Ben yeterliyim.


Bu sefer kendimle değil, hayatımla ilgili kararlar aldım. Sanırım takıldığım ve beni beklentide tutan nokta hep buymuş. Kendimi çok fazla kurcaladım. Bu süreçte değerli farkındalıklar kazansam ve bu farkındalıklar somut dünyamda da yapıcı rol (nihayet) oynamaya başlasa da, beni belli bir noktadan sonra bunaltmaya başladı. Sanırım insanın inandığı değer, yargı ve hayallerin değişmesi biraz çatırtılı bir süreç. Yine de şimdi, kendimi normal hissediyorum. Hafif serin bir sonbahar akşamında bir insan kendini nasıl hissederse öyle. Sıradan.

Sanırım sıradan akışlar birbirlerinin ardına eklendiğinde aslında bir noktaya çıkıyorsun ve süreç böyle işliyor. Kendimi hiçbir şey için şartlandırmamaya karar verdim. Karar değil aslında bu. Karar dediğimiz şey daha maddeler halinde olan, yapılacaklar listesi, atılacak adımlar gibi bir şeydir. Onlar da var ama dediğim gibi, kendi içimdeki motivasyonu kırmamak için bir şeyleri gerçekleştirmeden buraya yazmak istemedim. Yine de, kendim için adımlar atmak güzel. Böyle olduğunda ilerleyeceğime ve uzaktan izlediğim yıldızlarıma ulaşacağıma dair inancım artıyor. Çünkü aslında ulaşılacak bir yer yok. Sadece adımlar var. İyi niyetli de olsa, bana iyi geleceğine inandığım saplantılı tüm inançlarımı bırakıyorum. Çünkü ben onlar olmadan da yeterliyim.

Ben yeterliyim. Sonunda bunu kabul ediyorum. Yeterli olmak için başka biri veya ''kendim'' olmama gerek yok. Yeterli olmak için birisine ya da bir şeye ihtiyacım yok. Ben yeterliyim ve bu yeterli halimle attığım her adımda yanımda bana iyi gelen kişilerin ve şeylerin olmasına karar verdim. Çünkü ben bunu hak ediyorum. Hep bunu hak ediyordum, bu nedenle bu yani. :)

Sanırım bu, bana hizmet etmeyen her şeye veda yazımdı. Bunu somut olarak görmek için bir yazıya ihtiyacım vardı. Nihayet bunu yapabildiğim için mutluyum.

Artık biraz rahatlamak, cesurca hayal kurmak ve planlı adım atmak zamanı.

Bunu unuttuğum her an buraya uğrayacağım.


Klein ve Wagner (Hermann Hesse) | Kitap Yorumu

Yazar: Hermann Hesse, Çevirmen: Kamuran Şipal,
Yayınevi: YKY


''...direksiyon başında oturmak tüm tehlikelere karşın doğrusu hoşuna gitmiş, içini bir mutluluk, bir esenlik duygusuyla doldurmuştu. Evet, direksiyonu bir başkasının kullanıp bir başkası tarafından götürülüyor olmasından direksiyonun kendi elinde bulunması daha iyiydi, isterse araba yolda parçalanıp dağılsındı.'' (Sayfa 11)


Klein saygın bir memur, iyi bir eş ve babayken; zimmetine geçirdiği parayla birlikte hiç bilmediği bir ülkeye kaçak olarak gidiyor. Ona yabancı olan bu yeni mekanda yeni bir yaşam yavaş yavaş etrafını kuşatırken, Klein'in peşini eski yaşamından getirdiği hayallerle iç içe geçmiş hatıraları bırakmıyor. Bu hatıraların arasında karakterin tüm benliğini sarsacak denli güçlü bir etkiye sahip bir isim var: Wagner.

Wagner ismi Klein için iki zıt karakterde olan iki farklı insanı ifade ediyor. Biri, Klein'ın gençlik yıllarında hayranı olduğu ve onun için iyiliği, güzelliği, sanatı simgeleyen ünlü opera bestecisi Richard Wagner iken; diğeri, ismini yıllar evvel vahşi bir haber vesilesiyle duyduğu ailesini katletmiş suçlu bir adam olan Wagner. Bu iki uç karakter tek bir isimde birleşerek Klein'ın zihninde kanlı canlı tek bir varlığa dönüşüyor. Bu varlık günler ve geceler boyunca Klein'ın peşini bırakmıyor.

Teresina isimli bir kadınla tanışıyor Klein. Teresina genç ve güzel bir kadın. Yaşama, hatta ölüme dahi, aldırmazlık içinde olan Klein'ın içinde kıvılcım yakıyor Teresina. Tüm öfkesini geride bırakmaya çalıştığı eşinden alıp Teresina'ya aktarıyor bir anda Klein. Ama bu kontrolsüz öfke sık sık şekil değiştiriyor. Klein için bazen bir şeytan bazense bir melek olan Teresina, karakterin içindeki karanlığı dışarı kusmasında da etkili oluyor.


Kitabın yazarı olan Hermann Hesse hayatının bir döneminde intihar girişimiyle sonuçlanacak ağır bir bunalım geçiriyor. Bu dönemde yatırıldığı enstitüde Carl Jung'un öğrencisi Lang tarafından tedavi ediliyor. Bu süreçte Jung'un öğretilerine ve ruhbilime ilgi duymaya başlayarak kendini bu alanda geliştiriyor. Yazarın bu eserinde de Jung tarafından ortaya atılan bir kavram olan persona (maske) kavramı ele alınmış. Kitabın ana karakteri olan Klein kendi yarattığı bir anti kahraman yoluyla geçmişinden kaçmaya çalışıyor. Kitap boyunca karakterin içsel çatışmalarını okuyoruz.

Hayalle gerçeği iç içe geçirmek bana kalırsa en zor anlatım yöntemlerinden birisi. Burada devreye gözlemlerini aktarabilme yetisi giriyor. Hermann Hesse'nin bir yazar olarak en çok beğendiğim yönü de gözlemlerini ustalıkla aktarabilmesi oldu.

Kitaplarla kalın.

(30.07.22)


Not: Bu kitap yorumu yazısı reklam değildir, kitap önerisidir.


Psikanaliz ve Zen Budizm (Erich Fromm) | Kitap Yorumu

Yazar: Erich Fromm, Çevirmen: Nurdan Soysal,
Yayınevi: Say Yayınları

Kitap altı bölümden oluşuyor. İlk bölümde ruhsal bunalımın, psikanalizin amacının ne olduğu gibi konulardan bahsediyor Erich Fromm. Bunu yaparken de insanın doğasına, dünyayı algılayış biçimine yüzeysel olarak, ancak önemli noktalarını es geçmeyerek değiniyor. İkinci bölümde Freud'un psikanaliz kavramları genel olarak açıklanıyor. Üçüncü bölümde esenlik nedir, insanın ruhani gelişimine neler etki etmiştir vb. gibi konulara değiniliyor. Dördüncü bölümde bilinç\ bilinçli ve bilinçdışı\ bilinçsiz kavramları üzerinde duruluyor. Beşinci bölümde Zen Budizm'in prensiplerinden bahsediliyor. Son olarak altıncı bölümde ise, Zen ve psikanaliz ilişkisi ortaya konuyor. 

Yazarın amacı Zen'i ve psikanalizi derinlemesine açıklamak değil. Kitabın asıl ifade etmek istediği durum, bu iki anlayışın birbirlerine temas ettikleri noktaları tespit etmek. Zaten kitabın önsözünde de Zen Budizm etüdünün psikanaliz öğrencileri için hayati öneme sahip olduğu ifade ediliyor. Buradan hareketle, her ne kadar iki alan birbirinden farklı yöntemlere sahip olsalar da; amaçlarının ortak olduğu, insanın ruhsal olarak özgürleşmesini hedeflediği söylenebilir. 

Kitapta Zen-psikanaliz, birey-toplum, bilinç-bilinçdışı,  dil-bilinç ilişkileri gibi pek çok konuda açıklamalar bulunuyor. Bu açıklamalar da oldukça akıcı bir dille ifade edilmiş. Kitabın neredeyse her sayfasına post-it yapıştırdım desem yeridir. Hatta kitabın çizmediğim yeri yok gibi bir şey. 88 sayfalık kısa bir kitap. Ancak doyurucu ve ufuk açıcıydı benim için.

(26.02.21)


Bir Çift Yürek (Marlo Morgan) | Kitap Yorumu

Yazar: Marlo Morgan, Çevirmen: Eren Yücesan Cendey,
Yayınevi: Klan Yayınları

'Farklı' olanlar tarih boyunca öyle ya da böyle bir şekilde hep ötekileştirilmiş ve 'aynı' olanlar tarafından himaye altına alınmaya çalışılmıştır. Uygar toplum tarafından ötekileştirilen Avustralya yerlileri olan Aborijinler de, toplum dışına itilen topluluklardan biridir. Toplumda azınlığı oluşturan bu halkla ilgili çalışmalarda bulunan kitabın yazarının yolu bir gün Avustralya'nın çöllerine düşer. Bu çölde, medeniyetten uzakta yaşamlarını sürdüren bir grup yerliyle tanışan yazar, beklemediği bir yolculuk teklifi alır. Bunun üzerine Aborijinler ile birlikte Avustralya çöllerinde dört ay sürecek uzun ve zorlu bir yürüyüşe çıkar. Yazar bu yürüyüşe çıkmadan evvel bedensel tüm yüklerini geride bırakır ki, yolculuk süresince ruhsal yüklerinden de arınabilsin. 

Kitapta kendilerine Gerçek İnsanlar Kabilesi ismini veren bu yerliler, uygar toplumlarda yaşayan insanlara 'mutant' diyorlar. Mutant, yani özünden uzaklaşmış insanlar, özlerinden gelen gerçeklik yerine kendilerine sahte gerçeklikler yaratarak yaşamlarını maddesel dünyaya bağımlı bir şekilde geçiriyorlar. Bu halka göre 'öteki' kavramı bulunmuyor. İnsanlar birdir ve Tanrısal birliğin bir parçasıdır. Her şey yaşamın içinde uyum içinde varlığını sürdürür. İnsanlar da bu uyumun içinde bir yere sahiptir. Ancak kendi doğasına yabancılaşan mutant insanlar bu uyumu bozarlar. Bu uzun yürüyüşte onlara eşlik eden yazarın, mutant olarak geçirdiği yaşamının yüklerini geride bırakıp kendi özüyle, dolayısıyla yaşamın özüyle, birlik içinde ilerleyebilmesi için kendi öğretilerini kendisinin bulmasını sağlıyorlar. 

Kitapta olaylar gerçekten yaşanmış gibi anlatılıyor. Yazar yıllarca kitapta anlatılanların doğru olmadığı yönünde baskılara maruz kalmış. Sonrasında kitabın genel hikayesinin sahte olduğunu itiraf etmiş. Kitap genel olarak anlamlı mesajlar veriyor. Sahip olmaktansa var olma düşüncesi, yaşamda varlığımıza kattığımız şeyler için şükran duyma, doğadan geleni doğaya geri bırakma, doğanın bir parçası olduğumuzu unutmama gibi kitapta aktarılan düşünceleri hayatımıza gerçek anlamda uyumlayabilirsek, yaşamımızda pozitif bir değişim gözleyeceğimiz bir gerçek.

(27.12.21)


Açlık (Knut Hamsun) | Kitap Yorumu

Yazar: Knut Hamsun, Çevirmen: Behçet Necatigil,
Yayınevi: Varlık Yayınları

Açlık, açlık çeken bir yazarın kendini var etme mücadelesini anlatan bir roman. Bu açlık hem akla ilk gelen anlamıyla fiziksel bir açlık, hem de bir diğer boyutuyla karakterin bilincinde duyduğu psikolojik açlık. Psikolojik olarak hissettiği açlığı doyurmak için fiziksel açlığı deneyimlemek zorunda kalıyor karakter. En büyük tutkusu yazmak. Bunun dışında özel bir bilgimiz yok karakter hakkında. Aynı zamanda kitabın da anlatıcısı olan bu karakterin adını, hayatını, neden o durumda olduğunu; hiçbirini bilmiyoruz. "Yumruğunu yemedikçe kimsenin bırakıp gitmediği o garip şehir Kristiania'da aç açına sürttüğüm günlerdeydi..." cümlesiyle başlıyor roman. Sonra da anlatıcının his ve düşüncelerini merkeze alarak bu yoksul yazarın başından geçen zor günleri okuyoruz. 

Bu öyle bir karakterdi ki, hakkı olan azıcık bir yiyecek yardımını almayı bile gururuna yediremeyip günlerce aç kalmayı göze alabilirdi. Öyle bir karakterdi ki, yeri geldiğinde ağzında ağaç kabuğu çiğnemekten, yeri geldiğinde köpeğime vereceğim diye aldığı kemiklerin kenarlarındaki çiğ etleri yemekten gocunmayıp; üzerine giydiği eski pantolondan utanırdı. Öyle bir karakterdi ki, gerçekten de yumruğunu yer ama yine de düşkün durumda olduğunu kimseye belli etmemek için çırpınırdı. 

Kitabı Behçet Necatigil'in çevirisinden okudum. Bir kitabın çevirisinin ne kadar önemli olduğunu bu kitapla bir kez daha gördüm. Çünkü böyle edebi metinleri çevirmek de bir yerde yazarlık yapmak. Yazarın kendine özgü anlatımının dinamiklerini bozmadan çeviri yapmak en zoru olmalı. Her şeyden öte, kitabın dilinden aşırı tat aldım. Daha ilk sayfalarından itibaren büyüledi kitap beni. Karakterin içinde bulunduğu çaresizlik ve coşkunluğunu ben de derinden hissettim. 

Kitaptan gerçekten çok etkilendim. Gerek dil ve anlatım, gerek kurgu ve işleyiş bakımından çok başarılı olduğunu düşünüyorum. Buna karşın, tam da kitabı okuduğum sırada, yazarın nazi sempatizanı olduğunu öğrendim. Açlık kitabında yazar bu konudaki görüşlerine yer vermemiş. Ancak yazarın dünya görüşü benim kendisine bakış açımı pek tabii etkiledi ve hayal kırıklığı yaşattı diyebilirim.

(03.01.23)


Dracula (Bram Stoker) | Kitap Yorumu

Yazar: Bram Stoker, Çevirmen: Niran Elçi,
Yayınevi: İthaki Yayınları

Karpat Dağları’nın üzerinden azametle yükselen eski şatoya ayak basan genç avukat Jonathan Harker’ın hayatı o günden itibaren değişir. Kont Dracula isimli soylu bir beyefendi olan tuhaf ve ürkütücü ev sahibi, Londra’ya taşınmak üzere işlemler başlatmıştır. Jonathan ise bu işlemlerle ilgilenen avukattır. Bu şatoda tutsak olarak geçirdiği günler boyunca korkutucu deneyimler edinir. Bu sırada da Dracula Londra’da yeni yaşamına adım atar. 

Jonathan’ın Londra’daki nişanlısı Mina, Jonathan’ın yolunu gözlerken arkadaşı Lucy’nin yanına ziyarete gider. Evlilik hazırlıkları yapan Lucy’nin iki büyük sıkıntısı vardır. Lucy’nin annesi çok hastadır. Kalbinden hasta olan bu kadın, alacağı ani bir haberle bile ölebilir. Bunun dışında Lucy uyurgezerdir. Yine bir gece yatağından kalkar ve dışarıya çıkar. Dracula’nın öpücüğüyle tanışan Lucy, arkadaşı Mina tarafından kurtarılsa da o geceden sonra bir daha eskisi gibi olmaz. Van Helsing isimli tuhaf ve zeki bir adam ise Lucy’i iyileştirmek üzere karakterlerimizin hayatlarına girer ve Kont Dracula’nın yüzyıllara yayılmış karanlık hükümdarlığını sona erdirmek üzere karakterlerimiz birlik olurlar. 

Kitap Mina Murray, Jonathan Harker, Dr. Seward ve Lucy Westenra’nın günlüklerinden, bazı gazete haberleri ve kısa notlardan oluşmaktadır. 

Kitaba başlarken beğeneceğimi düşünmüştüm. Ancak kitap düşündüğümden çok daha sürükleyici bir olay örgüsüne sahip çıktı. Dizi izlermişçesine bir bölüm daha diye diye kitabı okudum. İlgisini çekenlere kitabı öneririm. Hem, korku edebiyatında yer etmiş bu vampirlerin atasını daha yakından tanımak heyecanlı olabilir.

(05.09.22)


Kumadam (E. T. A. Hoffmann) | Kitap Yorumu

Yazar: E. T. A. Hoffmann, Çevirmen: Anıl Alacaoğlu,
Yayınevi: İthaki Yayınları

Benim okuduğum İthaki Yayınları'nın çıkardığı baskıda Hoffmann'ın iki öyküsü yer alıyor. Bunlardan ilki kitaba da ismini veren Kumadam, diğeri ise Issız Ev isimli öykü. 

Kumadam isimli öykü üç mektupla başlıyor. Bu mektuplarda öykünün ana karakteri olan Nathanael’in duygu durumundan haberdar oluyoruz. Sonrasında sözü yazar alıyor ve biz okurlara Nathanael’in çocukluk yıllarından başlayan öyküsünü anlatıyor. Nathanael için kum adam, çocukken annesinin ona uyuması için anlattığı korku hikayelerine hapsolmuş uyumayan çocukların gözlerini çalan bir yaratıktan çok daha fazlası. Her akşam belli bir saatten sonra annesinin çocukları apar topar yatağına yatırıp uyumasını söylemesi ve babasının tüm gece odasına kapanıp tuhaf sesler eşliğinde çalışması, Nathanael'in zihnindeki yaratık imgesini kanlı canlı bir karakter olarak düşünmesi için bir nevi kıvılcım oluyor. 

Nathanael her gece evlerine gelen korkunç misafirin hiç de haz etmediği tanıdıkları yaşlı avukat Coppelius olduğunu görüyor. Bu şokla birlikte kendini belli etmesi üzerine Nathanael için yetişkin bir insan olduğunda bile gizemini koruyan bir dizi olayın fitili ateşlenmiş oluyor. Bu olayların en sarsıcı olanı ise babasının ani ölümü. Bu ölümden kum adamı sorumlu tutan Nathanael'in yolu bir kez daha kum adam karakteriyle kesişiyor ve bu tetiklenme ile birlikte Nathanael'in yaşamında değişimler meydana geliyor. 

Kitapta yer alan ikinci öykü olan Issız Ev'de de yine ürkütücü bir karakterin başrolde olduğu gizemli ve gerilimli bir öykü okuyoruz. Bu öyküde Theodor’un bir seyahatinde başından geçen tuhaf olayları anlatıyor. Theodor’un ilgisini lüks binaların arasında kalmış derme çatma bir bina çekiyor. Her gün bu binayı gözlemleyen Theodor, bu binaya ve içindekilere karşı koyamadığı bir güle çekiliyor. 

Her ne kadar kitabın arka kapağını kapattığımda istediğim tatmin olma hissine sahip olamasam da, her iki öyküyü de genel olarak beğendim. Her iki öyküyü de kurgu olarak sürükleyici, anlatım olarak akıcı buldum. İlgisini çekenlere öneririm.

Kitaplarla kalın.

(12.09.22)


Not: Bu kitap yorumu yazısı reklam değildir, kitap önerisidir.


Kanını Satan Adam (Yu Hua) | Kitap Yorumu

Yazar: Yu Hua, Çevirmen: Erdem Kurtuldu,
Yayınevi: Jaguar Kitap

Xu Sanguan, küçük yaşta babasını kaybetmiş ve annesi tarafından terk edilmiş genç bir adam. Köyüne gittiği bir gün kan satmaya dair söylentiler duyuyor. Bu köydeki insanlara göre kan satmak insanın sağlıklı olduğunu gösteren bir işaret. Hatta kan satmayan gençler sağlıksız olarak görülüyor ve evlenmek dahil pek çok konuda zorluk yaşıyor. Xu Sanguan da bu öğrendikleri üzerine kanını satıyor. Eline bol miktarda para geçince bu parayla şehirdeki yaşamına dönüp Xu Yulan isimli genç bir kadınla evleniyor. 

İkilinin üç erkek çocuğu oluyor. Ancak çocuklar büyüdükçe en büyük çocuk olan Yile'nin Xu Yulan'ın eski sevgilisine benzediği dedikoduları çıkıyor. Bunun üzerine Xu Sanguan, dokuz yıl boyunca kendi çocuğu gibi baktığı çocuğun başkasının çocuğu olmasıyla yüzleşiyor. İlk aile draması da bu oluyor. Bu olayı takip edecek başka ailevi meseleler de oluyor. Tüm bu kişisel olayların etrafında ise dönemin Çin'inde gerçekleşen toplumsal olayları görüyoruz. 

1949'daki iç savaş sırasında başa geçen Çin Komünist Partisi ve Komünist Ordu, Mao Zedong liderliğinde Çin yönetimini ele geçiriyor. Akabinde Kültür Devrimi adını verdikleri hareket ile halk büyük bir sefaletin içine düşüyor. Savaş ve kıtlık zamanlarında pek çok vatandaş gibi Xu Sanguan ve ailesi de zor günler geçiriyor. 

Bu zor dönemde tek sorun kıtlık da değildi. Dönemin baskıcı rejimi, insanları küçücük sebeplerden bile ağır bir şekilde yargılayabiliyordu. İnsanlar kolayca birbirlerine iftira atabiliyor ve bu iftiraların aslı astarı bile araştırılmıyordu. Bu durumdan Xu ailesi de payını alıyor. 

Daha evvel yine aynı yazarın Yaşamak isimli kitabını okumuş ve çok beğenmiştim. Kanını Satan Adam kurgu ve anlatım yönünden bana göre daha hafif bir kitaptı. Ancak Kanını Satan Adam'ı okurken daha çok eğlendim diyebilirim. Her iki kitapta da Mao Dönemi'nde Çin'de halkın yaşadıklarını bir ailenin üzerinden görüyorduk. Bu da tarihsel olayların sonuçlarını çarpıcı bir şekilde görmeyi sağlayan bir durumdu. İlgisini çekenlere kitabı öneriyorum. Ben çok sevdim.

(04.03.22)


Not: Bu kitap yorumu yazısı reklam değildir, kitap önerisidir.


Genç Bir Doktorun Anıları (Mihail Bulgakov) | Kitap Yorumu

Yazar: Mihail Bulgakov, Çevirmen: Tuğba Bolat,
Yayınevi: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları

Kitap, tıpkı adında da ifade edildiği üzere yeni mezun olmuş genç bir doktorun anılarından oluşuyor. Bu doktor ilk görev yeri için yetersiz olanaklar ve kötü iklim koşullarıyla çevrili, şehirden uzakta bir yerde bulunuyor. Ancak fiziki koşullardaki bu yetersizlikler bir yana; bu genç doktor, hem doktorluğun verdiği sorumluluk ve vicdan yüküyle hem de yerel halkın cehaletiyle savaş vermekte. Kitap boyunca da karakterin karşılaştığı dokuz farklı vakayı okuyoruz. 

Kitabın yazarı aynı zamanda bir doktor. Kitabın ana karakterinin de bir noktaya kadar yazarın kendisi olduğunu düşünüyorum zaten. Karakterin duygu durumu öyle güzel yansıtılmıştı ki, kitabı okurken sanki ben de o ücra yerde onun yanı başında bulunuyordum. Doktorluğun çok zor bir meslek olduğu su götürmez bir gerçek. Bir de hiç deneyimi olmayan yeni mezun bir doktorun en zor koşullarda, üstelik herhangi bir konuda fikir alabileceği kimsenin olmadığı bir yerde çalışmaya başladığını düşünün. Üstelik tüm bunlara ek olarak yerel halk da kendi bildiği doğrulardan (!) şaşmayan, çoğu durumda tedaviye dudak büken hastalardan oluşuyor. Ancak tüm bu zorlukların arasında her ne kadar içsel çatışmalar ve tereddütler yaşasa da, ana karakter olaylara cesurca yaklaşıyor ve iç dünyasındaki belirsizlikleri kararlı duruşuyla bir kenara itiyordu. 

Kitaptaki vakaları ilgiyle okudum. Kitaptaki akış bir dizi\ film akışı gibi okurun zihninde görüntüleri bir araya getirerek ilerliyordu. Bu da kitabı sürükleyici kılan bir özellikti. Bunun yanı sıra, kitabın dilini de çok başarılı buldum.

(10.04.22)


Not: Bu kitap yorumu yazısı reklam değildir, kitap önerisidir.


Kelt Şafağı (William Butler Yeats) | Kitap Yorumu

Yazar: William Butler Yeats, Çevirmen: Ali Karabayram,
Yayınevi: Dedalus Kitap


''Umut ve Belleğin bir kız çocuğu vardır ve onun adı Sanat'tır ve insanların giyitlerini savaş sancağı olarak çatallı dallara astığı umutsuz düzlüklerden uzakta kurmuştur yurtluğunu. Ey sevgili kızı Umut ve Belleğin, biraz benimle kal.'' (Sayfa 13)


Kitap kırk beş bölümden oluşuyor. Bu kısa kısa bölümlerde Kelt kültüründe yer etmiş ve başrolünde çeşitli doğaüstü yaratıkların bulunduğu masallar yer alıyor. Yazar, kitapta yer alan masalların birçoğunu Paddy Flynn isimli bir adamdan dinlediğini kitabın ilk bölümlerinde ifade etmiş. Açıkçası bu adamın da gerçek bir insan mı yoksa yazarın düş gücünün bir ürünü mü olduğu konusunda şüphelerim var. Ancak zaten bu önemli bir ayrıntı da değil. Kitabın karakterleri her bölümde değişiyor. Her bölümde farklı kişilerin veya toplulukların başından geçen doğaüstü olayları okuyoruz. 


''Zaman yok olup gider 

Sönmüş bir mum gibi...'' (Sayfa 9)


Yazar kendisine anlatılmış olağanüstü öyküleri biz okurlarına anlatıyor. Bu öykülerin ilginç olmakla birlikte kendi içinde kopmalara sahip olduğunu düşünüyorum. Bu nedenle kitabı okurken dikkatimi toplamam zor oldu. Her ne kadar kitabın bölümleri kısacık olsalar da, olaylar arasındaki bağlantıyı kaybetmemem için kitabı sessiz bir ortamda, kendimi tam olarak vererek okumam gerekiyordu. Kitabın bölümleri birbirinden bağımsız olmakla birlikte, bir bölümün içinde anlatılan hikayede de birbirinden farklı karakterlerin başından geçen olaylara atlamalar yapılmıştı. Bu da dediğim gibi bende odaklanma sorunu oluşturdu. Ancak bunun dışında yazarın gerek dili kullanım biçimini, gerekse hikayeleri anlatırken aralara serpiştirdiği kendi fikirlerini okumak güzeldi. Yazar gerçek dünyayla hayal dünyamızı birbiri içerisinde eritebildiğimizde iyilik ve güzelliği hissedebileceğimizi ve kendi gerçekliğimizle uyum içerisinde olabileceğimizi sezdiriyor gibiydi.

(22.08.22)


Not: Bu kitap yorumu yazısı reklam değildir, kitap önerisidir.


Büyülü Kuş (Italo Calvino) | Kitap Yorumu

Yazar: Italo Calvino, Çevirmen: Meryem Mine Çilingiroğlu,
Yayınevi: YKY


''Gökten üç elma düşmüş yuvarlanmış, 
Herkes payına düşen elmayı almış.'' (Sayfa 241)


Kitabı gördüğüm an vurulmuştum. Daha kapağıyla bile beni alıp başka başka diyarlara götürmüştü. İtalyan masallarını okumak ise hoş olacaktı. İçimde kıpır kıpır bir hevesle kitabı kütüphaneden ödünç aldım. Kitap, İtalo Calvino'nun derlediği İtalyan halk masallarından oluşuyor. Yazar, büyük ölçüde aslına sadık kalarak derlediği bu masallara kitabında yer vermiş. 

Kitaba büyük bir hevesle başlamıştım. Ancak kitabın ilk bölümlerindeki masallar beni hayal kırıklığına uğrattılar. Masallar eğlenceli olmasına eğlencelilerdi ancak elle tutulur bir olay akışı olmadığı gibi, içeriğinde absürt bir şekilde dile getirilmiş ceza sistemleri vardı. Ödül\ ceza sisteminde belli bir işleyiş yoktu. 

Kitaptaki başlıklar ise olumsuz eleştiri yönelteceğim bir diğer konu. Kitapta Kız Çocuklara Masallar başlıklı bir alt bölüm yer alıyor. Masalların cinsiyete bağlı olarak ayrıştırılmasını doğru bulmuyorum. Cinsiyetlere bağlı olarak gelişen toplumsal rolleri belirginleştirici bir ayrıştırma yapılması hoşuma gitmedi. 

Olumsuz eleştirilerim bunlardı. Neyse ki eleştirilerimin olumlu olanları da var. Özellikle de Acıklı Masallar başlığı altında yer alıp asla acıklı olmayan masalları beğendim. Bu masalların ortak noktası ise olay akışının sistemli bir şekilde ilerlemesi, iyi-kötü dengesinin sağlanması; dostluk, sevgi, cesaret, eğlence, macera ve biraz da aşkın yer almasıydı. 

Masallar kısa kısa olduğu için kitabı okuması da kolay. Ayrıca kitabın içerisinde yer alan çizimlere de bayıldığımı söylemeden geçemeyeceğim. Hatta belki de kitaba dair en çok sevdiğim özellik çizimleriydi. İnsana yeni masallar yazmak için bile ilham verebilecek denli güzel çizimlerdi. 

Özetle, okuduğum için memnun olduğum ancak her masalını beğenmediğim bir kitaptı. Masalların çocuklar üzerinde etki gücü bulunduğunu düşünüyorum ve bu nedenle de içerisinde her türlü ayrımcılık, haksızlık ve şiddeti içeren unsurların yer almaması, verilen mesajlara dikkat edilmesi gerektiğini düşünüyorum. Bu masalların bu nedenle de çocuklardan ziyade yetişkinlere hitap edeceği kanısındayım. 

Kitaplarla kalın.

(Ocak, 2023)


Not: Bu kitap yorumu yazısı reklam değildir, kitap önerisidir.


Masallar (Hermann Hesse) | Kitap Yorumu

Yazar: Hermann Hesse, Çevirmen: İris Kantemir,
Yayınevi: Can Yayınları

Kitapta yazarın kaleme aldığı yirmi beş masal yer alıyor. Bakmayın masal dediğime, bu masallar öyle çocukken dinlediklerimize hiç mi hiç benzemiyor. Bu masallar belki içlerinde köle cüceler, uzak diyarlardaki yorgun krallar, efsanevi kuşlar, her dileği istisnasız yerine getiren büyücüler ve daha nicelerini barındırıyor; ama okura mutlu sonlar vadetmiyor. Hatta bu masallar için acımasız masallar desek... Yok hayır; bu tanımlama, söz konusu bu masallar için acımasız bir yaklaşım olurdu. Daha ziyade gerçek demeliyiz sanırım. Bu masallar, masal türünün olağanüstülüklerini bünyesinde barındırsa da; gerek dil anlatım olarak, gerekse olayların akışı olarak tipik masal formuna uymuyorlar.

İyinin ve kötünün zıtlığı bu masallarda da ön plana çıkıyor. Tabii şu ödül ve ceza mevzusu da. Ancak burada yazar, bana kalırsa, kendi bakış açısını da dahil etmiş. Ödül ve cezalar -bazen tüm olağanüstülüklerine karşın- hayattan kopmadan, gerçekliği yansıtarak yerini buluyordu. Zaten kitabın dili de masallarda kullanılan duyulan, yani mış'lı, geçmiş zaman ekiyle yazılmamış durumda. Tüm bu nedenler dolayısıyla, kitabı okurken masal değil de, içine fantastik unsurlar serpilmiş hikayeler okuyor gibi hissettim kendimi.

Kitaptaki masallarda merak unsuru ön planda olduğu için sürükleyicilik korunmuştu. Kitap akıcı olmasının yanı sıra, dilin kullanımı bakımından oldukça zengindi. Yazar öyle bir dil kullanmış ki, her yeni masalda kendimi başka bir mekanda buldum desem yeridir. Kitapta anlatılanların da yanı sıra, yazarın anlatım biçimini fazlasıyla beğendim. En beğendiğim masallar ise; Augustus, Ozan, Faldum, Devlet, Bir Sobayla Söyleşi, Kuş, İki Kardeş oldu.

Yazar bazı masallarda tamamiyle olağanüstülükleri ön planda tutarken; bazı masallarda bu olağanüstülüklerin arasına toplumsal eleştirilerini de katmış. Örneğin savaş karşıtlığına, savaşın ve sevgisizliğin bireyler ve toplumlar üzerindeki yıkıcı etkilerine yer vermiş. Bunu salt bir didaktiklikle de yapmamış; olaylara yedirerek, olayların bir parçası, bir arka planı olarak okurlarına sunmuş.

Kitaplarla kalın.

(06.07.22)


Not: Bu kitap yorumu yazısı reklam değildir, kitap önerisidir.


Dalgaların Sesi (Yukio Mişima) | Kitap Yorumu

Yazar: Yukio Mişima, Çevirmen: Zeyyat Selimoğlu,
Yayınevi: Can Yayınları

Olaylar Uta-Jima isimli bir adada geçiyor. Kitabın daha ilk sayfalarında tuvaldeki bir resme bakar gibi hissediyoruz kendimizi. Yazar mekanın kuşbakışı görüntüsünü anlatmakla başlıyor. Sonra yavaş yavaş adanın içine giriyor ve biz de mekanı daha detaylı okuyoruz. En sonunda bu mekandaki asıl kahramanımız karşılıyor bizi: Şinji. Şinji balıkçılık yapan genç bir denizci. Babasının ölümünden sonra annesi ve kardeşinin geçimini o üstlenmiş. Bir gün sahilde daha önce adada görmediği bir kıza rastlıyor: Hatsue'ye. Hatsue ise adanın en zengin kişisinin kızı. Üstelik Hatsue'nin babası adada sözü geçen, herkesin çekindiği, sert bir adam. Zengin kız Hatsue ile fakir oğlan Şinji'nin birbirlerine kavuşmak için önlerinde bir sürü engel var. Ancak kararlılıkları ve aşkları onların pusulası. Kitap boyunca bir yandan Hatsue-Şinji aşkının hikayesini okurken, diğer yandan ada halkının yaşamını kelimeler aracılığıyla adeta izliyoruz. 

Bazı yazarlar\ kitaplar okuruna adeta yazarlık dersi veriyor. Dalgaların Sesi Mişima'dan okuduğum ilk kitap olmasına karşın yazarın kendine has tarzını daha ilk satırlarda dahi hissettim. Öyle bir mekan betimlemesi yapmış ki yazar, sanki kitap boyunca okur olarak ben de o mekanda geziniyor gibi hissettim kendimi. Diğer yandan, kitap adeta denizi anlatıyor okura. Hatta bahsi daha da arttırıyorum ve diyorum ki; kitap sanki Hatsue ve Şinji'nin aşkının değil de, daha ziyade denizin öyküsünü anlatıyor gibiydi. 

Aslına bakarsanız, Şinji ve Hatsue'nin aşkıyla deniz arasında benzerlik kurmak da mümkün. Onların aşkı da tıpkı deniz gibi kimi zaman ne getireceği bilinmezken, kimi zaman sakin ve huzurluydu. Aynı zamanda deniz, ada halkının geçim kaynağı, yaşamlarının doğal bir parçası. Öyle ki, adada yaşayan kadın-erkek, genç-yaşlı herkes gerek fiziksel, gerekse ruhsal olarak adeta denizle bütünleşmiş durumdalar. Diğer cepheye yani Hatsue-Şinji aşkına döndüğümüzde de benzer bir durum görüyoruz; onlar için de aşkları tıpkı ada halkının denizle olan bağı gibi güçlü bir şekilde onları sarıp sarmalamış, onlarla adeta bütünleşmiş durumda. 

Kitabın hikâyesinden de ziyade, hikâyenin anlatılış biçimi etkiledi beni. 

Kitaplarla kalın.

(30.03.22)


Not: Bu kitap yorumu yazısı reklam değildir, kitap önerisidir.


Bitmemiş Hikayeler Kütüphanesi (Sachiko Kashiwaba) | Kitap Yorumu

Yazar: Sachiko Kashiwaba, Çevirmen: Levent Toksöz,
Yayınevi: Kelime Yayınları

Bazen bazı kitap karakterlerine çok bağlanırız. Onların yolculuğunun bir kısmına okuduğumuz kitap aracılığıyla tanık oluruz. Peki ya sonrası? O karakterler, biz kitabın arka kapağını kapattıktan sonra ne yaparlar? Bunun cevabını her zaman için tam olarak bilemesek de, bazen o karakterler aklımıza düşerler. En sevdiğim karakter! deriz. Veya... Nefret ettiğim karakter! Peki ya onlar, evet evet karakterler, onlar okurları hakkında ne düşünürler acaba? Okurlarını severler mi, nefret mi ederler? Peki ya onlar da sonrasında okurlarının yaşamlarında neler olduğunu merak ederler mi? 

Momo, kırklı yaşlarında yalnız yaşayan bir kadın. Çalıştığı şirketin batmasının ardından hayatı tepetaklak oluyor. Tam da o sırada, çocukken yaşadığı kasabadan bir telefon alıyor. Yıllardır hiç görmediği halasının çok hasta olduğuna dair bir telefon. Momo hiçbir bağ hissetmediği bu akrabasının yanına gitmeyi başta düşünmese de, aldığı telefonların ardı arkası kesilmediği için daha fazla bahane üretemeyerek çocukluğunun geçtiği kasabaya yıllar sonra dönüyor. Amacı halasını ziyaret edip hemen eve dönmek olsa da, evdeki hesap çarşıya uymuyor ve bu kasabada kendine yeni bir hayat kurmaya başlıyor. Küçük bir kasaba olan bu yerde, çok küçük ve çok da gizemli bir kütüphanede çalışmaya başlıyor. Herkesin çığlık çığlığa kaçıp işi bıraktığı bu kütüphanede Momo da garip olaylara tanık oluyor. 

Bu garip olayların ana kahramanları ise sırasıyla; Çıplak Kral masalından Çıplak Kral, Kurt ve Yedi Küçük Oğlak masalından Kurt Kral Lobo, Prenses Uriko masalından haylaz peri çocuk Amanocaku ve İkisi de Arkadaşça masalından Hayalet Ben oluyor. Bu karakterlerin hepsi kütüphane görevlisi Momo Hanım'dan onların masallarını okuyan ve sonrasında hayatlarının nasıl ilerlediğini çok merak ettikleri bir okurlarını bulmalarını ve hikâyelerinin devamını öğrenmeleri için yardım etmesini istiyorlar. Kitapta dört bölüm yer alıyor ve her bölümde bir masal karakterinin okurunu arayış sürecini okuyoruz. 

Kitapta her an bir macera vardı ve sayfaları merakla çevirdim. Ama bunun da yanı sıra en sevdiğim durum, Momo Hanım ile masal kahramanları arasında gelişen dostluk oldu. 

Kitaplarla kalın.

(22.12.22)


Yabana Doğru (Jon Krakauer) | Kitap Yorumu

Yazar: Jon Krakauer, Çevirmen: Taylan Taftaf,
Yayınevi: Siren Yayınları


''Yaşadığım bu hayat benim seçimim.''

- Christopher McCandless


Kitap Christopher McCandless isimli genç bir gezginin biyografisini konu alıyor. Dışarıdan bakan biri için mükemmel bir hayatı var. Orta üst sınıf bir ailede büyümüş, öğrencilik yaşamı boyunca hep başarılı olmuş, potansiyeli yüksek görülen birisi. Belki de tam da bu nedenle, öncelikle ondan beklenenleri yapıyor. Başarılı bir öğrencilik yaşamının ardından en iyi dereceyle üniversiteden mezun oluyor. Sonrasında ise bir gün her şeyi bırakıyor. Banka hesabındaki tüm parayı bir hayır kurumuna bağışlıyor, tüm eşyalarını satıyor ve son olarak kendine Alexander Süperberduş takma adını vererek Alaska'da yaban hayatını deneyimlemek üzere yollara düşüyor. Kitap boyunca Alex kimliğindeki Chris'in yaban hayatına yaptığı bu yolculukta yaşadıklarını okuyoruz. 

Kitabın içeriği için yalnızca Chris'in yabani hayattaki yaşamını anlattığını söylemek yeterli olmayacaktır. Kitabı kaleme alan yazar da bir dağcı. Chris'in ölümü bu nedenle kendisinin ilgisini çekmiş ve bir dergide bu ölümle ilgili bir makale yayınlamış. Sonrasında dergiye bu makaleyle ilgili iyi ve kötü pek çok mesaj gelmiş. Kimisi Chris'in cesaretini överken, kimisi yaptığını eleştirmiş ve bu konunun dergide işlenmesini gereksiz olarak nitelendirmiş. Makalenin yazarı da hem bu nedenle, hem de Chris'in eylemlerini şekillendiren nedenleri bulmak amacıyla onun Chris ve Alex olarak iletişimde bulunduğu insanlardan öğrendiklerini bir biyografi olarak kaleme almış. 

Ben Chris'in ilgi çekmek isteyen bir gezgin veya cesur bir genç olduğunu düşünmüyorum. Ben onun kendini aradığını veya dünyanın adaletsizliğine başkaldırdığını da düşünmüyorum. Chris'in kendinden kaçan bir insan olduğunu düşünüyorum. Aynı zamanda kararlarının getirdiği sonuçların ardında durmasını önemli buluyorum. İlgisini çekenlere hem kitabı, hem de kitaptan Into the Wild ismiyle uyarlanmış filmi öneririm.

(02.01.23)


Bir Çöküşün Öyküsü (Stefan Zweig) | Kitap Yorumu

Yazar: Stefan Zweig, Çevirmen: Regaip Minareci,
Yayınevi: İş Bankası Kültür Yayınları

Kitap XV. Louis Dönemi'nde geçiyor. Fransız sarayında sözü geçen Madame de Prie isimli aristokrat bir kadın, gözden düşmesi sonucunda Normandiya'ya sürülüyor. Kırsalda köylü insanlarla geçirdiği bu yeni yaşam ilk zamanlar ona çekici geliyor. Ancak bu kendini oyalama hali fazla uzun sürmüyor ve Madame de Prie Paris'teki göz önündeki yaşamını özlüyor. Bu özlem hissiyle birlikte kendini yalnız ve çaresiz hissederek yataklara düşüyor. Yeni hayatında da onu oyalayacak yeni eğlenceler üretmeye çalışıyor ama insanlar tarafından unutulduğunu düşünmek bile onu çileden çıkarıyor. Bunun için de kendine yeni bir plan hazırlıyor. Artık hayattaki tek amacı bu son oyununu kusursuzca oynamak oluyor. Kitap boyunca da ana karakterin yaşadıklarını ve içinde bulunduğu duruma verdiği tepkileri okuyoruz.

Stefan Zweig, karakterlerinin iç dünyasını yansıtma konusunda çok başarılı bulduğum bir yazar. Bu kitabında da karakterin duygusal çalkantılarını tüm netliğiyle okuruna yansıtabilmişti. Kitap çok kısa bir kitap olmasına karşın, her bir sayfasında ana karakterin içinde bulunduğu sıkıntılı ve değişken ruh halini tüm yoğunluğuyla hissettim. Kitabı benim gözümde asıl ilgi çekici kılan durum ise, kitabın konusunun gerçek yaşama dayanması oldu.

Kitapta, aslında tüm hayatı boyunca kendi dahil herkese yalan söylemiş bir kadının elinden ün, mevki, entrika, kaos, eğlence vb. gibi varlığını tanımladığı şeyler alındığında büyük bir boşluğa düşmesini ve o boşluktaki çırpınmalarını okuyorduk. Yaşamı boyunca taktığı maske çatladıktan sonra bile o maskeyi yüzünde tutmak için tüm yaşamını ortaya koyduğu bir uğraş içine girmişti.

Genelde yalnızlığın insana iyi gelen bir durum olduğuna yönelik anlatımlara rastlıyorum. Bu kitaptaysa tam tersiydi. Karakter kendini o denli yalnız hissediyordu ki, bu yalnızlığı gidermek için her şeyi yapabilecek kadar gözü dönmüştü. Yalnızlığın insana tanıdığı boş alanı doldurabilecek içsel güce sahip olunamadığında, bu his insanı tıpkı kara delikler gibi dipsiz ve bilinmez bir boşluğa mı sürüklüyordu? 

Kitap, yazardan okuduğum kitaplar içinde çok başarılı bulduğum kitaplardan biri oldu.

(09.12.21)


Not: Bu kitap yorumu yazısı reklam değildir, kitap önerisidir.


Cam Kapının Ardı (Natsume Soseki) | Kitap Yorumu

Yazar: Natsume Soseki, Çevirmen: Zeynep G. Baloğlu,
Yayınevi: Africano Kitap

''Endişeliyim, kararsızım, mutsuzum!.. Eğer bütün bir ömür böyle sürüp gidecekse!.. İnsan olmak ne kadar zormuş!''


Natsume Soseki, modern Japon edebiyatının öncü yazarlarından kabul ediliyor. Bu kitabında ise kendi anılarına yer vermiş. Kitap otuz dokuz kısa bölümden oluşuyor ve her bölümde bazen birbirleriyle bağlantısı olan, bazen olmayan anılar mevcut. Bu anıları aracılığıyla yazarı yakından tanımak mümkün. Yazar altı çocuklu bir ailenin son çocuğu olarak dünyaya gelmiş. O doğduğunda anne ve babası çok yaşlıymış. Hatta annesi bu kadar geç yaşta bir kez daha çocuk sahibi olmaktan utandığını sıkça dile getiriyormuş. Soseki, iki yaşına basmadan bir aileye evlatlık olarak verilmiş. Biyolojik anne ve babasından ilgi görmeden büyüdüğü için bu durumun yüreğinde açtığı yaraları hayatı boyunca hissetmiş yazar. 

Kitabı okumaya başladığımda tanımadığım birisiyle karşılıklı oturmanın gerginliğini üstümde hissettim. Bu tanımadığım insana kitabı okudukça aşina olmaya, zamanla da alışmaya başladım. Zaten anladığım kadarıyla yazar da kendi halinde, hatta yer yer çekingen olabilen bir mizaca sahip. Her ne kadar anılarında kendini açıklıkla ifade etse de, bu çekingen hali kelimelerin arasından hissediliyor. 

Kitap, yazarı yakından tanımak için güzel bir tercih olabilir. 

Kitaplarla kalın.

(02.04.22)


Not: Bu kitap yorumu yazısı reklam değildir, kitap önerisidir.


Rüzgarın Şarkısını Dinle (Haruki Murakami) | Kitap Yorumu

Yazar: Haruki Murakami, Çevirmen: Ali Volkan Erdemir,
Yayınevi: Doğan Kitap


''Sonunda, zor cümleler kurmaya gerek olmadığını öğrendim - insanları güzel cümlelerle etkilemeye çalışmama gerek yoktu.'' (Sayfa 159)


Kitap, ana karakteri olan biyoloji bölümü öğrencisi bir gencin evine döndüğü kısa tatil sürecinde yaşadıklarını konu ediniyor. Aslında bu süreçte büyük maceralara atılmıyor karakter. Daha ziyade kendisini tanıtmadan kendisini tanımamızı sağlıyor. Karakterin hayatına giren insanlar aracılığıyla edindiğimiz izlenimler sonrasında onun olaylara ve insanlara bakış açısını kavrıyoruz. 

Rüzgarın Şarkısını Dinle aslında bir roman olmaktan ziyade novella özelliği taşıyan kısa bir kitap. Aynı zamanda yazarın yazdığı ilk kitap. Ancak yazar kitabın çevrilmesine yıllar sonra izin vermiş. Kitap iki kısımdan oluşuyor. İlk kısımda romanı okuyoruz, ikinci kısımda ise yazarın yazarlığa başlayış sürecini anlattığı sunuş yazısını. Açıkçası kitabın ikinci kısmı daha çok ilgimi çekmiş durumda. 

Kitabın en büyük sorununun dağınıklık olduğunu düşünüyorum. Aslında yazarın birbirinden bağımsız gibi görünen pek çok konuya ve düşünceye başka kitaplarında da yer verdiğini görüyoruz; ancak burada önemli olan nokta, bu farklı olay ve durumların iç içe geçip geçmemesi. Bu kitapta olaylar birbirleriyle kaynaşmamıştı; dahası, kitaptaki zaman atlaması sonrasında olaylar arasında kurulan bağlantı zayıf kalmıştı. Bu da anlatımda kopukluk oluşmasına neden olmuş. Sanki yazarın aklında olanlar tam olarak kitaba yansımamış gibiydi. Biz okurlar da yazarın aklını okuyamadığımız için bir şeyler -en azından benim nazarımda- eksik kalmıştı. 

Kitabın ikinci kısmında ise yazarın kendisine ve yazarlık yönüne dair pek çok bilgi elde edebiliyoruz. Bu bakımdan yazara dair bir şeyler öğrenmek için güzel bir tercih olabilir Rüzgarın Şarkısını Dinle.

Kitaplarla kalın.

(20.06.22)


Not: Bu kitap yorumu yazısı reklam değildir, kitap önerisidir.


Dans Dans Dans (Haruki Murakami) | Kitap Yorumu

Yazar: Haruki Murakami, Çevirmen: Ali Volkan Erdemir,
Yayınevi: Doğan Kitap

Hayatında pek çok kişiyi yitirmiş yalnız bir adam ana karakterimiz. Bir zamanlar Yunus Otel isimli eski bir otelde vakit geçirdiği Kiki isimli bir kadının çağrısını hissetmesiyle Yunus Otel'e yıllar sonra yeniden gidiyor. Başlarda kayıplara karışmış bu kadını ararken, sonrasında aramadığı pek çok şeyle karşılaşıyor. Üstelik Yunus Otel de yıllar evvel bıraktığı gibi değil. Pek çok parça yer alıyor karakterimizin önünde. Sezgileri güçlü bir kız çocuğu, karakterin ortaokul arkadaşı yakışıklı oyuncu Gotanda, Yunus Otel'in resepsiyonunda çalışan genç kadın, her şeyin ötesindeki Koyun Adam ve daha fazlası. Kitap boyunca birbirinden bağımsız gibi görünen pek çok olay ve karakterle karşılaşıyoruz. Ancak hepsinin bir şekilde birbiriyle bağı olduğunu ana karakterimizin arayış sürecine ortak olurken fark ediyoruz. 

Kitabı okurken aklımda Bin-Jip isimli filmde geçen şu replik dönüp durdu: ''Yaşadığımız dünyanın gerçek mi hayal mi olduğunu söylemek zor.''  Murakami kitaplarında karşılaştığımız hayalle gerçeğin iç içe geçme durumu bu kitapta da bulunuyor. Hayallerin nerede bitip nerede başladığını son sayfaya kadar kestirmek zor. Hatta sonrasında bile. Yazarın kitaplarına ilişkin en sevdiğim durum da tam olarak bu. Yazar soyut gerçeklikle somut gerçekliği birbirine o denli denk gelecek şekilde iç içe geçiriyor ki, onun yazdıklarını okurken en olağandışı durum bile bana olağan geliyor. Zaten yazarın düşüncelerini aktarma biçiminin de bu olduğunu düşünüyorum. Düşüncelerini kendine has tarzıyla biçime sokarak okuruna aktarıyor. 

Kitap kalın bir kitap olsa da oldukça akıcı bir dile sahip ve olay örgüsü de sürükleyici. En azından kendi adıma konuşursam ben olayların akıbetini merakla takip ettim. Bu kitabında da yine bolca müziğe yer vermiş yazar. Olayların arka planında ise Japon kültürüne has o havayı ve çağımızın dünyasındaki kapitalist düzenin işleyişini hissetmek mümkün.

Kitaplarla kalın.

(10.02.22)


Not: Bu kitap yorumu yazısı reklam değildir, kitap önerisidir.


Doğum Günü Kızı (Haruki Murakami) | Kitap Yorumu

Yazar: Haruki Murakami, Çevirmen: Ali Volkan Erdemir,
Yayınevi: Doğan Kitap


"İnsan ne dilerse dilesin, ne kadar uğraşırsa uğraşsın, önünde sonunda olup olabileceği kendisinden başka biri değildir."


Kitap boyunca iki kişinin konuşmasını okuyoruz. Bunlardan birisi kitapta anlatılan öykümüzün ana karakteri olan bir kadın. Bu kadın, bir tanıdığına 20. yaş gününde başından geçen olayı anlatıyor. O gün onunla vardiyasını değiştirmeyi kabul eden iş arkadaşının hasta olması üzerine işe gidiyor. Bir restoranda garson olarak çalışıyor. Bu restoran içinde biraz gizem de barındırıyor.

Burada çalışanlar bir tuhaf. Kasada duran yaşlı kadın bir iskelede dursa gemileri bile parçalayabilecek kadar sertmiş, öyle diyor ana karakterimiz. Restoran müdürüyse tek bir gün bile aksatmadan saat tam sekizde restoran sahibine akşam yemeğini götürürmüş. Restoran sahibini müdür dışında hiç kimsenin görmemesinin ilginçliği bir yana, bu restoran sahibi her gün aynı saatte aynı yemeği yermiş.

Bir gün restoran müdürü ilk kez izin almak zorunda kalıyor. Hastaneye gitmeden evvel bizim ana karakterimiz olan kızımıza talimat veriyor: Saat tam sekizde restoran sahibine yemeğini götürmeli. O gün hava aşırı yağmurlu ve rezervasyonlar tek tek iptal ediliyor. Ana karakterimiz ise bu ilginç restoranın ilginç havasından sıyrılıp görevini yerine getirmek için restoran müdürünün odasına yemek götürmeye gidiyor. Karşısına çıkan yaşlı adam ise hiç de beklediği gibi biri çıkmıyor. Yaşlı adam, 20. yaşına giren bu doğum günü kızına bir hediye sunuyor: Dilediği şey neyse onu kıza vereceğini söylüyor. Kızımız da her ne kadar bu ilginç vaade inanmasa da, bu şansı tepmeyerek bir dilek diliyor.

Kitabın sonunda yazar kitabı yazış sürecine ilişkin bir sonsöz kaleme almış. Burada bu hikayeyi neden yazdığını ve yazarken neyden ilham aldığını açıklamış. Yazar, doğum günlerini konu alan bir öykü seçkisi oluşturuyormuş. Bir öykü eksik kalmış ve o da kendisi bir öykü yazarak bu eksiği kapatmış. Bu öyküyü yazarken ise kendi 20. yaş gününden ilham almış.

İncecik, içinde çizimler bulunan ve büyük puntoyla yazılmış bir kitap. Bir oturuşta bile okunabilir. Murakami severler şans verebilir.

Kitaplarla kalın.

(23.09.22)


Not: Bu kitap yorumu yazısı reklam değildir, kitap önerisidir.


Her Çocuğun Bir Yıldızı Var (Mustafa Ruhi Şirin) | Kitap Yorumu

Yazar: Mustafa Ruhi Şirin, Resimleyen: Serap Deliorman,
Yayınevi: Uçan At Yayınları

Çocuk kitaplarını okumanın bünyeye gerçekten olumlu bir etkisi var. Daha kitabı elime aldığım anda çikolata paketini açmadan hemen önce hissettiğim heyecanın aynısını hissettim. Kitap daha en başta ismiyle kalbimi kazanmıştı. Yıldızların parladığı bir kitap, asla kötü olamazdı. Hele de bu kadar canlı, bu kadar renkli çizgilerle bezenmişken.

Kitapta birbirinden bağımsız on beş öykü yer alıyor. Bu öykülerin başrollerinde tabi ki çocuklar var. Çocukların dünyasını bir gözlemci etkisiyle kısacık öykülerinde işlemiş yazar. Bazen sevimli, bazen hüzünlü noktalara dokunan hayattan bir kitap bu. Çocukların kendilerine has bir dünyası olduğunu yetişkinler çoğu zaman unutuyor. Oysa yetişkinler de bir zamanlar çocuk olmuştu. 


Yazar, bir zamanlar kendisinin de çocuk olduğunu unutmayanlardan. Küçük yaşta babasını yitirmiş, hatta bu konuyu kitaba da ismini veren Her Çocuğun Bir Yıldızı Var isimli öyküsünde işlemiş. 1990 yılında Çocuk Vakfı'nı kurmuş. Çocuk hakları savunucusu ve çocuk kitapları yazarı olarak biliniyormuş. Ben ise kendisinin üretimleriyle bu kitap vesilesiyle yeni tanışmış bulunuyorum.


Kitapta çocuk teması ön planda olduğundan ve kitaptaki çizimler iç açıcı göründüğünden kitabın baştan sona güllük gülistanlık bir içeriğe sahip olacağı yanılgısına kapılmıştım. Oysa çocuklar da hisseder, bunu ben de aklımdan çıkarmışım. Onlar da sıkılır, bunalır, kıskanır, rekabet eder, heveslenir, unutur, hatırlar, sevinir, üzülür. Çocuk kitaplarında yas, kayıp, ölüm gibi hayatın gerçekliği olan kavramlar da işlenir. Burada önemli olan bu tip tetikleyici yönü bulunan kavramların nasıl ele alındığıdır. Kitaptaki bazı öykülerde de yas, hastalık, yoksulluk gibi temalara yer verilmişti.


Kitap daha çok ilkokul çağındaki çocuklara hitap edebilecek anlatım ve içeriğe sahipti.  Kitaptaki yazı puntosu büyük ve içerisinde çok fazla resim yer alıyor. Bu güzel resimlerin çizeri ise Serap Deliorman'mış. Kendisinin başka işlerine bakmadım ancak bu kitaptaki çizimlere ba-yıl-dım!

Sizler de benim gibi çocuk kitaplarını okumayı seviyorsanız kitaba bir şans verebilirsiniz belki. Ancak kitabın yetişkinler için değil; çocuklar için yazılmış çocuk kitaplarından olduğu aklınızda bulunsun.

Kitaplarla kalın.


Sevgi Masalı (Samed Behrengi) | Kitap Yorumu

Yazar: Samed Behrengi, Çevirmen: Aydın Tebrizi, Şule Akyüz,
Resimleyen: Turgut Keskin, Yayınevi: Can Çocuk Yayınları

Kitabın benim okuduğum baskısında iki masal yer alıyor. Bunlardan ilki kitaba da ismini veren Sevgi Masalı, diğeri ise Ah Masalı. Sevgi Masalı'nda bir prenses ile onun hizmetlisi Koçali'nin, Ah Masalı'nda ise Talhunkız'ın yaşadıklarını okuyoruz. 

Tasavvufta ve divan şiirinde geçen bir kavram vardır: Süveyda. Kalpte yer alan kara nokta anlamına gelir. İnsanın en derin arzularını temsil eder. Dışarıdan bakan herhangi bir insan bu karanlığın içinde ne olduğunu bilemez. Hatta kimi zaman insanın kendisinin bile bu kara noktanın farkına varması için bir yolculuktan geçmesi gerekir. Kitapta yer alan iki masalda da bu kavramın varlığını bazen somut, bazen soyut düzlemde görüyoruz. 

İlk masalın kahramanı Koçali bir çobanın oğlu. Ancak hizmet ettiği prensesine daha çocukken sevdalanıyor. Masalda yer alan yan karakterlerin de kalplerinde yatan arzuları var. Bu istekler Koçali'ye kendi isteğinin peşinden gitmesi için bir yol çiziyor. Süveyda kavramını özellikle de ilk masalda somutlaşmış halde görüyoruz. Bir amaç uğruna çayırda açmış son lalenin yapraklarının içindeki kara leke ve prensesini arayan yalnız prensin güvercine döndüğü vakit beyaz tüylerinin arasında beliren yuvarlak siyahlık buna örnek olarak verilebilir. İkinci masaldaki Talhunkız'ın tüccar olan babasından istediği hediye de onun kalbindeki en derin arzuyu gösteriyordu: Bir yürek ile bir ciğer. Bu isteğinin gerçekleşmesi ona bir amaç vermişti. Masal boyunca bu amaç uğruna dereleri tepeleri aşmış, çeşitli evlere köle olarak girip bu evlerdeki dert sahiplerinin dermanı olmuş ve öğrendikleriyle en derin isteğini diriltmişti. 

Yukarıda da bahsettiğim üzere masalların imgesel olarak güçlü olduğunu düşünüyorum. Ancak içerisinde onaylamadığım ve çocuklara uygun olmadığını düşündüğüm durumlar fazlasıyla yer alıyor. Masalların içerisinde şiddet, manipülasyon ve onaylamadığım toplumsal ilişkiler bulunuyor. Bu kitapla da fark etmiş oldum ki, bir yazarın her kitabı aynı çizgide ilerlemeyebilir. Özellikle de çocuklara okumaları için kitap seçerken, önce yetişkin birisi o kitabı okuyup çocuğa uygunluğunu değerlendirmeli. 

Kitaplarla kalın.

(18.12.22)


Not: Bu kitap yorumu yazısı reklam değildir, kitap önerisidir.


Eve Dönmenin Yolları (Alejandro Zambra) | Kitap Yorumu

Yazar: Alejandro Zambra, Çevirmen: Çiğdem Öztürk,
Yayınevi: Notos Kitap


''Baban haklı. Bundan sonra hiç kaybolmayacağını biliyoruz. Tek başına sokaklarda yürümeyi öğrendin. Ama bütün dikkatini yola vermelisin. Daha hızlı yürümelisin.'' (Sayfa 13)


Kitapta kurguyla gerçek iç içe geçmiş durumda. Ana karakterimiz bir yazar. Anlattığı hikayenin ne kadarı kendi yaşamından, ne kadarı kurgu anlamak güç. Dahası, bu karakterin ne kadarı kitabın yazarı olan Alejandro Zambra'nın kendisi, ne kadarı kurgusal bu da belirsiz.

Dört bölümden oluşan kitabın ilk bölümünde bizi ana karakter olarak bir çocuk karşılıyor. Bir çocuğun gözünden 1985 yılında gerçekleşen Şili depremini ve sonrasında gelişen olayları okuyoruz bu ilk bölümde. Karakter bir çocuk olduğu için o dönemde yaşadıklarını tam olarak anlamlandıramasa da, onun anlattıklarından dönemin siyasal yapısını ve halkın durumunu gözlemlemek mümkün. Depremin ardından komşularıyla birlikte geceyi geçirdikleri açıklık alanda Claudia isimli ondan birkaç yaş büyük bir kızla karşılaşıyor. Karakterin ilk aşkı. Claudia, karakterimizden bir şey istiyor. Dayısının neler yaptığını takip edip kendisine haber vermesini. Karakter de bu görevi ciddiyetle yerine getiriyor. Ama görevin sonu nereye varıyor bu bölümden öğrenemiyoruz. Tıpkı karakterin kendisi gibi. Sonraki bölümlerde ise ana karakter olan yazarın yetişkinlik dönemlerine dair olayları ve romanını yazma sürecini okuyoruz.


''Yazarkenki halin hoşuma gidiyor. Yazmak sana iyi geliyor, seni koruyor.'' (Sayfa 57)


Kitaba dair en sevdiğim detay, nahif ama aynı zamanda apaçık dili oldu. Ana karakter en başta kendine karşı dürüsttü. Ama bunu öyle bir kırılganlıkla dile getiriyordu ki, kitap boyunca ana karakterde hep o ilk bölümdeki çocuğu gördüm. Karakter, bir zamanlar yardımcı rolde atıldığı yetişkinlerin yaşamında ana karakter olmak için çabalıyordu. Bunun için elinde bir gücü vardı: Anlatmak.

Kitabı okumak, baharla yazın iç içe geçtiği ara mevsimde mutfak balkonunun kapısına yaslanıp sokaktaki insanları dinleyerek gökyüzündeki kırmızılığın yerini karanlığa bırakmasını izlemeye benziyordu benim için. Öyle buruk hissettiren huzur verici bir yanı vardı.

Kitaplarla kalın.

(02.03.22)


Not: Bu kitap yorumu yazısı reklam değildir, kitap önerisidir.


Ağaçların Özel Hayatı (Alejandro Zambra) | Kitap Yorumu

Yazar: Alejandro Zambra, Çevirmen: Çiğdem Öztürk,
Yayınevi: Notos Kitap


"Hayat, canlı ve keskin renklerle şipşak bir geçmişin kurulduğu kocaman bir albüm."


Kitap biri uzun -Sera- diğeri kısa -Kış- olmak üzere iki bölümden oluşuyor. Kitabın ana karakteri olan Julian bir edebiyat öğretmeni. Bunun yanı sıra kendi kitabını yazmaya çalışıyor. Kötü bir şekilde biten ilişkisinden sonra Veronica ile evlenerek Veronica ve Veronica'nın kızı Daniela ile birlikte yaşamaya başlıyor. Bir akşam Veronica eve dönmüyor. Kitap boyunca, o akşamın gecesini de kapsayan süre boyunca Julian'ın düşüncelerini okuyor ve bu düşünceler aracılığıyla Julian'ın geçmişine, Veronica ile tanışma sürecine ve olası gelecek tahminlerine dair bilgiler ediniyoruz. 

Kitap, ismini Julian'ın Daniela'ya anlattığı öykülerden alıyor. Daniela bir babanın varlığına ne zaman ihtiyaç duysa Julian orada. Onunla ders çalışan, onu okula bırakan, gece korktuğunda ona hikayeler anlatıp karanlığı savuşturan birisi Julian. 

Ağaçları kitapta iki noktada görüyoruz. İlk olarak, Julian'ın Daniela'ya anlattığı hikayelerde. İkinci olarak ise sembolik bir şekilde; Julian'ın hayatı boyunca bir ağaç gibi köklenme ihtiyacı duyması düşüncesi etrafında. Kitabın bölümlerinin isimlerine baktığımızda da bu sembolleştirmeyi görmekteyiz. Kitabın uzun olan ilk bölümü Sera'da Julian, korunaklı bölgesinden dışarıyı, yani geçmişini ve potansiyel olarak gördüğü geleceğini izliyor. Kitabın ikinci bölümü olan Kış'ta ise sabah oluyor ve Julian için gerçek yaşam başlıyor.


''Julian küçük kızı oyalamaya çalışıyor, vaktiyle onu uyutmak için uydurduğu bir dizi hikayeyle, ''Ağaçların Özel Hayatı''yla. Hikayenin kahramanları bir kavak ağacıyla bir boabap ağacı, geceleri kimse onları görmezken fotosentez hakkında, sincaplar hakkında ve insan, hayvan ya da -kendi deyimleriyle- aptal beton parçaları olmaktansa ağaç olmanın getirdiği sayısız fayda hakkında konuşuyorlar.''


Kitap 91 sayfalık ince bir kitap. Dili sade; kurgu sakin, anlatım durağan. Ama olayların birbirlerine bağlanma biçimi bir okur olarak beni merakta bıraktı. Bunun yanı sıra yazar ülkesinde yanlış gördüğü durumları kurgusuna yedirerek eleştirmiş. Bangır bangır mesaj verme kaygısı taşımayan anlatımları seviyorum. Kitabı da ilgisini çekenlere öneriyorum.

(04.10.22)


Not: Bu kitap yorumu yazısı reklam değildir, kitap önerisidir.


Çocuk Geliyor (Han Kang) | Kitap Yorumu

Yazar: Han Kang, Çevirmen: S. Göksel Türközü,
Yayınevi: April Yayıncılık


''Yağmur yağacak gibi.

Kendi kendine mırıldanıyorsun.

Gerçekten yağmur yağarsa ne yaparız...'' (Sayfa: 7)


Kitap, 18 Mayıs 1980'de Güney Kore'de gerçekleşen Gwangju Demokrasi Hareketi ismiyle bilinen, darbe hükümetine karşı halkın gerçekleştirdiği protesto hareketlerini ve hükümetin halkı bastırmak için uyguladığı politikaları konu ediniyor. Ayaklanmada aralarında ortaokul ve lise çağındaki çok sayıda çocuk ve gencin de bulunduğu pek çok insan daha ne olduğunu bile anlamadan öldürülüyor. İlk olayların dokuz gün sürdüğü anlatılıyor ancak bu olayların etkisi yıllar boyunca devam etmiş. Ayaklanmada görüldüğü için yakalanan, gözdağı verilmesi için işkence gören ve hapis yatan mahkumların da yaşadıklarını okuyoruz.

Kitap, olayların başladığı günden itibaren yazarın bu kitabı yayınladığı 2013 tarihine kadarki süreci kapsıyor. Altı bölüm ve yazarın son sözünden oluşan kitapta, her bölümde olayları farklı bir karakterin gözlerinden farklı tarihlerdeki yansımalarıyla görüyoruz. Yazar bu öyküyü daha küçük bir kızken yüreğinin derinliklerinde hissetmiş. Belgesel roman niteliği de taşıyan bu romanını yazarken olayla ilgili bilgi alabileceği kişiler ve arşive ulaşmış. Kitabı etkileyici kılan durum da anlatılanların gerçek bir olaya dayanması.

Kitabın daha ilk sayfasında etrafımı ağır bir hava sarmış gibi hissettim. Sanki yağmur taneleriyle dolu kara bulutların sıkıntısı, kitabın daha ilk satırlarına bile sinmişti. Kitapta zaman atlamaları olduğu ve farklı bölümlerde anlatılan bazı olaylar eş zamanlı işlendiği için anlatının tamamını zihnimde oturtmam için kitabı bitirmem gerekti. Bu, üzücü bir kitap. Hem de çok üzücü bir kitap. Kitabı düşünmek bile kalbimde yumru oluşturuyor.

Bu tarihi olaydan kitabı okuyana kadar haberdar değildim. Yeryüzünde varlığımızın kaldırabileceğinden çok daha fazla acı var. Okurken bile nefesimi daraltan, gözlerimi dolduran bu olayları insanlar gerçekten yaşadı ve malesef ki hala başka şekillere bürünmüş acıları masumlar yaşamaya devam ediyor. Ne denebilir bilmiyorum. Bazı acılar, kelimelere bile sığmıyor. Böyle bir kitabı yazmak Han Kang için de zor olmuş olmalı. Öte yandan yazardan okuduğum bu üçüncü kitap, kendisine hayran olmamı sağladı.

Yazar, edebiyat dünyasına şiirleriyle girmiş. Romanlarına baktığımızda da anlatımında şair kişiliğinin yansımalarını görüyoruz. Şiirsel bir dil kullanımının yanı sıra, yazarın belirli kavram ve imgelerden yola çıkarak anlatısını oluşturduğunu düşünüyorum. Bu kitabında da kurgusunun iskeletini oluşturan bazı temel kavramlar vardı. Bence bu kavramlar aslında okura da bir çeşit gizli bir mektup özelliği taşıyor. Bu kitabında en çok ilgimi çeken kelime, vicdandı.

Yazarın anlatımını bazı okurlar kafa karıştırıcı bulabilir. Ancak bu anlatım özgün olmasının yanı sıra, aslında zor bir durumu başarmayı hedefliyor: Eş zamanlılık. Kitabın birinci ve ikinci bölümündeki olaylar eş zamanlı, aynı anda, gerçekleşiyor. İki karakter aynı anda birbirlerini düşünüyor, birbirleriyle konuşuyor. İlk bölümü okurken bu anlatımı anlamamıştım. Hatta ikinci bölümü okurken bile anlamamıştım. Kahraman bakış açısının kullanıldığı bir anlatıda neden ara ara ikinci tekil kişiyle fiiller çekimlenmişti buna anlam verememiştim. Ancak kitabı bitirip not aldığım alıntıları tekrar okuduğumda bunun nedenini anladım. Karakterler birbirleriyle konuşuyordu! Bu durum kitabın diğer bölümlerinde de yer yer tekrar ediyor. 

Yazarın Nobel Edebiyat Ödülü'nü kazanmasına şaşırmamalı. Beni bir kitabı okurken en çok heyecanlandıran durum da budur: Yazarın anlatısını nasıl bir dil kullanımıyla ele almış olduğunu keşfetmek. Sevgili Han Kang'a sevgilerimi ve saygılarımı gönderiyorum :). Burada tabi çevirmene de büyük sorumluluk düşüyor. Yazarın üslubunu değiştirmeden çevirmek zor bir durum olsa gerek.

Kitabın ismi İngilizce baskısında Human Acts (İnsan Eylemleri) olarak çevrilmiş. Anladığım kadarıyla bizdeki baskıda orijinal baskıdan direkt çeviri yapılmış (Korece yazı karakterlerini translate'te çevirdim :). Aslında düşününce daha doğru bir durum ama İnsan Eylemleri kitabı nokta atışı karşılayan bir isim diye düşünüyorum.

Kitaplarla kalın.


Masal Masal İçinde (Ahmet Ümit) | Kitap Yorumu

Yazar: Ahmet Ümit, Yayınevi: Everest Yayınları

Vaktiyle bir ülkede, ülkesi için çabalayan ve halkının iyiliğini düşünen genç bir padişah yaşarmış. Bu padişah oldukça da barışçılmış. Savaşlara pek yanaşmaz, yardıma muhtaçlara destek olurmuş. Ancak bu padişah da kusursuz değilmiş. Hatta, çok önemli bir kusuru varmış! Övünmeyi çok severmiş. Herkese yardım edermiş bu doğru, ancak günün sonunda tahtına oturur oturmaz başlarmış o gün yaptıklarını sayıp dökmeye. Çevresindeki dalkavuklar da durur mu, onlar da başlarmış "vay padişahım çok yaşayın", "vay padişahım sizden iyisi yok", "vay padişahım yürüyün be kim tutar sizi..." :) 

Padişah övüldükçe kendinden geçer ve bu dalkavuklara kör olurmuş. Padişah tüm bu övgülere inanırmış inanmasına da, padişahın aynı zamanda çocukluk arkadaşı olan vezir her şeyin farkındaymış. Bir gün yine padişah, etrafına toplanan yalakaların ortasındayken bir yalaka söz almış: "Yeryüzünde sizin kadar iyi, sizin kadar cömert başka kimse yoktur..." demiş; demiş demesine ama vezir tetikteymiş, padişahtan önce atılmış ve aslında padişahlarından çok daha cömert olan bir adamın varlığından söz etmiş. Bu itirazı beklemeyen padişahın yüzü gölgelenmiş, keyfi kaçmış. Veziriyle atışmış. Ancak sadece arkadaşının iyiliğini düşünen vezir geri adım atmamış ve bunun üzerine vezir ile padişah esnaf kılığına bürünerek bir günlük mesafedeki komşu kentte yaşayan bu cömert mi cömert kör adamı görmek üzere yollara düşmüşler. 

Bu yolculuk padişah ve veziri çok uzak diyarlara kadar götürmüş. Neden mi? Çünkü Köradam Kuyumcu'nun hikâyesini merak edermiş, Kuyumcu Demirci'nin, Demirci Müezzin'in, Müezzin Şapkacı'nın... Hal böyle olunca masal masal içine girmiş ve hepsi birbirine bağlanmış. Kitap boyunca iç içe girmiş bu masalları, tıpkı kentten kente yolculuk yapan padişah ile vezir gibi teker teker dinliyoruz biz okuyucular da. Kitap 6 bölümden oluşuyor. İlk bölümde karakterleri ve tuhaf özelliklerini tanıyoruz. Sonraki bölümlerde ise sondan başa doğru ilerleyerek sırasıyla bu karakterlerin hikâyelerini öğreniyoruz. 

Kitabın çocuklar için uygun bir kitap olduğunu düşünmüyorum ancak yetişkin okurlar için hoş bir seçim olabilir. Sürükleyici bir kitaptı. 

Kitaplarla kalın.

(08.01.23)


Momo (Michael Ende) | Kitap Yorumu

Yazar: Michael Ende, Çevirmen: Leman Çalışkan,
Yayınevi: Pegasus Yayınları

Ana karakterimiz Momo isimli küçük bir kız çocuğu. Onun kendisine verdiği bu isim dışında kimse Momo'ya dair başka bir bilgiye sahip değil. Kaç yaşında olduğu, ailesinin kim olduğu, nereden geldiği... hepsi belirsiz. Momo, yalnızca Momo işte. Ancak, antik bir tiyatronun harabesinde yaşayan bu kız çocuğunun çok önemli bir özelliği var: Dinlemek. Momo öyle iyi bir dinleyici ki, genç veya yaşlı kim onun yanına gelip sorununu anlatırsa anlatsın, sorun mutlaka çözüme ulaşıyor. Küsler anında barışıyor, mutsuzlar keyifleniyor, çocuklar en yaratıcı oyunları buluyor ve herkes barış ve huzur içinde bir arada yaşayabiliyor. Momo herkesin dostu, sırdaşı. Hatta bu çevrede ünü ağızdan ağıza yayılıyor ve ''Git bir Momo'ya uğra!'' sözü resmen bir özdeyiş halini alıyor. Günler böyle huzur içinde akıp gidiyor. Tâ ki, etrafı gri bir sis sarana kadar...

Bu gri sisin kaynağı, duman adamlar. İnsanların zamanlarını çalan bu zaman hırsızları işlerinde o kadar ustalar ki, hiç kimse hiçbir şey anlamıyor. Bu hırsızlar, insanların mutlu oldukları anları çalarak onları da kendileri gibi grileştiriyorlar. İnsanlar için kitap okumak, şarkı söylemek, sevdiklerine zaman ayırmak, sohbet etmek, hatta selam vermek bile zaman kaybı olarak görülüyor zamanla. Çünkü zamanla, insanların hiçbir şeye vakitleri kalmıyor. Bu nedenle yalnızca ''önemli'' işler için değerli vakitlerini harcamaya başlıyorlar. 

Duman adamların sırrını açığa çıkaran tek kişi ise Momo oluyor. Çünkü Momo yüreğiyle dinleyebiliyor. Kitap boyunca da bu küçük kız çocuğunun zaman hırsızlarıyla olan macerasını okuyoruz. 

Kitabı daha ilk sayfasını okuduğum anda sevmiştim. Her sayfasını ilgi ve merakla çevirdim. Çocuklara okuma sevgisi kazandırabilecek, büyüklerin ise yüreklerini ısıtacak güçte bir kitap olduğunu düşünüyorum.

Kitaplarla kalın.

(10.12.21)


Popüler Yayınlar