilerinin okul işleyişinde ek sorumluluklar alması ve küçük sınıfların düzen ve korunmasında rol alması Harry Potter kitap serisindeki sınıf başkanlarının sorumluluklarını bana anımsattı. Bir ortamdaki kıdemin ve elde edilmiş hakların getirdiği sorumlulukların altının çizilmesi önemli bulduğum bir diğer durum oldu. 

Kitabın sade bir dili bulunuyor. Anlatım yalın olmakla birlikte, kurgu sürükleyici. Kitap belki 4. sınıf ve sonrası için uygun olabilir. Ayrıca dediğim gibi yetişkin okurların ve eğitimcilerin de ilgisini çekebilir.

Hoşça ve kitaplarla kalın.

-ve yazarın da dediği gibi: çocukluğunuzu unutmayın!-


Yetenekler doğuştan mıdır, yoksa sonradan öğrenilir mi? | Ağaç Ev Sohbetleri 294

 

"Yetenekler doğuştan mıdır? Yoksa, müzik, spor gibi yetenekler sonradan öğrenilir veya çocukken okulda veya evde öğretilebilir mi?"

Aslında bu konuda bir yazı yazmayı düşünmüyordum. Zaten bu konu geçtiğimiz haftanın konusuydu. Ancak başka blogların yazılarını okurken bir bloğa bu konuyla ilgili bir yanıt yazmıştım ve o yanıtımdan ilham alarak kendi bloğuma da bir şeyler not düşmek istedim.

Belki bildiğiniz, belki şimdi öğreneceğiniz üzere ben Türkçe Öğretmenliği bölümü mezunuyum. Okuduğum alan genel olarak eğitim, özel olarak dil eğitimine yönelik olduğu için bu konuda pek tabii bazı düşüncelere sahibim.

Gerek lisans, gerek yüksek lisans sürecimde aldığım derslerimde aslında genel olarak eğitim öğretim sürecini nasıl daha etkili hale getirebileceğimize yönelik ders içerikleri ile karşılaştım. Bazı derslerimde bu yöntem teknikler, daha vurgulu ve konu alanına göre değişmekle birlikte, dersin geneline yayılmış bir şekilde ifade ediliyordu.

Zaten tüm öğretim yöntem ve tekniklerinin esas amacı öğrencileri derse kazandırmak, dersi daha etkili anlatabilmek ve konuyu somutlaştırmak, konuyu hayata yansıtmak üzerine kuruludur. Ancak özellikle de yapılandırmacı yaklaşım dediğimiz öğretim yaklaşımının benimsendiği 2000'li yıllar ve özellikle de son yıllardaki gerek öğrenci profilinin gerek çağın gerekliliklerinin değişmesiyle birlikte güncellenen anlayışlar, bizlere öğrenci temelli bir öğretim sürecini verdi. Evet aslında bu, her yaklaşım gibi, süreçteki ihtiyaca göre şekillendi. Örneğin eskiden daha öğretmen merkezli ve tek tip modellere dayalı eğitim anlayışları merkezdeyken, şimdi öğretmenin de seçimlerine ve kabullerine göre değişmekle birlikte, tercih edilen durum öğrenci merkezli modeldir. Bu da pek tabii öğrencilerin zihin yapılarına yönelik araştırmaların çoğalmasıyla gelişen bir durumdur veya bu durum, öğrencilerin zihin yapılarını araştırma ihtiyacını doğurmuştur.

Ben şimdi sizlerle Gardner'ın çoklu zeka kuramı isimli bir düşünce biçiminden bahsedeceğim. Howard Gardner dediğim gibi bu kuramı ortaya çıkaran bir bilim insanı, psikologdur. Bu kurama göre zihin ve yetenekler tek tip değildir. Her insanın belli alanlara daha çok veya daha az yatkınlığı olabilir. Gardner, kuramında bu zeka türlerini; sözel-dilsel zeka, matematiksel-mantıksal zeka, görsel-uzamsal zeka, bedensel-kinestetik zeka, ritmik-müzikal zeka, sosyal zeka, içsel zeka ve doğasal zeka olmak üzere sekiz alt başlıkta sınıflandırmıştır. Bu alt başlıklara ek olarak varoluşsal zeka alt başlığıyla dokuzuncu bir zeka türü de araştırılıyormuş.

Bunlar nedir peki? Zeka dediğimiz kavram aslında düşüncelerimizi nasıl, ne yolla düzenleyebildiğimizi bizlere gösteren bir kavramdır. Zekamız ile elde olan verileri alır, kavrar, anlar, işler ve düşünmenin daha üst boyutlarında da onu başka düşüncelere dönüştürürüz. Bu dönüştürme işlemi de bizleri eleştirel düşünme, yaratıcı düşünme gibi üst düzey düşünme yolları dediğimiz daha karmaşık, daha zihni kullandığımız ve nihayetinde yeni veriler\ düşünceler ürettiğimiz durumlara götürür. Ancak tüm bunları yapabilmek için öncelikle verileri işleme yöntemimizi sorgulamalıyız. 

Yetenek, bir işi belli bir düzeyde ve yeterlilikte yapabilme, işleyebilme işidir. Yeteneklerimizi kullanırken aslında normalde yaptığımız işlerde harcadığımız işlerden daha az enerji harcadığımızı fark ederiz değil mi? İşte bu aslında o işe yönelik yatkınlığımız olduğunu gösterir. Bu yatkınlık çeşitli yollarla kişide var olabilir. Belki genetik, belki küçük yaşlardan itibaren o işe duruma maruz kalmak (yabancı dillerin konuşulduğu bir ortamda yetişmek veya resim\ müzik gibi sanat dallarının merkezde olduğu ortamda büyümek, kitaplarla iç içe yetişmek vs vs neyse artık örnek verilebilir) veya bir iş konusunda eğitilmek (erken çocukluk döneminde sadece maruz bırakılmayıp bilinçli olarak çocuğun eğitilmesi - örneğin keman, piyano gibi müzik aletlerini çok küçük yaşlarda çalmayı öğrenmek örnek verilebilir) gibi etkenler belki bu yetenek gelişiminde etkili olabilir. Bu konudaki çalışmaları derinlemesine araştırmadığımı, bunun sadece benim kendi fikrim olduğunu belirtmeliyim.

Yetenek, pek tabii yaşamdaki her hareketimizde olduğu gibi, zekamızı kullanarak yaptığımız işleri kapsar. Yani bir işe, duruma yatkınlığa sahip olmak veya süreç içinde bu yatkınlığı geliştirmek öyle havadan gerçekleşmez. Zekanın eğitilmesi ile gerçekleşir. Çoklu zeka kuramının çıkış noktası da aslında budur. Her öğrenciye doğru eğitim metodu ile bir bilgi öğretilebilir. Doğru öğretim yolunu bulmak önemlidir. Örneğin ritmik zekası gelişmiş bir çocuk sadece müzisyen olsun değildir buradaki mesele. O çocuğun sayısal zekası diyelim ki ritmik zekası kadar gelişmemiş olsun, işte bu noktada eğitim ile çocuğun yatkın olduğu alanı kullanarak yatkın olmadığı alan ve konuları ona öğretebiliriz. Matematik derslerini ritmik zekayı aktive edecek bir işleyiş planı ile işlersek, o öğrencinin o derse yönelik ilgisi en başta artacağı için tabi ki ilk etapta derse yönelik motivasyon ve güdüsü artmış olacaktır. Bunun dışında sayısal zekasının gelişmediğine yönelik önyargısı kırılacağı gibi, daha yatkın olduğu alandan bir işleyiş gerçekleştiği için dersin konularını kafasında daha rahat oturtabilecektir. 

Ben tabii Türkçe öğretmeni olduğum için bunu ana dilini öğretmeye yönelik düşünmeliyim. Bir kişinin sözel-dilsel zekası çok gelişmemiş olsa bile, yani dili kullanımı yeterli düzeyde etkin olmasa bile, bu durumun sadece kitap okuyarak geçmesini beklemek yerine (ki okumak bu noktada en ama en etkili yollardandır ve gereklidir - ayrıca, kitap okuma alışkanlığının kazandırılmasında da bu yöntemden faydalanılabilinir; çünkü zaten eğitim öğretim süreci özünde bir bütündür), öğrencinin duygu ve düşünce dünyasını harekete geçirecek ve farklı zeka tiplerini kullanmasını sağlayacak bir ders planı oluşturmalıyım. Bir öykü yazımı etkinliği planlıyorsam sözgelimi, burada sadece kelimeler ön planda olmamalı. Öğrencinin kelimeleri bulabilmesi için belki görsel-mekansal zekasını harekete geçirmeliyim, belki içsel, belki doğasal zekasını. 

Kaldı ki bu durum sadece ana dili öğretimi olarak değil, yabancı dil olarak Türkçe öğretimi özelinde de bu şekilde düşünülebilir. Ya da direkt olarak yabancı dil öğretimi konusunda gramer temelli bir öğretime takılıp dil gibi akışkan bir yapıyı kalıba sokmaya çabalamak yerine, yine aynı akışkanlığı öğrencinin yönetebilmesi, yani yatkın olduğu zeka türünü aktif edecek bir ders işleyiş planı ile dili akış içinde öğrenmesini (ki bu noktada dil öğretim yöntemleri de devreye girecektir) sağlamak daha faydalı bir yol olacaktır diye düşünmekteyim. Yabancı dile yatkınlık, diğer bir adıyla ''yetenek'', bir öğrencide başka bir öğrenciye göre daha baskın olabilir belki ancak her öğrenci uygun yolla dil becerisini (gerek ana dili, gerek yabancı dil) geliştirebilir.

Özetle, kişinin belli başlı alanlara çeşitli nedenlerle yatkınlığının bulunması durumunu yetenek olarak isimlendiriyoruz. Ancak yetenekler tıpkı kaslar gibi geliştirilebilirler. Bu da kişinin farklı zeka alanlarına yönelik yatkınlığı merkeze alınarak ortaya konulacak etkinlikler ve düzenli çalışmalar ile gerçekleşebilir. Yetenek doğuştandır ancak herkes her şeyi uygun ve çeşitlendirilmiş öğretim yolu ile (bana göre ve bazı yapılmış çalışmalara göre) öğrenebilir.


Sarnıç (Sait Faik Abasıyanık) | Kitap Yorumu

Yazar: Sait Faik Abasıyanık, Yayınevi: YKY

Kitapta on altı öykü yer alıyor. Bu öykülerde genel olarak yaşamın içinden karakterler yaşamlarının bir anıyla okura görünüyorlar. Bazen Anadolu'nun bir köyünden, bazen Adalar'dan... bazen Gülhane Parkı'ndan, bazense Avrupa şehirlerinden geçip gidiyorlar kelimeler arasından. Evet, resmen süzülüyorlar. Öyle hafif, öyle doğal ve akıştan ki bu öyküler, insan sanki bir film etrafını kuşatmış da, onu izliyormuş gibi okuyor öyküleri. En azından bu öykülerin bende bıraktığı en baskın etki bu oldu: Canlılık. Ancak bu canlılık, abartısından değil, sadeliğinden alıyordu gücünü.

Bazı öyküler bireysel, bazıları toplumcu. Ama hiçbir öyküsünde yazar gerçeğin ötesine geçmemiş. Karakteri yaşadığı hayatın doğallığı içinde resmetmiş. Aslında hepsi insanlık halleri. İyi yanları, kötü yanları, çaresizlikleri, yalnızlıkları, hayalleri, buruklukları ile. Genci yaşlısı, kadını erkeği, şehirlisi köylüsü, açı toku doymayanı, okumuşu gezmişi tüccarı işçisi, Rum'u Ermenisi Lehlisi, turisti göçebesi... Hepsi insan ve öyküleri de insanlık halleri.

Benim okuduğum bu baskı 2008 yılında YKY'den çıkan 13. baskıya ait. Bu baskıda 1954 yılındaki kitabın 2. baskısı esas alınmış ve kitabın dili günümüze uyarlanarak yayınlanmış. Kitabın dili sade ve anlatım akıcı; ancak kitabın içerisinde eski kelimeler de bulunuyor. Bilmediğim kelimelerin olması benim okuma sürecimi kesintiye uğratmadı. Öte yandan belki kitabın sonraki yıllarda yapılmış daha yeni baskılarında dil daha da sadeleştirilmiş olabilir, bu konu hakkında bir bilgim yok. Ancak öyle olmasa bile, okuması zor olmayan bir kitap diyebilirim. Sade ama zengin bir dil kullanımı vardı. Hani bazen bir kitabı okumanın farklı bir keyfi olur ya... farklı bir lezzeti, işte Sarnıç'ta bu farklı tadı buldum. Bana kitap okuduğumu dolu dolu hissettiren bir kitaptı. Öykü okumayı seviyorsanız kitaba zaten mutlaka bakın derim.

Hoşça ve kitaplarla kalın.


Hıdrellez.


''Bu duayı her kim okuyorsa...

Yüzüne, gözüne, yanaklarının ucuna can gelsin. Hücreleri, midesi, içinde düşünceler dönüp duran beyni sağlıkla dolsun. Güneş kirpiklerine dokunsun, göz bebeklerinden kalbine ulaşsın. İçi ışıl ışıl parlasın.

Hayattan korkmasın. Kendini akışa hop diye bırakmayı bilsin. Neşe onu kucaklasın, başından aşağı kova kova şans dökülsün. Sevdikleri hep yanında olsun.

Kafası karıştığında, şüphe tohumları zihin kıvrımlarında oynaşmaya başladığında... gözlerini Toprak Ana'ya çevirsin. Yağmuru izlesin, rüzgara sarılsın. Her şeyin geçeceğini bilsin.

Hırsla, kibirle koşup durmak yerine hayata teslim olmanın gücünü hissetsin. Gökyüzü kadar engin, kar tanesi kadar eşsiz olduğunu hatırlasın. 

Duygularından korkmasın. Küçük bir çocuğun cesaretiyle dinlesin karnının sesini. İçine sinmeyen hiçbir şeye ''evet'' demesin. Kendini köşeye sıkıştırıp ''keşke''lerle, ''ama''larla, ''oysa''larla ruhunu çürütmesin.

Kalabalığın sesiyle arasına mesafe koysun. İhtiyacı olmayan sözlerin kalbine girmesine izin vermesin.

Meyvenin yere düşmesini beklemesin. İstiyor mu? Koparsın dalından. İştahla yesin, afiyet bal olsun.

Geceleri uykuya dalmadan önce sahip olduklarını hatırlasın. Hiçbir şeyi yok mu? Pencereden baksın. Yıldızlar hepimizin, unutmasın.

''Olması gerekenler''le ''var olan'' arasında sıkışırsa, aynaya baksın. Doğa Ana'ya, Gök Baba'ya, Dünya'ya... Aynada ona bakan gözlerin uğruna güvensin.

İnansın, tüm kalbiyle inansın: Güneşin daha parlak doğacağına, bulutların dağılacağına, yağmurun dineceğine inansın. Güzel günlerin geleceğine.

Kendine sahip çıksın. Bu bedende, bu kirpiklerin arasından dünyaya bakarken... Küçük bir çocuğun resim yapışındaki heyecanla. Usta bir şairin kalem tutuşundaki özgüvenle çizsin sınırlarını. Kendi olmaktan korkmasın.

Bu mavi dünyaya yıldız tozu gibi serpilmiş milyarlarca insandan biri olduğunu da, bir su damlasına eşsiz bir okyanus sığdırdığını da unutmasın.

Evini aradığı anlarda kalbine baksın. Kendini yalnız hissettiğinde her kalabalıkta yeri olduğunu hatırlasın.

Bu dünyada kocaman bi' yeri olduğunu, hayal edebildiği her şeyin gerçek olabileceğini bilsin.

Yüzünü güneşe dönsün. Dönsün ki tüm gölgeler arkasında kalsın...''

(alıntıdır).


Not: Bu yazıyı her yıl paylaşıyorum. Vaktiyle bir yerde görüp defterime not almış ve bloglarımın birinde (eskisinde de olabilir emin değilim) paylaşmıştım. Sonra her yıl paylaşır oldum. Kaynak belirtemiyorum bu nedenle ama zaten sosyal medyada da 5 Mayıs yaklaştı mı bu konularla ilgili her hesap yazıyı paylaşıyor, yani zaten her yerde aynısını veya benzerini görebileceğimiz bir yazı. İçime aydınlık bir enerji veren bir yazı. 

Hepimizin dileklerinin en güzel şekliyle gerçekleşmesi dileğimle. 


bir şeyler dinlemek için tıklayabilirsiniz. :)




Bazı Yazlar Uzaktan Geçer (Murathan Mungan) | Kitap Yorumu

Şair: Murathan Mungan, Yayınevi: Metis Yayınları

Bu akşamı şiirlere ayırdım. Aslında şiir kitaplarını ara ara açıp karıştırmayı, belki şiir falları bakmayı severim. Ama... bu sefer müzik açtım, kahvemi yaptım, bağdaş kurdum ve okudum. Okudum okudum okudum ve bazı beğendiğim şiirleri paylaştım. 

Şiirler böyledir değil mi? Bazılarını -belki de bazı zamanlar- içimizde tutarız. Kendimize saklarız. O şiir, kelimeleriyle, ve aslında sadece var olarak, bizimle bir çeşit sırdaş olur. Bazense, paylaşırız. Belki süreleri dolmuş sırları. Belki süreleri dolsun istediğimiz sırları...

Ne demiş vaktiyle ünlü bir dizi karakteri: İki kişinin bildiği sır, sır değildir. Şiirler de benim gözümde böyledir. Bazen içimizde, bazen dışımızda yankılanan sırlar. Hem, ''her insanın bir öyküsü vardır ama her insanın bir şiiri yoktur,'' diyor ya Özdemir Asaf. İşte bizler de, biz okurlar da, şiirlerdeki sırları fısıldayarak kendimize pay çıkarmaya çalışıyoruz sanırım. O okuduğumuz şiirde kendimize yer bulmaya çalışıyoruz. Bazen buluyoruz ve susuyoruz; bazen paylaşıyoruz. Böylece şiir, varlık buluyor. İçimizde.

Bu sefer de işte, paylaşarak yer verdim şiirlere; içimde. Kitaba dair eeen sevdiğim durum, kitabı kütüphaneden aldığım için benden önce onu okuyan kişi veya kişilerin altını çizdikleri dizelerde kendimden parçalar bulmam oldu. Benim de altını çizeceğim dizeleri benden önce başka birinin bulması tuhaf bir histi. Kitaptaki boşluklara yazdığı notlar... Sanırım o kişiye özendim. Bir şiiri olan biri gibiydi, ondan sanırım. Acaba şimdi nerede, kiminle ve nasıldır; bunu da çok merak ettim.

Velhasıl kelam, şiir güzeldir. Murathan Mungan'ın dizeleri de güzeldi. Okumaktan keyif aldım.

Hoşça ve kitaplarla kalın.


Bazı Sevdiğim Şiirler







Not: Bu kitap yorumu yazısı reklam değildir, kitap önerisidir.


Merhamet (Toni Morrison) | Kitap Yorumu

Yazar: Toni Morrison, Çevirmen: Zeynep Heyzen Ateş,
Yayınevi: Sel Yayıncılık

Sene 1690. Yeni Dünya'nın topraklarındayız. Kitap, bu dünyayı anlatıyor. Bu dünyayı, ''diğerleri'' aracılığıyla anlatıyor. Diğerlerinin yaşamı daima, sonsuz bir deniz yolculuğu gibi ilerliyor: Karanlık, sıkışık ve değişken. Öncesi veya sonrası farklı değil; diğerleri olarak görülenler için her yeni yer, bir ev olmaktan çok uzakta.

Kitabın bölümleri farklı karakterlerin ağzından anlatılıyor. Bu bakımdan benim için başlangıçta anlatıma uyum sağlamak zordu. Ancak kitap ilerledikçe aslında her karakterin kendine özgü bir anlatım tarzının olduğunu fark ettim. Bu karakterler anlatımlarında olay, zaman ve mekan sıçramaları yapsalar da, dilleri kendi dilleriydi; hangi bölümü hangi karakterin ağzından okuduğumu kitapta belli bir noktaya geldikten sonra daha rahat anlar oldum.

Köle ticaretinin sıradan karşılandığı, ırkçılığın, cinsiyetçiliğin ve dogma fikirlerin ön planda olduğu zamanlarda geçiyor kurgu. Bizi ayakkabı giymekten hoşlanan küçük bir kız çocuğu karşılıyor kitabın ilk sayfalarında. Bu kız, bir Zenci. Annesi onu korumak için bir Efendi'ye veriyor. Yeni evinde büyüyor Florens. Bu evde satın alınmış başka hizmetliler ve bir de evin Hanım'ı var. Bu Hanım bir Beyaz; ancak o da evinden çok uzağa satılmış. Çünkü o da bir Kadın. 

Evin Efendi'si ticaretle uğraştığı için sık sık uzaklara gidiyor. Evde kalan Hanım ve hizmetliler ise evin işleri ve tarımla ilgileniyorlar. Kadınlarla çalışmak daha kolay diye erkek çalışanları istemiyor Efendi. Yalnızca iki erkek çalışan var. İki Beyaz erkek; iki suçlu, iki dışlanmış. İkisi de çocukluktan beri oradan oraya satılmış, istismara uğramış, ötekileştirilmiş ve aldıkları üç kuruşa bile ses etmeden özgürlüğü düşleyen iki adam. 

Bir de demirci var. Florens'in yüreğinin kahramanı. Annesi tarafından istenmediği için çocukken satıldığını düşünen, tüm hayatını bir daha kovulmamak için sevilmeye adamış bu genç kadın için her şeyini sunabileceği tek şey bu adamın aşkı. Demirci yürek yakan birisi. Yetenekli, centilmen... üstelik özgür bir Zenci.

Lina, Sorrow, gemideki kadınlar ve nicesi... Ten renklerinden, cinsiyetlerinden, düşük sosyoekonomik durumlarından dolayı kenara atılmış olanlar. Kitap onların sesiyle yazılmış. Bu, özgürlüğü bulma öyküsü bile değil; bu, özgürlüğün iki yakasını anlatan bir kitap. Bir amaca bağlanan ruh, kendi amacına bağlanan ruh... özgürdür. Karakterlerin bazıları buna sahipti veya süreç içinde sahip oldu. Bazıları bunu istemedi. Bazılarıysa... bitmeyen gemi yolculuğuna devam etmeyi seçti. Kitabın ismi de manidar: Tüm karakterlerin, belki de tüm insanların, birbirleriyle olan bağını simgeliyor. Yaşamı ve yaşamları simgeliyor.

Kitabı sevdim. Farklı bir kitaptı açıkçası. Hem Toni Morrison'dan, hem de Afro-Amerikan Edebiyatı'ndan okuduğum ilk kitap oldu. Beni en çok memnun eden de bu oldu diyebilirim. Yeni bir yazarla tanıştığım ve farklı bir kültürün havasını soluduğum için mutluyum. Bunun dışında, çarpıcı bir konu, aslında çarpıcı da bir şekilde işlenmiş. Ancak artık yazarın anlatımından dolayı mı, yoksa çeviriden kaynaklı mı tam ayırt edememekle birlikte, anlatımda bazı kopukluklar olduğunu düşünüyorum. Yani kendimi kitaba tam olarak kaptıramadım. 

Hoşça ve kitaplarla kalın.


Popüler Yayınlar