Sakura Fırtınası #1


Bu hikayeyi önceden anlatmıştım. Ancak şimdi bir kez daha aklıma ve gündemime düşmesinde eski (??) bir mektup arkadaşım etkili oldu. Kendisi artık muhtemelen beni asla okumayacaktır (ve benden nefret etmemesini -kendimi de bu kadar önemserim- umarım). Sevgili B. veya C. (ki B. desem daha iyi olabilir), uzun zamandır kalbime sakuralar yağmadığı gerçeğini görmemi sağladı. Üstelik sakura yaprakları her yandayken! -evet kasım ayında bile- İşte ben de, bu nedenle, bir sakura fırtınasının bir anından (Bezelyecik duymasın) kalbimden bir an çıkarmaya karar verdim.

Çocukluk anılarımı net hatırlarım. Ben unutsam, elbet bana ben büyürken birisi hatırlatmıştır. İlkay çocukken böyle yapardı, şöyle derdili cümleler, çocukluğumla aramdaki güvenilmez köprünün en sağlam taşlarını oluşturuyorlar gibi geliyor bana. Bu nedenle (özellikle de yaşlandıkça, şşş) anılarımı ben mi hatırlıyorum yoksa bana hatırlatıldığı kadarını mı aklıma getiriyorum, emin olamıyorum (ve asla da olamayacağım).

Küçükken kardeş istemez(mişim)dim. Bunu ben de hayal meyal hatırlıyorum ama -dedim ya- bu hatırlamalarım kulak misafiri olduğum konuşmalardan mı ileri geliyor yoksa ben mi bizzat hatırlıyorum emin değilim. Her neyse! Günün sonunda ikisi de aynı şeydir. Ben de, işte, çocukken kardeş istemez, hatta kendimi yerlere atarmışım. İnan bana hiç de öyle bir çocuk değildim. Bence iftira :). ''Kimse benim anneme anne, babama baba diyemez,'' diye millete ayar çekermişim. İlginçtir, ailem çığıran bir veledi dinlerlermiş de. Gerçekten de ''ben kardeş istiyorum!'' diye çığırmaya başlamadan evvel bir kardeşim olmadı.

Olay şöyle gelişti... Anneannemlerin mahallesinden iki arkadaşımın peş peşe kardeşleri oldu. Ben zaten bu ikisine çok kuruluyordum. Benden bir yaş büyüktüler ve aynı yaşta oldukları için onları birbirine yaklaştıran ortak konuları vardı. Hele hele biz büyüdükçe bu konuların sayısı daha da arttı (çünkü benden bir sınıf üstteydiler). İşte şimdi de kardeşleri olmuştu! Benim de kardeşim olmalıydı. Herkesin oluyorsa benim niye olmasındı! Hemen annemlere koşup bir kardeş sipariş etmişim. Tabi bilmiyorum, kardeş öyle isteyince hemen eline gelecek bir şey sanıyorum. Bir de üstüne büyük haliyle geleceğini... (hadi yine bebek olsun ama ciyak ciyak ağlayan bir bebek olması... bu konuya da geleceğim).

Yine de bence çok beklememişim. Artık kaç zaman geçti bilinmez... Bir kız kardeşim olacağını öğrendim! Acaba ne hissetmiştim? Bak benim hafızam güçlüdür aslında. Yukarıda bir girizgah yaptım ettim ama kendi hafızam da noktaları iyi hatırlar. Sadece, boşlukları nerelerden doldurduğumu hatırlamıyorum. Kız kardeşim olacağı zaman verdiğim tepki neydi, ne hissetmiştim onu da hiç hatırlamıyorum doğrusu ama bir kız kardeşim olacağını annem dahil kimse öğrenmeden evvel bunu benim öğrendiğimi hatırlıyorum. Nasıl mı? Rüyamda :))).

Bu, benim hatırladığım eeeen eski rüyam. O da bölük pörçük. Biliyor musun rüyamı da sanki bir çocuğun pastel boyayla çizdiği bir resmin görüntüsü gibi hatırlıyorum. Rüyamda küçük bir kız çocuğu vardı. Bu çocuk sarışınımsıydı. Ben esmerken kardeşimi sarışınımsı görmüş olmam da... Bahçeli bir evde hayvanlarlaydı falan. Galiba onu Pamuk Prensesvari (biliyorum o sarışınımsı değil) bir şekilde hayal etmişim ahahahaha. Neyse böyle bir rüya görmüştüm ama rüyamı birilerine anlatmış mıydım, beni ciddiye almışlar mıydı; yoksa kız bebek isteyen büyüklerimden onay toplamış mıydım emin değilim.

Kardeşim uzun yolculuğundan aramıza katılmadan evvelki zamana (yani annemin hamileliğine) dair hatırladığım bir diğer şey de -ki zaten başka da yok- kardeşime isim seçtiğimiz zamandı. O zamanlar popüler olan dizilerden, isimler sözlüğünden ve yine -sıkı dur!- bir rüyadan ilham alınmış üç beş isim gündemimizdeydi. Anlaşılan, kardeşim gelmeden evvel bize bir çeşit telepatik mesajlar yollamış (tabii ki şaka yapıyorum). Annem rüyasında kardeşime İ. ismini vereceğini görmüş. (Evet o da İ.'li bir şey). Bu ismi bize açıkladığında ne düşündüğümden emin değilim ama benim favori ismim başkaydı. Yine de bana göre hava hoştu. Laf aramızda, o zamanki yani küçük Ben, kardeşimin isminin anlamını çok sevmişti. 

Gel zaman git zaman annem ve babam beni teyzemgile emanet edip ortadan kayboldular. Geri döndüklerinde yanlarında biri daha vardı: Ciyak ciyak... (kardeşim okur falan, şaka şaka) Su perisi kardeşim. Onun doğumundan sonrasına dair aslında belli belirsiz bir anım daha var ama bu o kadar sisli bir anı ki, gerçekliğinden şu an şüphe ediyorum. Sanırım annemler geri dönmeden evvel ben kardeşimi ziyarete gitmiştim. Tabi ki babam ve halamla birlikte. Anneme bir çiçek almak hakkındaki konuşmamız aklımda. Böyle bir şeyler. Ama sonrası yok. Kardeşimi ilk gördüğümde içime dolan his, yok. Eve döndüğümüzde zihnime dolan sorular, var.

Mesela: Kardeşim de çikolata sever mi? Ona da alabilir miyim? İki tane alsam olmaz mı? Hem İ. de sever bence... (o sırada İ. ağlamakla meşguldü).

İ. uzun bir dönem sadece ağladı. Bu beni biraz hayal kırıklığına uğratmıştı hatırlıyorum. Ben, birlikte oynayabileceğim bir arkadaşım olacağını düşünüp ''kardeşim nerrdeee!'' diye milleti darlıyordum oysa... Kardeşimle oyun oynayabileceğimiz kadar büyümesini beklerken, ben de büyümüştüm... :( Sonra da ona sinir oluyordum galiba. Eşyalarımız ortak olduğu için, meraklı olduğu için, bilgisayarda oynarken araya girdiği için... Aslında İ. çok uslu bir çocuktu. Düşünüyorum da... Ben çocukken hep çok daha şımarıktım. (Laf aramızda hala biraz öyle olduğumu düşünüyorum...)

İ.'nin çikolata yiyemeyeceği gerçeği (henüz bir haftalık falandı muhtemelen) beni üzmüştü. Bu, bir çocuk için gerçekten üzücü diye düşünmüştüm. Çikolata yiyememek! 

İ. gerçekten prenses gibi bir çocuktu. Tipi bile ahhahahah. Ben biraz daha serseri bir kızdım. Ama duuurrr... İ. çok bebekken erkek çocuğuna benzetilirdi ahahahhah. Ama tatlı diye diyorum ya. Hatta annem artık bu durumdan sıkılmıştı da, İ.'nin kız olduğunu vurgulayan şeyler ve renkler giydirirdi. Bir anı aklıma geldi bak şimdi. Ben, annem ve bebek arabasındaki elbise giymiş İ. yolda giderken iki genç İ.'yi sevmişti. İçlerinden biri ''kız mı erkek mi'' diye sorunca annem de ''ama yok artık''vari bir tepki vermişti ahahhahaha. Neyse. Ne diyordum... ben daha... daha... hah, marjinal bir tiptim. Yani çocukken.

Yani işte davranış olarak da değil de (tamam İ.'ye göre davranış olarak da)... İşte genel hava diyelim. Örneğin benim hiç düğünlerde giydiğim gelinliğim veya prenses elbisem olmamıştı. Pembe rengi çok giymezdim. Kot ceket ve kovboy çizmem, ekose eteğim, cırt renkte badilerim... Çocukluk fotoğraflarımda böyleyim. Bir de şımarık şımarık pozlar verirdim. Prenses gibi değil de... Şımarık dediysem de... İşte, tatlı anlamında. O zamanlar tabi dijital kameralar yoktu. Fotoğrafın nasıl çıkacağını bilemediğinden öylece şansa çekiverirdin. Benim fotoğraflarım bu yüzden daha çok anı yansıtıyor. Bazısında yan tarafa seslenirken, bazısında bir şeylerle uğraşırken... İ. küçükken yine bu kadar gelişmiş değildi kameralar falan filan ama yine de dijital fotoğraf makineleri çıkmıştı ve fotoğrafta nasıl çıktığını (örneğin gözün kapalı mı ahahah) görebiliyordun.

İ. ile olan en eski fotoğrafımızda ben 6 yaşında falanım. Bücürüm yani. Kucağımda benim yarım kadar bir bebek (abarttım). Ama o yaşlarda küçüktüm takdir edersin ki ve bir bebek bile bir çocuk olan küçük Ben'in kucağına büyük gelmişti. 

Oyuncak bebeklerimle oynamayı çok severdim. Oyuncaklarıma hep özen göstermişimdir, sanki canlılarmış gibi. Bahsettiğim bebekler de Barbie falan değil (genelde) daha büyük bebekler. Düşünüyorum da, benim oyuncaklarım bile bir tuhaftı hahshah. Yani bebeklerim. Çok güzel değillerdi ama bu nedenle çoook güzellerdi. Biri Ö. teyzemin çocukluğundan kalmaydı; mavi bir elbisesi vardı ve adı -tabi ki- Maviş'ti (ama bu adla birlikte bana gelmişti, ona ben isim vermedim). Bir bebeğimi A. halam yapmıştı sanırım veya o da onun çocukluğundandı ve pembe saçları vardı. Ama böyle fosforlu falan pembe gibi pembe saçlar. Tabi ki, adı da: Pembe'ydi ahahhaah. Ama ona da bu ismi ben vermemiş olabilirim. Böyle böyle bebeklerim vardı işte. Çok güzel değillerdi ama çok güzellerdi ve benim arkadaşımdılar. (Sonra kardeşim onları... Onlarla kardeşim daha dolu dolu oynadı sanırım bilmiyorum ama benden daha özenli olmadığı kesindi).

İ. ile olan fotoğrafımızı anlatıyordum. İ. oyuncak bebek gibiydi, bu nedenle aklıma oyuncaklarım geldi. Küçük Ben de İ.'yi oyuncak bebek falan gibi görmüş müydü acaba? Hiç sanmıyorum. Çünkü oyuncaklar ağlamıyordu ama İ. ağlıyordu! O fotoğrafta da arkadaki kanepeye yaslanmışım. Elimdeki kardeşimi tutmaya çalışırken halterci gibi yüz kaslarım gerilmiş. Ama iyi ki o fotoğraf var. Bazen bazı fotoğraflarım ve yazılarım için iyi ki var diyorum. Zaten benim çocukluk fotoğraflarım çok komik (ve bu nedenle güzel).

Annem evi temizleyeceği zaman İ.'yi uyuturdu ama uyanmasın diye de ona ben bakardım. İşte ana kucağını sallayayım, onu eee eee'leyim diye falan. Ama bunu tabi ki beleşe yapmazdım. Annemle ''şu kadar cd izlememe izin verirsen, ben de İ.'ye o kadar bakarım'' diye pazarlığa girermişim (ki bunu ben de hatırlıyorum). Çizgi film cd'lerimi çok severdim. Ciddiyim, tv'de çıkan çizgi filmlerden daha çok severdim cd'den izlediklerimi. Böyle, masalların uyarlamalarına dair cd'lerim vardı onu hatırlıyorum. Sonra Red Kit vardı ki en sevdiklerimde baş sıradaydı. Ama en en en favorim (ki bunu daha evvel anlatmıştım) Karlar Kraliçesi idi (en eski yapımı, sonradan çıkanlar değil). İ.'yi pışpışlama bahanesiyle onları art arda izlerdim. Zaman içinde hem dvd'imiz hem cd'ler bozuldu ne yazık ki. Ama çocukluğumu anımsadığımda beni en çok gülümseten şeylerin başında o cd'ler gelir.

İ. ile birbirimize hiç benzemeyiz. Hem de çok benzeriz. Hem aynı şeyi düşünür ve yaparız, hem de bunu farklı şekilde -kendi dilimizle- yaparız. İkimiz de inatçıyız sözgelimi. Ama İ.'nin inadı ile benim inadımın kendini gösterme şekli birbirinden çok farklıdır. İ. ile bu yaz küsmüştük. O beni, ben de onu kırmıştım. Sonra ne o yanaştı, ne ben. İ. evden gidene kadar evde soğuk savaş vardı. :) İ. evden gidince hem rahatlamış, hem buruk hissetmiştim. Laf aramızda... yine biraz kırılmıştım ama bu kırgınlığın İ. ile bir ilgisi yoktu. Hala bu kırgınlık geçmedi. Hani İ. ile ilgisi olmayan kırgınlık. Sanırım hiçbir zaman da geçmeyecek. Bu nedenle biri bana minicik soru sorunca alakasız yerden çıkıyor. Sakura yerine dolu yağdırıyorum. 

İ. ile barıştık. Çok salak olduğumu fark ettim. Hazır İ. de eve kısacık dönmüşken gittim sarıldım. O da sarıldı. Bu kadar.

Sarılmak istediğin biri varsa git sarıl sevgili okur. Zaman kıymetlidir. Her şey geri gelebilir ama salaklıklarımız bizden en çok zamanımızı alır. 

Ben de sana işte şimdi sarıldım sevgili okur. Bazen birine sarılmaya ihtiyaç duyarım. Sen de duyuyorsan, işte sana sarıldım.

Aslında bu kasım ayı benim için iyi geçti. Bir ölçüde? Alerjim geçti. Zaten çok mutsuzum diye oluyordu. Ama insan, mutsuzluğunu nasıl geçirebilirdi? Mutsuzluğum geçmedikçe alerjim olmadık yerde pırtlayacaktı... Ve ben ilaç falan içmek istemiyordum. Bir sabah uyandım ve hönkürerek ağladım. Tüm hayal kırıklıklarım tek bir noktada buluştu. Sonra odamı süpürge tutarken herkesle, kalbimle, gözyaşlarımla, belirsizliklerle ve durmadan ucu çıkan süpürgeyle kavga edip durdum. Sonra hocama yl'yi bıraktığımı söyledim. Sonra çok istediğim bir şeye başladım (ki bu bana iyi geldi). Sonra, kendime aşık olmaya başladığımı fark ettim.

Sana Kasım başlıklı yazımda bundan bahsetmiştim. Kendini sev, ''önerisi'' özellikle de sosyal medyanın yaygın kullanımıyla herkese reçetesiz verilir oldu. Önceden, ''seveyim seveyim de, gözünü seveyim bana bir de onu nasıl yapacağımı söyle,'' diye düşünürdüm. Sonra -ki uzun da bir süre- ''kendimi böyle sevebilirim!'' ile ''kendimi neden sevemiyorum!'' ikiliği arasında ayran oldum. Sonra, bunun ne kadar aptal (üzgünüm) bir söylem olduğunu fark ettim. Çünkü insan, zaten kendini sever. Bir bebek bile bir şeyleri sevme yetisiyle doğar, değil mi? Bebekler üzerinde yapılan çeşitli araştırmalar varmış. Yani ''insan iyi midir, kötü müdür'' olayı özelinde genelde. Tabi sevgi daha farklı bir şey ancak, sevgi beraberinde ve belki de öncesinde, bir şeylere sıcaklık duymayı gerektirir ve insan -bana kalırsa (ki zaten bu bilimsel bir yazı değil, dandirik bir yazı)- bu doğal sıcaklıkla doğar. İnsan, sevgiyi bilerek doğar. Hayatı severek doğar. İçgüdüleriyle doğar. Zamanla, isimleri öğrendikçe, diğerlerini de sever. Diğer insanları, canlıları, eşyaları, düşünceleri... Diğerlerinin diğerleri olduğunu, kendi benliğinden ayrı bir varlıkları olduğunu ayırt eden bebek, içinden gelen sıcaklığı (sevgiyi) diğerlerine yöneltir.

İnsan sevmeyi bilerek doğuyorsa, o zaman, neden kendini sevemediğini düşünür? Çünkü öyle düşündüğüne inandırılır. Diğerleri dediğimiz, benliğimizle yer değiştirince, biz kendimiz için ''diğeri'' oluruz ve belki de bu nedenle, sevgimizi bir kez daha (ve aslında illüzyonik olarak) kendimize yöneltmemiz gerektiğini düşünürüz. Bu sadece bir ''yanılsama''dır dediğim gibi, gerçeği yansıtmaz. Öte yandan, neye inanırsan, gerçek odur. Senin gerçeğin odur. Ancak sevgi, en temel bileşen (benim varsayımımda) zaten içindedir. İçinde olan bir şeyi dışarıda aramak ise, yaşlıca bir harekettir. Çünkü hiçbir çocuk, bu yanılgıya düşecek kadar sıkıcı olmaz. Bu nedenle de büyürken, kendimizi ''diğeri'' yapıp kendimizden uzağa koyarken, kendimizi sevmenin yollarını ararız.

Bu nedenle ben, zaten içimde olan sevgiyi gören ben, kendime yanlış soruyu sorduğumu fark ettim. Sevgi bende, kaynakta, kaynak bensem ve benden çıkıp bana dönecek bir sevginin peşindeysem, o zaman... soru şu olmalı! Benden çıkıp bana dönen sevginin ilerleyeceği yol, yani kendi sevgimi kendime gösterme biçimim, sevgi dilim, ne olmalı? Bu noktada imdadıma ''aşk'' imgesi yetişti. Aşk, bu dünyada yaratılan bir şey. Bu dünyanın dillerinde yaratılan. Sevgili Bezelyecik başlıklı öykümsü serimde bunu keşfetmiştim. Aşk, soyut bir şey gibi pazarlanır. Hayır. Aşk, görebileceğin en somut şeydir. Sadece, herkesin dili algılayış biçimi, kullanış biçimi, yani ''aşk'ı farklıdır. 

Kendime aşık olmaya karar verdikten sonra ilk önce görüntümden etkilendim. Vay be... ben de fena değilim, gibi (ki bu bana arada gelir - aşkın ilk kıvılcımı). Sonra kendim için iyi olduğunu düşündüğüm kararlar aldım ve adım attım (aşkın derinleşmesi). Çünkü sevdiğin birine ''somut'' olarak ilgini göstermek aşkın ifadesidir. Sonra kendimle kavga ettim (aşkın dipsiz kuyusu). Evet evet, aşkta bu da vardır ya hani, kendimle kavga ettim ve kendime zayıflıklarımı göstermekten bu sefer çekinmedim. Yetersiz noktalarımı, acabalarımı... Çekindiklerimi. Sonra da gittim İ.'ye sarıldım işte. ''İ...'' dedim, ''ben çok aptalım.'' İ. de duygulanmaya yer arıyormuş, beraberce duygulandık. Evin havası değişti vallahi. (İ. ile evde köşe kapmaca oynuyorduk, ilahi biz).

Bu yazı nereye bağlanacak... Bilmem. Sakura fırtınası bir rüzgarla başlar. Ve çiçekler uçar, uçar.



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Popüler Yayınlar