Sadako ve Kağıttan Bin Turna Kuşu (Eleanor Coerr) | Kitap Yorumu

Yazar: Eleanor Coerr, Çevirmen: Zuhal Yeke,
Yayınevi: Beyaz Balina Yayınları


''Budist rahiplerle belediye başkanının yaptığı konuşmanın ardından, yüzlerce beyaz güvercin kafeslerinden salındı. Kuşlar, çarpık ve hasarlı bir yapı olan Atom Bombası Kubbesi'nin çevresinde uçuştular. Sadako'ya göre bu güvercinler, ölen insanların göğe doğru yükselen ruhlarına benziyorlardı.''


Kitap gerçek bir yaşam öyküsüne dayanıyor. Sadako 1943-1955 yılları arasında Japonya'da yaşamış bir kız çocuğu. Japonya'nın 2. Dünya Savaşı'nın ardından aldığı hasarı onarmaya çalıştığı bir dönemde dünyaya gelmiş bir çocuk. Bu hasarlardan birisi de bombanın yaydığı radyasyon. Radyasyon nedeniyle kanser sık görülen bir hastalık. Hatta halk lösemiye bomba hastalığı adını takmış. 

Sadako okulunun atletizm takımının en başarılı koşucusu. Ancak bir gün lösemiye yakalandığını öğreniyor. En yakın arkadaşı olan Şizuko ona kağıttan bir turna kuşu hediye ediyor. Bir Japon inanışına göre hasta birisi kağıtlardan origami ile bin tane turna kuşu yaparsa sağlığına kavuşurmuş. Sadako da her gün kararlılık ve umutla turna kuşlarını yapıyor. Kitapta Sadako'nun yaşadıkları üzerinden Hiroşima'ya atılan bombanın Japon halkı üzerindeki etkilerini okuyoruz. 

Savaş teması zaten başlı başına beni etkiliyor ama bu kitapta da olduğu gibi çocukların yaşadıklarına dair bir şeyler okumak beni sarsıyor. Kitap ince bir kitap olsa da savaşın etkilerini ve Sadako'nun hislerini okuruna geçirebildiğini düşünüyorum.

(24.09.22)




Not: Bu kitap yorumu yazısı reklam değildir, kitap önerisidir.


Birinci Tekil Şahıs (Haruki Murakami) | Kitap Yorumu

Yazar: Haruki Murakami, Çevirmen: Ali Volkan Erdemir,
Yayınevi: Doğan Kitap

Murakami okumak bana aslında karakterlerle oturup bir şeyler içmek gibi hissettiriyor. Hani bazen tanımadığımız birisi yanımıza oturur ve konuşmaya başlar, hiç yaşadınız mı bilmem, işte Murakami'nin karakterleri de sanki tanımadıkları okurlarının yanına oturup öylece yaşamlarından bahsediyorlarmış gibi geliyor bana. Kendilerini bile değil, başlarına gelen olayları anlatarak okurlarıyla konuşuyorlar. Dertleri ahbaplık kurmak değil, anlaşılmak hiç değil. O zaman ne... Yalnızca içlerini dökmek. Bazen sadece buna ihtiyaç duyarız ya hani. Bazen yalnızca, içimizi dökmeye ihtiyaç duyarız. Bu karakterler yalnızca anlatmak istiyorlar ve Murakami de kelimeleriyle onlara ses oluyor.

Kitap sekiz öyküden oluşuyor. Bu öykülerin aynı zamanda anlatıcısı olan ana karakterler, anılarını biz okurlara anımsadıkları kadarıyla anlatıyorlar. Hatta öyle ki, bazen bir olay akışının içindeyken anlatıcı benzer başka bir anısını anımsayıp o anıyı anlatmaya da başlayabiliyor. Kitap adını son öyküsü olan Birinci Tekil Şahıs'tan alıyor. Ancak bu isim aslında okurun kitaptan neyi beklemesi gerektiğini özetler nitelikte. Murakami bu kitabındaki öykülerinde birinci tekil şahıs, yani ''ben'', kavramı üzerinde yoğunlaşıyor. Karakterler benliklerini anılarının arasından toplamaya ve bugünkü hallerinin kayıp parçalarını bu yolla sıvamaya çalışıyorlar.

Yine absürt denebilecek öyküler, varoluş bunalımının kıyısındaki tuhaf karakterler... İçlerinde konuşan bir maymun bile var! Murakami gerçek ile gerçek dışının sınırlarını bu öykülerinde de zorlamış. Bu nedenle de, belki de bu dengeyi sağlamak için, gerekmeyen durumlarda fazla detay verirken; gerekli durumlarda belki de ''gerçek dışı'' unsurların gizemini korumak için yüzeysel bir anlatımı tercih etmiş. Belki de bunun asıl nedeni bu öykülerin aslında ayrı birer roman olabilecek potansiyelde geniş kurguları barındırması da olabilir.

Her öykünün bitiminde kendimi ne okudum ben şimdi diye düşünürken buluyordum - ki Murakami'nin tuhaflıklarına da alışık ve bunu seven bir okuruyum. Ancak bu kitabın benim üstümde ilginç bir etkisi oldu. Öyküleri okurken, hatta bitirdikten sonra bile sevmedim. Öyküleri, kitabın tamamını bitirdikten sonra sevdim. Hatta kitabın arka kapağını kapattığım an kurduğum ilk cümle şuydu: ''Bu kitabın bir mini dizisi olsa ne güzel olur!'' Gerçekten de her öykü için bir bölüm olacak şekilde bir dizi yapılsa ilgiyle izlerdim. 

Bu ilginç öyküler bende tanıdık bir tat bıraktı. Başta garipsediğim tüm o karakterler, aslında yalnızca içimizdeki anlatmak isteyen sestir belki de. Ve biz o sese, ''ben'' deriz.

Bu öykülerden herkes hoşlanır mı bilemem. Murakami kitaplarına başlangıç için ise ideal bir seçim olmaz diye düşünüyorum. Ancak yazara aşina olanlar ve ilginç bir şeyler denemek isteyenler kitaba göz atabilirler belki.

Kitaplarla kalın.


İnsanlığımı Yitirirken (Osamu Dazai) | Kitap Yorumu

Yazar: Osamu Dazai, Çevirmen: Hüseyin Can Erkin,
Yayınevi: Sel Yayıncılık


''Yaşamım utançlarla doludur. İnsan yaşamının ne olduğu hakkında hiçbir fikrim yok.''


Kitap, Yozo isimli bir adamın güncelerinden oluşuyor. Bu güncelerde Yozo, çocukluğundan başlayarak yetişkinliğine değin yaşadığı ve hissettiği yabancılaşmayı anlatıyor. Yozo kendini toplumdan, hatta daha doğru bir ifadeyle söylemek gerekirse, insanlardan soyutlanmış hissediyor. İnsan eylemlerinin iç yüzündeki düşünceleri anlayamıyor. Pek çok yerde kendini duygusuz olarak nitelendiriyor, en azından bunu ima ediyor. Ancak ben Yozo'nun duygusuz olduğunu düşünmüyorum. Yozo, benliğini bulamamış acı çeken bir adam. Sadece bu kadar.

Tüm hayatı boyunca olmadığı birisi gibi davranıyor Yozo. Aslında oldukça içedönük birisi olmasına rağmen, insanlarla nasıl iletişim kuracağını bilemediği için dışadönük biriymiş gibi davranıp bir maskenin ardına saklanıyor. Peki içedönük birisi, nasıl dışadönük biriymiş gibi davranabilir değil mi? Bağ kurmazsa davranabilir. Yozo bir tiyatrocu gibi sürdürüyor yaşamını. İç dünyası ne kadar kırılgan ve karanlıksa, dış dünyaya kendini o kadar neşeli ve hayat dolu yansıtıyor. İnsanlara karşı bir nefreti olmasa da, insan davranışlarındaki ana motivasyonu anlayamıyor. Aslında yaşamın amacını anlayamıyor. Çünkü kendi bir amaç edinememiş. Başta babasınınkiler olmak üzere hayatı boyunca ona sunulan her teklife boyun eğmiş, kendi sınırlarını çizememiş, buna dair bir istek dahi duymamış bir adam Yozo.



''Zayıf insanlar mutluluktan bile korkar.''


Kitap boyunca da onun yaşamını kendini açıklıkla anlattığı güncelerinden okuyoruz. Yozo kesinlikle sevilesi bir karakter değildi. İçimde ona dair bir merhamet oluştu mu peki? Hayır. Ancak yine de Yozo karakterinin anlattıklarını okumayı sevdim. Kitabı büyük bir hızla okudum. Zaten 109 sayfalık ince bir kitap. Oldukça akıcı ve merakta bırakan bir kitaptı. İçerik yönünden de Yozo'nun düşüncelerini okumak ilginçti. Daha da ilginç olan ise bu kitabın, yazarı Osamu Dazai'nin özyaşam öyküsü olması. Zaten yazar da yalnız ve sıkıntılı bir yaşam sürmüş ve pek çok kez intihar girişiminde bulunmuş hayatı boyunca. Ancak buna karşın, tüm bu anlattıklarımdan sonra ortaya çıkan o karamsar havaya karşın, kitap bana karamsar hisler hissettiren bir kitap olmadı. Birinin günlüklerini okuduğunuzu düşünün, işte böyle bir kitaptı benim için. Sadece okudum. Veya birisi bana başından geçenleri anlattı, ben ise sadece dinledim. Gibi. 

Bunun dışında, Yozo'nun insanların gerçek niyetlerini apaçık görmesi ve bu ikiyüzlülüğü dile getirdiği kısımları sevdim. Beni etkiledi demiyorum; çünkü bilmediğim bir şey vermedi bana o kısımlar. Ama her şeyden vazgeçmiş bir karakterin nasıl bu hale geldiğini, neden yaşama bu denli amaçsız baktığını bir nebze anlamamı sağladı. Her ne kadar, anladıklarımdan sonra bile, Yozo'nun eylemlerine hak vermesem de karakteri anladım.


''Toplum ne der! 

Toplum değil, sensin bundan utanan. 

Böyle şeyler yaparsan, sert olur tepkisi. 

Toplum değil, sensin bunları yapan. 

Çok geçmez, toplum siler seni. 

Toplum değil, sensin beni silecek olan.''


Kitabın arka kapağında okuduğuma göre, bu kitap Japonya'nın en çok okunan romanlarından biriymiş. Japon Edebiyatı'ndan okuduğum tüm kitaplarda aynı havayı alıyorum: Yalnızlık. Aşırı bir bireyselleşme ve içe dönme hali oluyor karakterlerde. Bu da toplumun genel yapısını yansıtan bir durum sanıyorum ki. Tabi ki bu çıkarımı, okuduğum kitaplardaki genel havanın benzemesinden hareketle yapıyorum. Yoksa somut bir gözlemim, kanıtım, bilgim yok. 

Özetle, ilgi çekici bir kitap okudum. Karakterin içinde bulunduğu duygu durum hali dolayısıyla karanlık bir atmosfere sahip olan bir kitaptı. Karakterin his ve düşünceleri dağınıktı ancak temelde bir bütün olarak kendini ifade edebilmişti. Bu dağınık olma halini de olumsuz değil, aksine olumlu bir durum olarak söylüyorum. Bu durum karakterin ruh halini belirginleştiren bir özellikti. Yorumum boyunca kitabın karakterinden gerçek bir insanmış gibi bahsetmemin iki sebebi bulunuyor. İlki, bu roman dahilinde var olan kurgusal gerçeklikte karakterin sahiden de gerçek birisi olması. -Bu her kurgusal anlatıda böyledir, değil mi?- İkincisi, yazarın kendi duygu ve düşüncelerini direkt olarak bu karakterin ağzından ifade etmesi. Bu da beğendiğim bir durum oldu. 

(20.09.21)


Not: Bu kitap yorumu yazısı reklam değildir, kitap önerisidir. 

Not 2: Bu kitabı nispeten uzak bir tarihte (2021'de) okumuşum. Bu nedenle kitabı bir kez daha okuduktan sonra yeniden yorumlayıp paylaşsam mı acaba diye de düşündüm. Ancak kitap şu an elimde bulunmuyor. Vaktiyle yakın bir arkadaşımın ''oku bak sen bu kitabı seversin'' söylemleriyle ondan ödünç alıp okumuş, bu yazarla bu vesileyle tanışmıştım. Kendisi şu an hayatımda olmasa ve bu yorumumu okumayacak olsa da, beni Dazai ile tanıştırdığı için teşekkür edeyim yeri gelmişken :). Ama ne diyordum... kitabı yeniden okuyacak olsam bile bunu ne zaman yapacağımı bilmiyorum. Elimde Dazai'nin okumadığım başka bir kitabı var. Yakın süreçte okumayı planlıyordum ama bakalım... Bu kitabına yeniden sıra gelene kadar bir süre geçebilir. Hem, bu yazdıklarım benim düşüncelerimdi. 2021'deki İlkay bu kitap hakkında bunları düşünmüş. Burası benim güncem olduğu için de, 2021'deki yorumumu yeniden paylaşmakta bir sakınca görmüyorum. Kitabı yeniden okursam muhtemelen kitaptan yola çıkarak kitapla ilgili başka temalarda yazılar kaleme alırım. Sonuçta kitabın konusu değişmiyor. :)


The Taste Of Tea (Cha No Aji) | Film Yorumu


Yönetmen: Katsuhito Ishii 

Senarist: Katsuhito Ishii 

Yapımı: 2004, Japonya


''Bunu senin anlaman zor çünkü bu benim dünyam. Kendim bile anlamıyorum. Dünyadaki birçok şey gibi, değil mi? Ne demek istediğimi anlıyor musun?''


Kaynak: Pinterest


''Sachiko. Yaz vakti, ay çiçekleri... barfiks demiri ve... Bakın nasıl da çabalıyor!''


Film, altı kişilik bir ailenin başından geçen olayları konu ediniyor. Bu olaylar sıradan yaşamın sıradışı seyrinde ilerliyor. Her birimiz kendi yaşamımızın içinde bir şeyler için çabalarız veya biz bir şeylerle boğuşurken, sıradan yaşamımız bir anda sıradışı bir hale bürünür. Kendi sorunlarımız, kendi hedeflerimiz, kendi çabalarımız bizim için biricik olur ve yaşamın olağan seyrinden adeta ayrışır. İşte bu ailenin başından geçenler de bundan ibaretti. Ailenin her bir üyesinin istediği bir şey vardı ve film boyunca yaşam olağan seyrinde akıp giderken, karakterler bu istekleri için çabaladılar. 

Filmin merkezinde ailenin küçük kızı Sachiko (Maya Banno) bulunuyor. Sachiko biraz sessiz, kendi halinde, akıllı uslu bir çocuk olarak görünüyor. Ancak kimseye söylemediği bir sorunu var. Sachiko, namı diğer ''büyük Sachiko''nun onu izlemesinden fazlasıyla rahatsız. Büyük Sachiko, Sachiko'nun birebir aynısı ama dev ebatlardaki hali. Sachiko ile hiç konuşmadan onu daima bir köşeden izliyor. Büyük Sachiko'nun, Sachiko'nun yaşamına doğrudan bir müdahalesi olmasa da, birisi tarafından gözlem altında olmak Sachiko için fazlasıyla sinir bozucu bir hal alıyor. Sachiko bir gün, amcasının da çocukken benzer bir sorun yaşadığını ve bu sorununu evlerinin yakınlarındaki barfiks demirinde takla attıktan sonra çözdüğünü öğreniyor. Bu bilgiyle birlikte küçük kız, dev halinden kurtulmak için çalışmalara başlıyor.

Ailenin diğer üyeleri de bu esnada kendi yaşamlarıyla meşgul durumdalar. Anne uzun yıllar işine ara vermiş bir anime çizeri. İşe yeniden güzel bir fikirle dönmek için çabalıyor. Evin babası bir psikiyatrist. Hipnoz ettiği hastaları üzerinde çalışarak kendini en başta ev halkına ispatlamak istiyor. Sachiko'nun abisi ilk aşkından ona aşkını itiraf edemeden ayrıldığı için üzgünken, karşısına ikinci bir aşk fırsatı çıkıyor. Okula yeni gelen güzel kızla arkadaş olmak için okul kulübüne katılıyor. Sachiko'nun amcası başarılı bir manga çizeri ancak onun da aşktan yana yüzü gülmemiş. Evin dedesiyse tüm bunları gözlemleyen bir dış göz. Anlatıcımız dede değil ancak ev halkının çabasının fazlasıyla farkında olan birisi olduğunu film ilerledikçe fark ediyoruz.

Film gerçeküstücü bir dille hikayesini anlatmış. Aynı zamanda Japonya'nın kırsal manzaraları filme şiirsel bir hava katmış. Biraz uzun, biraz da yavaş akan bir film. İçinde macera yok belki ama; samimiyet, sanat, fazlasıyla ilginçlik ve biraz da komedi var. Ben çok severek izledim.

(Not: Bu arada şiirsel falan dedim ama filmin birkaç sahnesini mide bulandırıcı bulabilirsiniz, benden uyarısı.)


SPOILER!

Sachiko'nun amcasının çocukken yaşadığı durum bir ruh musallatı. Musallat olmuş ruh dünyadan ayrılınca, amca da ruhu görmeyi bırakıyordu. Ancak Sachiko'nun durumu bundan farklı. Dev Sachiko'nun, Sachiko'nun gerçekleşmemiş potansiyeli olduğunu düşünüyorum. Sachiko, amcasının hikayesini dinlediğinde kendine barfiks demirinde takla atma hedefini koyuyor. Eğer takla atabilirse, dev halinden kurtulacağına dair bir çeşit inanç geliştiriyor. Bu nedenle de film boyunca küçük kızı takla atmaya çalışırken görüyoruz. Ne zaman ki takla atıyor; hem onu izleyen dev halinden kurtuluyor, hem de dev haliyle birlikte gökyüzüne yükselen dev ayçiçeği tüm evreni ışığıyla kaplıyor. Dev Sachiko ve dev ayçiçeği, Sachiko'nun zihninde ürettiği imgeler olsalar da, evreni kaplayan ayçiçeğinin ışığı gökyüzünde etkileyici görüntüler oluşturuyor. O anda karakterlerin hepsi meşguliyetlerinden, hayatlarından, sıyrılıp gökyüzünün güzelliğini takdir ederek hayatı görüyor.


SPOILER BİTTİ!


The Taste of Tea fragmanı için tıklayabilirsiniz.

The Taste Of Tea OST [Full Soundtrack Album, 2004] için tıklayabilirsiniz.


Not: Bu film yorumu yazısı reklam değildir, film önerisidir.


Öğrenci Kız (Osamu Dazai) | Kitap Yorumu

Yazar: Osamu Dazai, Çevirmen: İrem Akçay,
Yayınevi: İthaki Yayınları

Kitaba da ismini veren olayların anlatıcısı, hakkında pek fazla bilgi sahibi olmadığımız öğrenci bir genç kız. Kitap boyunca bu karakterin sabah uyandığı andan gece uyuduğu ana kadarki bir gününde yaşadıklarını ve zihninden geçen düşünceleri okuyoruz. Anlattıklarından yola çıkarak kendisinin ergenlik çağında olduğunu söylemek mümkün. Babasının ölümünün üstünden fazla zaman geçmediğini ve babasının yokluğunun hissettirdiği burukluğu karakterin hızla değişen düşüncelerinin arasında görüyoruz. Bu hızlı düşünce akışı ile karakterin yaşamı hakkında kısıtlı da olsa bilgi sahibi oluyoruz. 

Kitap için novella (uzun öykü) tanımlamasını yapabiliriz. Kitap altmış sayfalık kısa bir kitap. Bu altmış sayfanın son beş sayfasında ise Mythili G. Rao isimli bir yazarın kaleme aldığı kısa bir inceleme bulunuyor. Kitap kısa olmasına karşın karakterin düşünceleri o denli hızlı akıyor ki, bu düşüncelerin karakterde oluşturduğu duygusal çalkantılar bir noktadan sonra kitabın okurunu da bir geminin içinde deniz tutmasına yakalanmışçasına bocalatıyor. 

Yazarın kendi yaşamına baktığımızda toplumla çatışan bir kişilik görüyoruz. Toplumda itibar sahibi olan bir aileden gelmesine rağmen, ailesinden kopuk bir yaşam sürerek toplum tarafından onaylanmayacak eylemlerle yaşamını sürdürüyor. Ölümüne sebep olacak 1948 yılındaki intiharına kadar pek çok kez intihar girişiminde bulunuyor. Hatta öyle ki, kimi zaman tamamiyle şans eseri hayatta kaldığını görüyoruz. Bu çalkantılı ruh hali eserlerindeki karakterlerinde de hayat bularak adeta kanlı canlı bir şekilde varlık kazanıyor. 

Öğrenci kızın ana karakteri, yazarın kendi düşünce dünyasından parçalar taşıdığını düşündüğüm ve büyümenin getirdiği kimlik arayışının hüzünlü bir mizaçla birleştiği bir karakterdi. İlgisini çekenlere bu kısa ama yoğun kitabı öneriyorum. 

Kitaplarla kalın.

(06.01.23)


Nazlı Kar (Cuniçiro Tanizaki) | Kitap Yorumu

Yazar: Cuniçiro Tanizaki, Çevirmen: Esin Esen,
Yayınevi: Can Yayınları

Kitaptaki olaylar dört kız kardeşin hayatının etrafında şekilleniyor. Makioka ailesi varlıklı ve saygın ailelerden birisi. Annelerini küçük yaşlardayken kaybetmiş bu dört kız kardeş, babalarının da ölümüyle eski lüks yaşamlarını geride bırakıyorlar. Ancak aile isimlerinin saygınlığı ve bilinirliği sürüyor. En büyük iki kız kardeş olan Tsuruko ve Sachiko babalarının sağlığında evlenen iki kız kardeş. Evin en büyük kızı Tsuruko olduğu için, babalarından kalan mülklerin idaresi ve bekar olan diğer iki kardeş Yukiko ile Taeko'nun sorumluluğu, Tsuruko ve eşine ait. Bir yandan arka planda toplumsal çerçevedeki değişimler sürerken, diğer yandan birbirlerinden farklı karakterlere sahip bu dört kız kardeşin 1936-1941 yılları arasında yaşadığı olayları kitap boyunca okuyoruz. 

Kitabı çok severek okudum. 838 sayfalık baya kalın bir kitap. Ancak akıcı bir dile sahip. Kitabı okurken bir noktadan sonra olayların içine çekildiğimi hissettiğim için karakterlerle de bağ kurdum. Hatta daha da ileri gideceğim; kimi zaman onlarla üzüldüm, kimi zaman onlarla sevindim. Yer yer onlara kızdım, yer yer de onlarla umut ettim. Özellikle de kitabın sonuna yaklaştıkça onların mutlu olmasını güçlü bir şekilde istedim. Kitabı sevmemin en büyük sebebi de sanırım bu benimseme hissini bana vermesiydi. Bunun yanı sıra, kitabın tıpkı ismi gibi hoş bir dili var. İnsanı yormuyor, hatta aksine her şey apaçık ifade edilmiş; ama nasıl desem, kitabın dili için de kullanabileceğim en yerinde ifade nahif olacaktır. 

Bu yorumu 3-4 yıl önce eski hesabımda yazmıştım. "Nazlı Kar, benim favori kitaplarım arasında yerini aldı," demişim. Aradan geçen bunca zamandan sonra da hâlâ öyle, en sevdiklerimden. Ve hâlâ, kitabı hatırladığımda aklıma ilk olarak "nahif" kelimesi geliyor.

Kitaplarla kalın.

(20.03.22)


Not: Bu kitap yorumu yazısı reklam değildir, kitap önerisidir.


1Q84 (Haruki Murakami) | Kitap Yorumu

Yazar: Haruki Murakami, Çevirmen: Hüseyin Can Erkin,
Yayınevi: Doğan Kitap

Kitap, çocukluklarının bir döneminde karşılaşmış Tengo ve Aomame'nin hikâyesini konu ediniyor. Her iki karakter de yalnız birer çocukluk geçirmiş ve bu nedenle de yetişkin olduklarında dahi bağ kurmakta zorluk çekiyorlar. Tengo bir dershanede matematik öğretmenliği yapıyor ve bunun yanı sıra bir yazar. Aomame ise görünürde bir spor eğitmeni. Ayrıca kadınlara dövüş dersleri veriyor. Görünürde diyorum, çünkü Aomame'nin bir de herkesten sakladığı başka bir mesleği var. O bir kiralık katil. Madam hitabıyla anılan varlıklı ve yaşlı bir kadının yönlendirmesiyle karısına şiddet uygulayan ve düzelme belirtisi göstermeyen erkekleri kendi ürettiği özel bir suç aletiyle öldürüyor.

Tengo ve Aomame ilkokulun iki yılını birlikte okumuşlar. Aomame'nin ailesi üyesi oldukları Şahitler cemaatine tutucu ve tutkun bir şekilde bağlı oldukları için, Aomame çocukken akranları tarafından hep dışlanmış. Tengo'nun babası ise bir NHK tahsildarı. Yani radyo ve televizyon vergilerini toplayan bir memur diyebiliriz. Kapı kapı dolaşarak, hatta insanları resmen taciz ederek para ödemelerini sağlıyor. Bu durum Tengo’nun da dışlanmasına neden olmuş.

Bir gün sınıfta Aomame zorbalığa uğrarken Tengo ona yardım ediyor. Bu olay sonrasında Aomame bir ders çıkışında etrafta kimseler yokken Tengo'nun elini tutuyor. Evet öylece, hiçbir şey söylemeden. O an ikili sanki donup kalıyor; ama tabii zaman akmaya devam ediyor. Zaman geçiyor, geçiyor ve geçiyor. Yirmi yıl kadar, geçiyor. İkili artık otuz yaşında. Ve bir gün, Aomame, yine görev yerine giderken sonradan 1Q84 adını vereceği yeni dünyasına giriş yapıyor; aynı şekilde Tengo da editör Komatsu'dan gelen "gizli görevi" kabul ederek "Kediler Şehri" adını vereceği dünyasına giriş yapıyor. Tabii olaylar gelişiyor.

Benim okuduğum bu tek cildin içinde aslında üç kitap birleşmiş durumda. Yani bu kitabı böyle tek cilt okumak yerine, üç kitap halindeki basımından da okuyabilirsiniz. Bu kitabı ebatına bakmadan farklı zamanlarda iki kez okudum. Hatta bir üçüncüyü bile okuyabilirim. Kitabın konusu evet çok orijinal bence ama kitabı bu kadar sevmemin asıl sebebi bana bir arkadaşımlaymışım gibi hissettirmesi. Biliyorsun, böyle kitaplara bağlanır insan. İşte 1Q84 de benim için böyle. Aşağıda kitaptan bazı alıntılara yer vereceğim. Aslında kitabın içinden yazabileceğim gerçekten çok fazla alıntı var. Ama bu kadarla artık yetiniyorum.

Kitap aklıma geldiğinde keşke bu kitabın bir film veya dizi uyarlaması olsa diye düşünüyorum. Murakami'nin bazı roman ve öyküleri beyaz perdeye uyarlandı ancak buna karşın nasıl olur da bu kadar özgün ve üstüne her durumda satabilecek aşk temalı bir kurgu film yapılmaz anlayamıyorum. Belki de böylesi daha iyidir, kim bilir... Çünkü ucunda hayal kırıklığına uğramak da var. Bir gün filmi veya dizisi yapılırsa umarım oyuncular tam olarak kitaptaki karakterleri yansıtacak şekilde olur ve kurgunun özünü değiştirmezler.

Kitaplarla kalın.

(22.03.23)


Senin Adın (Makato Şinkai - Ranmaru Kotone) | Çizgi Roman Yorumu

Yazar: Makoto Shinkai, Çizer: Ranmaru Kotone,
Çevirmen: Ayşenur Sayıt, Yayınevi: Gerekli Şeyler Yayıncılık

''Sürekli birini... Birini... Arıyordum!''

Mitsuha ve Taki, apayrı hayatlar yaşayan iki gençtir. Mitsuha küçük bir kasabada yaşayan bir genç kızdır. Ancak hem belediye başkanı olan babasının yürüttüğü seçim kampanyası, hem de bir aile geleneği töreni ona okulda zor günler yaşatmaktadır. Tüm bu sıkıcı zamanların içinde Mitsuha bir dileğini haykırır: Tokyo'da yaşayan bir erkek olmak istediğini.

Taki ise Tokyo'da yaşayan lise öğrencisi genç bir erkektir. Mitsuha'nın durağan yaşamının aksine onun hayatı bir hayli hareketlidir. 

Bir gün, bu iki gencin hayatları değişir. Gerçekten değişir. Haftada birkaç günlüğüne Mitsuha Taki'nin bedenine, Taki ise Mitsuha'nın bedenine girer ve birbirlerinin yaşamını yaşarlar. Tıpkı Mitsuha'nın dileğinde söylediği gibi.

Olaylar bu ikilinin ruhlarının yer değiştirmesiyle başlıyor. İkisi de aslında her yaşamın kendine has zorlukları olduğunu fark ediyorlar. İkilinin birbirlerinin yaşamlarında yaptıkları değişimlere verdikleri tepkileri okumak çok keyifliydi. Bu kısımlarda bolca güldüm. 

Öte yandan, zamanla ikili arasında derin bir bağ oluşuyordu. Birinin bedenine girmek. O olmak. Onun çekincelerini görmek. Ne garip... Korkutucu ama güzel de. Ama en çok korkutucu olan şey, bedenine başka birisinin girmesi mi? Yoksa, o başka birisini bir gün tamamen kaybetme düşüncesi mi? Mitsuha ve Taki bu ikincisini yaşıyor. Bir gün aniden birbirlerini kaybediyorlar. 

Büyük bir kuyruklu yıldız Mitsuha'nın yaşadığı kasabaya düşüyor ve ikilinin arasındaki bağda bir kırılma yaşanıyor. Kitabın ikinci yarısında Taki ve Mitsuha'nın kaderlerindeki bu kırılmayı onarmaya çalışmalarını okuyoruz. Kader değiştirilebilir mi? Ne kadar büyük bir güç gerekir bunun için? İşte, Mitsuha ve Taki'nin hikayesi bunu anlatıyor. 

Birini tüm yüreğinle sevdiğinde, onu bulabilir misin? 

Çizgi romanı da, filmi de ilgisini çeken herkese öneriyorum.

(08.11.22)







Not: Bu kitap yorumu yazısı reklam değildir, kitap önerisidir.


Siddhartha (Hermann Hesse) | Kitap Yorumu

Yazar: Hermann Hesse, Çevirmen: Kamuran Şipal,
Yayınevi: Can Yayınları

Siddhartha, bir din adamının oğludur. Herkesin saygısını kazanacak kadar yetenekli ve akıllı; herkesin sevgisini kazanacak denli yakışıklı ve sevimlidir. Önünde oldukça parlak bir gelecek vardır var olmasına ancak bu çoktan çizilmiş yol, Siddhartha'nın yürümek istediği yol değildir. Aslında bu bir istek bile değildir Siddhartha için; bir ihtiyaçtır. Yüreğinin susuzluğunu dindirmek için bir Samana olmaya karar verir. Samanalar, dünyadan kendini soyutlayarak nefislerini terbiye etmeye çalışan Hindulardır.

Dostu Govinda ile Samanaların arasına katılan Siddhartha için bu, yolun başlangıcıdır. Kitap boyunca pek çok şey dener Siddhartha, hep arar. Aradığı nedir, kimdir; aslında bunu bildiğini düşünür en başta. Atman'ı aramaktadır, o her şeyin başlangıcı, sonu ve yaratıcısı olan varlığı. Ama sonra, sonra, aradığı şey biçim değiştirir. Pek çok öğretmeni olur Siddhartha'nın. Aslında bir zamandan sonra bir öğretmenin ya da öğretinin ona aradığını veremeyeceğini düşünür; ancak dünya böyle işlemez. Görür ki Siddhartha, yaşam başlı başına bir öğretidir ve yaşamda pek çok öğretmen çıkar insanın karşısına. Bazen bir Samana, bazen bir dost, bazen bir ermiş... Bazense bir ırmak, bir orman, bir sevgili. Siddhartha kitap boyunca hep arar, hep de bulur. Bulduğu şey aklındaki hedef olmaz hiçbir zaman. İşte bu noktada onunla birlikte görürüz onun asıl hedefini ve sonrasında da, hedef denilen kavramın özünü.

Siddhartha, derinlerdeki bir şeyi aramak için babasının yanından ayrılır. Önce çok fakir olur, ama kendiyle baş başa kalır ve bolca düşünür. Yine de eksiktir bir şeyler. Buddha'yla kesişir yolu. Ancak onun öğretisi de Siddhartha'ya tam olarak dokunamaz. Değer geçer. Bu hafif dokunuşla Siddhartha, aradığının dünyadan kendini soyutlamakta olmadığını kavrar. Yine yollara düşer ve bir yosmanın aşığı olur. Onun da yardımlarıyla bir tüccarın yanında çalışmaya başlar ve çok zengin olur. İki ucu da görür Siddhartha. Dünyaya daha da bağlanmış, hatta ona yapışmıştır şimdi. Ama aradığı sahiden bu mudur?

Beni düşündüren ve severek okuduğum bir kitap oldu.

(16.07.22)


Rebels of the Neon God | Film Yorumu


Yönetmen: Tsai Ming-liang

Senarist: Tsai Ming-liang 

Yapımı: Tayvan, 1992


''Yaptığına bak. Hayatını boşa harcıyorsun.''


Kaynak: Pinterest


''Eğer şansın yoksa, hiçbir şey planladığın gibi gitmiyor.''


Film, farklı hayatlara sahip iki gencin yaşamlarının paralelliği etrafında ilerliyor. Ah Tze (Chen Chao-jung) arkadaşı Ah Ping (Jen Chang-bin) ile birlikte tüm gün aylaklık ederken geceleri hırsızlık yapıyor. Hsiao Kang (Lee Kang-Sheng) ise ailesiyle birlikte yaşayıp üniversite için sınava hazırlanan bir genç. Ah Tze, her ne kadar toplumun onu ''serseri'' olarak nitelendireceği bir yaşam sürdürse de, aslında kendi halinde yaşamak istiyor. Hsiao Kang ise ''iyi yetiştirilmiş'' bir genç adam olarak görünen ama istemediği bir hayatın içinde yaşamanın hissettirdiği baskı nedeniyle sosyopat davranışları gösteren birisi. Asıl his ve düşüncelerini açık açık yansıtmak yerine, gizli eylemlerde bulunuyor.

Filmin başlangıcında Ah Tze'nin evini su bastığını görüyoruz. Bu durum film boyunca farklı zamanlarda tekrar ediyor. Buradaki su imgesi aslında Ah Tze'nin kontrol edemediği duygularını tanımlamak için metafor olarak kullanılmış. İlk su baskınında Ah Tze'nin abisinin birlikte olduğu kıza karşı hissettiği hisleri bastırmaya çalıştığını görüyoruz. İkinci baskında ise arkadaşı Ah Ping ile kötü bir gün geçiriyor. Her iki durumda da giderden taşan suyu umutsuzca bastırmaya çalıştığını ancak suyun yavaş yavaş yükselip tüm evi kapladığını görüyoruz. Ne zaman ki Ah Tze hissettiği kaybolmuşluk hissine ortak olacak birini, Ah Kuei'yi (Wang Yu-Wen), buluyor; o zaman evin her köşesini sarmış sular da çekiliyor.


Kaynak: Pinterest

Hsiao Kang, otoriter bir baba ve batıl inançlara sahip bir anne ile büyümüş bir genç. Sınav sisteminin katılığı, belki önünde uzanan yaşam ve aslında çevresi tarafından, belki kendisi tarafından da, tanımlanmış kimliği onu boğuyor. Filmin girişinde Hsiao Kang'ın odasındaki böceği sivri bir cisimle yakaladığını görüyoruz. Bu durum Hsiao Kang'ı rahatlatıyor; çünkü aslında odasında dolaşıp duran böcek, kendisinin istemediği bir yaşamda dönüp durmasının bir temsili. Ancak Hsiao Kang aynı yaşama devam ederken, böcek oradan kurtuluyor. Bu durumun Hsiao Kang'ı öfkelendirdiğini görüyoruz. Böcek camın dışında olsa bile onu yakalamak ve yok etmek istiyor. Çünkü Hsiao Kang aslında kendisini yok etmek istiyor. Bir böcek gibi gördüğü kimliğini yok etmek ve özgürleşmek arzusunda. Bu nedenle Ah Tze'yi kıskanıyor. Onu yakın takibe alıyor, her adımında gölgesi gibi peşinden ayrılmıyor. Ancak bu eyleminde de pasif kalmayı tercih ediyor. Varlığını her daim hissettirmek için çabalasa da, kimliğini Ah Tze'ye göstermiyor.


Kaynak: Pinterest


Ah Kuei: Ah-tse gidelim buralardan. 
Ah Tze: Nereye gitmek istiyorsun? 
Ah Kuei: ..... 
Ah Tze: Ne yapacağımı bilemiyorum.


Bu filmi izlemeye başladığımda ilk kez izleyeceğimi düşünmüştüm ancak filmi daha evvel de izlediğimi çok geçmeden anladım. İçerisinde metaforlar taşıdığı için filmi bu ikinci izleyişimde karakterleri daha açık çözümleyebildiğimi düşünüyorum. Filmi ilk izlediğimde daha çok sinematografisinin büyüsüne kapılmıştım. Kullanılan renk paleti, sokaklar ve bu atmosferi müthiş bir şekilde yansıtan müzik... Film her detayıyla ince ince işlenmiş, kendine has, hatta biraz serseri bir hava taşıyan başarılı bir yapım. Herkese hitap edeceğini düşünmesem de, bu tarz filmleri sevenler ve farklı bir şeyler denemek isteyenler için izlemesi keyifli olacaktır.


REBELS OF THE NEON GOD fragman için tıklayabilirsiniz.

Rebels Of The Neon God theme music için tıklayabilirsiniz.


Not: Bu film yorumu yazısı reklam değildir, film önerisidir.


My Broken Mariko | Film Yorumu


Yönetmen: Yuki Tanada

Senarist: Waka Hirako, Kôsuke Mukai, Yuki Tanada

Yapımı: 2022, Japonya


+ Ne yapıyorsun?
- Sana mektup yazıyorum, Shii-chan.
+ Benim önümde bana mektup mu yazıyorsun?
- Yüz yüze söyleyemeyeceğim şeyleri yazıyorum.


Kaynak: Pinterest

''Mariko. Küle dönüştükten sonra bile hala aynısın. Göz kamaştırıcısın. Ulaşılması zorsun. Rüzgarla birlikte uçuyorsun. Ve... yerçekimine karşı koyamıyorsun.''


Bu bir yolculuk hikayesi. Tomoyo (Mei Nagano) en yakın arkadaşı Mariko'nun (Nao Honda) ölüm haberini ansızın alır. Bu haberle birlikte sarsılan genç kadın, hayatının tamamına yakınını birlikte geçirdiği Mariko'ya bir vedayı borç bilir. Mariko çocukluğundan itibaren istismar, şiddet ve depresyonla yaşamış biridir. Hayattaki tek varlığı Tomoyo olmuştur. Tomoyo elinden geldiğince çocukluk arkadaşını korumuş, yanında olmaya çalışmıştır. Her şeylerini birbirlerine anlatan bu iki kız, şimdi ayrıdır. Tomoyo, arkadaşı ona bir veda bile etmeden onu terk ettiği için kırgındır. Yine de dostunu yıllarca eziyet gördüğü insanların arasında bırakmaz. Arkadaşının küllerini kaçırarak yollara düşer. Hayatı boyunca esir hissetmiş dostunu özgür bırakmak artık tek amacıdır.

Yazımın başında yer verdiğim repliğe bir sinema hesabında rastlamıştım. İki ortaokul öğrencisi kız çocuğu vardı paylaşılan fotoğrafta. Birinin elinde kağıt kalem, diğeri başında onu izliyor. Mariko, kendini hiçbir zaman Tomoyo'ya bile tam olarak açamadı. O kadar kilitlemişti ki kendini kendi içine, bu kilitler onun varlığıyla adeta bütünleşmişti. Tomoyo bazen bu arkadaşlıktan kendisi de zarar görse bile, yıllar boyunca dostunu hiç yalnız bırakmadı. Hatta Mariko kendi kırgınlıklarını başka yerlerde tekrar tekrar yaşamak için gittiğinde bile, Tomoyo onun için hep oradaydı. İstediği zaman demir atabileceği bir liman gibi. Bir ev, bir aile gibi. Tomoyo, Mariko'nun tek ailesiydi. Mariko da Tomoyo için öyle olmuştu.

Film boyunca Tomoyo'nun, arkadaşının küllerini savurmak için bilmediği bir kasabaya doğru çıktığı yolculukta başına gelenleri izliyoruz. Bu kasabayı Tomoyo değil, Mariko seçiyor. Mariko'nun görmek istediği bu yerde, Tomoyo onunla son kez vedalaşmak istiyor. Ancak bu veda, Mariko'nun ölüm haberini aldığı anda zaten başlamış durumda. Tomoyo, bu güzel, kırgın ve yalnız dostuyla olan anılarına sarılıyor sarılıyor. Onu bırakmak istemiyor. Onu bırakamıyor.


''Yaşlandığımda hala seninle olmak istiyorum. Ve tabii ki bir kediyle.''


Filmin bu kadar kırıcı olacağını tahmin edemezdim. Çok güzel bir film. Hikayesini abartıya kaçmadan, etkili noktalara dokunarak gerçekçi bir dille anlatmış. Yas teması zaten zor bir tema. Ancak bir de böyle, karakterle bağ kurabildiğinde daha da kırıcı bir hal alıyor. Üstüne, Mariko'nun yaşadıkları istismar ve şiddet gibi çok ağır şeyler. 

Aynı zamanda filmin akışı, kullanılan renk paleti, karakterler gibi unsurlar filme şiirsel bir hava katmış. Tıpkı Tomoyo'nun yazdığı üzücü haiku (kısa Japon şiiri) gibi hüzünlü ama nahif bir filmdi. Film aynı zamanda bir mangadan uyarlanmış. İlgililer mangasına da bakabilirler.


My Broken Mariko (2022) fragman için tıklayabilirsiniz.


Not: Bu film yorumu yazısı reklam değildir, film önerisidir.


Isn't It Romantic | Film Yorumu


Yönetmen: Todd Strauss-Schulson 

Senarist: Dana Fox, Katie Silberman 

Yapımı: 2019 - Kanada, ABD


''Budistler der ki; biriyle tanıştığında kalbin çarpıyor, ellerin titriyor ve dizlerinin bağı çözülüyorsa aradığın kişi o değildir. Ruh eşinle tanıştığında huzurlu hissedermişsin.''


Kaynak: Pinterest

Natalie (Rebel Wilson) başından aldığı darbe sonrasında gözlerini bir romantik komedi dünyasında açar. Kadın ana karakterin güzel, zengin, başarılı ve üstüne herkes tarafından ilgi gördüğü bu alternatif gerçeklikte başrol Natalie'dir. Kendi sıradan yaşamının tam tersi olan bu ışıltılı hayat, Natalie için aslında bir kabustur. Çünkü Natalie, romantik komedilerden nefret eder! Bu nedenle de bu pespembe dünyadan çıkmanın yollarını arayacaktır. Amacı filmin sonuna ulaşmaktır. Film boyunca Natalie'nin bu dünyada yaşadıklarını ve kendisiyle ilgili olan keşiflerini izleriz.

Filmin giriş sekansında bizleri Pretty Woman filminin müziği karşılıyor. Hemen ardından küçük Natalie'nin hayran bakışlarla bu romantik komedi filmini izlediğini görüyoruz; ta ki annesinin uyarılarına kadar. Natalie'nin ışıltılı gözlerine gölge düşüren bu uyarılar, Natalie'nin bilinçaltında yer ediniyor. Bu anı izledikten sonra bizler de tıpkı Natalie gibi, Natalie'nin ''gerçek'' yaşamına gözlerimizi açıyoruz. Gri, sıkıcı, telaşlı bir yaşam bu. Bu yaşamda Natalie'nin sarı saçları dışında hiç renk yok.

Natalie kendine güvenmeyen bir kadın. Mesleği mimarlık olsa da, ofiste asistan muamelesi görüyor. Fikirlerini dile getiremiyor, duygularını bastırıyor ve bu da çevresindeki güzel durumları görmesine engel oluyor. Oysa uyandığı yeni dünya, kendi dünyasının tam tersinden oluşuyor. Kullanılan renk paletinin oldukça genişlediğini, Natalie'nin yaşamına can geldiğini görüyoruz. Ancak Natalie bu yeni dünyada da gördüğü tüm ilgiye rağmen başrol olmayı içselleştiremiyor. Bu cici dünyadan ayrılmak için başrol gibi davransa da, bu durumu hak ettiğine inanmadığı için kurgusal bir gerçeklikte bile uzun bir süre başrol olamıyor.

Hayatımızı bir film olarak düşünürsek, bazen bu filmin bir türlü akmadığını veya daha kötüsü bu filmde başrol olmadığımızı düşünebiliriz. Zamanla düşüncelerimiz gerçekten gerçekliğimiz olur ve biz, bize başrol olalım diye verilen bir yaşamı tıpkı Natalie'nin ''gri'' ve ''renkli'' görünen iki yaşamı gibi geçsin diye yaşarız. Bazen bir figüran, bazense yardımcı oyuncudan öteye gidemediğimizi hissederiz. Oysa Natalie her iki dünyada da başroldü ve başrol olduğunu kabul ettiği anda gerçekten de başrol oldu.

Severek izlediğim, çerezlik görünen ama güzel noktalara değinen, keyifli bir filmdi.


Isn’t It Romantic | Resmi Fragman izlemek için tıklayabilirsiniz.

Isn't It Romantic (Original Soundtrack) için tıklayabilirsiniz.


Not: Bu film yorumu yazısı reklam değildir, film önerisidir.


Popüler Yayınlar