Pembe Fili Düşünme (Zeynep Selvili) | Kitap Yorumu

Yazar: Zeynep Selvili, Yayınevi: İnkılap Kitabevi

Bu kitabı okumak aklımda yoktu. Ancak kitap okuma isteği bir anda zihnime saplanmıştı. Sanırım yine kaçmak istediğim bir iş vardı... Bundan olacak, resmen kitap okumayı aşermiştim. Aklımdaki kitabı -elimde iki tane olmasına rağmen- malesef kitaplarımın arasında bulamamıştım. Tam da kitapları kaldırıp indirmekten yorulduğum ve bu nedenle hafiften sinirlenmeye başladığım bir anda bu kitabı gördüm. 

Açıkçası varlığını bile unutmuştum. Kendisini elime geçtiği ilk günden itibaren hafife almıştım... Öte yandan ismi hep ilgimi çekmişti. Bir gün, diye düşünmüştüm bilincimin öte yakasından, bir gün pembe fillerimle vedalaşmak istersem bu kitabı okumak ilginç olabilir. O gün gelmedi; evet bu kitaba başladığım gün de dahil. Ancak bir şeyleri sorgulamayı gerçekten istediğimde fark ettim ki; ''bir şeyler'' gelmiyor, sen ''bir şeylere'' gidiyorsun. Evet her şeyin bir son kullanma tarihi var -düşünce kalıplarının da- ama insan işte, bazen bozuk şeyleri, tarihi geçmiş şeyleri bile içinde tutabiliyor. Veya alerjisi olan şeyleri. Veya tadını aslında hiç sevmediği şeyleri. Sevdiği şeyleri bile gün geliyor artık o kadar da fazla istemediğini fark ediyor. Daha farklı bakıyor hayata insan zamanla, daha farklı şeyler istiyor. İyi veya kötü; ama hep farklı. Tabii her zaman bunun farkında olamıyor. Çünkü ''bir şey'' gelsin istiyor. Evet, misal o gün! O gün gelsin, o büyük gün! Gelmiyor. Sonra aklındaki kitabı kitaplığında bulamadığı için rastgele bir kitaba başlıyor ve fark ediyor ki, o gün bugünmüş. 

Kitap da bunun üzerine işte. Farkındalıklar üzerine. Kitabın yazarı olan Zeynep Selvili kendi yaşantılarından yola çıkarak okurlarına ötelediklerini fark etme, kabul etme ve dönüştürme üzerine samimi bir anlatı sunuyor. Kitap, varlığını bildiğim ancak uzun zamandır (belki de hiç) açmadığım için artık paslanmış bazı pencerelerimi açmamda bana yardımcı oldu diyebilirim. Kitaba dair en sevdiğim durum ise bir psikolog olan yazarının, sade ve sanki onunla birebir görüşüyormuşum gibi yakın bir yerden bir anlatımla kitabını yazmış olması oldu.

Peki iyi güzel hoş da, kitabın içeriğinde neler var değil mi? Biraz da bundan bahsedeyim. Kitap beş kısımdan oluşuyor. Deneyimsel Kaçınma alt başlıklı ilk bölümde yazar, kendi panik atak sürecini örnek göstererek ''pembe fili'' neden ve nasıl düşündüğümüzü, zihnimizde kendimize kurduğumuz kalıpları gösteriyor. Gözlemleyen Ben alt başlıklı ikinci bölümde, kendimiz ve çevremiz üzerindeki yargılarımıza değinerek ''etiketlerimizi'' düşünmemizi sağlıyor. Etiketlerin ve etiketlerimizin, olumlu ve olumsuz yanları neler olabilir; bu olumlu ve olumsuz yanlar ne zaman zararlı, ne zaman yararlı şekillerde hayatımızda kendini gösterir, peki tüm bu etiketleri ''gözlemleyen ben'' aslında kimdir vs gibi konular üzerinde duruyor.

Dünyanın En Eski Hikaye Anlatıcısı alt başlıklı üçüncü kısımda ise, insan zihninin çalışma prensiplerine değinerek otomatik kabullerimiz ile otomatik retlerimiz yani, kabul ve dirençlerimizin kontrolüne bakış açımız, üzerinde duruyor. En Acımasız Ses başlıklı dördüncü bölümde; yargılayıcı, yargılanan ve şefkatli benliklerimizin düşüncelerimizde nasıl var olduğunu ve eylemlerimize nasıl yansıdığı ifade ediliyor. Yaşamaya Değer Bir Hayat başlıklı son kısımda ise, kitap boyunca arka planda hep vurgulanan ''öz şefkat'' terimi ön plana çıkarılıyor ve kendimize yaklaşımımızı rasyonel bir şekilde değerlendirmemiz için bir çeşit yol gösteriliyor.

Kitabın türü için kişisel gelişim diyebiliriz ama kişisel gelişimin de psikologlarca yapılanı makbul gerçekten. Kitapta kendimizi kişisel geliştirirken sadece pembe baloncukları görmemiz değil, aksine, pembe fillerimizle yüzleşmemiz, literatürden de yararlanılarak, sade bir anlatımla ifade ediliyor. Özetle kitabı beğendim ve ''sevdim.'' Bu arada küçük bir not eklemeliyim. Bendeki eski bir baskı olduğundan dolayı kitabın kapağında yazarın adı Zeynep Selvili Çarmıklı şeklinde yazıyor. Ancak Çarmıklı, Zeynep Hanım'ın eski eşinin soyadı; artık bu soyadını kullanmıyor.

Hoşça ve kitaplarla kalın.


ALINTILAR

Acı çekmemin asıl sebebi panik ataklarım değil, panik ataklarımla kurduğum ilişkiydi. (Sayfa 51)


Meraklılığımı saklandığı yerden çıkarma, içimdeki yaşama sevinci dolu küçük kıza yeniden hayat verme isteğimden bahsettiğim bir seansta psikoloğum, "O küçük kız olsa, tüm bu ataklara nasıl yaklaşırdı?" diye sordu. Biraz düşündükten sonra, "Merakla," dedim. (Sayfa 56)


"Bu kadar utangaç olma! Hadi git diğerleriyle oyna!" Bu yeterince tekrar edilirse çocuk "utangaç biri" olduğunu öğrenir. Yaşımız küçükken başlarız etiketlemeye, etiketlenmeye ve bir benlik algısı oluşturmaya. (Sayfa 79)


Etiketlerin sorun haline gelmesi, kişinin etiketiyle iç içe geçip bütünleşerek onu tanımlayan tek gerçeğin o etiket olduğuna inanmasıyla başlar. Etiketler, kendimizle ilgili bütünleştirdiğimiz hikâyeler, içlerinde ne yapmamız gerektiğini söyleyen kurallar taşır. (Sayfa 80)


Kendimizle ilgili tutunduğumuz her genelleme davranış repertuvarımızı daraltır. (Sayfa 86)


Zihnimiz doğaçlama hareket eden oyuncuları sevmez. Yazdığımız senaryoyu takip eden, hikâyeye uygun hareket eden oyuncular ister. (Sayfa 93)


Dilerim hayat bize adil davranmadığında, biz kendimize adil davranırız. Çünkü elimizde olmayan onca şeye rağmen, kendimize nasıl davranacağımız kendi elimizde. Bizim elimizde acıyan yerlerimize nasıl bakacağımız. (Sayfa 178)


"Eğer izin verirseniz insanlar da bir günbatımı kadar harika olabilir. Ben güneşin batışını izlerken kendi kendime "Şu sağ köşedeki turunculuğu azaltalım" demiyorum. Gözlerimin önüne serilişini hayranlıkla izlemekle yetiniyorum." (Sayfa 184 - Carl Rogers, Kişi Olmaya Dair, Okuyan Us Yayınevi, 2011)


Evlenip yuva kurmak bir hedeftir. Anlayışlı bir eş olmak ise değer. Okulu bitirmek bir hedeftir. Öğrenmeye açık olmak ise değer. Terfi etmek bir hedeftir. Çalışkan olmak ise bir değer. (Sayfa 192)


"Yolunu kendin yürüyebilmek için, yönünü kendin koymak zorundasın." - Oruç Aruoba (Sayfa 199)



Not: Bu kitap yorumu yazısı reklam değildir, kitap önerisidir.



Kitapları Kurtaran Kedi (Sosuke Natsukawa) | Kitap Yorumu

Yazar: Sosuke Natsukawa, Çevirmen: Hüseyin Can Erkin,
Yayınevi: Turkuvaz Kitap

Rintaro, dedesinin ölümüyle birlikte tüm hislerini kaybetmiş gibidir. Anne babasının vefatından sonra onu büyüten ve tanıdığı tek akrabası artık yanında değildir. Hissettiği yalnızlık hissini hayatı boyunca bastıran bu genç adam için çok değer verdiği dedesini kaybetmek bir çeşit eşik olur. Henüz tanıştığı halasının yanına taşınmadan evvel günlerini dedesinin işletmiş olduğu kitapçı Natsuki Kitabevi'nde geçirir. Okula gitmez ve sınıf başkanı Sayo ile üst sınıflardan Akiba dışında kimseyle iletişim kurmaz. Ta ki bir gün, konuşan gizemli bir kedinin onu çok önemli bir göreve davet etmesine kadar: Rintaro'nun kitapların kurtarılmasında kediye yardım etmesi gerekiyordur!

Rinataro bu gizemli kediyle birlikte üç karmaşık labirente girer ve kitapları hapseden üç zorlu rakiple karşılaşır. Bunlardan ilki ''Hapseden'', ikincisi ''Kesip Kırpan'' ve üçüncüsü ise ''Satıp Dağıtan''dır. Üç kişi de birbirinden zorludur ancak Rinataro bu macerada yalnız değildir. Yanında Tekirgillerden Tekir ve Sayo vardır. Hem kitapkurdu bu genç adam için kitapları savunmak çok doğal ve kolaydır. Üç labirentin ardından beliren son labirentte ise sevdiği birisi için çabalayacaktır. Kitap boyunca bir yandan kitapların kurtarılma öyküsünü okurken, arka planda Rintaro'nun kendi labirentini keşfetme sürecine tanık oluyoruz. 

Kitabı seveceğimi tahmin ediyordum ama bağ kuracağımı düşünmemiştim. Kitaplarla ilgili bir kitaptı. Sonra, konuşan bir süper kedisi vardı! Kahramanın yolculuğu, değişimin yoğun olarak hissedileceği bir şekildeydi. Tüm bunlar kitabı beğenmem, hatta sevmem için yeterliydi. Öte yandan, ben kitapla bağ da kurdum. Bir kitabı bir noktadan sonra yer yer sesli okuyorsam, o kitapla aramda değişik bir iletişim gelişiyor. Sesli okuma ile sessiz okuma arasında çok bariz his farkı vardır. Sessiz okuduğun satırları kendi sesinle duyduğunda, resmen onu hissedersin. Anlatımın tadını alır, maceraları yanında yaşanıyormuşçasına net görürsün. Tabii sesli okumak efor harcamayı gerektirir. Bu nedenle hızlı bir okuma yöntemi olan sessiz okuma yerine pek de tercih edilmez. Bense bunu, tabii ortam da müsaitse, bu bahsettiğim hissi hissetmek, daha yakından dinlemek istediğim kitaplarda yaparım. Onlara sesimi veririm.

Kitapta kitaplara pek de dost canlısı yaklaşmayan okur tipleri eleştiriliyordu. İlk labirentte bizi karşılayan rakip, ayda 100 kitaptan az okumayan, birbiri ardına kitapları bitirip arkasındaki dev vitrinine, aman pardon kütüphanesine, hapseden ve bir daha o kitapların yüzüne bakmayan bir tiplemeydi. Kitaplar onun için yalnızca bir çeşit böbürlenme aracıydı. Çok fazla okuyunca saygı görüyor ve ''çok okuyan'' sıfatıyla kitapları seviyordu. Kitaplara dair kendi fikirleri yoktu. Tüm fikirleri, diğerlerinin onu bir okur olarak tanımlama şekli üzerindendi. Kitaplar üzerine düşünmeyen, onları biblo gibi sergileyen bu adam, kitaplara gözü gibi bakan bir dedeyle büyümüş olan Rintaro ile karşılaştı.

İkinci labirentte bizleri bilim insanlarıyla dolu dev bir enstitüdeki kendi hızlı okuma tekniğini bulmuş bir profesör karşıladı. Bu adam, Kesip Kırpan'dı. Aslında niyeti ''iyiydi.'' İsteği sadece kitapların okunmasıydı. Neticede, günümüzde kimsenin kalın ve zorlu kitapları okuyacak vakti yoktu. Bu profesör de herkes okusun diye tüm bu kitapları kesiyor, biçiyor ve ondan geriye soluk bir hayalet kalıncaya kadar kırpıyordu. Bu rakibin karşısında Rintaro, yalnız değildi. Yanında sınıf arkadaşı Sayo da vardı. 

Üçüncü labirentte ise bizleri çok iyi korunan dev bir gökdelenin en tepesinde oturan, sıradan görünümlü sıradışı bir adam karşılıyordu. Bu adam çoksatan kitaplardan oluşan bir yayınevinin sahibiydi. Yeryüzünden uzaktaki ofisinde yalnızca sayılarla ilgilenirdi. Okunma sayıları, satılma sayıları, elde edilen gelirin sayıları... Onun gözünde kitapların bir kişiliği yoktu. Kitaplar kar taneleri gibi çoktu ve eğer insanların istediği buysa, o da bir patron olarak okurlara istedikleri kitapları basacaktı. Birbirinin aynı görünen, kolay okunan ve yormayan kitapları. Neticede insanlar çok meşguldü ve kimsenin düşünmeye zamanı yoktu. Oysa bu patronun kaçırdığı bir nokta vardı. Rintaro ve Sayo her kitabın kar taneleri gibi eşsiz olması gerektiğini bu adama hatırlatmak için çabaladılar.

Son labirent ise hiç hesapta yokken belirdi ve artık Rintaro, kelimelerin ötesine geçti.

Kitabı severek okudum. Dili basit, kurgusu ilgi çekiciydi. Kitabı okurken Japon animasyon filmi izliyormuş gibi hissettim. Hatta kafamın içinde bilmediğim Japonca'nın tonlamaları çınlıyordu. 

Hoşça ve kitaplarla kalın.


ALINTILAR

''Okumak iyidir. Fakat okuyup bitirdiğinde, yürümeye başlama zamanı gelmiştir artık.'' (Sayfa 46)


''Ben yalnızca senin kitaplara aşık olmadığını söyledim. Sen yalnızca kendine aşıksın, kitaplara aşık falan değilsin. Az önce de söyledim. Kitaplara aşık bir insan onlara böyle davranmaz.'' (Sayfa 47)


''Alçakgönüllülük iyidir. Fakat ölçüsü kaçırılan her şey eksiklik haline gelir.'' (Sayfa 50)


''Müzik yalnızca notalar demek olmadığı gibi kitaplar da yalnızca sözcüklerden oluşmaz.'' (Sayfa 88)


''Kitapseverler, konu kitaptan açılınca normalde olduğundan tamamen farklı ifadeler takınırlar.'' (Sayfa 100)


''Kitaplar oldukları yerde kaldığı sürece, yalnızca kâğıt tomarından öteye geçmez. Muazzam güç harcanan şaheserler bile, muhteşem öykülerin anlatıldığı büyük eserler bile, kapakları açılmadığı sürece kâğıt parçalarından ibarettir. Fakat insanların duygularını döktükleri, değer verdikleri kitaplar yürek barındırır.'' (Sayfa 159)


''Fakat ne ölçüde iyi yapılmış olursa olsun, sahte olan sahtedir.'' (Sayfa 164)


''Kitaplarda birçok insanın duyguları tasvir edilir. Sıkıntı çeken insanlar, üzüntü çekenler, sevinç yaşayanlar, gülen insanlar... Böyle insanların öyküsüne ve sözlerine temas ederek kendimizi onlarla birlikte hissetmek yoluyla, başka insanların yüreklerini öğrenebiliriz. Yakınımızdaki insanlarla sınırlı kalmayıp  tamamen farklı bir dünyada yaşayan insanların yüreklerini bile kitaplar aracılığıyla hissedebiliriz.'' (Sayfa 186)


''Kendin kendine inanmazsan, ne olur sonunda?'' (Sayfa 202)



Not: Bu kitap yorumu yazısı reklam değildir, kitap önerisidir.



Raşomon (Ryunosuke Akutagava) | Kitap Yorumu

Yazar: Ryunosuke Akutagava, Çevirmen: Melek Çelik,
Yayınevi: İthaki Yayınları

Dokuz öykü ve bir önsözden oluşan bu kitapta genel olarak insanlık halleri anlatılıyor. İnsan... peki, felsefi açıdan, bu ne demek? Bu, ne kadar derinlerimize indiğimizde gün yüzüne çıkan bir kavram? O derinliklerde neler var? Nasıl karanlıklar, nasıl aydınlıklar, nasıl yoğun hisler var? Peki bu yoğunluk ve yoğunlukla şekil almış karanlık, gün yüzüne çıktığında ne kadar aydınlanır? Aydınlanmalı mıdır? Bunu yapacak olan kimdir? İnsan kendini ne kadar kabul edebilir? Aslında böyle bir şey zaten yok mudur, yoksa var mıdır?.. Kitaptaki tüm öykülerde karanlık bir atmosferle karşılaşıyoruz. İnsanların kendi içlerinde aydınlatamadıkları duyguların, kaçınılmaz olarak, kendi kendilerine gün yüzüne çıkmasıyla gerçekleşen olayları okuyoruz. Bana kalırsa hikayelerde iyi veya kötü değil; sadece olaylar var. Aslında karakterler bile yok diyebiliriz. Çünkü aslında, hem her karakter bir şekilde birbirinin aynası, hem de aynı olay her karakter için aslında farklı algılanan bir olay. Yani, bu durumda... tek bir olay, birçok karakter mi var demeliyiz; yoksa, birçok olay, tek bir karakter mi? Belli bir ayrım yapmak çok da mümkün görünmüyor.

Kitabın ''Çevirmenin Önsözü'' başlıklı ilk bölümü Modern Japonya, Modern Japon Edebiyatı, Ryunosuke Akutagava olmak üzere üç kısımdan oluşuyor. Bu önsözde çevirmen Japonya'da gerçekleşen modernleşme hareketlerinin önce sosyal yaşama, sonra da kaçınılmaz olarak edebiyata nasıl yansıdığını açıklıyor; en son olarak ise dönemin öne çıkan yazarlarından Ryunosuke Akutagava özelinde edebiyatta yer edinen yeni bakış açılarına değiniyor. Bu önsözü okumak benim için hem bilgilendirici, hem de ufuk açıcıydı. Bir milleti tek bir yazıdan tabii ki anlayamazsınız ama o millerin bakış açısına ve tarihine dair bilgi edinmek; verdikleri ürünleri anlamamızda, aslında daha da net bir ifadeyle, verdikleri ürünlerin ruhunu görebilmemizde önemli bir yere sahip diye düşünüyorum.

Kitapta yer alan öyküler sırasıyla; Raşomon, Çalılıkların Arasında, Burun, Cehennem Tablosu, Sonbahar Dağları, Ejderha, Ölüm Kütüğü, Oyuncak Bebekler, Tütün ve Şeytan idi. İlk paragrafta da ifade ettiğim üzere öykülerin genelinde kendi karanlıklarıyla yüzleşen karakterlerin yaşadıklarını okuyoruz. Ama bunu karakterin kendini kişisel analizi şeklinde değil, okur olarak gözlemci konumunda yapıyoruz. Kitabı benim gözümde etkileyici kılan ana özelliği de bu diyebilirim. Karakterler her yönleriyle olduğu gibi çizilmiş ve olaylar gerçekleştikçe onlara verdikleri tepkiler üzerinden kişiliklerini keşfediyoruz. Ama burada bir ders verme\ ders alma amacı da bulunmuyor. Aynı şekilde karakterin karanlığını dönüştürme çabası da yok. Burada yazarın topluma yönelik öfkesini de görmekte miyiz emin değilim. Çünkü öykülerin alt metninde hep bir ''insanlar böyledir; bencil'' göndermesi var. Hatta karakterlerin hepsinin ortak özelliği buydu diyebilirim, bencillik. 

İyi erdemlere sahip olduğunu diliyle ifade eden bir karakterin eylemleri, söylediklerinin tam tersi olabiliyordu. Rezil olarak gördüğü ''diğerlerinden'' bile daha ben merkezci ve acımasız hareket edebiliyordu. Kişisel hırsları nedeniyle masum olan diğerini yeri geliyor diri diri yakabiliyor, yeri geliyor kalbine hançer saplayabiliyordu. Asıl ilginç olan ise, normalde ''kötü'' olarak bilinen karakterlerden ziyade, ''iyi'' karakterlerin kişisel hırsları için büründükleri acımasız kişilikleri okumaktı. İyilik nedir, kötülük nedir? Peki, iyi biri gerçekten ne zaman ''iyi'' olur veya kötü biri gerçekten ne zaman ''kötü'' olur? Özlemlerimizin, acılarımızın ve umutlarımızın ortak paydada birleşmesi mümkün müdür? Bunu fark ettiğimizde ne hissederiz? Anlaşıldığımızı mı? Başkalarının umudu içimizde heyecan uyandırabilir mi? Veya bizim özlemlerimiz başkalarıyla paylaşılabilir mi? Paylaştığımızda ne hissederiz? Anlaşıldığımızı mı, yoksa duygularımızın karşı tarafa akıp bizi bıraktığını mı? Peki ''anlaşılma'' hissi nedir? Sınırları tam olarak nerededir? Bir sınırı olmalı mıdır?

Japon Edebiyatı'ndan okuduğum kitapların verdiği hissi genel olarak çok seviyorum. Böyle, derin ama usulca akan bir yönü oluyor. Bu kitap da tam olarak öyleydi. Dolayısıyla kitabı da çok sevdim. Kitabın bir de yönetmeliğinde Akira Kurosawa'nın olduğu 1950 yapımı Raşomon isimli bir film uyarlaması bulunuyor. Bu uyarlamayı henüz izlememekle birlikte içerisinde Akutagava'nın kaleme aldığı Raşomon ve Çalılıkların Arasında isimli öykülerin işlendiğini öğrendim. Bir ara filmi izlemeyi de istiyorum.

Hoşça ve kitaplarla kalın.

:)


ALINTILAR

''Modern Japon edebiyatının iki temel taşı ve ilk neslinin en önemli iki yazarı vardı. Bu ikisi romantizmin temsilcisi ve tarihi hikâyelerin yazarı olan Ogai Mori (1862-1922) ile insan egoizmini başarıyla hicveden Natsume Sosaki (1867-1916) idi. Her ikisi de Avrupa'ya eğitim için gönderilen dönemin önde gelen entelektüellerindendir. Akutagava ise Soseki'nin öğrencisi ve en çok iz bırakan yazarlardan bir tanesidir. Öyle ki Japonya'nın en büyük iki edebiyat ödülü Akutagava Ödülü ve Naoki Ödülü'dür.'' (Sayfa 14 - Çevirmenin Önsözü)


''Akutagava 1892 yılında Tokyo'nun merkezinde, Çin takvimine göre, ejderha yılının ejderha ayının ejderha saatinde doğduğu için kendisine ad olarak ona "ejderhanın oğlu" anlamına gelen Ryunosuke adı verilmiştir.'' (Sayfa 14 - Çevirmenin Önsözü)


''Ölüm Kütüğü adlı eseri, annesinin delirmesi ve ailesi hakkında, Akutagava'nın ömrünün son yıllarında yazdığı notlardan bir araya getirdiği bir öyküdür.'' (Sayfa 15 - Çevirmenin Önsözü)


''Uşak düpedüz açlıktan ölmek ya da hırsız olmak arasında kararsız kalmış falan değildi. Şu anki haletiruhiyesinde açlıktan ölmek denen şey tamamen, aklının ucuna bile gelmeyecek kadar bilincinin dışına çıkmıştı.'' (Sayfa 26 - Raşomon)


''Ben bir adamı öldürürken belimdeki kılıcı kullanırım ama sizler kılıç kullanmazsınız. Sizler nüfusunuzla öldürürsünüz, paranızla öldürürsünüz, süslü püslü sözlerinizle bile öldürürsünüz belki. Tabii ki kan dökülmez, karşınızdaki adam capcanlı yaşar ancak buna rağmen onu basbayağı öldürmüşsünüzdür. Kiminkisi daha büyük bir günah bilemiyorum - sizinki mi, benimki mi?'' (Sayfa 31 - Çalılıkların Arasında)


''Ah, nasıl bir sessizlikti bu. Bu dağın derinliklerinde bulunan çalılıkların üstündeki gökyüzünden tek bir kuşun şarkısı bile duyulmuyordu. Yalnızca sedir ve bambuların üzerinde kimsesiz bir güneş ışığı kıpırdanıyordu, o da giderek zayıflıyordu. Sedir ağaçları veya bambular silikleşmeye başladı. Ben de orada yatmışken derin bir sessizlik tarafından kucaklandım.'' (Sayfa 39 - Çalılıkların Arasında)


''İnsanoğlunun kalbinde birbiriyle zıt iki duygu vardır. Tabii ki, başkasının sefaletine acımayan insan yoktur. Ancak kişi bir şekilde bu talihsizliğin üstesinden gelmeyi başarabildiğinde, bu sefer diğerlerinde bir hayal kırıklığı hissi doğar. Hatta biraz abartmak gerekirse, o kişiyi yine aynı talihsizlikte görmek ister insanoğlu. Sonra, farkında olmaksızın o kişiye karşı bir düşmanlık hissedilir.'' (Sayfa 48 - Burun)


''Ve bazen baştan çıkarılmaya direndiğimizde, farkında olmadan kaybeden biz olabiliriz.'' (Sayfa 149 - Tütün ve Şeytan)



Not: Bu kitap yorumu yazısı reklam değildir, kitap önerisidir.



Paçinko (Min Jin Lee) | Kitap Yorumu

Yazar: Min Jin Lee, Çevirmen: Kübra Tekneci,
Yayınevi: Epsilon Yayınevi

Etkilendiğin bir kitabı bitirdikten sonra boş boş duvarı izlemenin verdiği keyif de bir başka. Böyle hissetmeyeli hatırı sayılır bir zaman olmuştu. Kitabı seveceğimi daha ilk bölümünü okuduğum an anlamıştım. Uzun soluklu bir öykü beni bekliyordu. Nihayet! Şöyle dolu dolu, etrafımı saracak bir kitap... Sanırım en çok da bu beni heyecanlandırmıştı. Bu, sahiden de uzun soluklu bir öyküydü. Neredeyse bir asra yayılan, dört neslin öyküsü... Kitap; Gohyang\ Memleket (1910-1933), Vatan (1939-1962) ve Paçinko (1967-1989) olmak üzere üç bölümden oluşuyor.

''Tarih bizi hayal kırıklığına uğrattı ama önemi yok,'' cümlesiyle başlıyor kitap. İlk bölümde Japonya'nın Kore'yi kendi topraklarına katmasıyla gerçekleşen değişimleri görüyoruz. Ekonomi gittikçe çöküyor, asayiş bozuluyor ve Kore halkı kendi ülkelerinde ikinci sınıf vatandaş olarak yaşamaya başlıyorlar. Ülkedeki iç karışıklıklar ve kötü ekonomi nedeniyle o dönemde mantığa dayalı denilebilecek evlilikler yapılıyor. Yangjin ile Hoonie'nin evlilikleri de böyle oluyor. Yangjin, düşükle sonuçlanan pek çok hamileliğin ardından kızı Sunja'yı kucağına alıyor.

Zaman içinde ülkenin durumu daha da kötüleşiyor. Bu sırada Hoonie vefat ediyor ve Yangjin ile Sunja aile pansiyonunu işleterek geçimlerini sağlamaya çalışıyorlar. Sunja bir gün, daha ilk görüşte etkilendiği Hansu ile karşılaşıyor. Zengin olduğu her halinden belli olan bu yabancı da Sunja'nın peşini bırakmıyor. O yıllarda Koreliler kendi ülkelerinde bile Japonlar tarafından aşağılanıyorlar. Genç kadınlar fakirlik nedeniyle bedenlerini satıyor, çocuklar yeterince beslenemiyor, Kore'de yaşayan Japonlar Korelilere saldırabiliyorlar. Hansu'nun Sunja'yı taciz eden bir grup Japon gence haddini bildirmesiyle Hansu ile Sunja'nın ''dostluğu'' başlıyor. Bu dostluk ikiliye bir bebek haberi getiriyor.

Hansu'nun evli ve üç çocuklu bir adam olduğunu öğrenen Sunja, evlenmeden hamile kalan bir kadın olmak ile evli bir adamın metresi olmak arasından bir seçim yapıyor. Onun hamileliğini bir tek annesi biliyor. Bir de pansiyonlarında kalan genç, nazik ve hasta rahip Isak. Isak Sunja ile evlenmek istiyor. Onun bebeğine baba olmayı teklif ediyor. Böylece Sunja ile Isak Kore'den Japonya'ya taşınıyorlar. O yıllarda bir Koreli için Japonya'da yaşam en az Kore'deki kadar zor. Hatta daha bile zor. Fakirlik, dışlanma, yabancılık... Dilini bile bilmediği bu yerde yeni doğmuş bebeğiyle zor günler geçiriyor Sunja ve ailesi. Yıllar geçiyor, zaman ve mekanlar değişiyor, hatta kişiler bile değişiyor ama gurbette yaşamak ve yaşama tutunmak zorunda kalmak, geçmiyor.

Kitaba da ismini veren paçinko, bir çeşit şans oyunu. Şansa dayanan her oyunda olduğu gibi, kaybedeni çok kazananı az. Yine de pek çok kişinin küçümsediği bu kumar, pek çok müşteriye sahip. Talebi çok olduğu için büyüyen bir ticari alan. Kitaptaki karakterler kendilerini hep bu oyunla bağlantılı buluyorlar. Kah kazanıyor, kah kaybediyorlar. Yaşam ve onu yaşama şeklini belirlemek, karakterler için tıpkı bu oyun gibi bir kumar haline geliyor.

Kitabın sonsözünde yazar bu kurguyu 1989 yılında henüz bir üniversite öğrencisiyken kurguladığını ve onu yazabilmek için otuz yıl içinde taşıdığını ifade ediyor. Bu beni gerçekten çok etkileyen bir bilgi oldu. Yazar tarih bölümü mezunu. Bir dönem hukuk fakültesine girmiş ve bu alanda bir işte de çalışmış. Bu kitabı yazabilmek için ise hem yazarlık eğitimi almış, hem de Japonya'da yaşayan Koreliler ile pek çok görüşme yaparak yaşadıkları süreci, tarihi ve sorunları onlardan dinlemiş. Kitabın yazımı sancılı bir doğum gibi değil mi? Yazarın kurgusuna bu denli özenli yaklaşması kitaba olan saygımı arttırdı diyebilirim. Ama bunun dışında da kitap bana pek çok duyguyu art arda yaşatması ve elimden düşüremeyeceğim kadar merakta bırakması -ki kitap 576 sayfa!- nedeniyle kalbimi zaten kazanmıştı. 

Kitap beni mahvetti diyebilirim. Bunu en son Yu Hua'nın Yaşamak isimli kitabını okuduğumda hissetmiştim. Kelebek etkisinin bir karakterden koca bir nesle yansıyışını okumanın verdiği çetrefilli ruh halini. Kitabın içerisinde pek çok karakter olsa da, hepsinin hikayesi ince ince işlenmişti. Kitaba dair en çok keyif aldığım şey de aslında buydu. Her karakterin bir öyküsü vardı ve öyküsü olan bir karakter benim için üç boyutlu hale gelir. Çünkü bu sayede onun duygularını, düşüncelerini görebilir ve onunla empati yapabilirsin. Kitabı okurken bir kez ağladım, bir kez gözlerim doldu ve bir kez de yaşadığım şokla birlikte bir karaktere acayip sinirlendim.

Bu kitabı bu kadar beğenmeyi ise beklemiyordum. Gerçekten, şaşkınım. Kitabı yorumlarını dinlemeyi sevdiğim kitap içerikleri üreten bir youtuber'ın (Melikşah Altuntaş) önerisiyle listeme eklemiş ve kütüphanede bulunca kendisine yapışmıştım. Ödüllü bir kitap olması da, normalde asla adetim olmasa bile, ilgimi çekmişti kabul. Ama dediğim gibi, kendisini bu kadar sevmeyi beklemiyordum. Bazı kitaplardan etkileniriz, bazı kitapları ise severiz. Bu kitapta ikisini de buldum diyebilirim. Getirebileceğim tek olumsuz eleştiri ise kitabın anlatımında gördüğüm ve çeviriden mi yoksa yazarın üslubundan mı kaynaklandığını bilmemekle birlikte bana yer yer Kore draması izliyormuşum hissi veren cümlelerdi. Bir olayı net olarak anlamamız için biz okurlara açık bir anlatım yapılmalı, evet buna katılıyorum, ancak kitaptaki bazı cümleler fazla geriye veya ileriye dönük açıklamalarla doluydu. Bu cümlelerin sayısı fazla olduğu için de yer yer dikkatim dağıldı diyebilirim.

Savaş yıllarında yaşananlar ise bana tarihin ne denli subjektif aktarılabilen bir şey olduğunu gösterdi. Bunu Isabel Allende'nin Japon Sevgili isimli kitabını okurken de yaşamıştım (kitabı da şurada yorumlamıştım). O kitapta 2. Dünya Savaşı sırasında ABD'de yaşayan Japonlar'a yapılan ayrıştırmayı ve Japonlar'ın esir kampında yaşadıklarına dair olayları okumuştum. Bu kitapta ise Japonya'nın Korelilere uyguladığı politikaları okudum. Bu olaylar aktarılırken farklı kuşaklardan, farklı şekillerde yetişmiş karakterlerin olaylara farklı yaklaşımlarla bakmalarını ise anlamlı ve gerçekçi buluyorum. Değişmeyen tek şey masumların yaşadığı belirsizlik, çaresizlik ve umut hisleriydi. Kitabın yazarı olan Min Jin Lee'nin olayları bu denli çeşitli açıdan derli toplu ele alabilmesi ise bana yazarın araştırmacı ve tarih alanında eğitim almış özelliklerini gösteriyor.

Kitabı ben beğendim ve 'sevdim' gördüğünüz gibi. Kitabın bir de aynı isimli bir dizi uyarlaması bulunuyor. Kendisini bir ara izlemek istiyorum. Oyuncular arasında Lee Min-ho'yu görmek, üstelik orta yaşlı bir karakter olan Koh Hansu'yu canlandırdığını öğrenmek, bana birkaç tık tuhaf gelse de (ah zaman...) diziye dair merakımı arttırdı diyebilirim. Ama sizce de tuhaf değil mi? Lee Min-ho da mı yaşlanmış arkadaş, vay bee...

Hoşça ve kitaplarla kalın.


ALINTILAR

"Ev bir isim, bir sözcüktür ve oldukça güçlüdür; bir büyücünün ağzından çıkan ya da etkili bir ruh çağırma seansında, bir ruhun yanıt verdiği kelimelerden bile daha güçlüdür." - Charles Dickens


Birini seversen, onun üzüntüsünü paylaşmana engel olamazsın. (Sayfa 85)


Ona kendim sormak, yüreğinde hissettiklerini sormak istiyorum. Günün birinde beni sevip sevemeyeceğini bilmek istiyorum. (Sayfa 97)


Tanrı sevgisinin cezalandırılma korkusundan değil, kendiliğinden gelmesi gerektiğine inanıyordu. (Sayfa 105)


Dinle, insanlar senden hoşlanmazlarsa, bu her zaman senin suçun değildir. (Sayfa 297)


Her şeyi öğren. Zihnini bilgiyle doldur ve bu, kimsenin senden alamayacağı tek güçtür. (Sayfa 333)


Her şeyi okuyan sensin. Bu korkunç, bunu yapabildiğin için sana neredeyse kızıyorum. Ama hayranlık da duyuyorum. Fakat okuduğun her şeyi seviyorsan seni ciddiye alamam. Belki de o kitaplar üzerine yeterince düşünmedin. (Sayfa 336)


Kilisedeki papaz düşüncesizce söylenen sözlerin günah olabileceğine dair uyarmıştı; Sunja az konuşmanın her zaman daha iyi olduğunu düşündü. (Sayfa 407)


Yumi onun sevgilisiydi ama her şeyden çok onun akıllı arkadaşıydı. Onun yerini asla dolduramazdı. Ona bunu söylemeyerek büyük bir haksızlık yaptığını düşünüyordu. (Sayfa 410)


Kabuğunu değiştiren yılan yine de bir yılandır. (Sayfa 466)


Bir dilek tutuyorum. Bazen her şey böyle başlar. (Sayfa 532)


Asıl özlediği Hansu değildi, Isak bile değildi. Rüyalarında tekrar tekrar gördüğü şey gençliği, hayatının başlangıcı ve hayalleriydi; bu şekilde bir kadın olmuştu. (Sayfa 567)



Not: Bu kitap yorumu yazısı reklam değildir, kitap önerisidir.




Naomi: Bir Aptalın Aşkı (Cuniçiro Tanizaki) | Kitap Yorumu

Yazar: Cuniçiro Tanizaki, Çevirmen: Barış Bayıksel,
Yayınevi: İthaki Yayınları

Kitabı anlatmaya nereden başlayacağımı eviriyorum, çeviriyorum ama bir türlü bulamıyorum. Direkt konusunu anlatıp kurtulmalı mıyım, yoksa hislerimden mi bahsetmeliyim?.. Hayır hayır, ikisi de değil. En iyisi sana, kitabı ilk gördüğüm anı anlatayım.

Kitabı fazla sessiz ve -bu nedenle- gergin bir kütüphanenin rafları arasında gözlerimi gezdirirken gördüm. İnsanlar ders çalıştığı için fazla köşelere ilerlemek istemiyor, hem kalbime hem aklıma yatacak bir kitabı seçip oradan ayrılmak istiyordum. Uzak Doğu Edebiyatı'na ait kitapların olduğu rafta gözlerimi parlatan bazı kitaplarla karşılaştım. Naomi ise ismiyle beni kendine çekti. Konusunu hiç okumadım bile. Kendisini raftan çekip aldım ve ona ancak eve gelip de yatağıma kurulduğum anda gerçek bir bakış attım.

Naomi on beş yaşında genç bir kız. Henüz çocuk yaşta olan bu kızı gören 28 yaşındaki Coci (biliyorum yaşları yan yana görmek rahatsız edici), onun ilk önce isminden etkileniyor. Naomi... Ne kadar da Batılı ismine benziyor, Coci'ye göre. Naomi'nin kendisi de tam bir Japon'dan ziyade melezlere özgü fiziksel özelliklere sahip. Avrupai görünümlü bu genç kızı görmek için Coci sık sık Naomi'nin çalıştığı kafeye gidiyor. Niyetini belli etmeden evvel onunla arkadaş olmaya çalışıyor, onun gözünü boyuyor. Sonra da Naomi'ye bir teklifte bulunuyor: Evimde hizmetçi olarak çalış, ben de sana Batılı bir hanımın alacağı eğitimleri sunayım.

Coci Batı özentisi, birey olarak gelişmemiş ve aşağılık kompleksine sahip bir adam. Henüz kişiliği ve görüşleri oluşmamış genç bir kız olan Naomi'de gördüğü ışığı kendi istediği şekilde şekillendirip yanında çalım atarak gezebileceği bir eş eğitme niyetinde. Bu niyet doğrultusunda Naomi'ye İngilizce, piyano, dans gibi dersler aldırıyor, farklı tarzlarda bir sürü giysi satın alıp onunla sık sık etkinliklere gidiyor. Gel zaman git zaman Naomi yavaş yavaş büyüyor ve içindeki ışık, Coci'nin kontrol edemeyeceği şekillerde kendini gösteriyor. Coci kendi elleriyle narsist, vurdumduymaz, görgüsüz bir kişiliğin oluşmasına öncülük ediyor.

Kitap daha ilk sayfasından sinirimi bozmuştu. Coci'ye karşı o kadar bilendim, o kadar sinir oldum ki kendisini yorumlarımla yerden yere vurabilmek için kitabı okumaya devam ettim. Daha ilk sayfalardan itibaren sinir bozucu bir adamdı. Benim bu sinirimdeki en büyük etken Coci'ninki gibi görüşlere sahip insanların günümüzde bile hala olması muhtemelen. Arada Ekşi'de gezinirdim ve orada bu tip başlıklar gördüğüm bile olurdu. Yani adamlar bunları düşünüyorlar, utanmıyorlar ifade ediyorlar, utanmıyorlar bunun üzerine sayfalar yazıyorlar. Pes! ''Cahil eş alıp istediğin gibi eğitmek...'' Sen önce kendini eğit.

Neyse, sakinim. Bu nedenle Coci gibi tiplerin ettiğini bulma hikayelerini görmeye bayılırım. Bu kitapta ava giderken avlanan birisinin öyküsünü okuyoruz diyebiliriz. Naomi de her ne kadar en az Coci gibi sinir bozucu bir tip olsa da, kendisinde hayran olunası yanlar da yok değildi. Böyle bir çevreye de böyle burun sürtücü bir kadın gerekliydi. Öte yandan Naomi, yalnızca genç bir kızdı kitabın başında. Hatta çocuk yaşta bir kız. Kötü şartlarda yaşadığından evinden kaçmak için Coci'ye tutundu. Belki onu olumlu etkileyecek kişiler ve olaylarla karşılaşabilseydi kişiliği de farklı şekillenebilirdi. Ona yalnızca yontulacak bir eşya gözüyle bakan bir adamın elinde kontrolden çıkmış büyülü bir nesneye dönüştü. Kitabın sonunda artık genç bir kadın olan Naomi, toksik özelliklere sahip olmakla birlikte, femme fatale'in kalıp bulmuş haliydi. Ohhhh canıma değsin.

Sadece Coci de değil tabii, kitaptaki bütün erkek karakterler toksikti. Naomi de toksikti o ayrı ama dedim ya, böyle karakterlere böyle yanıt... Kendi erkekliklerini bir kadına hükmetme ile göstermeye çalışan, ona hükmedemeyince de o kadına kulp takan; yüzüne gülüp eğlendiği kadının ardından kendi küçük onurlarını kurtarmak için lakaplar uyduran vs gibi karaktersizce eylemlerde bulunan tüm bu ''erkek'' karakterler, etme bulma dünyasından Naomi bacımız aracılığıyla bir güzel nasibini aldı.

Kitap aynı zamanda Nabokov'un Lolita'sı ile karşılaştırılıyormuş. Açıkçası Lolita benim okumaktan en çok kaçtığım eserlerden biri. Hatta konusu aklıma gelince bile bir mide bulantısıdır başlıyor. Kitabı bir gün sinir krizi ataklarını göze alıp okumaya karar verirsem de fazlasıyla rahatsız olacağımı düşünüyorum. Bu nedenle bu kitaba da mesafeli başlamıştım. Hatta en başlarda bıraksam mı diye bile düşündüm ama yukarıda da bahsettiğim üzere Coci karakterine o kadar sinir oldum ki kitaba devam etmeyi seçtim. Bu da ilk kez başıma geldi vallahi. Sinir olduğum için kitaba devam etmem... Her neyse efenim, kitabı okuyup bitirdiğim için memnunum. Akıcı, sürükleyici ve zamanla içimin yağlarını eriten bir kitap oldu. Son olarak Coci gibi tiplere dikkat edelim diyor ve kapanışı yapıyorum.

Hoşça ve kitaplarla kalın.


ALINTILAR

"Şöyle ufağından da olsa bir ev alsam, odalarını döşesem, çiçekler diksem, güzel güneş alan verandasından minik kuşlar için bir kulübe sarkıtsam, mutfak işleriyle, evin silinip süpürülmesi için de bir hizmetçi tutsam nasıl olur? Eğer Naomi de gelmeyi kabul ederse hem hizmetçilik görevini üstlenir hem de kulübenin kuşu olur," diye de aklımdan geçiriyordum. (Sayfa 9)


Zaten "erkek gibi davranan" Naomi'nin keyfi denizi görünce yerine gelmiş, trendeki mahzunluğundan eser kalmamıştı. (Sayfa 31)


"Tabii ya, çalış çalış. Yakında piyano da alacağım sana. Böylece Batılıların karşısına dimdik çıkabilecek bir 'leydi' ol. Sen istersen olursun." Bu "Batılılar karşısında", "Batılılar gibi" sözlerini sık sık kullanıyordum. Naomi'nin de bundan hoşlandığı kesindi. "Nasıl? Şöyle yapınca yüzüm aynı Batılılara benzemiyor mu?" gibi şeyler söyleyerek ayna önünde farklı farklı yüz ifadeleri deniyordu. (Sayfa 42)


O sıralar kalbimde birbiriyle tezat içindeki iki duygu, hayal kırıklığı ve sevgi, bir gün birinin bir gün öbürünün öne geçtiği bir mücadele içindeydiler. (Sayfa 56)


Ne yani? Dans dedikleri bu muydu? Uğrunda anneme yalan söyleyip karımla kavga ettiğim; o kadar gülüp ağlamanın sonunda katıldığım dans partisi bu denli aptalca bir şey miydi? Tüm o tipler, gösteriş budalası, yağcı, kibirli, yapmacık bir güruh değilse neydi? O zaman ben ne demeye oraya gitmiştim? Naomi'yi o tiplere gösterip hava atmaya mı? Eğer öyleyse benimki de kibrin ta kendisiydi. Ya o çok övündüğüm hazinem? (Sayfa 116)


Bazı hisler çabalamakla düzelmez bana sorarsan. (Sayfa 186)


Kısacası Naomi yerle gök arasındaki her yeri dolduran, beni sarıp sarmalayan, bana acı çektiren, acıdan inleyişimi duyup, gülerek izleyen kötü bir ruh gibiydi. (Sayfa 251)



Not: Bu kitap yorumu yazısı reklam değildir, kitap önerisidir.



Lanetli Tavşan (Bora Chung) | Kitap Yorumu

Yazar: Bora Chung, Çevirmen: Sevda Kul,
Yayınevi: İthaki Yayınları

Kitap on öyküden oluşuyor. Bu öyküleri tek bir sıfat ile tanımlayacak olsaydım, rahatsız edici derdim. Öykülerin genelinde okurunu huzursuz eden, yer yer geren ve hatta -kendi duygu durumumu belirtirsem- kimi zaman iğrendiren bir atmosfer ve olay akışı hakim. Tüm bunlar kitabın genel olarak yansıttığı etki olduğundan dolayı aslında belki de bunu başarılı bir durum olarak değerlendirmeliyim. Çünkü kitaptan gerçekten etkilendim.

Bora Chung'tan ilk kez bir eser okudum. Kendisi Güney Koreli bir yazar. Rusça ve Doğu Avrupa üzerine yüksek lisans, Slav Edebiyatı üzerine ise doktora yapmış. Bunu belirtiyorum çünkü hem bu eğitim durumu beni etkiledi, hem de yazar öykülerinde karakterlerinin özelliklerini belirtirken kendisine ait olan bu özellikleri de ifade ediyordu. Bu durum da benim; acaba yazar bu karakteri yaratırken kendisinden veya çevresinden mi ilham aldı, yoksa direkt olarak bu karakter yazarın kendisi mi sorularını sormama neden oldu. Ayrıca Uzak Doğu kültüründe yetişmiş birinin Batı kültürüyle alakalı eğitim alması, yazarın dünya görüşünü, olayları sorgulama ve açıklama şeklini merak etmemi sağladı.

Kitabın sonsözünde yazar, öykülerini yazarken ilham aldığı durumlardan bahsetmiş. Açıkça söylemek gerekirse sonsözü okuyana kadar kitaptan öyle çok da aman aman etkilenmemiştim. Bunun nedenini de sonsözde ifade edilenlere değindikten sonra açıklayacağım. Kitabın sonsözünde yazar, kitabı basan yayıncısının kitap hakkındaki görüşleriyle ilgili ''bugünkü gibi bir çağda haksızlığa uğrayan güçsüz insan(lar)ın intikam hikayelerini beğendiğinden bu öykü derlemesini yayınlamaya karar verdi'' şeklinde bir anlatımda bulunuyor. Sonra da, yayıncısının bu görüşünün onu şaşırttığını çünkü aslında bu öyküleri bu motivasyon ve amaçla yazmadığını söylüyor. Açıkçası yazarın bu ifadesi de beni şaşırttı diyebilirim. Çünkü öyküleri okuduktan sonra ben de tıpkı yayıncısı gibi düşünmüştüm.

Yazar ise öykülerini kaleme alırkenki düşüncelerini şu şekilde ifade ediyor; ona göre öykülerindeki tüm karakterler yalnızdır ve bu yalnız karakterler -tıpkı yayıncısının da söylediği gibi- acımasız ve kasvetli bir dünyanın içinde intikamlarını ve haklarını alsınlar veya almasınlar, adalet yerini bulsun veya bulmasın, yalnız kalmaya devam ederler. Peki tüm bu kasvet ve yalnızlık teması okura ne mesaj vermeli? Yalnız değilsin!

Herkes bir şekilde bazı sorunlarla baş etmeye çalışıyor. Bu ister kitaptaki gibi korku, fantezi veya bilimkurgu temalı olsun, isterse de bizim sıradan dünyamızdaki gibi ''sıradan'' bencillikler; aslında kimse yalnız değil. Herkesin sorunları var; tek başına hissetsek bile, yalnız değiliz. Bu, rahatlatıcı mı olmalı tartışılır ancak yazarın ifade ettiği bu düşünce yapısıyla öyküleri tekrar düşündüğümde, öykülerden etkilenme oranımın arttığını fark ettim.

Kitapta kullanılan dil sade olsa da, dediğim gibi kurgular rahatsız edici ve vurgulanan düşünceler çarpıcıydı. Yer yer kimi öykülerin fazla uzatıldığını ve her ne kadar merak unsurunu korusa da, vermek istediği mesajın dağıldığını düşünsem de (Kapan ve Yara İzleri öykülerini buna örnek verebilirim - ve bu tamamiyle benim kendi görüşüm), öykülerin olay akışı sürükleyici, anlatımı akıcıydı. Kitabı çok kısa bir süreçte de okudum bitirdim zaten. Elimden bırakamadım bile diyebilirim hatta. 

Kitapta en beğendiğim öyküler ise; her ne kadar fazlasıyla mide bulandırıcı bulsam da Kafa, tam bir korku filmi tadında olan Soğuk Parmaklar, sorgulatan bir bilimkurgu olan Elveda Sevgilim, masal sevgimden dolayı daha en başta benden geçer not almayı başaran Rüzgarın ve Kumların Hükümdarı, her şeyin tadında olması ve yazarın ifade ettiği ''yalnız değilsin'' ana fikri ile birebir örtüştüğünü düşünmem nedeniyle Vuslat öyküleri oldu. Kitaba adını veren ve ilk öykü olan Lanetli Tavşan, her ne kadar dikkate değer ve karanlık bir öykü olsa da benim için ortalamanın ötesine geçemedi. Aynı şekilde Bedenleşme, Evim Güzel Evim öyküleri de akıcı ve ilginçti ancak ortalama buldum diyebilirim. Kapan ve Yara İzleri öyküleri ise benim için çok fazla rahatsız edici ve kabul edilemez durumlarla örülü bir akışa sahipti. Ayrıca yukarıdaki paragrafta da dediğim gibi fazla uzatıldıklarını ve bu nedenle de kurguların dağıldığını düşünüyorum.

Kitaba bayıldım diyemesem de böyle farklı içerikli kitapları okuduğumda tatmin olmuş hissediyorum. İlgisini çekenlere de kitabı önerebilirim.

Hoşça ve kitaplarla kalın.


ALINTILAR

''Lanetli eşyaları kişisel kullanım amaçlı yapmak yasaktır. Aile mesleğimizi devralanlar kendi yaptığı lanetli eşyaları kullanamaz. Yazılı olmayan bu kuralların elbette bir sebebi vardı. Bir Japon atasözü der ki, "Birine lanet etmeden önce iki mezar kaz." Yani başkalarını lanetlerseniz sonunda mezara giren diğer kişi siz olursunuz.'' (Sayfa 24 - Lanetli Tavşan)


''Hatırında kocaman, sıcacık bir elin kendi elini sarması, huzur veren tanıdık bir yüz vardı, neşeli ve mutlu gibiydi... Yüzük onun için böyle bir şeydi. Değerli ve önemli bir şey.'' (Sayfa 47 - Soğuk Parmaklar)


''Söylediklerinin hiçbir gerçekliği olmasa da kadın sırtındaki sıcak elin yaralı yüreğini okşadığını hissetti.'' (Sayfa 75 - Bedenleşme)


''Kendini gülümseyebilmek için zorlasa da gözyaşları hiç durmadan akmaya devam ediyordu.'' (Sayfa 180 - Evim Güzel Evim)


"İnsan olarak yaşamak istiyorum," diye cevapladı sonunda. "Kendim gibi biriyle tanışmak, sevmek ve sevilmek, çocuk sahibi olmak istiyorum. Çocuklarımın büyüdüğünü, kendi eşlerini bulduklarını, torunlarımı yetiştirdiklerini görmek istiyorum. Böyle bir hayat hayalimdeki." 

"Böyle bir hayatın sonunda ölüm vardır," dedi Rüzgârın ve Kumların Hükümdarı. 

Prenses başını yukarı aşağı salladı. "Biliyorum ama ölüm gelene kadar yaşanacak bir ömür de var." (Sayfa 204 - Rüzgârın ve Kumların Hükümdarı)


''Benim için bir dakika öncesi şimdiden, şimdi ise gelecekten daha iyiydi. Belki de ileride bu günleri hatırladığımda, kaygısızca oturmuş ağır ağır batan güneşi izlediğim zamanları özleyeceğimi düşünür ve anın tadını sonuna kadar çıkarmaya çalışırdım.'' (Sayfa 211 - Vuslat)


''...anlamak ve affetmek birbirinden tamamen farklı meselelerdir.'' (Sayfa 221 - Vuslat)



Not: Bu kitap yorumu yazısı reklam değildir, kitap önerisidir.



Uygarlığın Ayak İzleri 3: Batı Resminde Aşk ve Bazı Küçük Felaketler (Celil Sadık) | Kitap Yorumu

Yazar: Celil Sadık, Yayınevi: Epsilon Yayınevi

Uygarlığın Ayak İzleri serisinin bu üçüncü kitabında Celil Sadık, aşkı merkeze alarak biz okurları sanatta ve zamanda bir yolculuğa çıkarıyor. Kitap; Batı Resminde Aşk, Ve Bazı Küçük Felaketler, Aşkın Acının ve Devrimin Kadını: Frida Kahlo olmak üzere üç kısımdan oluşuyor. Her üç kısımda da aşk hissinin farklı görünümlerini merkeze alan resimlere yer verilmiş ve bu resimler yalın bir dil ve sembollerin okunmasıyla açıklanmış.

Celil Sadık bir sanat tarihçisi. Uygarlığın Ayak İzleri serisinde ise her ciltte farklı bir temayı işleyerek sanatseverlere farklı bir perspektif sunuyor. Bu ciltler seri halinde ifade edilse de, her ciltte farklı bir tema merkeze alındığı için sırasız bir şekilde okumanın da mümkün olduğunu düşünüyorum. Örneğin ben ilk ciltten sonra şimdilik ikinci cildi pas geçerek (çünkü henüz temin etmedim), konusu beni çok heyecanlandırdığı için direkt bu üçüncü cildi okudum.

Şimdi de sizlerle kitapta yer verilmiş ve beni en çok etkileyen eserlere göz atmak ve hislerimi paylaşmak istiyorum.


''Evet mi? Hayır mı?'', Edmond Leighton (1890).

Kitapta Edmond Leighton'un aşkın görünümlerine dair resmettiği bir dizi resmine yer verilmiş. Beni en çok etkileyen iki resminden birisi buydu. Bu resimde pek de büyük harflerle yazılmaya değer -pek tabii bu, kişiye göre değişir ama- ''destansı'' bir aşk sahnesi göremiyoruz, değil mi? Ancak genç çifte gidip de bunu sorsak, eminim alacağımız yanıt çok farklı olurdu. Genç adamın yüz ifadesine baksanıza... ya genç kadının. Bu resmi gördüğüm anda gülmeye başlamıştım. Çünkü gerçek bir resim olduğunu düşündüm. Hayatın içinden destansı bir an olduğunu. Çiftin hisleri resmen yüzlerinden okunuyor. Bazı resimleri okumak için mitoloji ve tarih bilgisi gerekebiliyor. Belki sembol okuma becerisi, sembollerin sanattaki yeri vs. Oysa bu resmi okumak için yalnızca onu görmemiz yeterli, değil mi? Bu resimde beni en çok etkileyen nokta resmin orta yerine konumlandırmış karakterlerin hikayesinin apaçık belli olmasıydı. Bu doğallık ise beni güldürdü. Hem... belki de aşk da sadece böyledir, diye düşündürüyor bu resim beni, belki de bazen sadece böyle... böyle... her hareketinden okunur. İsteklerin, keşkelerin, kırılmaların, umutların...


''Gölge'', Edmond Leighton (1909).

Ve işte burada da ''destansı'' bir aşk. Bu eseri okumak için biraz bilgi gerekli. Resim, hikayesini bir Antik Yunan efsanesinden almaktaymış. Öncelikle soruyu size yöneltmek istiyorum: Bu resimde siz ne görüyorsunuz? Okumaya devam etmeden evvel resmi şöyle bir inceleyip bir hikaye uydurun bakalım. Beni resim -ve hatta fotoğraf- sanatında en çok heyecanlandıran şeylerden biri de budur biliyor musunuz? Resimlerin öyküsünü bulmaya çalışmak. Varsın bu ilk bakışımızda gerçeği görmeyivereyim, diye düşünürüm. Bazen ilk bakışta sadece hissedersin, beynin devreye giremez. Bazense beynin art arda kurgular sıralar. Bazı sanat eserleri öyle, bazısı böyle hissettirir bana. Mesela yukarıdaki resim his grubundaydı benim için, bu resim ise bir destan uydurmama neden oldu. Belki de çeşitli hislerimizin ve bu hislere dair kurgu uydurma becerimizin sınırları, aşkı yaşama veya yaşamayı umma konusundaki tutumumuz hakkında da bizlere bilgi veriyordur, kim bilir...

Bu resimde savaş nedeniyle ayrılmak zorunda kalan bir çifte yer vermiş ressam. Ayrılık başlı başına destansı bir durumdur belki de yaşayanlar için, bu nedenle olacak, izleyenlere hep bir merak verir. Bu çift yeniden kavuşabilecek midir? Bu bilinmez, ancak o an gelene kadar genç kadın genç adamın gölgesiyle avunmaya bile razıdır. Bu nedenle de onun gölgesini resmeder. Bu resim aslında genelde başka bir mekan ve atmosferde resmediliyormuş. Kapalı mekanlarda, belki daha farklı hislerle. Oysa bu resimde ressam, çifti belki de ayrılmalarından hemen önceki ana ışınlamış. Arkada ise şövalyenin gideceği uzak denizler var. Kimileri için umut olan bu simge, kimileri için özlemi ifade ediyor. Belki de bu genç kadın için ikisinin iç içe geçtiğini söylemek mümkün olabilir.



''Yasaklı Kralcı'', John Everett Millais (1851).

Bu resimde de ayrılmak zorunda kalan bir çift görüyoruz. Genç kadın sevgilisini, onu arayanlardan saklıyor. İkisinin baktığı yön aynı. Genç kadın genç adamı ziyarete gelmiş olabilir mi? Genç adam özlemle genç kadının ellerine tutunmuş. Daha doğru bir ifadeyle, resmen açlık ve susuzlukla.

Ressam Kraliyet Akademisi Okulları'nda eğitim görmüş ancak sonrasında buna aykırı resimler yaparak tepki çekmiş. Sonrasında yeniden akademiye uygun, üstelik fazla başarılı resimler yapıp akademinin başkanı olmuş. Bu resminde ise başka bir sanat eserinden, Vinzello Bellini'nin Püritenler (I Puritani) isimli operasından, etkilendiği ifade ediliyor. Sanatın bu besleyici ve genişleyen yönü bana hep keyif vermiştir.

Ama aslında bu resmi sevmedim biliyor musunuz? Evet, şaşırdınız mı? Sevmedim. Her ''destansı'' aşkı da sevmeli miyim ya canım? O zaman bu resmi neden mi paylaştım? Çünkü resmin teknik yönünü gerçekten etkileyici buldum. Keza aynı şekilde duyguların karakterlerin yüzünden ve vücut dillerinden okunma şeklini de. Resmi sevmeme nedenim ise... Bu resimde sen ne görüyorsun sevgili okur? Peki bu gördüğün şey ile senin aşk tanımın uyuşuyor mu? Aşıklar ayrılabilir evet, ama bu resimde ben tehlike temasını buram buram hissediyorum. Beyin, parçaları birleştirmeye de bayılıyor değil mi? Aşk tehlikelidir, mesajını sinsice fısıldıyor bu resim sanki. Oysa bence aşk, çifti saran korku atmosferinde değil, genç adamın tedirgin bakışlarının ardından bile görünen tutkuda kendini gösteriyor. Sence?


''Aşıklar'', Rene Magritte (1928).

Yine destansı bir hikayeyi konu ediniyormuş gibi görünen bir resim. Önceden bu resmi gerçekten severdim. Resimdeki figürler beni sorgulamaya ve bir hikaye uydurmaya yeterdi. Tıpkı ressamının istediği gibi. Resim, sürrealizm akımının etkisiyle oluşturulmuş. Bu akımda genellikle birbiriyle alakasız nesne ve figürler bir araya getiriliyormuş. Bu resimde ise yüzleri örtülü iki figürün öpüştüğü anı izliyoruz. Fazla klostrofobik görünüyor sanki.

Her ne kadar ressam bunun doğru olmadığını ifade etse de, bu resmin ressamın çocukken yaşadığı üzücü ve travmatik bir olayın izlerini taşıdığı sanat tarihçi ve yorumlarınca ifade ediliyormuş. Ressam henüz bir çocukken, intihar eden annesinin denizden çıkarılmış görüntüsüyle karşılaşmış. Bu sahnenin ressamın kimi eserlerinde kendini gösterdiği, dediğim gibi her ne kadar ressam bunun doğru olmadığını söylese de, ifade ediliyor. Aynı zamanda ressamın asıl amacının eserleri ile izleyenlerini şaşırtmak olduğu da ifade ediliyor. Resme baktığımızda gerçekten de afallıyor, belki rahatsız oluyoruz değil mi? Sonra belki de bir merak hissi bizleri esir alıyor. Bu da ne diyoruz, bu insanların neden yüzünde ''örtü'' var?

Bu eseri sevme sebebim bu merak etme ve dilediğimce bir hikaye uydurabilme özgürlüğümdü. Şimdi sevmeme sebebim ise yukarıda Yasaklı Kralcı isimli eserde de ifade ettiğime benzer bir şekilde, resimde vurgulanan hisler ile benim aşk tanımımın uyuşmaması diyebilirim. Aşk bu kadar klostrofobik, korkutucu, baskılayıcı ve ölümcül olmak zorunda değil. Onu böyle algılamamız gerekmiyor. Aşk, ben olgusunu öldürerek biz yapma çabasından ziyade; iki ben'in toplamıyla biz yapmak ve sonrasında biz'in de büyüyerek gelişeceği bir ''yaşam'' çağrışımı olabilir. 

Sanırım artık ''destansı'' veya ''felsefi'' aşk temaları ilgimi çekmiyor. Büyüdüm mü ne...


''Kadife Elbiseli Otoportre'', Frida Kahlo (1926).

Frida zor bir yaşam sürmüş ve eserlerinde tıpkı bir günlük tutarcasına kendini işlemiş bir ressam. Çok genç yaştayken o zamanki sevgilisi Alejandro ile bir tramvay kazası yaşıyor. Pek çok kişinin öldüğü bu kazada Frida çok ağır yaralanıyor, aylarca hastanede sayısız ameliyat geçiriyor ve sonrasında bile bu kazanın etkilerini tüm yaşamı boyunca yaşıyor. Bu eserini ise kazanın fiziksel etkilerini hissettiği dönemde yapmış. Burada sağlıklı bir genç kadın görüyoruz. Gözlerinde ne var sence sevgili okur? Frida bu resminde sevgilisine bakıyor olabilir mi? 

Frida'nın beni çok üzen pek çok resmine yer verilmiş kitapta. Hepsinde de yaşadığı acıların izlerini görmek mümkün. Ancak beni en çok etkileyen bu resmi oldu. Bunun sebebi bu resmin derin bir umut ve hayal kırıklığını bir arada yansıtması diyebilirim. Kazadan sonra ondan ayrılan aşkına hasta yatağında yaptığı bu resimle bakıyor Frida. Kitabın yazarı Celil Sadık'ın ifade ettiği üzere belki de ayrıldığı sevgilisine resmi aracılığıyla sağlıklı haliyle bakıyor ve sadece sevilmek istiyor.

Bundan sonrasında da bu istek Frida'nın peşini bırakmıyor. Kendi gibi ressam olan Diego Rivera'ya sağlıksız denebilecek ölçüde büyük bir özveriyle bağlanıyor. Onun hayatını resimlerinden okumak ayrıca üzücü ve kırıcıydı diyebilirim...



''Shalott'un Leydisi'', John William Waterhouse (1888).

Seninle paylaşabileceğim pek çok resim yer alıyordu kitapta. Açıkçası başlangıçta hangilerini göstersem bilemedim. Sevdiğim bir şey olamayagörsün, onun içimde uyandırdığı heyecan hissi herkeslere göstermek, anlatmak istiyorum. Ama bu yazımda genel olarak düşünce dünyamda şekillenen ama henüz kelimelere dökemediğim noktaları tanımlamak için bana yardımcı olabilecek eserlerden bahsettim. Yazımın başlarında da belirttiğim üzere, resim sanatının en çok da öyküyü bulmaya çalıştığım kısımlarını seviyorum. Böylelikle, belki de, kendi içimden çıkmak isteyen öykülerin varlığını da keşfediyorum.

Seninle son olarak paylaşmak istediğim resim John William Waterhouse'un 1888 tarihli bu resmi: Shalott'un Leydisi. Bu resimde de bir efsane konu edilmiş (Kral Arthur efsanesi). Resimdeki genç kadın yıllarca bir kulede esir kalmış. Onun laneti asla dışarıyı görmemekmiş. Bu kulede yıllarca dokuma yapmış ve hiç dışarıya bakmamış. Ancak, dışarıyı aynalardan izlediğinde başına bir şey gelmediğini keşfetmiş ve dış dünyayı aynalar aracılığıyla izlemeye başlamış. 

Bir gün bu leydi bir şarkıyı işitmiş ve bu sesin sahibini çok merak etmiş. Aynalardan gördüğü şövalyeye aşık olmuş ve lanetini unutmuş. Peki lanet neymiş dersin? Ölüm. Böyle yaşamak mı daha acıdır dersin, yoksa ölmek mi? Genç kadının bunu düşünmeye zamanı bile olmamış. Şövalyeden öyle çok etkilenmiş ki, onu gördüğü daha ilk anda laneti unutmuş ve dışarıya bir ayna aracılığıyla değil, kendi gözleriyle bakmış. Sonra da laneti hatırlamış...

Bu resmin altında yatan ve kadına yüklenen kalıp yargıları aktaran tema açıkçası umurumda değil. Kitapta resmin odaklandığı noktanın ''Viktoryen edebiyatında aşkı ve cinsel zevkleri için rahibeliği terk eden kadın'' temasının işlendiği söyleniyor. Zaten kitapta yer alan resimlerin altında yatan temaların çoğunda bu var: (genellikle) kadın ve ona yasaklanan aşkı. İnsanoğlu aşkı neden bu kadar uzağına, ancak aynalardan görebileceği bir noktaya konumlandırmış ki? Açıkçası bu sorunun yanıtını merak da etmiyorum. Sadece gördüğüm bu. Hala daha, günümüzde de, gördüğüm bu. Bir şeylerden korkuyoruz. Kendini savunmaya odaklanarak aynalardan izliyoruz dış dünyayı. Peki sonra ne oluyor?

Resimde gördüğümüz sahnede genç kadın kaderini kabul ediyor ve yıllarca esir olduğu kuleden nihayet çıkıyor. Lanet çoktan gerçekleşti ama umurunda değil. O, aşkı gördüğü nehirde usul usul ilerliyor.


Resimlerin hepsini sevmedim ama hepsi üzerinde düşündüm ve hikayelerini ilgiyle okudum. Bazen rastgele bir sayfa açıp karşıma çıkan resmin öyküsünü değerlendirdim, bazen sadece dümdüz okudum. Bundan sonrasında da rastgele açacağım sayfalardaki resimlerin öyküsünü okuyacağımı düşünüyorum. Bilgilendirici, ilgi çekici ve akıcı bir kitaptı. Serinin diğer kitaplarını da mutlaka okuyacağım. Sanata ilgisi olanlara kitabı önerebilirim, ben çok sevdim.

Hoşça ve kitaplarla kalın.


Not: Bu kitap yorumu yazısı reklam değildir, kitap önerisidir.




Popüler Yayınlar