Honey and Clover | Film Yorumu


Yönetmen: Masahiro Takada

Senarist: Masahiko Kawahara, Masahiro Takada, Chika Umino

Yapımı: 2006 - Japonya


+ Mutlu olmak istiyorum.
- Ben de istiyorum.
+ Belki de dört yapraklı yonca aramanın vakti gelmiştir. 
- Öyle bir şey olsaydı, ben de arardım.
+ Daha önce dört yapraklı bir yoncaya rastlamadığını söyleme bana sakın. 
- Ne? Masallarda olur zannediyordum. Ejderhalar, deniz kızları, Koca Ayak gibi...
+ Böyle şanssız bir hayat mı yaşadın, adeta bir ruh gibi?
- Böyle hevesli bir şekilde söyleme şunu.
+ Millet! Bu sefil delikanlı için dört yapraklı yonca arıyoruz!


Kaynak: Pinterest

Film, güzel sanatlar öğrencisi bir grup gencin kendini keşfetme sürecini arkadaşlık ve aşk temaları üzerinden izleyicilere gösteriyor. 

Filmi bundan baya öncesinde Pinterest'te dolanırken keşfetmiştim. Karşıma yukarıda paylaştığım fotoğraf çıkmıştı. Sonrasında filmi izleyebileceğim bir site bulamadım. Açıkçası bu beni biraz hayal kırıklığına uğratmıştı çünkü güzel bir film olacağına dair ilginç bir eminlik duygum vardı. Ah, belki de çok seveceğim bir filmdi! düşüncesi benimleydi. Yine de fotoğraf, kaydettiklerim arasında yerini bir müddet korudu ve ben onu izleyebileceğim bir site buldum! Peki, filmi nihayet bulabildiğim o beklenen gün bugünlerde miydi? Hayır. Ama bugünlerde ancak izleyebildim.

Aslına bakarsanız filmin ilk sahnesini de sevmiştim. Bir grup genç toplanmış bir arada oturuyorlardı. Tahmin ettiğim gibi, bir gençlik filmiydi. Gençlik sorunları, güzel işlenirse en sevdiklerimden. Ama bundan da öncesinde sahnede tek bir genç ön plandaydı. Evin önündeki kiraz ağacının yerlere uçuşan yapraklarını izliyordu. Çok değil, az sonrasında bu yaprakları bir kez daha görecekti. Evin üst katında sessizce resim yapan Hagu (Yû Aoi) ile karşılaştığında. İşte! Sakuralar kalbine yağmıştı, biliyordum.


+ İnsanlar neden resim çizer?

- İçimizden geldiği için. Çizmek zorunda olduğumuz için. Bu tıpkı... Bir insana neden yaşadığını sormak gibi bir şey.


Film, çok etkileyici bir film değil. Çok farklı bir konusu da yok. Ancak samimi ve kendini izleten bir hikayesi var. Ben severek izledim ve ilginizi çektiyse sizlere de önerebilirim.

Filmin bir de animesi varmış, ancak benim bahsettiğim 2006 yapımı bildiğimiz insanların oynadığı standart film olanı. :) Belki, tabii sonrasında bulabilirsem, animesini de izleyebilirim. Bakalım bakalım.

Hoşça kalın.


Honey And Clover 2006 trailer izlemek için tıklayabilirsiniz.

honey and clover Original Soundtrack dinlemek için tıklayabilirsiniz.


Not: Filmi şu siteden izlemiştim. Başka bir yerde bulamadım açıkçası ama siz bulursanız aşağıya yorum kısmına yazıp bilgilendirmeyi unutmayın. İyi seyirleer.


Not 2: Bu film yorumu yazısı reklam değildir, film önerisidir.



Çoluk Çocuk (Patti Smith) | Kitap Yorumu

Yazar: Patti Smith, Çevirmen: Yiğit Değer Bengi,
Yayınevi: Domingo Yayınevi

Başucu kitabı kavramını tam olarak anlayamıyordum. Başucu derken, başımın ucunda tutacağım denli seveceğim bir kitap mı kastediliyordu yani? Yoksa... Başımın ucundan ayırmasam iyi olacak denli yol gösterici bir kitap mı? Yavaş yavaş okusam yararıma olacak olanlar mı, istesem de hızlı okuyamayacaklarım mı? Tadını almak istediklerim mi, tadını almak için beklemem gerekenler mi? Bilmiyordum! Sevdiğim kitaplar vardı, çok sevdiklerim de pek tabii vardı; ancak, başımın ucundan ayırmadığım bir kitabım yoktu. Bazen bazı şeyleri yaşayarak öğreniriz. Sözgelimi, bir kitapla karşılaşırız ve ilk gördüğümüz anda kalbimizde bir sıcaklık oluşur. Sonra paragraflar birleşir ve bir bakarız ki o kitap, başımızın en ucundaki yol arkadaşımız olmuş. Günler ve günler ve hatta geceler de boyunca.

Patti Smith için ''Amerikalı müzisyen, rock şarkıcısı, ressam ve şair,'' diyor Google. Bu kitapta ise tüm bu sıfatları edinme yolundaki küçük bir kız çocuğuyla tanışıyor ve bu kızın büyüme hikayesine, tabii onun da izin verdiği kadarıyla, yakından tanıklık ediyoruz. Patti'nin en büyük hayali sanatçı olmak. Şair olmaya da, müzisyen olmaya da yoldayken karar veriyor biliyor musun; yolun en başında değil. Yolun en başında ne var peki? Bu yolu nasıl görebiliyor Patti? Bir yolunun olduğunu ve oraya adım atması gerektiğini nasıl biliyor? Kalbinde biliyor. Hiç bilmediği şehirlerde, maddi zorluklar içinde, gece gündüz çalışarak, bazen üşümüş, çoğu zaman yarı aç ve yorgun ama hep kalbindeki hisle biliyor. 

Patti'nin iki büyük şansı var bana göre. İlki, ailesi; ikinci ise tabii ki Robert. Robert ve Patti yol arkadaşı iki genç. Bazen bir arada olmasalar da, yolun sonuna kadar hep birlikte ilerliyorlar. Onların dostluklarına imrenmemek elde değil. Hayatta seni bu denli derinden seven, sayan, koruyan, inanan ve en önemlisi anlayan birinin olması kim bilir ne kadar değerli bir histir. Kitabı çok sevdiğimi anlamışsınızdır. Kalbimde yer edinen kitaplardan birisi oldu ve ayrıca bana, başucu kitabı demek ne anlama geliyormuş bunu gösterdi.

Kitapta geçen kişilerin çoğunu tanımıyorum. :) Ancak buna rağmen bile olaylardan kopuk hissetmedim kendimi. İsimleri bir karakter gibi görerek okudum. Olaylara Fransız kalmadım, anlatmak istediğim bu. Tabii, bu isimleri tanıyanlar çok daha fazla keyif alacaklardır o ayrı. Kitapta Patti ve Robert'ın fotoğraflarına ve Patti Smith'in bazı şarkı sözlerine de yer verilmiş.

Patti Smith müzisyen olmadan evvel bir şair, şair olmadan evvel bir ressam; ressam olmadan evvel ise sanatçı ruhu taşıyan bir kızdı. Bu nedenle kitabın dili de pek lezzetli. Şiirsel, akıcı. 

Hoşça ve kitaplarla kalın.




ALINTILAR

''Kuğu gökyüzüyle bir oldu. Hissettiklerimi anlatabilmek için kendi sözcüklerimi bulabilmek için çabaladım. Kuğu, diye tekrar ettim, tam anlamıyla tatmin olamadan, ve bir sancı hissettim içimde, tuhaf bir özlem; etraftakilerin, annemin, ağaçların ya da bulutların fark edemedikleri.'' (Sayfa 3)


''Ruh nedir? Ne renktir? Çok yaramaz olduğu için ruhumun ben uyurken gizlice kaçıp sonra da geri dönemeyeceğinden korkuyordum. Uyuyakalmamak için elimden geleni yapardım; böylece ruhumu ait olduğu yerde, içimde tutacaktım.'' (Sayfa 5)


''Benim iyi olmaya çalışan kötü bir kız, onunsa kötü olmaya çalışan iyi bir oğlan olduğunu söyleyip kendimize gülerdik. Yıllar içinde bu roller değişti, sonra tekrar değişti, ta ki çift yönlü tabiatlarımızla barışana kadar. İkimiz de çelişkili ahlak anlayışına sahiptik; karanlık ve aydınlık.'' (Sayfa 9)


''Coşkuyla itiraz ettim; sadece kendim olmak istiyor ve Peter Pan klanından geliyordum. Biz asla büyümezdik.'' (Sayfa 10)


''Uyandığımızda o çarpık gülümsemesiyle karşılaşınca, onun benim şövalyem olduğunu anladım.'' (Sayfa 40)


''Geceleri yürüyüşe çıkardık. Bazen gökyüzünde Venüs'ü görürdük. O çobanların ve aşkın yıldızıydı. Robert ona bizim mavi yıldızımız derdi. Bunu unutmamam için imzasını atarken Robert'ın t'sini mavi renkli bir yıldıza dönüştürdü.'' (Sayfa 47)


''Sadece özgür olmak bana mutluluk veriyordu.'' (Sayfa 47)


"Bir gün içeri birlikte gireceğiz ve sergi de bize ait olacak." (Sayfa 48)


Robert hep, "hiçbir şey sen görmeden tamamlanmış sayılmaz," derdi. (Sayfa 56)


Fakat Jim Morrison'u izlerken garip bir tepki verdim. Etrafımdaki herkes transa girmiş gibiyken, ben soğuk bir süper farkındalık içinde onun her hareketini izliyordum. Bu hissi konserin kendisinden çok daha net hatırlıyorum. Jim Morrison'u izlerken, ben de bunu yapabilirim duygusuna kapıldım. (Sayfa 58)


''Geleceği, arkama dönüp bakamayacak kadar çok merak ediyorum.'' (Sayfa 98)


''Her şey dikkatimi dağıtıyordu, en çok da kendim.'' (Sayfa 151)


''İlerleyebildiğim kadar ilerliyor, sonra hayalimde yarattığım duvarlara tosluyordum. Daha sonra tanıştığım biri bana sırrını verdi; oldukça basitti. Bir duvara tosladığında, tekmeyi bas.'' (Sayfa 170)


''Gitarıma Beau'nun (lat.: erkek arkadaş, sevgili) kısaltılmış hali olarak Bo adını takmaya karar verdim.'' (Sayfa 184)


''...eğer bir daha sahneye çıkacaksam, sadece kendim olacaktım.'' (Sayfa 218)


''Mor bizim rengimizdi, İran kolyesinin rengiydi.'' (Sayfa 268)


''Bunu nasıl yapıyor bilmiyorum ama onun çektiği tüm fotoğraflarda ona benziyorsun.'' (Sayfa 273)


''Küçük zümrüt kuş, veda etmek zorunda mıyız?'' (Sayfa 278)



Not: Bu kitap yorumu yazısı reklam değildir, kitap önerisidir.



Pocahontas | Film Yorumu


Yönetmen: Mike Gabriel, Eric Goldberg

Senarist: Chris Buck, Ralph Zondag, Duncan Marjoribanks, Burny Mattinson, Francis Glebas, Ed Gombert, Joe Grant, Kaan Kalyon, Glen Keane, Todd Kurosawa, Bruce Morris

Yapımı: 1995 - ABD


''Demek istediğin, senin gibi olmayan... Sence ben cahil bir vahşiyim. Ve sen pek çok yerde bulunmuşsun. Sanırım öyle olmalı. Ama hala anlayamıyorum; eğer vahşi olan bensem, nasıl bu kadar çok şey olabiliyor bilmediğin? Bilmediğin... Ayak bastığın her toprağı senin sanıyorsun. Yeryüzü senin için sadece ölü bir şey. Ama ben biliyorum ki her taş, ağaç ve varlığın bir hayatı, bir ruhu, bir ismi vardır. Sanıyorsun ki sadece senin gibi görünen ve senin gibi düşünen insanlar insandır. Ama eğer bir yabancının ayak izlerinden yürürsen, hiç ama hiç bilmediğin şeyler öğrenirsin. Sen hiç bir kurdun mavi dolunaya karşı uluduğunu duydun mu? Ya da bir vaşağa neden sırıttığını sordun mu? Dağın tüm sesleriyle şarkı söyleyebilir misin? Rüzgarın tüm renkleriyle resim yapabilir misin? Gel, koş ormandaki çamların gizli izlerinde. Gel tat toprağın, güneşin tatlandırdığı kirazları. Gel yuvarlan etrafındaki zenginlikler içinde. Ve bir kez olsun değer biçme! Fırtına ve nehir kardeşlerimdir. Balıkçık ve su samuru dostlarım. Ve hepimiz birbirimize bağlıyız, asla sonu gelmeyen bir çemberde. Bir çınar ne kadar büyüyebilir? Eğer kesersen asla bilemeyeceksin! Ve asla bir kurdun mavi dolunaya uluyuşunu duyamayacaksın. Ya da neden beyaz veya bakır tenli olduğumuzu. Dağın tüm sesleriyle şarkı söylemeliyiz. Rüzgarın tüm renkleriyle resim yapmalıyız. Toprağın olabilir ama hala tek sahip olduğun topraktır ta ki resim yapabilene kadar. Rüzgarın tüm renkleriyle...''


Kaynak: Pinterest

Pocahontas bir Kızılderili prenses. Beyaz adamların topraklarına ayak basmasıyla prensesin ve kabilesinin hayatı değişiyor. Ellerindeki aletlerle ateşler fırlatan bu yabancılar doğayı yakıp yıkıyor ve gidecek gibi de görünmüyorlar. Egemen olma arzusunun kör ettiği bu yabancılar altın bulmak uğruna yaşayan her şeyi öldürmeye kararlı gibi görünüyorlar. Ancak grupta yer alan cesur kaşif John Smith ile Pocahontas'ın aşkı olayların seyrini değiştiriyor.

Uzun süredir izlemek istediğim bir filmdi Pocahontas. Özellikle de böyle alışılmışın dışında özellikler gösteren prenseslerin hikayelerini izlemeyi seviyorum. Pocahontas'ın asi bir prenses olmasının yanı sıra -benim için- bir diğer sıradışı özelliği ise gerçekten yaşamış birinden ilham alınarak oluşturulan bir karakter olması. Tabii filmler, hele de romantik ve tatlı animasyon filmleri, ile gerçek hayat birbirinden tamamiyle farklı gelişen olaylara sahip. Google'dan da Pocahontas araması yaparak bilgilere ulaşabilirsiniz; veya şu videoda da kendisinin yaşamı kısaca anlatılmış (yerli kaynaklarda pek video yoktu).

Filme dönersek, filmi çok sevdim ki seveceğimi de daha izlemeden evvel bile biliyordum. Bu prensesimizi ise sosyal medyada ara sıra görüyordum. Kendisi favori prenseslerimden birisi oldu. 

Renkli karakterler, akıcı bir olay örgüsü ve doğa-insan hırsı, hoşgörü-bencillik, yaşatmak-yok etmek gibi çatışmaları bir arada işleyerek anlamlı mesajlar içeren hoş bir filmdi. İlgisini çekenlere öneriyorum.


Pocahontas - Colors of the Wind dinlemek için tıklayabilirsiniz.


Not: Bu film yorumu yazısı reklam değildir, film önerisidir.



Küçük Ağaç'ın Eğitimi (Forrest Carter) | Kitap Yorumu

Yazar: Forrest Carter, Çevirmen: Şen Süer,
Yayınevi: Say Yayınları

Bazı kitapların güzel olduğunu daha eline aldığın ilk anda anlıyorsun. Buna rağmen sohbetin açılması için biraz oturman ve pek tabii okuman gerekiyor. Küçük Ağaç'ın Eğitimi bir süredir okumak istediğim bir kitaptı. Bahsi geçen süre de uzun bir süreydi sanırım pek anımsamıyorum; ancak kitabı raflarda gördüğüm an çok sevindiğimi net olarak söyleyebilirim. Bazen bazı kitapları gerek kütüphane, gerekse kitapçı (ki bu artık pek sık olmuyor malum yandığı için kalmayan cepler) raflarında gördüğümde fiziksel olarak da hoplamak suretiyle tepkiler verdiğim heyecan halleri yaşıyorum.

Kitap, Çeroki isimli bir Kızılderili kabilesinden olan Küçük Ağaç isimli bir çocuğun anne ve babasının ölümünden sonra büyükanne ve büyükbabasıyla birlikte yaşamaya başlaması ve akabinde başından geçenleri anlatıyor. Ana karakteri bir çocuk olan kurgularda ben hep normalin iki katı etkilenirim. Bir de üstüne bu ana karakter çocuk kahramanımız kurgumuzun anlatıcısıysa... İşte o kitap etkileyici olmak için çok yüksek bir potansiyele sahiptir benim gözümde.

Kitabın farklı bir dili var. Çünkü kitap, Küçük Ağaç'ın anlatımından yazılmış. Tıpkı bir çocuk gibi heyecanla anlatıyor bize olayları kelimeler. Büyük bir heyecan, sonsuz bir merak ve hüzün ile sevincin iç içe geçtiği o nerede görsek kalbimize çarpan tuhaf hisle anlatıyor. Kitap aynı zamanda otobiyografik bir roman. Yani bahsi geçen Küçük Ağaç, yazarın kendisi. Bir zamanlar gerçekten yaşanmış veya büyük oranda yaşanmış olayları okumak ise ayrıca etkileyici tabii. Ama bu kitabı benim için asıl etkileyici yapan ne biliyor musun: Küçük Ağaç'ın eğitimi.

Küçük Ağaç henüz altı yaşında bir çocuk. Büyükannesi safkan ve büyükbabası melez bir Kızılderili. Kızılderili kültürü benim onları gördüğüm ilk andan, yani çocukluğumdan, beri ilgimi çekmiştir. Doğayla olan iletişimleri, kendilerini dünyanın hakimi sanmak yerine evrenin bir parçası olduklarını bilecek bilgelikleri, var olan her şeye duydukları saygı... (ki bunları büyüdüğümde düşünmeye başlayabildim). Küçük Ağaç hiç bir kurumda formal eğitim almıyor. Çünkü o bir ''yerli.'' Bunun anlamı ikinci sınıf vatandaş olmaktan bile kötü. Çocuk Esirgeme Kurumu'nda geçirdiği günlerde ötekileştiriliyor ve aşağılanıyor, tabi ki büyükler tarafından... Sonra yeniden o çok sevdiği kandaşlarının yanına, dağlara, dönüyor. Yazar da hayatı boyunca hiç formal eğitim (okul eğitimi) almamış ve fiziksel güç gerektiren pek çok ağır işte çalışmak zorunda kalmış. Ancak orta yaşlarındayken ilk kitabı basılmış. En ünlü kitabı da bu çocukluğunu anlattığı romanıymış.

Kitapta beni en çok etkileyen kısım dediğim gibi, Küçük Ağaç'ın heyecanla anlattıklarını okurken hissettiklerim ve farkında bile olmadan zihnimde açığa çıkan o çok önemli şeyler. Bir gün doğumunun her gün yeniden ve yeniden yükselişinin eşsizliği, doğadaki her canlıya saygı duymak ve onların değerli olduğunu hissettirmek (Küçük Ağaç'ın iyi koku alamayan yaşlı köpeklerinin işe yarayacak başka özellikleri olduğunu ona göstermeleri gibi), yalnızca beslenme gibi temel ihtiyaçlar için avlanmak ve bunu yaparken de en güçsüz olanı seçmek (buna ''gidişat'' diyor büyükbaba; en zayıf geyiği seçersen, geyik güçlenir), beden aklı ve ruh aklı olmak üzere iki aklımızın olması... ve dahası birçok şey. Büyükanne ve büyükbaba Küçük Ağaç'ı hep bir birey olarak görüyorlar. Onun da bir bilinci olduğunu ve bu bilincin dünyayı değerlendirişinin önemli olduğunu biliyorlar. Ona ve biz okurlara sevgiyi, saygıyı, kendini ve diğerlerini bilmeyi, yaparak yaşayarak öğrenme yoluyla gösteriyorlar.

Hoşça ve kitaplarla kalın.



ALINTILAR

Yumuşak bir şekilde, "Gidişat böyle," dedi. "Yalnızca gereksinim duyduklarını al. Geyik alıyorsan, en iyisini alma. En küçük ve en yavaş olanını seç, o zaman geyik daha güçlü olur ve her zaman sana et verir. Pa-koh (panter) bunu bilir. Sen de bilmelisin." (Sayfa 17)


''Onlara göre sevgi ve anlayış aynı şeydi. Büyükanne, anlayamadığı bir şeyi sevemeyeceğini söyledi.'' (Sayfa 52)


''Büyükanne doğru yaptığımı söyledi çünkü iyi bir şeyle karşılaştığın zaman, yapman gereken ilk şey bulabildiğin insanla onu paylaşmaktır; bu şekilde iyilik öyle bir yayılır ki nereye gittiğini bilemezsiniz. Ki bu da doğrudur.'' (Sayfa 74)


Büyükanne dedi ki: "Ruh aklı bütün diğer kaslar gibidir. Kullandığın zaman büyür ve güçlenir. Böyle olabilmesinin tek yolunun onu anlamak için kullanmak gerekir. Ama beden aklınla açgözlü ve benzeri olmaktan kurtulana kadar ona kapıyı açamazsın. Açtığın zaman anlayış gelişmeye başlar ve ne kadar anlamaya çalışırsan, ruh aklı o kadar büyür." (Sayfa 78)


Kendimi kötü ve boş hissediyordum. Büyükbaba dedi ki neler hissettiğimi biliyormuş, çünkü kendisi de aynı şeyleri hissediyormuş. Büyükbaba, sevip de kaybettiğin her şey sana bu duyguyu verir, deyip ekledi: "Bundan kurtulmanın tek yolu hiçbir şeyi sevmemektir ki bu daha da kötüdür çünkü o zaman sürekli boşluk hissedersin." (Sayfa 99)


Yemek yerken Büyükbaba bana baktı ve dedi ki "Görüyorsun, Küçük Ağaç, öğrenmenin yapmaktan başka yolu yok. Senin buzağıyı almanı engelleseydim, her zaman bir buzağın olması gerektiğini düşünecektin. Sana satın almanı söyleseydim, öldüğü için beni suçlayacaktın. Yaşam içinde öğrenmek zorundasın." (Sayfa 111)


''Büyükbaba dedi ki ağaçları yok etmek yerine onlarla birlikte yaşarsan ağaçlar seni beslermiş.'' (Sayfa 130)


''Bir üveyiği duyduğun zaman, bu birinin seni sevdiği ve bunu sana söylemek için üveyiği gönderdiği anlamına gelir.'' (Sayfa 133)


"Bir adama kendi başına yapmasını öğretirsen, o zaman adam iyi olur. Oysa yalnızca bir şey verip hiçbir şey öğretmezsen, o zaman adama geri kalan yaşamı boyunca, sürekli veriyor olursun." Büyükbaba dedi ki, "O adama yanlış hizmet yapmış olursun, çünkü sana bağımlı olursa, o zaman onun kişiliğini de alır ve çalarsın." Büyükbaba dedi ki bazı insanlar yalnızca sürekli vermeyi severmiş, çünkü bu onları kibirli, verdiği kişiden daha iyi kılarmış. Yapmaları gereken tek şeyin, kişiye kendisine bağımlı olmamasını sağlayacak küçük bir şey öğretmek olduğu halde... (Sayfa 193)


Dedi ki eğitim iki parçalı bir meseleymiş. Bir parçası teknikmiş ki işinde nasıl ilerleyeceğin anlamına gelirmiş bu. Dedi ki eğitimin bu ucu daha modern olmaktan yanaymış. Ama, dedi, diğer parçaya sıkı sıkı yapışsan ve değiştirmesen iyi olurmuş. Bu parçaya değer ver dedi. Bay Şarap dedi ki dürüst ve tutumlu olmaya, elinden geleni yapmaya ve başkalarını önemsemeye değer vermeyi öğrenmişsen, bu her şeyden daha önemliymiş. Dedi ki, "Bu değerleri öğrenmemişsen, teknik parçada ne kadar modern olursan ol, gene de hiç mi hiçbir yere varamazsın. Doğrusu şu ki bu değer vermeler olmadan ne kadar modern olursan, modern şeyleri kötülük, yakıp yıkma için kullanman mümkünden de ötedir." Ki bu doğruydu. (Sayfa 201)


''Artık ruhum acımıyordu. Rüzgârın, ağaçların, su kaynağının ve kuşların şarkısını hissederek yıkanıp temizlendim.'' (Sayfa 249)


''Dolu dolu yaşadık. Diğerlerinin de görmesi için sonbaharda yaprakların en kırmızısı, baharda en mavi yerli menekşe gibi şeyleri gösterirdik. Böylece hep birlikte tattık ve duyguyu paylaştık.'' (Sayfa 259)



Not: Bu kitap yorumu yazısı reklam değildir, kitap önerisidir.



Fleabag | Dizi Yorumu


Yönetmen: Harry Bradbeer, Tim Kirkby

Senarist: Phoebe Waller-Bridge

Tür: Dram, Komedi

Yapımı: 2016 (ilk sezon), 2019 (2. sezon) - İngiltere

Sezon: 2


Bu diziye dair en net hissettiğim şey ne diye düşünüyordum. Acaba... en çok gözüme çarpan şey, neydi? Çünkü söze buradan başlayacaktım! Sonra, aslında dizinin isminin onu tam olarak açıkladığını fark ettim: Fleabag. Çöpe atılmış, nefret edilen, adi vb. şey\ kişi anlamlarına gelen ifade. Öte yandan, seyircileriyle 2 sezon boyunca iletişim halinde kalan pek sevgili isimsiz ana karakterimizin -bana kalırsa- kendini tanımlama şekli de bu. Dizi boyunca dizinin ana karakteri olan genç ve yalnız bir kadının depresyonla baş edememe yöntemlerini izliyoruz. Her sezonu 6 bölümden, her bölümü 25 dakika civarındaki sürelerden oluşan 2 sezonluk kısacık ve bir veya birkaç oturuşta bitirilebilecek denli akıcı bir dizi Fleabag. Herkese pek tabii önerilmez, zira fazlasıyla ''farklı'' bir dizi; bu arada 18 yaş altına hiç önermiyorum, çünkü içerisinde cinsellik barındırıyor. Son dakika uyarımızı da geçelim yeri gelmişken!


Kaynak: Pinterest

Ana karakterimiz (Phoebe Waller-Bridge) annesinin ve en yakın arkadaşının ölümünden sonra depresyona girmiş ve bu ruhsal çalkantılarını alkol, sigara ve rastgele yaşadığı cinsel birlikteliklerle kontrol altında tutmaya çalışan birisi. Aslında kendisine sorsak eminim ki kontrol altında tutmaya çalıştığı hiçbir şeyin olmadığını söylerdi. Ancak belki ilk sezonda kendisine inansak bile, ikinci sezonda kontrolü dışında gelişen bazı tanımlanamayan duygularının kendisini nasıl etkilediğini fark ediyoruz. İlk sezonda gerçekten hiç umut ışığı yok... Ancak ikinci sezonda olaylara dahil olan Peder (Andrew Scott), ana karakterimize olduğu gibi, bana ve eminim pek çok izleyiciye de ışık oluyor.

Peder'in en önemli özelliği tatlı bir kişiliğe veya yüze sahip olması değildi tabii ki. Onun en önemli özelliği... Görmesiydi! Ana karakteri. Daha ilk dakikada onu fark etti. Onu ve onun dalmalarını. Ana karakterimiz dördüncü duvarı alaycı bakışlarıyla yıkıp geçen bir karakter. Yani dizi boyunca daima biz izleyicilerle iletişim halinde kalarak yaşadığı olaylar hakkındaki yorumlarını dile getiriyor. Peder bu özelliğe sahip olmasa ve ana karakterin ne yaptığını anlamasa bile onu görebiliyor. Acaba ruhsal açıdan saf enerjide kaldığı için mi? Yoksa ana karakterle aralarında daha ilk anlarda gelişen o tuhaf bağ nedeniyle mi? Muhtemelen cevap bu kadar karmaşık değildir diye düşünüyorum. Nedeni, hani muhtemelen, dikkat. Ana karaktere dikkatini veren tek kişi Peder'di. 

Bu nedenle olacak ki, veya bana bu nedene bağlamak daha anlamlı geliyor ki, Peder'e dair ana karakterle olan ilişkisi dışında hiçbir bilgi edinemiyoruz. Evet, onun da bir ismi yok. Evet, o da çiçekli yollardan gelmemiş birisi. Evet, belki o da bir zamanlar bir ''fleabag'ti. Ancak öte yandan, onun sorunlarını görmüyoruz! Bu nedenle, ana karakterle birlikteyken sadece onunla birlikte oluyor. Ona sorunlarını veya beklentilerini yansıtmıyor. Onu, ana karakterin onun kendisini görmesini istediği şekilde görmeyi reddediyor. Çünkü Peder, gerçeğin peşinde.

Açıkçası dizideki bütün karakterler sorunluydu. Ana karakter, onun ablası, üvey annesi, babası, eniştesi, üvey yeğeni, sevgilileri (??)... Hepsi tuhaf ama kendine bu konuda çok da yüklenmeyen tiplerdi. Ana karakter ise farklıydı. Çünkü içinde Peder'e bile anlatamadığı ağır bir yük vardı. Bir türlü içinden atamadığı ve atamadığı için de başka başka yükleri taşımaya gönüllü olmasına sebebiyet veren bir sürü yük. Sonuçta bir kere ''fleabag'' olursan, artık gerisinin önemi yoktur... yok mudur?

Bu diziyi birkaç yıl evvel izlemeye başlamıştım. Diziyi yarım bırakma sebebim diziyle ilgili değil, tamamen benim dizi izleyememek gibi tuhaflık içeren bir  özelliğim ile ilgiliydi. Ancak şimdi diziyi çok kısa bir sürede birbiri ardına izlediğim bölümlerle, çok da keyif alarak izledim ve bitirdim. Hatta keşke 3. sezonu da çekilse... Dizinin iki sezonu arasında üç yıl ara verilmiş. Bu demek oluyor ki umut var! 

Yukarıda belirttiğim uyarılar ve dizinin konusunu değerlendirerek siz de izleyip izlememeye karar verebilirsiniz pek tabii. Dediğim gibi, herkese şak diye önerebileceğim bir dizi değil. Ancak çok sevdiğim bir dizi oldu bu açık.

Hoşça kalınız efenim.

:)


ŞİMDİ DE REPLİKLER KÖŞESİ





















Not: Bu dizi yorumu yazısı reklam değildir, dizi önerisidir.



Yaza Yolculuk (Tomris Uyar) | Kitap Yorumu

Yazar: Tomris Uyar, Yayınevi: YKY

Bu kitabı okumak benim için ilginç bir deneyimdi. Bu deneyimin ilginç olduğunu anlamam için ise özlediğim bir şeyi hatırlamam gerekti: Sesli okumak. Bazen kitap okurken, eğer ortam müsaitse, bir anda sesli okumaya başlarım. Boğazımın kuruyacağı ana dek böyle okurum. Kendi sesimle kitabı duymak, hikayeye sanki hacim katar. Ben mi kitabın içine girerim, karakterler mi dışarı çıkar? Belki ikisi de. Bazen bu, değişir. Bazen dönüşümlü olarak kendini gösterir. Bu kitapta ise daha önce hiç yaşamadığım bir şey oldu. Kelimeler canlandı.

Kitap dokuz öyküden oluşuyor ve aynı zamanda sevgili Tomris Uyar'ın öyküleri ile tanışma kitabım oluyor. Güzel bir kitapta buluştuğumuz için halimden memnunum. Zaten, beklentimin karşılık bulacağını seziyordum, seziyordum ama öte yandan, kitapta beni bizzat yazarın kendisi bekliyormuş gibi de hissettim. Yazar, bir okuru olarak bana, ara ara bir satırın arkasından el sallayabiliyordu misal. Ben buradayım, demeyi ihmal etmiyordu. Bazı anlarda bu durum okurun kafasını karıştırabilir tabi. Çünkü öykülerin arasında tek başına dolaşmıyorsun, yazar da seninle birlikte dolanıyor. Bazen bir karakteri görüyorsun. Tam ona odaklanıyorsun ki, karakter bir yöne bakıyor; bir cisme, bir anıya... hatta başka bir karaktere. Ne fark eder? Bundan sonrasında o karakter değil, o nokta öne çıkıyor. O noktada yazar mı konuşuyor, karakter mi kestirmek zor. Belki de odak noktasına alınan o varlık veya şey konuşuyor. Onun da bir hikayesi var belli, ben buradayım diyor. Sonra yazarın başka kitaplarındaki öykülerinden bazı karakterler selam verebiliyor, editörün notu bana bu konuda yardımcı olmuştu. Öyküler kendi içinde bir bütün ama tüm bunlar ufak muziplikler bence. 

Kitaptaki dokuz öykü üçerli olarak gruplanmış. Aslında bu art arda gelen öyküler birbirinin devamı gibi durmuyor. Yine de dedim ya, tıpkı öykü içinde başka öykülerin varlığını da sezmemiz gibi, bu öyküler arasındaki bağlantıyı da ufaktan seziyoruz veya ben sezdim demeliyim. Belki biraz zorlama, belki değil; ama bu birbirinden farklı ama paralel olan öyküler okuduğum fikrini de sevdim. Sanki öykülerin dünyası daha da genişledi böylece. Her öykü derinlerime ulaşmadı. Ama dedim ya ilginçtir, ne zaman sesimi açtım da okudum onları, o zaman dile geldiler sanki. Yoksa bir tık sönüktüler benim için. Öte yandan bazıları ben sessizken bile sesliydi. 

Özellikle de Bol Buzlu Bir Aşk Lütfen!, Ölen Otelin Müşterileri ve Düzbeyaz bir Çağrı isimli öyküleri okumaktan keyif aldım diyebilirim. Bu öykülerde daha bir açık sözlüydü sanki karakterler. Daha sesliydi eğlenceleri, daha hüzünlüydü yalnızlıkları, daha buruktu yaşanmamışlıkları. Daha daha daha. Bu daha olayını sevdim işte en çok. Çünkü sanki yazar da nihayet daha gürül gürüldü, bilemiyorum. 

Kitaptaki dil kullanımı hep aynı, zengin. Öykülerin konuları daha yaşanmış, yaşanabilecek yerlerden; yani tanıdık. Ancak dediğim gibi bazı öyküler daha açık, daha konuşkan. Karakterleri daha ön planda. Kitabın ismi, yazarının isminden sonra, kitabı okumamda büyük bir etkendi. Malum havalar ısındı, yaza son on. Kitaptaki öyküler yaz mevsiminde geçse de ben o yaz havasını hissedemedim. Bunaltıcılığını bile. Daha çok sonbahar gibiydi sanki bu kitap veya ilkbahar. Neden bilmiyorum... Belki de hep bir araf hali vardı, ondan öyle gelmiştir.

Hoşça ve kitaplarla kalın.


ALINTILAR

''Başımdaki cam fanus kalkmıştı sanki: dünyayı aracısız görebiliyordum, rahatça soluk alabiliyordum.'' (Sayfa 9 - Gülümsemeyi Unutma)


Alacakaranlığın, her şeyi olduğundan biraz daha değişik, abartmalı, bazen de olağandışı gösterdiğini, "zaman" duygusunu sallantıda bıraktığını bilirim. Yine de sordum: "Bir mimari çıldırabilir mi?" (Sayfa 16 - Son Sanrı)


''Eski kendime dönmek için bir dönüş yolculuğu gerekiyordu.'' (Sayfa 16 - Son Sanrı)


''Bir ömre bir tek yaşamın az geldiğini bilirsiniz, bir yazarsanız.'' (Sayfa 21 - Son Sanrı)


''Kendine ne kadar sağlam bir duvar örersen ör, hep bir gedik bırakıyordun.'' (Sayfa 28 - Kalenin Bedenleri)


''Karşınızdaki bir yabancı olmalıdır ki şimdiki benliğinizle onu daha iyi tanıyın, o da sizi tanıdıkça bilinmeyen olası benliğinizin üstündeki perdeyi şöyle bir aralasın. Yabancı olmalı evet.'' (Sayfa 54 - Yaz Şarabı)


''...kahvaltı mutluluğunu senden öğrendim.'' (Sayfa 85 - Düzbeyaz Bir Çağrı)


''Biliyor musun, bazen seni mi özlüyorum, gençliğimi mi, korkusuzluğumu mu diye soruyorum kendi kendime. Sen yanımda olsan şimdi, konuşurduk, dalaşırdık, hep yaptığımız gibi. Yıllardır kimseyle dalaşmadım, sabah kahvaltısı etmedim.'' (Sayfa 85 - Düzbeyaz Bir Çağrı)



Not: Bu kitap yorumu yazısı reklam değildir, kitap önerisidir.



Ağaçlar (John Fowles) | Kitap Yorumu

Yazar: John Fowles, Çevirmen: Süha Sertabiboğlu,
Yayınevi: Ayrıntı Yayınları

Yazar bu kitabında çeşitli çocukluk anılarından yola çıkarak kendi iç dünyasını anlatmış. Bunu yaparken de ağaçların çocukluğunda bıraktığı etkiyi merkeze almış. Kitap boyunca hem yazarın anıları aracılığıyla çocukluğuna ve babasıyla olan ilişkisine dair bilgi ediniyoruz, hem de insanın doğaya bakış açısının aslında hayata ve hayatı kavrayışına olan etkisini yazarın bakış açısıyla değerlendiriyoruz.

Ağaçlar yazardan okuduğum ilk kitap oldu. Tahmin edersiniz ki kitabı ismi nedeniyle merak edip okumaya başladım. Bir de tabii kitabın arka kapağında yazarın iç dünyası, anıları gibi kelimeler gözüme çarpmıştı. Anılar, hele de çocukluk anıları, öğrenmekten keyif aldığım bir tür. Okumaktan, dinlemekten. Henüz hiçbir kitabını okumamış olsam da, yazarın kitaplarını okumaya böyle aslında hem derin bir yerden anlatılmış, hem de belki daha rahat okunacak bir kitabıyla başlamak istedim. Böylece yazarın kurgularına yansıyan yazma motivasyonunu, beslendiği kaynakları sonrasında daha kolay tespit edebilirim diye düşünmüştüm. Bir de anılar, biz okurlar ile yazarlar arasında samimiyet kuran bir tür diye düşünen bir yanım var. Bu nedenle kitaba hevesle başladım. Nitekim kitabın ilk cümlesi bile beni heyecanlandırmaya en baştan yetmiş gibi görünüyordu: ''En iyi tanıdığım ağaçlar çocukluğumun geçtiği evin bahçesindeki elmalar ve armutlardı'' (Sayfa 11).

Ancak bunun erken ulaşılan bir düşünce olduğunu kitabı okumaya başladıktan az sonra fark ettim. Kitap yaklaşık 80 sayfalık ince bir kitap olmasına karşın o kadar da hızlı okunan bir kitap değil. Bir anı kitabından ziyade, denemeye daha yakın bir türde olduğunu söyleyebilirim. Yukarıda da belirttiğim gibi, yazar aslında anılarından yola çıkıp ağaçlar aracılığıyla çeşitli konulardaki görüşlerine yer vermiş. Bu görüşler arasında babasıyla olan ağaçları ve dünyayı algılayışlarındaki farklılıklar, insanların doğayla olan hükmetme hükmedilme savaşı, doğanın sanat ve bilimdeki görünümleri gibi konular yer alıyor.

Kitap bana beklediğimi vermese de, okumaktan keyif aldım. Böyle, yazarın yaptığı gibi, basit bir noktadan, belki bir nesneden (yazar için bu ağaçlardı) yola çıkıp da, sonrasında çeşitli konulardaki görüşleri bu basit gerçeklikle kaynaştırarak anlatmak sevdiğim bir anlatım yolu. Öte yandan düşünce yazılarını okumak da bana ilginç ve eğer içeriği ilgimi çekerse keyifli gelir. Bu nedenle ben kitabı beğendim ama kitabı okuyacak olanların sadece bir anı kitabı okumayacaklarını bilmelerinin de beklentilerini buna yönelik oluşturmaları bakımından daha iyi olacağını düşünüyorum.

Hoşça ve kitaplarla kalın.


ALINTILAR

''İyi filozoflar gerçekliğin kaosunu budar, evcilleştirip sabit biçimlere sokar ve böylece de değerli ve nefis meyveler vermeye zorlar; en azından teoride.'' (Sayfa 23)


''Başarılı sanatçı babaların çocuklarının da aynı şekilde başarılı sanatçı olduğu çok enderdir ve sanırım bunun nedeni belki de, daima, muhtemelen biraz da gündelik gerçeklerden kaçma isteği olan yaratma dürtüsünün -çağdaş eğitim teorileri ne derse desin- duygudaşça ve "yaratıcı" bir çocukluk ortamından ziyade, tam tersi, doğal güdülerin budanması ve kısıtlanmasıyla beslendiğidir.'' (Sayfa 24)


''Onların böyle tümüyle babamdan yana olması dokunuyor bana; ve hayatımda neredeyse herkesin -hatta doğallıktan yana olduklarını iddia eden arkadaşların bile- onun tarafını tuttuğunu hatırlatıyor; her şeyden öte, tüm dünyanın ondan yana olmaya devam ettiğini. Budamayana meyve yok; bilgiyi sorgulayana meyve yok; insan eli değmemiş ağaçların arasına gizlenenlere meyve yok; insanlığın davasına ihanet edenlere meyve yok.'' (Sayfa 26)


''Ama benim doğadan kazandıklarımın çoğu sözcüklerin ötesindedir.'' (Sayfa 33)


''Gerçekten tehlike altında olan, doğanın kendisinden daha çok, bizim ona karşı tavrımızdır.'' (Sayfa 39)


''Bir sanat eserindeki, yeri doldurulamaz olan şey son tahlilde asla ondaki teknik ya da zanaat değil, sanatçının kişiliği, onun eşsiz ve bireysel duygularının ifadesidir.'' (Sayfa 40)


''Sanat ve doğa kardeştir...'' (Sayfa 42)


''Bugün bazen, sanat aslında sanki kendisi için değil de etiketlenecek, sınıflandırılacak, analiz edecek materyaller -bir zamanlar kelebekleri tutturduğum gibi "tutturulacak" numuneler- sağlamak için varmış gibi geliyor. Bu tabii ki özellikle okullarımız ve üniversitelerimiz için geçerli ve oralarda zararlı. Sanırım bir gün romancı olabileceğimin (gerçi o zamanlar farkına varmadıysam da) ilk işareti, okuldayken, uzun birer girişle başlayan tüm o inceleme kitaplarına karşı beslediğim şiddetli nefretti; bir anatomi dersi gibi, orijinal metni daima bir cesede, önceden kabul edilmiş bir önermenin cansız bir demonstrasyonuna indirger bunlar. Dahilerin, Shakespeare'lerin, Racine'lerin, Austen'lerin insani hataları olduğunu görmek yıllarımı aldı.'' (Sayfa 42)


''En basit bir sözcükten, en ileri uzay aracına kadar tüm araçlar doğanın ve gerçeğin ilk baştaki halini bozan ve yeniden düzenleyen şeylerdir; sözlükteki tanımıyla, "bir şey üzerinde çalışmak için kullanılan mekanik gereçler"dir. Bize, sanırım onlara giderek artan bağımlılığımızla doğru orantılı bir şekilde yaptıkları şeyse, bizi bir amaca bağımlı kılmak: Hem dışımızdaki her şeyde bir amaç aramaya, hem de içsel olarak, yaptığımız her şeyde bir amaç aramaya; her şeyi amaçla aramamızı mazur göstermek için, dış dünyayı bir amaçla açıklamaya çalışmaya. Bu, hep bir neden, bir işlev, hesaplanabilir bir getiri bulma bağımlılığı şimdi yaşamımızın her yönüne sızdı; ve zevkin tam bir eşanlamlısı haline geldi. Cehennemin modern versiyonu amaçsızlıktır.'' (Sayfa 47)



Not: Bu kitap yorumu yazısı reklam değildir, kitap önerisidir.



Popüler Yayınlar