Eylül.

 

Aya bir kitap yorumuyla başlamak bana iyi geldi. Geçtiğimiz ayı kitap okuyarak kapatmak da. Dolu dolu okumayı ve dolu dolu anlatmayı özlemişim. Bu bana ilham veren bir şey. x fikri özelinde değil; yaşamak fikri özelinde. Yaşamak benim hep özen gösterdiğim veya özen gösterilmesi gerektiğini düşündüğüm ama zorlandığım bir beceri alanı olmuştur. Bir şeyleri yazarken daha iyi anlarım, üstüne uzun uzun düşünürken değil. Belki de yaşama da aslında en başından beri böyle yaklaşmalıydım. Yaşarken anlamalıydım. 

Önceden her hayal kırıklığı yaşadığımda kendime hatırlattığım bir benzetmem vardı: Bu, bir gökdelenin tepesinden atlamak gibiydi; yine düşeceğimi biliyordum ama yine atladım, yine düşeceğimi biliyorum ve yine deneyeceğim, diye. Bunun sorunlu bir bakış açısı olduğunu anlamam için onlu yaşlarımı geride bırakmam gerekmişti. Neden yere bakıyordum ki? Uçmaya hazırlanan biri, sonuçta gökyüzüne bakmalı... Bu basit teknik sorunu fark etmek, ergenlik ve ilk gençlik yıllarımın içine etti. Teknik arızalar bir günde çözülmüyor tabi. Bazen bir yılda da. Yirmili yaşlarım umduğum gibi bir sürprizle gelmedi. Bir akıntıda sürüklendim kabul ama bu akıntıya yaklaşımımın da, aynı gökdelen örneğimdeki gibi olduğunu çok sonraları anladım. Bir akıntıya, ama ben o yöne gitmek istemiyorum, demeniz bir şeyi değiştirmez. Üzgünüm, bazen ters yöne kulaç atmak bile bir işe yaramaz. Bu noktada ne yapmalı bilmiyorum. Ancak kabullenmek de çözüm değil, bunu biliyorum.

Bir noktada sular çekildiğinde, kendimi -pek tabii- gökdelensiz bir çölde gibi hissettim. En azından bu çölde dilediğim kadar şarkı söyleyebilirdim. Bu sesi duyan biri çıksa bile, bir seraba baktığını sanabilirdi. Nitekim, bu sesi duyan birinin çıktığını sansam bile, bir seraba bakmanın ötesine geçemezdim. Yine de benim gibi biri için, sesin sınırlarında yaşamakta ustalaşmış biri için, bundan daha iyi bir can kurtaran simidi olamazdı. Çölde yüzmek, en acı verici olanıdır.

İçimden hevesimin çekilip alındığını hissediyorum. Pek çok şeyin sebebi ben olabilirim ama bunun değilim diye düşünüyordum. Hala aynı düşünüyorum ancak ne düşündüğümün pek de bir önemi yok. Bu bir çeşit kabulleniş. Akıntıya direnmek yerine, akıntıdan destek almak gibi bir şey. Bunu hala içselleştirememiş olsam da, artık daha iyi anladığım açık. Pek çok insan bunu içgüdüsel olarak yaparken, ben niye yapamıyorum diye kendimi pek çok kez sorgulamışımdır. 

Geçtiğimiz günlerde, öylece, bir farkındalık durumu beni buldu. Ben neden kendimi değiştirmeye çalışıyorum ki diye düşündüm. Ben hep benden beklenen kişi olmakla ilgili sorunlar yaşadım. Öte yandan benden beklenen kişiyi yaratan da bir anlamda benim. Bu hayatta beni gerçekten tanıyan bir insan olmasını canı gönülden istemiştim ama sanırım yok. Bu şaşırtıcı değil çünkü ben de kendimi pek tanımıyorum. Ben durmadan kendimi çekiştiriyorum. Başkalarının küçümsediğim ve aslında kaçtığım, hatta korktuğum, tanımlamalarını alelade bir şekilde köşelerime tutturmuş, kendimi bu köşelerden bir o yana bir bu yana çekiştirip duruyorum. Oysa buna gerek yok. Bu ben olmadığım için de değil. Bu ben de olabilirim bu arada. Bunun nedeni, bu gereksiz kendini yorma ve bıktırma halinin nedeni, aslında sadece ''öyle biri'' olduğumu kanıtlamakmış.

X özelliğine sahip olmayan insan, x özelliğine sahip olmadığını kanıtlamak için çabalamaz. Çünkü bu çaba aslında olmayan x özelliğinin zıddının, yani x özelliğinin ta kendisinin, bizde olmasını gerektirir. Bu dünyada her şey zıddıyla var olur. Yani aslında akıntıyla inatlaşmak akıntıya baş eğmenin ta kendisine çıkıyor bile denebilir belki. Kaldı ki benim bende olmadığını kanıtlamak için (kendime bile olsa) çırpınıp durduğum x özelliği bende olsa ne olmasa ne... Tamam bende x özelliği var, kabul ettim oldu mu? Eeee n'oldu? Dünya mı parçalandı, evrenler mi birleşti? Ne oldu, hiçbir şey. Ben sadece x özelliğine sahip oldum. Bu hayatta x özelliğine sahip insanlar da vardır. N'olmuş yani?

Kendini olduğun gibi kabul etmek olayı da bu sanırım. Bunu hala tam olarak başarabildiğimi söyleyemem ancak bu, üzerinde düşünülecek bir durum da değil. Çünkü üzerinde düşünülünce bir sonuca varacak bir durum değil. Tabi ki sevmediğimiz bir özelliğimiz varsa onu değiştirir veya törpüleriz ama benim burada bahsettiğim başka insanlar tarafından yargılandığını düşündüğümüz bir ''x'' özelliğinin bizde olmadığını (olması ya da olmaması bir şeyi değiştirmez) kanıtlama çabamız. Bunu kime kanıtlıyoruz? Başkalarına zaten başkaları bunu kabul etmedikçe bir şeyi kanıtlayamazsın. O zaman kendimize mi? Hayır, insan kendinin zaten bildiği bir şeyi bas bas kendi kendine ispat etmeye çalışmaz. O halde olay benim hep ''yargıladığım'' duruma geliyor: Diğerleri için yaşamak! Ah... Bundan nefret ederim. Benliği olmayan insanları yargıladığım kadar hiçbir şeyi yargılamadım şu hayatta ama gelin görün ki ben daha kendi benliğimi dış dünyanın bana biçtiği özellikler ile var etmişim. Bu tabi ki doğal bir yol. İnsan tanımlarını çevresi aracılığıyla, en azından ilk etapta, oluşturur. Ancak insan benliğini bu yolla oluşturamaz. Bu, çakma bir süreçtir.

Dolayısıyla, kendimi kaçtığım özelliklerimle de kabul ediyorum. Çünkü zaten bu özelliklerden kaçma sebebim de dış dünyanın bana bunların ''kötü'', ''kaçılması gereken'' özellikler olduğunu dayatması. Gerçek özdeğer, özsaygı, özsevgi ve aslında bunların temeli olan özgüven de bence aslında bu şekilde inşa ediliyor. Kaçmayı bırakarak. Bense hayatım boyunca kaçtım. Evet kendimden. Sanırım hayatta en çok korktuğum şey, belki de her insan gibi??, kendimdim. Bu nedenle, kendi yansımalarımı gördüğüm şeyler beni korkutmuştur hep.

Bu yılım iğrenç geçti. Kayda değer bir şey yaşamadım. Ancak ne ilginçtir, içsel olarak başka biriyim. Her zamanki gibi değişmiş gibi hissediyorum. Bu seferki farklı mı bilmiyorum. Tüm o aylar boyunca içim oyulmuş gibi hissediyorum. Belki de kendime yer açmak içindir bilmiyorum. Aslında artık böyle şeyler ilgimi çekmiyor. Ben sadece yaşamak istiyorum. Hemen hemen her insan gibi pervasızca. Öte yandan yüreğimde bir kırgınlık var. Bu kendini bazen heves eksikliği, bazense erteleme alışkanlığı olarak gösteriyor. Oysa bunlar neden değil sonuç. Vücut hasta olduğunda aslında kendini vücuda ait olmayan dış etkenlerden korumaya çalışıyor. Bu da öyle bir şey. Bilincim bu yolla kendini korumaya çalışıyor belki de. 

Ne güzel olacak bilmiyorum. En son ne zaman heyecan duydum hatırlamıyorum. Herkes gibi akıntıda yaşasam ve bir şeyler için şans versem bile mutluluk denen o kıpırtılı hissi hissedeceğime inanmıyorum. Belki de hissetmem gerçekten. Bu bir sorun olur mu? Olmaz. Yine de işte bu düşünceler bana kendimi kırgın hissettiriyor. Hem yorgun anlamında kırgın, hem hüzünlü anlamında kırgın. Çünkü benim gibi biri bile heyecanlanamıyorsa, bu üzücü bir durum diye düşünüyorum. Ama demin iki saat üzerine paragraflar döşediğim üzere, belki de ''benim gibi biri''nden kastım daha en başta hatalıdır...

Eylül ayında da kayda değer bir şeyler olacağını düşünmüyorum. Bir şeyler olsa bile beni yükselteceğini de düşünmüyorum. Bu bir sorun değil tabi. Yine alerji olmayım ve şu lanet olası bulgular ve sonuç kısmını bitireyim yeter. Ha bir de artık daha fazla bir şeylerden nefret etmek istemiyorum. Biliyor musun beni asıl kıran şey buydu. İçimde çok fazla sevgi varken hepsinin kocaman bir bezginliğe dönüşmesi. Galiba bu cadı, yanlış bir şeyler yaptı. Galiba ben, hayatımı yanlış yaşadım. Ama işte insan bazen yaşarken bile anlayamıyor...

Umarım sen iyisindir. Bana söyleyecek bir şeylerin varsa yorumlarda buluşalım.

Güzel bir ay dilerim.


Güneş Batarken (Osamu Dazai) | Kitap Yorumu

Yazar: Osamu Dazai, Çevirmen: Hüseyin Can Erkin,
Yayınevi: Sel Yayıncılık

Kitapta, savaş ve devrim arka planında bir ailenin çöküş öyküsü anlatılıyor. Sınıfsal çöküş, toplumsal çöküş ve bireysel çöküş. Sıralama sınıfın çökmesiyle mi, yoksa bireyin çökmesiyle mi başlıyor belirsiz; kaldı ki, bir noktadan sonra ikisinin arasında ayrım yapmak imkansızlaşıyor. Birey çöktüğünde sınıf korunsa bile, sınıf çöktüğünde bireyde bozulmalar oluşuyor. Birey, varlığı ile varlığının kapladığı toplumsal yapının alanı ile uyumsuzluk yaşamaya başladığında, bununla başa çıkma yolları üretmek için varıyla yoğuyla çalışıyor.

Bu kitapta bir aile dramının ötesinde, bireyin trajedisi anlatılıyordu. Dazai bireyleri anlatan bir yazar. Toplumun yaptığı bireyleri, toplumu yapan bireyleri... Kitabın anlatıcısı olan ana karakter evin kızı olan soylu bir genç kadın. İsmi Kazuko. Kitap boyunca bu ismi yalnızca karakterin annesinin ağzından, nadiren, duyuyoruz. Kazuko bireyselliğini ailesine kurban etmiş bir kadın. Afyon bağımlısı kardeşi Naoci bile kendi yarattığı çarpık kişiliği ile varlığını topluma, hatta kendisine, göstermiş bir karakter. Dış dünyaya yansıttığı görüntü aslıyla uyuşmadığı için Naoci kendine kendi varlığında bir yer bulamıyor ve kitap boyunca karakteri depresyon ve bağımlılık sarmalı içinde görüyoruz.

Evin annesi eşinin ölümü, oğlunun durumu ve yoksulluğa düşüşleri ile birlikte, zaten belirgin olmayan varlığını tamamen bir rolün sınırları içinde yaşıyor. Yaşadığı hayattan mutlu olmasa da, hiçbir zaman gerçek düşüncelerini ifade etmediğini görüyoruz. Bu durum hem kendisini, hem de kızı Kazuko'yu yıpratıyor. Kazuko'nun içine sokulmuş kara yılan, aslında yavrularını öldürdüğü anne yılanın öfkesinin bir çeşit sembolü. Kazuko hayatını feda etmiş bir kadın. Kimsenin böyle bir şeyi alenen istemediği, ancak üstü örtülü yaptırımların onu er ya da geç bu yola sürüklediği, bir tipleme örneği. Ancak Kazuko, buna baş kaldırıyor. Bu kitap bir başkaldırının öyküsünü anlatıyor diyebiliriz. Kazuko'nun içindeki yılanı görmesi ve kabul etmesinin aile, savaş ve devrim üçgeninden yükselen tasviri, bu öykünün asıl anlatısını oluşturuyor. Kazuko her insan gibi bir amaca sarılıyor: Aşka. Bu aşk, bir adama duyulan aşkın ötesinde, bir yaşamın, kendi yaşamını yaşamanın yoksunluğunun doğurduğu bir arzuyu simgeliyor.

Dazai'nin karakterlerini okurken öncesinde karakterlere tepeden bakıyorum. Tıpkı karakterlerin de istediği gibi, onları yargılıyorum. Karakterler bence okurlarından tam olarak bunu yapmalarını istiyorlar. Açık açık ''ben bayağı biriyim, hadi beni yargılasana!'' diyerek meydan okuyorlar. Onlar ayrıksı karakterler mi, yoksa toplumun temel taşını oluşturan örnekler mi? Bunu ayırt etmek zor. Zaten Naoci'nin de dediği gibi, ''serseri olmayan insanlar da var mıdır acaba?'' Tabi ki bu bir güzelleme değil; bu sadece ''serseri olmayan'' insanların içlerine tutulmuş bir ayna. Sen ne kadar soylusun, hadi kendini yargılasana! gibi.

Bu kitap beni hüzünlendirdi. Hatta buna ben de şaşırdım ama kitabın son sayfasını okurken içimde ağlama isteği doğdu. Karakterlere, yazara, belki kendime. Yazar bu kitabı yazdıktan kısa bir süre sonra intihar etmiş. Kitapta yazarı intihara sürükleyen fikirlerin ötesinde; yazarın yaşama, yaşamaya ve ölmeye bakış açısını görmek mümkün. Kitaptan gerçekten etkilendim. İlgisini çekenlere öneriyorum.

Kitaplarla kalın.


Popüler Yayınlar