We Made a Beautiful Bouquet | Film Yorumu


Yönetmen: Nobuhiro Doi

Senarist: Yuji Sakamoto

Yapımı: 2020 - Japonya


Hachiya Kinu (Kasumi Arimura) ve Yamane Mugi (Masaki Suda) son treni kaçırdıklarında birbirlerini aynı zamanda yakaladılar. Birbirlerinin aynı zamanında. Yirmi bir yaşındaki bu iki üniversite öğrencisi genç tesadüfen tanışmışlardı; ancak tesadüflere bırakılamayacak kadar çok ortak noktaları vardı ve her buluşmalarında birbirlerine daha da çok yaklaştılar. Aynı şeylerden hoşlanıyor, aynı şeylerden hoşlanmıyor ve hatta aynı şeyleri giyiyorlardı. Genç kadın bir blog yazarıydı. Güzel kitapları ve filmleri severdi. Genç adam ise resim yapmaya tutkundu. En büyük hayali, tutkusunu işi yapmaktı. Ruh eşi diye bir şey varsa, işte o, bu iki genç olmalıydı. 

Yaşam akıyordu ve iki genç hala aynı zamandalardı. Uzun bir süre aynı şeylerden hoşlanmaya devam ettiler ama sonrasında hoşlanmadıkları şeyler farklılaştı. Genç kadın hala güzel kitapları ve filmleri seviyordu; hayata atılmak için de çok çabaladı. Genç adam da hala resim çizmeyi seviyordu; ancak o, hayata atılmayı da sevdi. İkilinin önce ayakkabıları değişti, sonra da adımlarının ritmi. Genç kadın hala gözleri parlayarak konuşuyordu. Genç adam gözlerini açık tutamıyordu. Genç kadın, hala aynı şeyleri eleştiriyordu. Genç adam, eleştirdiği her şey olmuştu.

Yaşam aktı ve beş yıl geçti. Şimdi iki genç, 2020 yılında ama farklı zamandalardı. Birbirlerinin farklı zamanında. Artık aynı şeylerden hoşlanmıyor, aynı şeylerden konuşmuyor ve tabii aynı şeyleri giymiyorlardı. Genç kadın hala tutkularına alışkındı. Genç adamsa alışkanlıklarına tutkun olmuştu. İkisinin ruhları hala eş miydi yoksa bu, değişen bir şey miydi? 

Film boyunca genç bir çiftin beş yıllık ilişkilerinde yaşadıklarını izliyoruz.


Kaynak: Imdb

Filmi izlemek güzel bir romanı okumak gibiydi benim için. Hatta film bir roman olsaydı, pek çok satırının altını çizerdim. Her şey tatlı bir romantik hikaye olarak başladı. Çok fazla tesadüf vardı ve tüm bu tesadüfler ikiliyi birbirine, beni filme bağladı. Zaman geçtikçe bunun tatlı bir romantizmden öte olduğunu anladım. Çünkü film, 'gerçeği' anlatıyordu. İki karakterin gerçekliklerini. 

Birini sevmek için belki de 'ruh eşi' olmak gerekmiyordur. Ancak aşk için, ruhların aynı titreşmesi gerekiyor gibi gözüküyor. Aynı titreşen ruhlar, aynı ritimde ilerliyor; aynı tik takta, aynı zamanda. Aynı ritimde atıyorlar adımlarını. Birbirlerini geçmiyorlar, birbirlerini geride bırakmıyorlar; ama bu sıkıcı bir tekdüzeliğin ötesinde bir şey. Sadece aynılar işte: Birlikteler. 

Bazen bu uyum bozuluyor. O zaman hala bir ritim duyulmaya devam ediyor. Bazen bu iki farklı ritim de kulağa hoş gelebiliyor. Beklentiler farklı olsa bile sonucu iki kişi de kabul edebiliyor. Alışkanlıklar, aşkı kucaklıyor. Ancak bazen bazı kişiler bunu istemeyebiliyor. Böyle olunca da onlar aşklarını kucaklayıp ilerliyorlar. Farklı yönlere.

Filmi baştan sona çok sevdim. İlgisini çekenlere öneriyorum.



WE MADE A BEAUTIFUL BOUQUET | Trailer için tık tık.


Not: Bu film yorumu yazısı reklam değildir, film önerisidir.



Little Miss Sunshine (Küçük Gün Işığım) | Film Yorumu


Yönetmen: Jonathan Dayton, Valerie Faris

Senarist: Michael Arndt

Yapımı: 2006 - ABD


Film, küçük Olive'in (Abigail Breslin) Little Miss Sunshine isimli çocuklar için düzenlenen bir güzellik yarışmasına katılmak istemesi üzerine tüm ailenin yollara düşmesi ve bu yolculukta yaşadıklarını konu ediniyor. İflasın eşiğindeki başarı takıntılı bir baba (Greg Kinnear), ailesini bir arada tutmaya çalışan tükenmiş bir anne (Toni Collette), tek hayali bir pilot olmak olan konuşmama yemini etmiş bir abi (Paul Dano), uyuşturucu bağımlısı badboy bir dede (Alan Arkin), intiharı sonrasında sağ kalan depresif bir dayı (Steve Carell)... Ve bu aileyi bir güneş gibi aydınlatan yedi yaşındaki Olive. Bu küçük kızın hayali için ailecek ilerledikleri yollar, aileyi de birbirine yaklaştıracak pek çok sürprizi içeriyor.


Kaynak: Pinterest 

Bu filmi ilk kez henüz ben de bir çocukken televizyonda rastgele bir kanalda izlemiştim. Açıkçası filme dair bölük pörçük sahneler dışında hatırladığım pek fazla bir şey yoktu. Ama bu filmi yıllarca zihnimde taşıdım ve bu nedenle de büyüdüğümde her yerde bu filmi aradım! Ah tamam, abarttım, her yerde aramadım ama rastgelsem ne de güzel olurdu diye düşünüyordum. Sonra bir gün tamamiyle tesadüfen bu film sosyal medyada karşıma çıktı. Hem de tam da aklıma kazınmış bir sahnesiyle: Hayalini etkileyecek bir gerçekle yüzleşen abinin dokuz ay sonra ilk kez sesinin çıktığı, belki de filmin en can alıcı sahnelerinden biri olan, sahnesiyle. Filmi keşfettiğim o günden sonra, üç beş yıl oluyor, en olmadık zamanlarda bu filmi tekrar izledim ve hepsinde de hem çok eğlendim, hem de rahatladım. 

Filmin başrolü bir çocuk oyuncu olsa ve hatta ben de filmi ilk kez çocukken izlemiş olsam da, bu bir çocuk filmi değil. İçerisinde hem çocuklar için uygun olmayan sahneler bulunuyor, hem de biraz küfür içeriyor. Ancak, insanı kesinlikle rahatlatan, kafa dağıtıcı ve alt metninde güzel noktalara değinen bir film. Başarının, ailenin, birlikte eğlenmenin, istemenin, kendini açmanın, çocukluğun ve cesaretin ne demek olduğu üzerine düşündüren bir film. Filmin ismi bile çok hoş. İnsana kendisi olmasının belki de en önemli şey olduğunu söylüyor.

Filmi herkes sever mi bilmiyorum ama benim en favorilerimden birisi. İlgisini çekenlere öneriyorum.

Hoşça kalın.


Little Miss Sunshine Full Soundtrack için tık tık.

 

Not: Bu film yorumu yazısı reklam değildir, film önerisidir.





Yüreğinin Götürdüğü Yere Git (Susanna Tamaro) | Kitap Yorumu

Yazar: Susanna Tamaro, Çevirmen: Eren Yücesan Cendey,
Yayınevi: Can Yayınları

Bazen bazı kitaplar beni şaşırtıyor. Olumlu anlamda. Bu kitabın ismini uzun zamandır duyuyor, kütüphaneye her gidişimde de mutlaka görüyordum. İsmiyle raflardan adeta bana göz kırpıyordu. Ancak tam da bu nedenle olacak fazla tozpembe buluyordum kendisini. Fazla tatlı, fazla yumuşak, fazla fazla fazla. Sadece ismiyle, evet. İşte önyargı böyle bir şey. Sonra bir gün, geçtiğimiz hafta, kitabı bir anda elime aldım ve bir baktım ki kütüphane görevlisine uzatıyorum. Kitabı okumak için elime aldığım ilk anda bu isim beni düşündürdü. Belki de fazla fazla değildir de, tam kararında fazla bir kitaptır, diye düşündüm. Nitekim... -şşş spoiler- Öyle de çıktı.

Kitap yaşlı bir kadının Amerika'ya okumak için gitmiş torununa yazdığı mektup şeklindeki günlüklerden oluşuyor. Tüm bu günlüklerde yaşlı kadın torununa hitap etmekle birlikte aslında bir nevi hem kendi geçmişine ışık tutuyor, hem de duygularını yalınlıkla ifade ederek hatalarını gösteriyordu. Bazen bir şeyleri batırdıktan sonra o batmış şeyleri yeniden yüzeye çıkaramayabiliriz. Böyle olduğunda batan şey yüreğimizmiş gibi gelebilir. Üstelik bu ağırlığı hisseden tek kişi bu batma olayında payı olanlar da olmaz. Herkes, bu yitişin etrafındaki her tanık, bu ağırlığı paylaşır. Bu ağırlık belki de bir gen gibi kuşaklar boyunca aktarılır. Yaşlı kadın da torunu için bunları düşünüyor olmalıydı ve belki de tam da bu nedenle ömrünün son günlerine yaklaşmışken ona bir çeşit rehber bırakmak istedi. Çünkü geçmiş değişemese de, gelecek değişebilir.

Kitabı okumayı çok sevdim. Evet kitabı da sevdim ama bunun da ötesinde onu okumayı çok sevdim. Uzun zamandır bir kitabı okurken bu denli dingin hissetmemiştim. Son dönemde okuduğum kitapları oburca, büyük bir açlıkla okumuş bitirmiştim. Oysa bu kitabı tadını ala ala okudum. Bu hissi özlemişim. 

Hoşça ve kitaplarla kalın.



ALINTILAR

"Ben, yalnızca bana ait olan bir gül istiyorum, ona bakmak, onu büyütmek istiyorum." (Sayfa 9)


''Mutlu musun? Her şeyden çok bunu merak ediyorum.'' (Sayfa 22)


''En çok da, hayatın bir koşu değil, hedefi vurmak olduğunu söylediğimde dehşete kapıldın: Önemli olan zamandan tasarruf değil, bir hedef bulmaktır.'' (Sayfa 23)


''Anımsıyor musun, yaz tatillerinde, denizden atılan havai fişekleri seyretmek için rıhtıma giderdik. Fişekler arasında bazen bir tanesi patlar ama gökyüzüne ulaşamazdı. Annemin, ninemin, tanıdığım pek çok kişinin yaşantısını düşündüğüm zaman, aklıma hep bu görüntü gelir işte. Yukarı tırmanmaktansa yarı yolda patlayan ateşler.'' (Sayfa 39)


''Sevgiye tembellik yakışmaz, onu dolu dolu yaşamak için kararlı ve güçlü devinimler gereklidir. Anlıyor musun? Ben korkaklığımı ve uyuşukluğumu soylu özgürlük kavramı ardına gizlemiştim.'' (Sayfa 50)


''Bu sapakların kimine fark etmeden girdin, kimini görmedin bile; beğenmediğin yol seni nereye götürürdü hiç öğrenemezsin, acaba daha iyi bir yer miydi, daha mı kötüydü. Bunu bilemezsin, ama gene de pişmanlık duyarsın. Yapabileceğin bir şey vardı, ama yapmadın, ileri gideceğine geri döndün.'' (Sayfa 51)


''Derinlerde bir yerde isyan etmeyi sürdürüyordum, bir yanım kendim olmayı sürdürmek istiyordu, öteki yanımsa sevebilmek için dünyanın gerektirdiği kurallara uyum sağlamak istiyordu. Ne zor bir savaş!'' (Sayfa 59)


''Zihin ne kadar çağdaş bir terimse yürek de o kadar demode oldu.'' (Sayfa 71)


''Beni frenleyen başka bir şeydi, içimdeki o minik ölüydü, anımsıyor musun? Beni durduran, ilerlememi engelleyen oydu. Duruyor ve bekliyordum. Neyi? Bu konuda en ufak bir fikrim yoktu.'' (Sayfa 94)


''O gece ansızın bir şeyin farkına varmıştım, bedenimizle ruhumuz arasında pek çok minik pencere vardı, açık oldukları zaman, buradan duygular geçiyordu, aralıksa, pek bir şey geçemiyordu. Aşk, yalnızca aşk hepsini birden ardına dek, birdenbire, şiddetli bir fırtına gibi açabilirdi.'' (Sayfa 117)


"Her akşam," demişti Ernesto, "saat tam on birde, nerede ve nasıl olursam olayım, dışarı çıkacağım ve gökyüzünde kutup yıldızını arayacağım. Sen de böyle yapacaksın ve birbirimizden çok uzak bile olsak, uzun zamandır görüşememiş bile olsak, artık birbirimiz hakkında hiç haber alamıyor bile olsak, düşüncelerimiz yukarıda buluşacaklar ve birlikte olacaklar." (Sayfa 127)


''Anlayış, bilgiçliğin kibriyle değil, alçakgönüllülükle doğar.'' (Sayfa 136)


''Çınarın altına oturduğunuzda kendiniz değil, çınar olun, ormanda orman, kırda kır, insanlar arasında insanlarla olun.'' (Sayfa 143)


''Ve sonra, önünde pek çok yol açılıp sen hangisini seçeceğini bilemediğin zaman, herhangi birine öylece girme, otur ve bekle. Dünyaya geldiğin gün nasıl güvenli ve derin derin soluk aldıysan, öyle soluk al, hiçbir şeyin senin dikkatini dağıtmasına izin verme, bekle ve gene bekle. Dur, sessizce dur ve yüreğini dinle. Seninle konuştuğu zaman kalk ve yüreğinin götürdüğü yere git.'' (Sayfa 157)



Not: Bu kitap yorumu yazısı reklam değildir, kitap önerisidir.




Siyah Lale (Alexandre Dumas) | Kitap Yorumu

Yazar: Alexandre Dumas, Çevirmen: Volkan Yalçıntoklu,
Yayınevi: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları

Hikayemiz bir katledilme olayıyla başlıyor. Hollanda halkı yönetim biçimini değiştirmek ve krallığı geri getirmek üzere ayaklanıyorlar. Görevlerinden alınan Witt kardeşler vatan hainliği ile suçlanarak vahşi bir şekilde katlediliyorlar. Witt kardeşlerden Cornelis'in vaftiz oğlu Cornelis van Baerle bir doktor ve aynı zamanda laleler üzerinde uzmanlaşmış bir çiçek üreticisi. Çiçek Üreticileri Derneği'nin düzenlediği bir yarışmaya katılmak için en büyük projesi olan siyah lale üretimi üzerinde çalışmaya başlıyor. Cornelis'in yan komşusu Boxtel de lale üretimi yapan hırslı bir adam. Komşusunun başarısını kıskanan Boxtel, Cornelis'in siyah lalesini ele geçirmek için gittikçe çirkinleşen hain planlar yapıyor. Bu planlar arasında Cornelis'i vatan haini olarak gösterecek bir komplo da bulunuyor. Boxtel'ın planı işe yarıyor ve Cornelis müebbet hapse mahkum ediliyor. Ancak genç çiçek üreticisi umutsuzluk içinde girdiği hapishanede kendine bir umut ışığı görüyor. Bizler de kitap boyunca siyah lalenin doğuş sürecini okuyoruz.

İnancın, umudun, azmin, kararlılığın ama en çok da aşkın öyküsü Siyah Lale. Evet evet aşkın. Aslında inanç hepsini kapsıyor gibi geliyor ama hayır; çünkü aşk, o en derinden gelen tutkulu pırıltılı his, inancı besleyen belki de en güçlü duygulardan birisi. Cornelis ilk önce bir fikre aşık oluyor: Siyah lalenin var olabileceği fikrine. Sonra bu fikri var etme yolunda karşısına çıkan ve ona inanan güzel Rosa için çarpıyor kalbi. Rosa, ona ve başaracağına inanarak Cornelis'in de inancını canlı tutuyor. En sonunda bu ikili, Rosa ve Cornelis, kendi kalplerindeki aşkları (tutkularını, inançlarını, amaçlarını) birleştirip ortaya daha büyük, daha büyüleyici bir şey koyuyorlar. 

Kitabı aslında geçtiğimiz yaz okumaya başlamıştım ancak malesef ki ilk bölümlerin yavaşlığı beni kitabı bırakmaya itmişti. Şimdi kitabı okurken de ilk bölümlerde olan olayları anlamlandırmak için sakin bir kafayla okudum. Zaten ilk birkaç bölümden sonra olaylar ilginç bir hal aldı ve kitabın anlatımı daha akıcı, kurgusu daha sürükleyici oldu benim için. 

Kitabı çok sevdim. Rosa ve Cornelis benim ''güçlü çiftlerim'' (power couple?) arasında yerlerini aldılar. 

Hoşça ve kitaplarla kalın.



ALINTILAR

''Gerçek anlamda yaşamak istiyorsan ye, iç, keyfine göre para harca, çünkü hayat bir laboratuvarın ya da bir dükkanın tahta iskemlesinde ya da deri koltuğunda çalışmaktan ibaret değil.'' (Sayfa 38)


''Kötülük insan ruhunu ele geçirdiğinde çok hızlı yol alıyordu.'' (Sayfa 46)


''Size hem bedenimin hem de ruhumun gözleriyle baktım, Rosa.'' (Sayfa 83)


"Ah, bu da nesi?" diye sordu zindancı. 

"Güvercinlerim," diye karşılık verdi Cornelis. 

"Güvercinlerim!" diye haykırdı zindancı "Güvercinlerim! Bir mahkûmun kendine ait bir şeyi olabilir mi?" (Sayfa 103)


''Ah!'' dedi Rosa, ''Benim bir kitabım var, umarım bize mutluluk getirir.'' (Sayfa 113)


''O gün bir an için de olsa beni sevdiğini sanmıştım.'' (Sayfa 129)


''Aşk, dünyanın tüm çiçeklerinden daha parıltılı, daha hoş kokuluydu.'' (Sayfa 144)


''Felaketler insanın içindeki saflığı yok ediyordu.'' (Sayfa 192)


''Bazen insan kendisinde çok mutluyum deme hakkını asla bulamayacak kadar çok acı çeker.'' (Sayfa 225)



Not: Bu kitap yorumu yazısı reklam değildir, kitap önerisidir.



Yakıcı Sır (Stefan Zweig) | Kitap Yorumu

Yazar: Stefan Zweig, Çevirmen: İlknur İgan,
Yayınevi: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları

Tatile çıkmış genç ve çapkın bir baronun, tatilini renklendirmek için bir partner arayışıyla başlıyor kitap. Çok geçmiyor, genç baronun gözüne bir anne ile oğul çarpıyor. Bu hoş kadınla yakınlaşmak isteyen baron, kadının on iki yaşındaki oğluyla arkadaş olmaya çalışıyor. Çok merak ettiği yetişkinlerin dünyasında kendine yer bulamayan ve ailesi tarafından ihmal edilmiş bu çocuk, kendisine ilgiyle yaklaşan bu yetişkinin dostça davranışlarından etkileniyor. İlk zamanlar güzel ilerleyen bu dostluk, baronun asıl emeline yakınlaştığı her günle birlikte bozuluyor ve kendini kandırılmış hisseden çocuk, kolay kolay bir köşeye itilmeyi kabul etmiyor. Kitap boyunca baronun bu ''tavlama'' planı sonrasında gelişen olayları okuyoruz.

Karakterlerin duygu ve düşünce dünyası tüm şeffaflığıyla karşımızdaydı. Baron narsist bir karakterdi. Anne oğul üzerinde uyguladığı politika aynıydı. İkisine de ''önemlisin'' mesajını ileterek kendi isteklerini, sanki onların istekleriymiş gibi göstermeye çalıştı. Sorumluluklarının, yorgunluğunun ve geçip giden yılların burukluğunun izlerini taşıyan anne, barona inanmayı gerçekten de kendi istiyordu. İç sesi ne derse desin, biri tarafından beğenildiğini, değerli görüldüğünü, dikkat çektiğini görmek egosunu okşamıştı. Öte yandan, çocuklar yetişkinlerden farklıdır. Kadının oğlunun tek istediği gerçek bir dostluktu. O da değerli görülme, öneminin olduğunu hissetme gibi duygu ve düşüncelerden haz almıştı ama çocuğun asıl istediği şey baronun dostluğuydu ve ona güvenmişti. Güveninin suistimal edildiğini fark eden çocuk, belki de barondan bile daha sinsi ve acımasız düşüncelere sahip oldu.

Bazı yazarlar var ki, okurunu bir kaşife dönüştürüyorlar. Yazdıkları dünya etrafını sarmıyor hayır, sen o dünyanın içine bodoslama dalıyorsun. Rüzgarın esişi, çatal bıçak şıngırtıları, sokaktaki hareketlilik, bulutların ardından bir görünüp bir kaybolan ay... Hepsinin arasında bir anda gezinmeye başlıyorsun. Bazı yazarlar tıpkı bir fotoğraf banyosu yapar gibi kelimelerini yan yana getiriyorlar ve o kelimeler okurun zihnine ulaştığında yan yana gelmiş pek çok fotoğraf gibi net bir şekilde hareket ediyor. Stefan Zweig da yaptığı betimlemeler ve karakterleri ile benim için canlı kelimeler yazan bir yazar. Bu kitabında da bahsettiğim bu etki mevcuttu.

Uzun süredir Stefan Zweig'tan bir şeyler okumamıştım. Onun karakterleri her seferinde etkiliyor beni. Karakterlerinin duygu ve düşünce dünyasını çok başarılı bir şekilde ortaya koyuyor. Hayran olduğum bir yazar ve yine etkileyici bir kitap. 

Hoşça ve kitaplarla kalın.


ALINTILAR

''Kendi başına kalma eğilimine asla sahip değildi ve kendisini daha yakından tanıma isteğini de hiç duymadığından bu türlü yalnızlıklardan olabildiğince kaçınırdı. Yeteneklerini, sıcakkanlılığını, yüreğindeki coşkuyu alevlendirebilmek için insanlarla temas halinde bulunmaya ihtiyacı olduğunu biliyordu, tek başınayken kutusundan çıkartılmayan bir kibrit kadar soğuktu ve kendine bile yararı yoktu.'' (Sayfa 2)


''Yalnızca başlangıçtaki vesileye bakmakla yetinirseniz bir sevginin gücünü yanlış değerlendirirsiniz, aslında daha öncesindeki gerilime, ruhun bütün büyük sarsıntılarına zemin hazırlayan, yalnızlığın ve düş kırıklıklarının yarattığı o bomboş karanlığa bakmak gerekir. Yaşanmamış duygular burada birikerek aşırı ağırlaşır ve değeceğine inanılan ilk kişiyle karşılaşıldığında alabildiğine boşalır.'' (Sayfa 14)


''Ruhunu altüst eden şey değersizlik duygusuydu, kendini bir hiç gibi hissetmesiydi.'' (Sayfa 15)


''Hiçbir şey zekayı tutkulu bir kuşku kadar bileyemez.'' (Sayfa 36)


''Bazen çocukları bizim gerçek addettiğimiz dünyadan ayıran sadece incecik bir perdedir ve rastlantısal bir rüzgarla açılıverir.'' (Sayfa 36)


''İnsan birine yalan söylüyorsa, başkasına da söyler.'' (Sayfa 52)


''Ve çoğu insanın yaptığı gibi güçlü duyguların sıkıntısından kurtulmak için sertliğe sığınarak karşı çıktı.'' (Sayfa 52)


''Daha bir saat öncesine kadar her şeyi bildiğini sanırken şimdi onca sırrın ve sorunun yanından dikkatsizce geçip gitmiş olduğunu hissediyor ve hayata daha ilk adımını attığında bilgisizliği yüzünden tökezlediğini görmekten utanç duyuyordu.'' (Sayfa 74)


''Sebepsiz yere kaçmaz insan!'' (Sayfa 85)


''Çocuk bütün bunları o zaman anlamadı, fakat bu denli sevilmenin çok huzur verici olduğunu ve bu sevgi sayesinde şimdiden evrenin büyük sırrına bağlandığını hissetti.'' (Sayfa 87)



Not: Bu kitap yorumu yazısı reklam değildir, kitap önerisidir.



Karanlıktan Sonra (Haruki Murakami) | Kitap Yorumu

Yazar: Haruki Murakami, Çevirmen: Ali Volkan Erdemir,
Yayınevi: Doğan Kitap

Olaylar bir gece boyunca yaşananları anlatıyor. Mari isimli genç bir kadın önündeki kocaman kitabına gömülmüş bir şekilde karşılıyor biz okurları. Başlangıçta onun hakkında adı dahil hiçbir şeyi bilmiyoruz. Çok geçmiyor bir tanıdığı, Takahaşi, Mari'ye selam veriyor ve ikili aynı masada sohbet etmeye başlıyorlar. Mari, sessizliği bölündüğü için hoşnut değil ancak Takahaşi de gidecek gibi değil. Takahaşi, Mari'nin ablası Eri'nin liseden arkadaşı. İkili bir süre havadan sudan konuşuyorlar; bu sayede biz okurlar da karakterler hakkında bir şeyler öğrenmeye başlıyoruz. İkili ayrıldıktan sonra daha önce tanımadığı bir kadın Mari'nin yanına geliyor ve ondan yardım istiyor. Üstelik bu kadın Mari'nin ismini ve Çince bildiğini biliyor.

Kadın ile Mari, Alphaville isimli bir otele gidiyorlar. Burada müşterisi tarafından şiddete uğramış ve zor durumdaki Çinli bir kadına Mari ve otel personeli yardım ediyor. Öte yandan bu olaylarla eş zamanlı ilerleyen ikinci bir gerçeklik de var. Bu gerçeklikte Mari'nin ablası Eri'yi uyur vaziyette görüyoruz. Eri neden o durumda, onun bulunduğu varoluş düzlemi nasıl bir yer bilmiyoruz. Kitap baştan sona gözlemci bakış açısıyla anlatılmış. Kitabın yazarı da biz okurları gibi olayların ''görebildiği'' kadarını aktarıyor. Bu da kurguya gizem katan bir durumdu.


Kitapta Murakami'nin özgün tarzını görmek mümkün. Kitaba dair en sevdiğim durum da bu özgün hal oldu diyebilirim. Murakami'den okuduğum diğer kitaplarda da ilahi ve gözlemci bakış açısı bir arada kullanılmıştı ama ilk kez baştan sona yazarın da gözlemci olduğu bir anlatımla yazdığı bir kurgusunu okudum. Bu anlatım biçimi olaylara merak unsuru kazandırdığı gibi, kurguya bir film havası da vermişti.

Kitapta yer alan alternatif ve gizemli gerçeklik olayı, Murakami'nin okuduğum her kitabında var olan bir durum. Kendisinin paralel gerçekliklerde yer alan alternatif senaryolara ilgisinin olduğunu düşünüyorum. Bir karakter bu gerçeklikte x durumunda bir yaşam sürüyorken, aynı karakter başka bir gerçeklikte y şartlarına sahip olabilir gibi bir şekilde özetleyebilirim bunu. Sonuçta şu anda bu gerçeklikte bulunan ''ben'' ile diğer gerçeklik(ler)te bulunan ''ben'' aynı kişi olmayacağızdır. Peki ama, aynı gerçekliğin içindeki benliklerimiz de değişim geçirebilir mi? Ben dediğimiz varlık, değişen durum, şart ve düşünceler sonrasında aynı kalır mı, aynı yaşamı sürdürür mü? Kitapta aslında Mari karakteri üstünden de bu sorunun yanıtını gözlemlemek mümkün.

Yazarın kitapta geçen kurgusal otelinin ismi olan ve aynı zamanda Jean-Luc Godard'ın 1965 yapımı filmi Alphaville'den etkilendiğini düşünüyorum. Sanki anlatısına o filmde kullanılan anlatım tekniğinin etkisini katmaya çalışmış gibi geldi bana. Bu farklılığı sevsem de, kitabın anlatım bakımından zayıf kaldığını düşünüyorum. Sonuçta bu bir edebi metin, senaryo değil. Eğer ki tam olarak senaryo formatında yazılmış bir metin olsaydı, belki bir şey diyemezdim; ancak bir okur olarak edebi bir metinden beklentim edebi yönünün de göz ardı edilmemesi oluyor açıkçası. Bir filmde boşluklar olsa bile, anlatımdaki  bu boşluklar görüntüler, sesler ve oyuncuların performansı ile tamamlanabilir; ancak yazılı bir metnin anlatımında boşluklar olursa, olayların anlaşılması zorlanacak ve bu da metni zayıflatacaktır. Bir de tabii Murakami'den daha çok beğendiğim kitaplar da okumuştum. Yine de okuduğum için memnunum.

Hoşça ve kitaplarla kalın.


ALINTILAR

''Bir şeyi gerçekten bilmek istiyorsan, bunun bedelini ödersin.'' (Sayfa 23)


"Konuşmakta pek becerikli değilimdir, eskiden beri." 

"Benimle epey konuşuyorsun oysaki." 

"Nasıl oluyorsa seninle konuşabiliyorum." (Sayfa 26)


"Sözgelimi, Alphaville'de gözyaşı dökerek ağlayan kişi tutuklanır ve halk önünde ceza alır." 

"Neden?" 

"Alphaville'de insanların derin duygulara sahip olmasına izin verilmez çünkü. Bu yüzden orada aşk da yoktur. Çelişki ve ironi de yer almaz. Her şey rakamsal formüller kullanılarak yapılır." (Sayfa 57)


''Geceyarısından sonra zamanın kendine özgü bir akışı vardır.'' (Sayfa 61)


''Bir şeyi iyi yapmakla, bir şeyi gerçekten yaratıcı bir şekilde yapmak arasında büyük fark vardır.'' (Sayfa 86)


"Ama aralarında belirli bir mesafe bırakarak da insanlar birbirlerine yakın olabilirler, değil mi?" diye soruyor Mari. 

"Elbette" diyor Takahaşi. "Elbette bu da mümkündür. Ancak bir insan için normal olan mesafenin bir diğeri için fazla uzak kaldığı durumlar da vardır." (Sayfa 111)


"Biliyor musun, bunu başarabilmiş olman harika bir şey." 

"Gayretli olmayı mı?" 

"Gayret edebilmeyi." (Sayfa 150)


''Bu dünyada tek başına yapacağın şeyler olduğu gibi iki kişi olmadan yapamayacağın şeyler de vardır. İkisini denge içinde yürütmek önemlidir.'' (Sayfa 151)


"Biliyor musun, bazen kendi gölgemle yarışıyormuşum gibi hissediyorum," diyor Korogi. "Ne kadar hızlı koşsam da kaçamıyorum. Kimse kendi gölgesinden kaçamaz." (Sayfa 151)


''Aile denilen şey uzun yıllara dayanan bir birlikteliktir, birbirinize yakın olduğunuz en az bir anın vardır.'' (Sayfa 152)


''İnsan hafızası sahiden de çılgınca bir şey. İşe yaramayan, lüzumsuz bir sürü şey çekmeceye kapatılmış gibi. Gerçekte ise önemli, yararlı şeyleri art arda unutup gidiyoruz.'' (Sayfa 152)


''İnsan denen şey, anılarını yakıt olarak kullanıp yaşamını sürdürüyor olamaz mı acaba?'' (Sayfa 152)



Not: Bu kitap yorumu yazısı reklam değildir, kitap önerisidir.



My Blueberry Nights (Benim Aşk Pastam) | Film Yorumu


Yönetmen: Kar-Wai Wong

Senarist: Kar-Wai Wong, Lawrence Block

Yapımı: 2007 - Çin, Fransa, Hong Kong


Ursula K. Le Guin'in Mülksüzler isimli kitabında çok sevdiğim bir cümle var: ''Gerçek yolculuk geri dönüştür,'' diye. Bu kısacık cümle aslında kendi hayatımızın kahramanı olduğumuz her birimizin çıktığı yolculuğu anlatıyor. Bir yerden başlıyor; belki uzaklara, belki yakınlara doğru ilerliyoruz. Bazen olduğumuz yerde sayıyoruz gibi hissediyoruz, bazen taaa kutuplara kadar kaçıyoruz. Günün sonunda ise dönüyoruz: Eve. Peki bıraktığımız ev ile bulduğumuz ev aynı mı oluyor? Değişen ne? Bir yere tatile giderken kapattığımız evlerimizi düşünelim; döndüğümüzde o evler bile biraz değişiyor değil mi? Bize belki daha farklı kokuyor, belki daha tozlu görünüyor... Belki de, daha rahat hissediyoruz. Giderken bıraktığımız ev bu kadar rahat gelmezken, döndüğümüzde bulduğumuz ev bizi sıcacık sarmalıyor belki. 

Ana karakterimiz Elizabeth (Norah Jones), sevgilisinin onu aldattığını sevgilisinin bir kafede yediklerinden öğreniyor. Sevgilisinden ayrılıyor ve evlerinin anahtarını kafenin işletmecisine bırakıyor. Ayrıldığı sevgilisini bir daha görmek istemediğini söylüyor. Ayakları onu eski evine götürse, gözleri artık ona yabancı olan bu evin camlarında gezinse bile Elizabeth'in kelimeleri bunları inkar ediyor. Sevgilisinden ayrılıyor ancak hissettiği acıdan ayrılamıyor. Her akşam o kafeye gidiyor. Her akşam kafenin işletmecisi Jeremy (Jude Law) ile sohbet ediyor. Jeremy de kalbinde bir ayrılığın burukluğunu taşıyor. Jeremy, ayrılıkların ardından artık istenmeyen anahtarları evin diğer sahiplerine teslim etmek üzere emanet alıyor. Ancak kimse artık bu anahtarları istemiyor. Jeremy sahipsiz anahtarları saklayan, yenmeyen turtaları her gün yapan ve evde bekleyen birisi. 

Bir gün Elizabeth evden ayrılıyor. Yaşadığı şehri bırakıyor ve bir yıl boyunca farklı farklı yerlere gidip buralarda çalışıyor, insanlarla tanışıp onların hikayelerini öğreniyor ve tüm bu yaşadıklarını Jeremy'e yazıyor. Jeremy, ev Elizabeth için. Elizabeth ise yolu gözlenen, Jeremy için. İkisi de farklı yerlere yolculuk yapıyorlar. Biri taaa ülkenin diğer ucuna kaçıyor, diğeri kalbinin taaa en içine. Çünkü böylece, bir daha yüz yüze geldiklerinde birbirlerine farklı şeyler anlatabilirler.

Film boyunca Elizabeth'in gittiği yerlerde yaşadıklarını ve Jeremy ile olan bağını izliyoruz.


''Kentten ayrıldığım gece buraya geldim. Ancak kapıdan ileriye gidemedim. Neredeyse içeri giriyordum ama biliyordum ki, aynı Elizabeth olarak kalacaktım. Artık o kişi olmak istemiyordum.''


Kaynak: Pinterest


+ Anahtarlar hala duruyor mu? 

- Bu konuda söylediklerini hep hatırladım. Asla atmamak gerektiğini, kapıları sonsuza kadar kapatmamak gerektiğini. Hala aklımda. 

+ Ama bazen, anahtarların olsa bile kapılar hala açılmıyor değil mi?

- Kapı açık bile olsa aradığın kişi orada olmayabiliyor Katya.


Sevgili kelimesi üzerine düşünüyordum. Elizabeth'in ''Sevgili Jeremy'' ile başlayan kartpostallarını. Elizabeth Jeremy'i hiç aramadı, ona hep yazdı. Bunu bilinçli olarak yaptı. Belki sesini duyarsa bu yolculuğa devam etmek konusunda pes edeceğinden korkmuştur. Belki yazmak, bir şeylerin daha kalıcı olduğu hissini vermiştir. Belki bulunmak istememiştir. Belki de kalbinden geçenleri birine anlattığını yazarak kendine gösteriyordur. Bu kartpostallar hep farklı farklı yerlerden gönderildi Jeremy'e. Jeremy'nin adresi belliyken, Elizabeth'inki belirsizdi. Bunun için Jeremy, ülkedeki her lokantaya aynı kartpostalı gönderdi, biri kendi Elizabeth'ine ulaşır belki diye. Hiçbiri ulaşmadı ama tüm o yazılar, tüm o birbirinin aynı yazılar, Jeremy'nin içinde bir yerlere ulaşmış gibi görünüyordu.

Sevgili, sevilen kişi. Orada olduğu bilinen kişi. Nerede olursa olsun, orada bir yerde, bu belli. Sevginin aktığı kişi. Kapılarını açtığın kişi. Belki anahtarın sahibi olan kişi. Ama bunun da ötesinde, onun için orada olduğun kişi. Kapıyı açtığında karşılaşacağın ve karşılayacağın kişi.

Filmin yönetmeni Kar-Wai Wong. Onun bu filmi ilk İngilizce ve Amerika'da geçen filmi. Üstüne, oyuncular da Hollywood'dan. Tamam tamam tamam, itiraf ediyorum... Filmi aslında uzun süre izlemeyi ertelemiştim ve tek sebebi de buydu. Yönetmenin kendine has tarzının bu popülaritenin içinde eriyeceğinden ve benim bunu göreceğimden endişe etmiştim, hatta ödüm kopmuştu. Ancak şimdi filmi izledikten sonra gördüm ki, kendi ritmini yakalamış sanatçılar her zaman yaptıkları işe bir ruh katıyorlar. Bütün bileşenler değişse bile ortaya çıkan sonuçta o özgün üslubu görebiliyorsun. Bu filme de Kar-Wai Wong'un elinin dediği çok belli. Belki o sert geçişler yumuşamış, belki karakterler Amerikalılaşmış; ama yine de onun eli değmiş, belli. Renk kullanımı, ışıklar, kamera hareketleri, hatta karakterlerin tarzı... Karakterlerin en basit hareketlerini bile sanata dönüştürüyor Wong Kar-Wai. Müzikler de güzel. Özellikle de filmin sonunda çalan şarkının melodisi dilime dolanmış durumda. Mırıldandığım bu melodiyle bir süre filmin etkisini hissedeceğim kesin.

Tam da yılın bu zamanına yakışan, hoş bir film. Öneririm.


my blueberry nights soundtrack dinlemek için tıklayabilirsiniz.


Not: Bu film yorumu yazısı reklam değildir, film önerisidir.




Popüler Yayınlar