Portobello Cadısı (Paulo Coelho) | Kitap Yorumu

Yazar: Paulo Coelho, Çevirmen: Celal Üster,
Yayınevi: Can Yayınları

Şirin Halil, Romanya'daki bir yetimhaneden evlat edinildiğinde henüz bir bebekti. Sonrasında kendine, Athena ismini verecekti. Athena, bir bakıma, Şirin'in bir yansımasıydı ve küçük Şirin bunu daha hayatının erken evrelerinde bile fark etmişti. Zaten aslolan isimler değildi; ardındaki manaydı. Sonrasında Şirin'in başka isimleri ve bu isimleri karşılayan suretleri de oldu. Kitap boyunca, bazılarının bir azize bazılarının yoldan çıkmış olarak anacağı, Portobello Cadısı ilan edilen Athena'nın (Şirin'in) hikayesini okuyoruz.

Kitap, klasik bir Paulo Coelho kitabı gibi görünüyor. Ana teması: Arayış. Bu kitabı benim için farklı kılan en büyük etken, Athena'nın yaşadıklarının Athena'nın hayatında az veya çok yer almış diğer insanlar tarafından anlatılmasıydı. Bu da kitaba bir nevi belgesel havası katmış. Bu hissi en son bundan baya önce izlediğim, Agnès Varda'nın 1985 yapımı Yersiz Yurtsuz (Sans Toit Ni Loi) isimli filmini izlerken kapılmıştım. Bu filmde de ana karakter başkalarının gözündeki görünümleriyle anlatılıyordu.

Herkesin bir benliği ve bu benliğin çeşitli yansımaları var. Bu yansımalar uzaklık-yakınlık, görmek-görmemek ve hatta görmeyi istemek-istememek ile yakından bağlantılı diye düşünüyorum. Herkes bir şekilde bir öz görür; ancak en yaklaşık tahmini yapanın bile gördüğü yalnızca birer yansımadır. Aynı durum; çeşitli olay, öğreti ve buna benzer kişinin algılarına hitap eden diğer her şey için de geçerlidir. İnsanlar ancak hazır oldukları kadarını görebilirler; bu noktada asıl önemli olan belki de, bunun bir yansıma olduğunu unutmamak ve bazen aramak, bazen durmaktır. 

Kitabı okumayı gerçekten uzun süredir istiyordum. Çünkü kapağı güzeldi. Ancak kitabı okumak için gerekli olan o ittirici gücü de tam bulamamıştım. Boyumdan büyük bir kitap olduğunu mu düşünmüştüm - ki, ipucu, bunu düşünecek son kişiydim. Okumak mı istemiyordum, yeterince ilgimi mi çekmemişti? Hayır hayır hayır. Aksine, çok çekmişti. Ancak bazen beklemek gerekir. O zaman da sezgisel olarak bunu kavramışım neyse ki ve neyse ki, kitabı bugün okuduğumda, daha evvel kavrayamayacağım kendimle ilgili pek çok şeyi gerek sezgisel, gerek düşünsel olarak zihnime çektim. Kitapların da kendilerine has bir havası vardır ve o havayı soluduğumuz zaman dilimi, bence, önemli olabilir.

Velhasıl kelam, kitabı çok sevdim. Pek çok yerini not aldım. Kitabı okurken üzerine uzun uzun yazılar yazabileceğimi düşündüm -ki başka yazılarımda neden olmasın *-* - amma ve lakin, şimdilik bu kitap yorumu yazısı bu kadar olsun. Çünkü kitabın özü de bu kadar. Kitap, bir okuru olarak bana, kendi derinliklerimdeki, belki yerini bile bilmediğim, bazı pencereleri açmamda ilham oldu. 

Hoşça ve kitaplarla kalın.



ALINTILAR

''Yeni bir cadı avı başlıyordu sanki. Silah bu kez kızgın demir değil, alaycılık ve baskıydı.'' (Sayfa 16)


''Kimse kimseyi yönlendiremez. Bütün ilişkilerde iki taraf da ne yaptığını bilir, sonradan taraflardan biri kullanıldığından yakınsa bile.'' (Sayfa 21)


''Bazen öylece otururken ya da çok heyecanlandığımda tüm Evren'le birlikte titreştiğimi hissederim. Ve o zaman, bilmediğim şeyleri bilirim, sanki Tanrı bana yol gösterir.'' (Sayfa 40)


''Hayatın içimde büyüdüğünü hissetmezsem, dışımdaki hayatı hiçbir zaman kabullenemeyeceğim.'' (Sayfa 46)


"Eğer bütün kelimeler bitişik olsaydı bir anlam çıkmazdı ya da en azından anlamı çıkarmak çok zor olurdu. Boşluklar çok önemlidir." Başıyla doğruladı. "Diyeceğim, kelimelerde ustalaştın ama henüz boşluklarda ustalaşmadın. Zihnini yoğunlaştığın zaman elin kusursuz, bir kelimeden öbürüne geçerken yolunu şaşırıyor." (Sayfa 92)

 

''Öğren, ama öğrenirken her zaman yanında başkaları da olsun. Yalnız başına arama, çünkü yanlış bir adım attığında yanında sana doğru yolu gösterecek kimseyi bulamazsın.'' (Sayfa 129)


''Sen ne olduğuna inanıyorsan osundur.'' (Sayfa 155)


''Ne istiyorsun? Mutlu olmayı isteyemezsin, çünkü bu hem çok kolay, hem de çok sıkıcı. Yalnızca aşık olmayı isteyemezsin, çünkü bu olanaksız. Ne istiyorsun? Hayatını doğrulamak, hayatını elden geldiğince yoğun yaşamak istiyorsun. Bu hem bir tuzak, hem de bir coşku kaynağı. Hem bu tehlikeye karşı uyanık olmaya, hem de aynaya yansıyan o imgenin ötesindeki kadın olmanın coşkusu ve serüvenini yaşamaya çalış.'' (Sayfa 179)


''Yanlış soru soruyorsun. Bilmen gereken, ona ihtiyacı olan sevgiyi verecek durumda olup olmadığın. Bir şey olsun ya da olmasın, önemli değil. Sevebildiğini bilmen yeterli. O olmazsa başkası olur. Bir pınar bulmuşsun, bırak aksın, dünyanı doldursun. Bir şey yapacağın zaman, emin olmak için bekleme. Bir şey verirsen alırsın ama bazen hiç beklemediğin bir yerden alırsın.'' (Sayfa 190)


"Kim olduğunu biliyorum," dedi. "Köydekiler çok dürüst, iyi kalpli, yardımsever bir insan olduğunu söylüyorlar, ama ben sende başka bir şey daha görüyorum: öfke ve hayal kırıklığı." (Sayfa 214)


''Tamam, olmadığın biri gibi olmaktan sıkıldığın zaman git eğlen, hayatını yaşa, madene çekiçle biçim ver. Zamanla bunun sana zevkten de öte bir şey verdiğini, anlam verdiğini göreceksin.'' (Sayfa 217)


''Seviliyor, isteniyor, korunuyorsun.'' (Sayfa 234)


''Zaten bir annenin her şeyi anlaması gerekmez, sevmesi ve koruması gerekir.'' (Sayfa 235)


Antrepoda gördüğüm, "Yapabilirsiniz, yeter ki Yüce Ana'nın öğretmesine izin verin... Sevgiye inanırsanız ne mucizeler olur," diyen bir kadındı. Kalabalık da katılmıştı onun bu sözlerine, ama bu uzun sürmeyecekti, çünkü mutluluğa giden tek yolun kölelik olduğu bir çağda yaşıyorduk. Özgür irade çok büyük sorumluluk istiyordu; zorlu bir çabayı gerektiriyor, acı ve keder getiriyordu. (Sayfa 239)


''Çok farklı kişiler olduğumuz, hatta aynı dünya görüşünü bile paylaşmadığımız halde Athena beni neden sevmişti?'' (Sayfa 262)



Not: Bu kitap yorumu yazısı reklam değildir, kitap önerisidir.



Postman Blues | Film Yorumu


Yönetmen: Hiroyuki Tanaka (Sabu)

Senarist: Hiroyuki Tanaka (Sabu)

Yapımı: 1997 - Japonya


''Hastalığımı ilk duyduğumda çok kötü hissetmiştim. Sürekli her şeyi bitirmeyi düşündüm. Bu yüzden intihar etmek için buraya geldim. Ama sonra... Canım bir anda noodle çekti. Noodle düşünmenin zamanı değildi, intihar etmeliydim. Ama bir türlü aklımdan çıkaramadım. Bu yüzden önce noodle yemem gerektiğini düşündüm. Noodle almak için hastaneden çıkıp koştum. Çok terlemiştim ve burnum akıyordu. İki kase yedim. Yaşadığımız sürece sürekli bir yerlere saplanacağız ve hatalar yapacağız. Ama bu ilerleyemeyeceğimiz anlamına gelmez. Hiçbir şey yapmadan durmaktan iyidir.''


Kaynak: Pinterest

Filmi ilk kez bir müzik videosunda keşfettim. Müziğin arka planında dönen bir aşk hikayesi. Genç bir adam ve genç bir kadın vardı. Genç kadın üzgün görünüyordu, genç adamsa şaşkın. Müzik filme ait değildi ancak bu iki kişiye aitmiş gibi görünüyordu. O an filmi izlemek istedim ama bulamadım. Sonra, o müzikle bir kez daha karşılaştım. Belki de en çok da videodaki aşk hikayesi için şarkıyı birden fazla kez dinledim. Bu sefer filmi de buldum. 

Kanseri son evrede olan genç bir kadın (Kyōko Tōyama) ile bir postacının (Shinichi Tsutsumi) yolu bir gün kesişir. Bu kesişme bir anda yaşanmış gibi görünür ancak öyle değildir. Arka planda absürt diyebileceğimiz bir sürü olay yaşanır. Yakuzalar, polisler, tetikçiler... Hepsi genç adamla bağlantılı hale gelir. Olayların arka planında yaşananlardan ne genç adamın, ne de genç kadının haberi vardır. Onlar sadece bir arada zaman geçirirler. Tıpkı genç kadının söylediği gibi; şu anı yaşarlar. Çünkü genç kadının zamanı çok az kalmıştır. 

Bu postacı, olabilecek en kendi halinde postacıdır. Evden işe, işten eve gider. İşini de pek sevdiği söylenemez. Yakuza olmaya heveslenmiş çocukluk arkadaşıyla bir akşam karşılaşır. Bu arkadaşın peşinde polisler ve gerçek yakuzalar vardır. Bu eski arkadaş, postacının dikkat çekmeyeceğini düşünerek postaların arasına uyuşturucu saklar. Tabii bir de, kaderin cilvesi bu ya, az evvel kestiği serçe parmağı posta çantasının derinliklerine yuvarlanıp kaybolur. Bu serçe parmak, genç adam ile genç kadının bir araya gelmelerinde önemli bir role sahip olacaktır.


''Son günlerde hiç coşkulu hissettin mi? Kalbin çocukluğundaki gibi attı mı?''


İçerisinde aksiyon, komedi, ironi, diğer filmlere göndermeler ve aşkın en masum halini taşıyan çok beğendiğim bir film oldu.

İnternette çevirisini bulması imkansız mıdır bilmem ama zor olduğu kesin. Ben youtubeda çevirisini bulup izledim. Başka bir platformda veya sitede bulamazsanız siz de şu youtube videosundan filmi izleyebilirsiniz.

Hoşça kalın.


filmin müziğini dinlemek için tıklayabilirsiniz.

filmi keşfetmemi sağlayan müziği dinlemek için tıklayabilirsiniz.


Not: Bu film yorumu yazısı reklam değildir, film önerisidir.




Sputnik Sevgilim (Haruki Murakami) | Kitap Yorumu

Yazar: Haruki Murakami, Çevirmen: Ali Volkan Erdemir,
Yayınevi: Doğan Kitap

Sumire genç bir kadın. Hayatına ve kendine dair emin olduğu tek şey, yazmayı sevdiği. O da bu gerçeğe tutunuyor. Bilmediği diğer her şeyin var olduğu karanlık tünelden, bu gerçeğin ucunu tutarak geçmeye çalışıyor. Okuduğu bölümün ona uygun olmadığını keşfedip okulu bırakıyor ve kendini sadece yazmaya veriyor. Ancak, yazarak yazar olmak da pek mümkün gibi görünmüyor. En azından Sumire, başlangıçta, yazan kişi olmaya ve yaza yaza bir yazara dönüşmeye izin veriyor. 

Sumire'nin yakın arkadaşı olan genç adam kitabın anlatıcısı. Belki de, en azından kitabın var olduğu kurgusal gerçeklikte, Sumire'yi gerçekten tanıyan tek kişi o. Bizlere Sumire'nin yaşadıklarını en başından başlayarak anlatıyor. Kitap boyunca Sumire'nin Myu isimli bir kadınla tanışmasından sonra değişen yaşamında yaşadıklarını okuyoruz.

Bazı kitaplara karşı beklentiniz yoktur. Sputnik Sevgilim benim için böyle bir kitaptı. Pek tabii kitabın yazarı olan Haruki Murakami'nin ismi, kitabı okumam için bana referans olmuştu ancak kitaba sadece bir şeyler okumak için başladım. Beğenmeseydim de gıkım çıkmayacaktı. Öte yandan, kitabı beğendim. Murakami'nin genel tarzını yansıtan; hayalle gerçeğin iç içe geçtiği, şahsına münhasır karakterleri barındıran, basit bir dili olan ve tabii belki de kitabı sevmemdeki en büyük etken olarak olayları felsefik bir bakış açısıyla ele alan bir kitaptı. 

Kitapta pek çok kısım -yine *-*- muallakta kalıyor ancak Murakami kitaplarında genel olarak görülen bu durumu ben seviyorum. Çünkü bu durum bana bir okur olarak sanki karakterlerle iletişime geçiyormuşum da onlar bana sadece bilmem gerektiği kadarını anlatıyorlarmış gibi bir his veriyor. Tüm o soğuk mizaçlı ve kafası bulutlu karakterlere kendimi en yakın hissettiğim anlar da tam olarak bu anlar oluyor. Bu kitapta da ne olduğunu anlayamadığımız alternatif bir gerçeklik vardı ancak yazar bu farklı boyutta yer alıyormuş gibi sezdirdiği zaman veya mekanı okurlarına anlatmamış. Aynı zamanda, her ne kadar konuları ve karakterleri farklı olsa da, kitap bana biraz 1Q84'ü anımsattı. Sanırım kendimizi bulunduğumuz gerçekliğe sabitlemek ve kaybolmamak için ruhumuzla sevdiğimiz bir şeylerin var olmasının önemini anlatıyor temelde yazar ya da ben böyle düşünmeyi seviyorum. 

Hoşça ve kitaplarla kalın.


ALINTILAR

''Edebiyat tutkusu ile arasına hiçbir şey giremezdi.'' (Sayfa 11)


''Myu'nun kara gözbebeklerine yansıyan kendi canlı görüntüsünü gördü Sumire. Bu yansıma, aynanın diğer yanına çekilip yutulmuş kendi ruhu gibi göründü gözüne. Sumire, bu görüntüye aşık olurken aynı zamanda da içi ürperdi.'' (Sayfa 47)


''Ancak ben "hassas" insanların başkalarını incittiklerini defalarca gördüm. "Dürüst ve açık" insanların, istediklerini almak için işlerine geldiği gibi davrandıklarını gördüm. "Karşısındakinin yüreğini anlamakta becerikli" olan kişilerin hiç de içten olmayan övgülere kolayca kandıklarını gördüm. Bu durumda bizler kendimiz hakkında gerçekte ne biliyor olabiliriz?'' (Sayfa 65)


''Bu dünyada sınırsız bir tutku duyduğum şeyler sadece kitaplar ve müzikti. Ve doğal olarak da yalnız bir insana dönüşmüştüm.'' (Sayfa 65)


''Ben neyim? Ne istiyor ve nereye gidiyorum?'' (Sayfa 68)


''Bu anlamda o diğer insanlardan farklıydı. Sumire sorduğu sorunun yanıtında benim düşüncemi duymayı yürekten istiyordu.'' (Sayfa 69)


''O yanımda olunca, yalnızlık denen o somut duyguyu bir süreliğine unutabiliyordum. O benim bulunduğum dünyanın sınırlarını genişletiyor, derin derin nefes almamı sağlıyordu.'' (Sayfa 69)


''Öyle yorgundum ki yakınmaya bile halim yoktu. Bazı günler böyle olurdu işte.'' (Sayfa 71)


''Çok güzel olmuştu. Sanki içinde çiçekler açmış gibi.'' (Sayfa 71)


Sen Sputnik denen şeyin Rusçada ne anlama geldiğini biliyor musun peki? İngilizcedeki karşılığı travelling companion imiş. 'Yol arkadaşı.' (Sayfa 111)


''Ay, soğuk çatıların üzerinde asılı, kasvetli bir rahip gibi, iki avucunu uçsuz bucaksız denize doğru uzatmış. Dünyanın neresinde olursam olayım, günün bu zamanını, diğer tüm zamanlardan daha çok seviyorum. Bu sadece bana ait bir zaman. Ve ben, bu masada oturmuş, yazıyorum.'' (Sayfa 144)


''Yeterince bildiğimizi düşündüğümüz şeylerin arkasında, bir o kadar da bilmediklerimiz gizlidir. Anlamak dediğimiz, halihazırdaki yanlış anlamalarımızın bütününden başka bir şey değildir.'' (Sayfa 147)


''Benim için önemli olan pek çok şeyden vazgeçe geçe yaşayıp geldim bugüne. Bundan böyle artık hiçbir şeyi feda etmeyeceğim.'' (Sayfa 154)


Myu kendi yüzüne bakar uzun bir süre. "Bu da elbet geçecek" der kendi kendine. "Dayan. Geçip gittikten sonra mutlaka komik bir hikâye halini alacak." (Sayfa 166)


''Önemli olan, başkalarının düşündüğü büyük şeylerden ziyade, küçük de olsa kendi düşündüklerindir.'' (Sayfa 176)


''Başımı çıkarıp karanlık gökyüzüne doğru baktım. Gerçekten de oradaydı küf rengi yarımay. İyi. Biz aynı dünyada aynı aya bakıyoruz. Biz kesinlikle aynı bağla gerçekliğe bağlıyız. Tek yapmam gereken, onu usul usul kendime doğru çekmek.'' (Sayfa 224) 



Not: Bu kitap yorumu yazısı reklam değildir, kitap önerisidir.



Ve Bir Pars, Hüzünle Kaybolur (Faruk Duman) | Kitap Yorumu

Yazar: Faruk Duman, Yayınevi: Can Yayınları

Kitabın ana karakteri askerliğini yaptıktan sonra ana ocağına dönmüş genç bir adam. Ancak onun için bıraktığı ev ile döndüğü ev aynı değil. Babasının vefatından sonra tek başına kalmış annesinin derinlere, hatta evlerine bile, sinmiş yalnızlık hissi onu bunaltıyor. Üniversite eğitimi aldığı için yaşadığı köyde kendine uygun iş bulamıyor. Yanında çalışmak istediğine kendi kendini inandırdığı usta bile onu fazla eğitimli bularak geri çeviriyor. Bu genç adamın huzur bulduğu tek yer orası: Orman.

Ormanın gözü vardır, cümlesiyle büyümüş olsa da, her daim ensesinde hissettiği bu uğursuz göz, aslında ona iyi geliyor. Bu göze bir cisim vermek için başlangıçta çocukken dinlediği korku hikayelerine başvuruyor. Ancak çok geçmiyor ki, en azından o anda onu izleyen gözlerin, bir parsa ait olduğunu fark ediyor. Bu pars ile arasında bir bağ kuruluyor. Ormanda tek yaşayan pars ile tek başına kalmış genç bir adam. Pars, yalnızca tek başına değil; aynı zamanda yalnız da görünüyor. Oysa genç adam tam da o günlerde tek başına olan başka birini daha buluyor: Ceren'i.

Kitap boyunca bu genç adamın yaşadıklarını okuyoruz.



Faruk Duman, kitaplarını bir süredir okumak istediğim yazarlardandı. Bu kitabı ile İncir Tarihi isimli kitabı listemdeydi. Kitabı kütüphanede bulunca da hevesle aldım ve okumaya başladım. Aslında kitabın ilk yarısını gerçekten beğendim. Yazarın anlatımı, olaylardaki sadelik, sonra mekan... Kitapta en çok mekanı sevdim biliyor musun; çünkü, insana sahiden de bir ormandaymış da genç bir adam ve bir parsın filizlenen arkadaşlığını uzaktan izliyormuş gibi hissettiriyordu. O sahneleri bir film sahnesi gibi zihnimde canlandırdım; hatta kitabın filmi olsa izlerdim, diye bile düşündüm. Ancak... Kitabın ilk yarısına hakim olan bu biraz tehlikeli, bolca gizemli hava; kitabın ikinci yarısında malesef, bir okur olarak en azından beni, terk etti. Özellikle de Ceren ile ilgili eklenen detayların anlatılmasına gerek var mıydı, emin değilim. Yazarın diğer karakterleri ve onların içinde bulundukları yalnızlığı somutlaştırmak istemesini anlayabiliyorum ancak keşke sadece mecazi olarak değil de, somut anlamda da pars odak noktasında kalmaya devam etseydi. Ceren'in abisi ve babasının sahneleri yerine, parsla ilgili sahneler okumak isterdim.

Hoşça ve kitaplarla kalın.


ALINTILAR

''Uçsana, uçup gitsene. Öyleyse bu kanatların ne işe yaradığını kim söylesin?'' (Sayfa 14)


''Ama insan zamanla yeteneklerini kaybediyor. Bunun nasıl olduğunu, olabildiğini bilmiyorum. Ama gün geliyor, yaşam derin bir uçurumla ikiye bölünüyor. Bir boşluk. Uzak bir yere gidiliyor; daha önce hiç görülmemiş şeyler görülüyor orada.'' (Sayfa 14)


''İçimden tüm ormanı kucaklamak geliyordu.'' (Sayfa 15)


''Pars, o hep hüzünlü ifadesiyle yavaş yavaş geri çekildi. Ve siste kaybolup gitti.'' (Sayfa 38)


''Belki her yolculuk özlemi böyleydi; yol bu özlemi tüketinceye dek yürümek, sonra, tükendiği yerde tutup geri dönmek. Hepsi buydu.'' (Sayfa 44)


''Herhalde, çürüyen bir şey, çok geçmeden hayat bulacaktır.'' (Sayfa 54)


''Yapayalnız bir insandım ben; hele de bu korkunç, bu yalnızlıkla inleyen ormanda iyice yalnız değil miydim?'' (Sayfa 55)


''Yine de, prens hayatından memnun. Ormanın sesini dinliyor, ki bu, onu gerçekten çok mutlu ediyor.'' (Sayfa 94)



Not: Bu kitap yorumu yazısı reklam değildir, kitap önerisidir.



Hit the Road (Yola Devam) | Film Yorumu


Yönetmen: Panah Panahi

Senarist: Panah Panahi

Yapımı: 2021 - İran


Pek çok yol hikayesi gibi, bizi orta yerde, başı sonu görünmeyen yollarda karşılayan bir öykü bu. Yolun nerede başladığını veya nereye uzanabileceğini başlangıçta bilmiyoruz. Bizi bir aile karşılıyor; sonsuzmuş gibi görünen asfaltta kayıp giden ödünç alınmış bir arabada. Çok geçmeden, bu ailenin geride önemli bir şeyler bırakıp da yola çıktıklarını anlıyoruz. Gizemli bir abi, yer yer duygusallaşan bir anne, iç dünyasını belli etmeyen bir baba, haylaz bir çocuk ve onun hasta yavru köpeği. Bu ailenin geride bıraktıkları ve sır gibi sakladıkları şey: Hayatları. Çıktıkları bu yolda ana amaçları, büyük oğullarını sınır dışına çıkararak daha özgür bir yaşam kurmasını sağlamak.


Kaynak: Imdb

Özellikle de sadece yolculuk aşamasını içeren yol hikayelerini izlemeyi çok seviyorum. Çünkü böyle hikayelerde, ana karakter yol oluyor. Başlangıç veya sonrası değil; o anda yaşanan iyi ve kötü olaylar üzerinden filmin sahneleri birbiri üzerine ekleniyor. Bu filmde, yolun aslında nerede başlayıp nereye uzandığını karakterinin ağzından öğreniyoruz. Ailenin abisi ile annesinin arasında geçen bir diyalog bulunuyor. Bu diyalogta 2001: Uzay Macerası (2001: A Space Odyssey) isimli film hakkında konuşuyorlar. Abi, bu filmdeki ana karakterin kara deliğe doğru sonsuzmuş gibi gelen bir süre boyunca yürüdüğünü söylüyor. Öyle ki, yarım saat boyunca bu sahneyi izliyormuşuz. Sonra, karakter görünmüyormuş; ama yürümeye devam ediyormuş. Kara deliğe: Hiçliğe.

Filmin ilerleyen sahnelerinde ailenin babası ile küçük kardeşinin bilmedikleri bir köyün çayırlığında yıldızları izlerken Batman ve Superman ve hayatta pahalı olan diğer şeyler hakkındaki konuşmalarını izliyoruz. Tam bu esnada baba oğul birer astronotmuş gibi uzay boşluğunda süzülüyor; izleyenlerden uzaklaşıyor, uzaklaşıyor ve uzaklaşıyor. Bu sırada, tüm bunlar olurken, annenin ateşin ışığında parlayan gözyaşlarını görüyoruz. Belli ki o da bir kara delikte.

Filmin sonraki sahnelerinde aileyi aynı arabada, eksilmiş sayıda ve bir çölün ortasında görüyoruz. Artık sadece anne, baba ve küçük çocuk var.

Film, zor bir coğrafyanın insanlarının hikayesini anlatıyor. Ancak bunu yaparken izleyenleri abartılı duygu ve düşüncelere boğmuyor. Aksine, film derin bir alt metne sahip olmasına karşın, hikayesini öyle hafif ve yer yer esprili bir dille anlatmış ki, ben filmi izlemekten gerçekten keyif aldım. Özellikle de çocuk oyuncunun performansını ayrıca anmalıyım. Filmi bile onun dans sahnesini merak edip izlemeye başladım. Öte yandan, bu çocuk karakterin gittiği yerlerdeki toprakları öptüğü ve derin bir bağlılıkla şükrettiği sahneler, aslında umudun her yerde olduğunu, olabileceğini, gösteriyordu.

Velhasıl kelam, konusu ilginizi çektiyse önerebileceğim bir film.


Hit the Road soundtrack için tıklayabilirsiniz.



Not: Bu film yorumu yazısı reklam değildir, film önerisidir.




We Made a Beautiful Bouquet | Film Yorumu


Yönetmen: Nobuhiro Doi

Senarist: Yuji Sakamoto

Yapımı: 2020 - Japonya


Hachiya Kinu (Kasumi Arimura) ve Yamane Mugi (Masaki Suda) son treni kaçırdıklarında birbirlerini aynı zamanda yakaladılar. Birbirlerinin aynı zamanında. Yirmi bir yaşındaki bu iki üniversite öğrencisi genç tesadüfen tanışmışlardı; ancak tesadüflere bırakılamayacak kadar çok ortak noktaları vardı ve her buluşmalarında birbirlerine daha da çok yaklaştılar. Aynı şeylerden hoşlanıyor, aynı şeylerden hoşlanmıyor ve hatta aynı şeyleri giyiyorlardı. Genç kadın bir blog yazarıydı. Güzel kitapları ve filmleri severdi. Genç adam ise resim yapmaya tutkundu. En büyük hayali, tutkusunu işi yapmaktı. Ruh eşi diye bir şey varsa, işte o, bu iki genç olmalıydı. 

Yaşam akıyordu ve iki genç hala aynı zamandalardı. Uzun bir süre aynı şeylerden hoşlanmaya devam ettiler ama sonrasında hoşlanmadıkları şeyler farklılaştı. Genç kadın hala güzel kitapları ve filmleri seviyordu; hayata atılmak için de çok çabaladı. Genç adam da hala resim çizmeyi seviyordu; ancak o, hayata atılmayı da sevdi. İkilinin önce ayakkabıları değişti, sonra da adımlarının ritmi. Genç kadın hala gözleri parlayarak konuşuyordu. Genç adam gözlerini açık tutamıyordu. Genç kadın, hala aynı şeyleri eleştiriyordu. Genç adam, eleştirdiği her şey olmuştu.

Yaşam aktı ve beş yıl geçti. Şimdi iki genç, 2020 yılında ama farklı zamandalardı. Birbirlerinin farklı zamanında. Artık aynı şeylerden hoşlanmıyor, aynı şeylerden konuşmuyor ve tabii aynı şeyleri giymiyorlardı. Genç kadın hala tutkularına alışkındı. Genç adamsa alışkanlıklarına tutkun olmuştu. İkisinin ruhları hala eş miydi yoksa bu, değişen bir şey miydi? 

Film boyunca genç bir çiftin beş yıllık ilişkilerinde yaşadıklarını izliyoruz.


Kaynak: Imdb

Filmi izlemek güzel bir romanı okumak gibiydi benim için. Hatta film bir roman olsaydı, pek çok satırının altını çizerdim. Her şey tatlı bir romantik hikaye olarak başladı. Çok fazla tesadüf vardı ve tüm bu tesadüfler ikiliyi birbirine, beni filme bağladı. Zaman geçtikçe bunun tatlı bir romantizmden öte olduğunu anladım. Çünkü film, 'gerçeği' anlatıyordu. İki karakterin gerçekliklerini. 

Birini sevmek için belki de 'ruh eşi' olmak gerekmiyordur. Ancak aşk için, ruhların aynı titreşmesi gerekiyor gibi gözüküyor. Aynı titreşen ruhlar, aynı ritimde ilerliyor; aynı tik takta, aynı zamanda. Aynı ritimde atıyorlar adımlarını. Birbirlerini geçmiyorlar, birbirlerini geride bırakmıyorlar; ama bu sıkıcı bir tekdüzeliğin ötesinde bir şey. Sadece aynılar işte: Birlikteler. 

Bazen bu uyum bozuluyor. O zaman hala bir ritim duyulmaya devam ediyor. Bazen bu iki farklı ritim de kulağa hoş gelebiliyor. Beklentiler farklı olsa bile sonucu iki kişi de kabul edebiliyor. Alışkanlıklar, aşkı kucaklıyor. Ancak bazen bazı kişiler bunu istemeyebiliyor. Böyle olunca da onlar aşklarını kucaklayıp ilerliyorlar. Farklı yönlere.

Filmi baştan sona çok sevdim. İlgisini çekenlere öneriyorum.



WE MADE A BEAUTIFUL BOUQUET | Trailer için tık tık.


Not: Bu film yorumu yazısı reklam değildir, film önerisidir.



Little Miss Sunshine (Küçük Gün Işığım) | Film Yorumu


Yönetmen: Jonathan Dayton, Valerie Faris

Senarist: Michael Arndt

Yapımı: 2006 - ABD


Film, küçük Olive'in (Abigail Breslin) Little Miss Sunshine isimli çocuklar için düzenlenen bir güzellik yarışmasına katılmak istemesi üzerine tüm ailenin yollara düşmesi ve bu yolculukta yaşadıklarını konu ediniyor. İflasın eşiğindeki başarı takıntılı bir baba (Greg Kinnear), ailesini bir arada tutmaya çalışan tükenmiş bir anne (Toni Collette), tek hayali bir pilot olmak olan konuşmama yemini etmiş bir abi (Paul Dano), uyuşturucu bağımlısı badboy bir dede (Alan Arkin), intiharı sonrasında sağ kalan depresif bir dayı (Steve Carell)... Ve bu aileyi bir güneş gibi aydınlatan yedi yaşındaki Olive. Bu küçük kızın hayali için ailecek ilerledikleri yollar, aileyi de birbirine yaklaştıracak pek çok sürprizi içeriyor.


Kaynak: Pinterest 

Bu filmi ilk kez henüz ben de bir çocukken televizyonda rastgele bir kanalda izlemiştim. Açıkçası filme dair bölük pörçük sahneler dışında hatırladığım pek fazla bir şey yoktu. Ama bu filmi yıllarca zihnimde taşıdım ve bu nedenle de büyüdüğümde her yerde bu filmi aradım! Ah tamam, abarttım, her yerde aramadım ama rastgelsem ne de güzel olurdu diye düşünüyordum. Sonra bir gün tamamiyle tesadüfen bu film sosyal medyada karşıma çıktı. Hem de tam da aklıma kazınmış bir sahnesiyle: Hayalini etkileyecek bir gerçekle yüzleşen abinin dokuz ay sonra ilk kez sesinin çıktığı, belki de filmin en can alıcı sahnelerinden biri olan, sahnesiyle. Filmi keşfettiğim o günden sonra, üç beş yıl oluyor, en olmadık zamanlarda bu filmi tekrar izledim ve hepsinde de hem çok eğlendim, hem de rahatladım. 

Filmin başrolü bir çocuk oyuncu olsa ve hatta ben de filmi ilk kez çocukken izlemiş olsam da, bu bir çocuk filmi değil. İçerisinde hem çocuklar için uygun olmayan sahneler bulunuyor, hem de biraz küfür içeriyor. Ancak, insanı kesinlikle rahatlatan, kafa dağıtıcı ve alt metninde güzel noktalara değinen bir film. Başarının, ailenin, birlikte eğlenmenin, istemenin, kendini açmanın, çocukluğun ve cesaretin ne demek olduğu üzerine düşündüren bir film. Filmin ismi bile çok hoş. İnsana kendisi olmasının belki de en önemli şey olduğunu söylüyor.

Filmi herkes sever mi bilmiyorum ama benim en favorilerimden birisi. İlgisini çekenlere öneriyorum.

Hoşça kalın.


Little Miss Sunshine Full Soundtrack için tık tık.

 

Not: Bu film yorumu yazısı reklam değildir, film önerisidir.





Yüreğinin Götürdüğü Yere Git (Susanna Tamaro) | Kitap Yorumu

Yazar: Susanna Tamaro, Çevirmen: Eren Yücesan Cendey,
Yayınevi: Can Yayınları

Bazen bazı kitaplar beni şaşırtıyor. Olumlu anlamda. Bu kitabın ismini uzun zamandır duyuyor, kütüphaneye her gidişimde de mutlaka görüyordum. İsmiyle raflardan adeta bana göz kırpıyordu. Ancak tam da bu nedenle olacak fazla tozpembe buluyordum kendisini. Fazla tatlı, fazla yumuşak, fazla fazla fazla. Sadece ismiyle, evet. İşte önyargı böyle bir şey. Sonra bir gün, geçtiğimiz hafta, kitabı bir anda elime aldım ve bir baktım ki kütüphane görevlisine uzatıyorum. Kitabı okumak için elime aldığım ilk anda bu isim beni düşündürdü. Belki de fazla fazla değildir de, tam kararında fazla bir kitaptır, diye düşündüm. Nitekim... -şşş spoiler- Öyle de çıktı.

Kitap yaşlı bir kadının Amerika'ya okumak için gitmiş torununa yazdığı mektup şeklindeki günlüklerden oluşuyor. Tüm bu günlüklerde yaşlı kadın torununa hitap etmekle birlikte aslında bir nevi hem kendi geçmişine ışık tutuyor, hem de duygularını yalınlıkla ifade ederek hatalarını gösteriyordu. Bazen bir şeyleri batırdıktan sonra o batmış şeyleri yeniden yüzeye çıkaramayabiliriz. Böyle olduğunda batan şey yüreğimizmiş gibi gelebilir. Üstelik bu ağırlığı hisseden tek kişi bu batma olayında payı olanlar da olmaz. Herkes, bu yitişin etrafındaki her tanık, bu ağırlığı paylaşır. Bu ağırlık belki de bir gen gibi kuşaklar boyunca aktarılır. Yaşlı kadın da torunu için bunları düşünüyor olmalıydı ve belki de tam da bu nedenle ömrünün son günlerine yaklaşmışken ona bir çeşit rehber bırakmak istedi. Çünkü geçmiş değişemese de, gelecek değişebilir.

Kitabı okumayı çok sevdim. Evet kitabı da sevdim ama bunun da ötesinde onu okumayı çok sevdim. Uzun zamandır bir kitabı okurken bu denli dingin hissetmemiştim. Son dönemde okuduğum kitapları oburca, büyük bir açlıkla okumuş bitirmiştim. Oysa bu kitabı tadını ala ala okudum. Bu hissi özlemişim. 

Hoşça ve kitaplarla kalın.



ALINTILAR

"Ben, yalnızca bana ait olan bir gül istiyorum, ona bakmak, onu büyütmek istiyorum." (Sayfa 9)


''Mutlu musun? Her şeyden çok bunu merak ediyorum.'' (Sayfa 22)


''En çok da, hayatın bir koşu değil, hedefi vurmak olduğunu söylediğimde dehşete kapıldın: Önemli olan zamandan tasarruf değil, bir hedef bulmaktır.'' (Sayfa 23)


''Anımsıyor musun, yaz tatillerinde, denizden atılan havai fişekleri seyretmek için rıhtıma giderdik. Fişekler arasında bazen bir tanesi patlar ama gökyüzüne ulaşamazdı. Annemin, ninemin, tanıdığım pek çok kişinin yaşantısını düşündüğüm zaman, aklıma hep bu görüntü gelir işte. Yukarı tırmanmaktansa yarı yolda patlayan ateşler.'' (Sayfa 39)


''Sevgiye tembellik yakışmaz, onu dolu dolu yaşamak için kararlı ve güçlü devinimler gereklidir. Anlıyor musun? Ben korkaklığımı ve uyuşukluğumu soylu özgürlük kavramı ardına gizlemiştim.'' (Sayfa 50)


''Bu sapakların kimine fark etmeden girdin, kimini görmedin bile; beğenmediğin yol seni nereye götürürdü hiç öğrenemezsin, acaba daha iyi bir yer miydi, daha mı kötüydü. Bunu bilemezsin, ama gene de pişmanlık duyarsın. Yapabileceğin bir şey vardı, ama yapmadın, ileri gideceğine geri döndün.'' (Sayfa 51)


''Derinlerde bir yerde isyan etmeyi sürdürüyordum, bir yanım kendim olmayı sürdürmek istiyordu, öteki yanımsa sevebilmek için dünyanın gerektirdiği kurallara uyum sağlamak istiyordu. Ne zor bir savaş!'' (Sayfa 59)


''Zihin ne kadar çağdaş bir terimse yürek de o kadar demode oldu.'' (Sayfa 71)


''Beni frenleyen başka bir şeydi, içimdeki o minik ölüydü, anımsıyor musun? Beni durduran, ilerlememi engelleyen oydu. Duruyor ve bekliyordum. Neyi? Bu konuda en ufak bir fikrim yoktu.'' (Sayfa 94)


''O gece ansızın bir şeyin farkına varmıştım, bedenimizle ruhumuz arasında pek çok minik pencere vardı, açık oldukları zaman, buradan duygular geçiyordu, aralıksa, pek bir şey geçemiyordu. Aşk, yalnızca aşk hepsini birden ardına dek, birdenbire, şiddetli bir fırtına gibi açabilirdi.'' (Sayfa 117)


"Her akşam," demişti Ernesto, "saat tam on birde, nerede ve nasıl olursam olayım, dışarı çıkacağım ve gökyüzünde kutup yıldızını arayacağım. Sen de böyle yapacaksın ve birbirimizden çok uzak bile olsak, uzun zamandır görüşememiş bile olsak, artık birbirimiz hakkında hiç haber alamıyor bile olsak, düşüncelerimiz yukarıda buluşacaklar ve birlikte olacaklar." (Sayfa 127)


''Anlayış, bilgiçliğin kibriyle değil, alçakgönüllülükle doğar.'' (Sayfa 136)


''Çınarın altına oturduğunuzda kendiniz değil, çınar olun, ormanda orman, kırda kır, insanlar arasında insanlarla olun.'' (Sayfa 143)


''Ve sonra, önünde pek çok yol açılıp sen hangisini seçeceğini bilemediğin zaman, herhangi birine öylece girme, otur ve bekle. Dünyaya geldiğin gün nasıl güvenli ve derin derin soluk aldıysan, öyle soluk al, hiçbir şeyin senin dikkatini dağıtmasına izin verme, bekle ve gene bekle. Dur, sessizce dur ve yüreğini dinle. Seninle konuştuğu zaman kalk ve yüreğinin götürdüğü yere git.'' (Sayfa 157)



Not: Bu kitap yorumu yazısı reklam değildir, kitap önerisidir.




Siyah Lale (Alexandre Dumas) | Kitap Yorumu

Yazar: Alexandre Dumas, Çevirmen: Volkan Yalçıntoklu,
Yayınevi: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları

Hikayemiz bir katledilme olayıyla başlıyor. Hollanda halkı yönetim biçimini değiştirmek ve krallığı geri getirmek üzere ayaklanıyorlar. Görevlerinden alınan Witt kardeşler vatan hainliği ile suçlanarak vahşi bir şekilde katlediliyorlar. Witt kardeşlerden Cornelis'in vaftiz oğlu Cornelis van Baerle bir doktor ve aynı zamanda laleler üzerinde uzmanlaşmış bir çiçek üreticisi. Çiçek Üreticileri Derneği'nin düzenlediği bir yarışmaya katılmak için en büyük projesi olan siyah lale üretimi üzerinde çalışmaya başlıyor. Cornelis'in yan komşusu Boxtel de lale üretimi yapan hırslı bir adam. Komşusunun başarısını kıskanan Boxtel, Cornelis'in siyah lalesini ele geçirmek için gittikçe çirkinleşen hain planlar yapıyor. Bu planlar arasında Cornelis'i vatan haini olarak gösterecek bir komplo da bulunuyor. Boxtel'ın planı işe yarıyor ve Cornelis müebbet hapse mahkum ediliyor. Ancak genç çiçek üreticisi umutsuzluk içinde girdiği hapishanede kendine bir umut ışığı görüyor. Bizler de kitap boyunca siyah lalenin doğuş sürecini okuyoruz.

İnancın, umudun, azmin, kararlılığın ama en çok da aşkın öyküsü Siyah Lale. Evet evet aşkın. Aslında inanç hepsini kapsıyor gibi geliyor ama hayır; çünkü aşk, o en derinden gelen tutkulu pırıltılı his, inancı besleyen belki de en güçlü duygulardan birisi. Cornelis ilk önce bir fikre aşık oluyor: Siyah lalenin var olabileceği fikrine. Sonra bu fikri var etme yolunda karşısına çıkan ve ona inanan güzel Rosa için çarpıyor kalbi. Rosa, ona ve başaracağına inanarak Cornelis'in de inancını canlı tutuyor. En sonunda bu ikili, Rosa ve Cornelis, kendi kalplerindeki aşkları (tutkularını, inançlarını, amaçlarını) birleştirip ortaya daha büyük, daha büyüleyici bir şey koyuyorlar. 

Kitabı aslında geçtiğimiz yaz okumaya başlamıştım ancak malesef ki ilk bölümlerin yavaşlığı beni kitabı bırakmaya itmişti. Şimdi kitabı okurken de ilk bölümlerde olan olayları anlamlandırmak için sakin bir kafayla okudum. Zaten ilk birkaç bölümden sonra olaylar ilginç bir hal aldı ve kitabın anlatımı daha akıcı, kurgusu daha sürükleyici oldu benim için. 

Kitabı çok sevdim. Rosa ve Cornelis benim ''güçlü çiftlerim'' (power couple?) arasında yerlerini aldılar. 

Hoşça ve kitaplarla kalın.



ALINTILAR

''Gerçek anlamda yaşamak istiyorsan ye, iç, keyfine göre para harca, çünkü hayat bir laboratuvarın ya da bir dükkanın tahta iskemlesinde ya da deri koltuğunda çalışmaktan ibaret değil.'' (Sayfa 38)


''Kötülük insan ruhunu ele geçirdiğinde çok hızlı yol alıyordu.'' (Sayfa 46)


''Size hem bedenimin hem de ruhumun gözleriyle baktım, Rosa.'' (Sayfa 83)


"Ah, bu da nesi?" diye sordu zindancı. 

"Güvercinlerim," diye karşılık verdi Cornelis. 

"Güvercinlerim!" diye haykırdı zindancı "Güvercinlerim! Bir mahkûmun kendine ait bir şeyi olabilir mi?" (Sayfa 103)


''Ah!'' dedi Rosa, ''Benim bir kitabım var, umarım bize mutluluk getirir.'' (Sayfa 113)


''O gün bir an için de olsa beni sevdiğini sanmıştım.'' (Sayfa 129)


''Aşk, dünyanın tüm çiçeklerinden daha parıltılı, daha hoş kokuluydu.'' (Sayfa 144)


''Felaketler insanın içindeki saflığı yok ediyordu.'' (Sayfa 192)


''Bazen insan kendisinde çok mutluyum deme hakkını asla bulamayacak kadar çok acı çeker.'' (Sayfa 225)



Not: Bu kitap yorumu yazısı reklam değildir, kitap önerisidir.



Yakıcı Sır (Stefan Zweig) | Kitap Yorumu

Yazar: Stefan Zweig, Çevirmen: İlknur İgan,
Yayınevi: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları

Tatile çıkmış genç ve çapkın bir baronun, tatilini renklendirmek için bir partner arayışıyla başlıyor kitap. Çok geçmiyor, genç baronun gözüne bir anne ile oğul çarpıyor. Bu hoş kadınla yakınlaşmak isteyen baron, kadının on iki yaşındaki oğluyla arkadaş olmaya çalışıyor. Çok merak ettiği yetişkinlerin dünyasında kendine yer bulamayan ve ailesi tarafından ihmal edilmiş bu çocuk, kendisine ilgiyle yaklaşan bu yetişkinin dostça davranışlarından etkileniyor. İlk zamanlar güzel ilerleyen bu dostluk, baronun asıl emeline yakınlaştığı her günle birlikte bozuluyor ve kendini kandırılmış hisseden çocuk, kolay kolay bir köşeye itilmeyi kabul etmiyor. Kitap boyunca baronun bu ''tavlama'' planı sonrasında gelişen olayları okuyoruz.

Karakterlerin duygu ve düşünce dünyası tüm şeffaflığıyla karşımızdaydı. Baron narsist bir karakterdi. Anne oğul üzerinde uyguladığı politika aynıydı. İkisine de ''önemlisin'' mesajını ileterek kendi isteklerini, sanki onların istekleriymiş gibi göstermeye çalıştı. Sorumluluklarının, yorgunluğunun ve geçip giden yılların burukluğunun izlerini taşıyan anne, barona inanmayı gerçekten de kendi istiyordu. İç sesi ne derse desin, biri tarafından beğenildiğini, değerli görüldüğünü, dikkat çektiğini görmek egosunu okşamıştı. Öte yandan, çocuklar yetişkinlerden farklıdır. Kadının oğlunun tek istediği gerçek bir dostluktu. O da değerli görülme, öneminin olduğunu hissetme gibi duygu ve düşüncelerden haz almıştı ama çocuğun asıl istediği şey baronun dostluğuydu ve ona güvenmişti. Güveninin suistimal edildiğini fark eden çocuk, belki de barondan bile daha sinsi ve acımasız düşüncelere sahip oldu.

Bazı yazarlar var ki, okurunu bir kaşife dönüştürüyorlar. Yazdıkları dünya etrafını sarmıyor hayır, sen o dünyanın içine bodoslama dalıyorsun. Rüzgarın esişi, çatal bıçak şıngırtıları, sokaktaki hareketlilik, bulutların ardından bir görünüp bir kaybolan ay... Hepsinin arasında bir anda gezinmeye başlıyorsun. Bazı yazarlar tıpkı bir fotoğraf banyosu yapar gibi kelimelerini yan yana getiriyorlar ve o kelimeler okurun zihnine ulaştığında yan yana gelmiş pek çok fotoğraf gibi net bir şekilde hareket ediyor. Stefan Zweig da yaptığı betimlemeler ve karakterleri ile benim için canlı kelimeler yazan bir yazar. Bu kitabında da bahsettiğim bu etki mevcuttu.

Uzun süredir Stefan Zweig'tan bir şeyler okumamıştım. Onun karakterleri her seferinde etkiliyor beni. Karakterlerinin duygu ve düşünce dünyasını çok başarılı bir şekilde ortaya koyuyor. Hayran olduğum bir yazar ve yine etkileyici bir kitap. 

Hoşça ve kitaplarla kalın.


ALINTILAR

''Kendi başına kalma eğilimine asla sahip değildi ve kendisini daha yakından tanıma isteğini de hiç duymadığından bu türlü yalnızlıklardan olabildiğince kaçınırdı. Yeteneklerini, sıcakkanlılığını, yüreğindeki coşkuyu alevlendirebilmek için insanlarla temas halinde bulunmaya ihtiyacı olduğunu biliyordu, tek başınayken kutusundan çıkartılmayan bir kibrit kadar soğuktu ve kendine bile yararı yoktu.'' (Sayfa 2)


''Yalnızca başlangıçtaki vesileye bakmakla yetinirseniz bir sevginin gücünü yanlış değerlendirirsiniz, aslında daha öncesindeki gerilime, ruhun bütün büyük sarsıntılarına zemin hazırlayan, yalnızlığın ve düş kırıklıklarının yarattığı o bomboş karanlığa bakmak gerekir. Yaşanmamış duygular burada birikerek aşırı ağırlaşır ve değeceğine inanılan ilk kişiyle karşılaşıldığında alabildiğine boşalır.'' (Sayfa 14)


''Ruhunu altüst eden şey değersizlik duygusuydu, kendini bir hiç gibi hissetmesiydi.'' (Sayfa 15)


''Hiçbir şey zekayı tutkulu bir kuşku kadar bileyemez.'' (Sayfa 36)


''Bazen çocukları bizim gerçek addettiğimiz dünyadan ayıran sadece incecik bir perdedir ve rastlantısal bir rüzgarla açılıverir.'' (Sayfa 36)


''İnsan birine yalan söylüyorsa, başkasına da söyler.'' (Sayfa 52)


''Ve çoğu insanın yaptığı gibi güçlü duyguların sıkıntısından kurtulmak için sertliğe sığınarak karşı çıktı.'' (Sayfa 52)


''Daha bir saat öncesine kadar her şeyi bildiğini sanırken şimdi onca sırrın ve sorunun yanından dikkatsizce geçip gitmiş olduğunu hissediyor ve hayata daha ilk adımını attığında bilgisizliği yüzünden tökezlediğini görmekten utanç duyuyordu.'' (Sayfa 74)


''Sebepsiz yere kaçmaz insan!'' (Sayfa 85)


''Çocuk bütün bunları o zaman anlamadı, fakat bu denli sevilmenin çok huzur verici olduğunu ve bu sevgi sayesinde şimdiden evrenin büyük sırrına bağlandığını hissetti.'' (Sayfa 87)



Not: Bu kitap yorumu yazısı reklam değildir, kitap önerisidir.



Popüler Yayınlar