Yönetmen: Sofia Coppola
Senarist: Sofia Coppola
Yapımı: 2003 - İngiltere, ABD
- Ben ne olmam gerektiğini bilmiyorum. Biliyor musun? Yazar olmaya çalıştım ama yazdıklarımdan nefret ettim. Sonra fotoğraf çekmeye çalıştım; ama çok vasattılar, bilirsin. Kızların çoğu bu fotoğraf işiyle ilgilenir. Bilirsin işte, ayaklarının salak fotoğraflarını çekersin.
+ Bu işleri çözeceksin. Senin için endişelenmiyorum. Yazmaya devam et.
- Ama ben çok basitim.
+ Bu, iyisin demektir.
- Ya evlilik? Kolaylaşır mı?
+ Bu zor. Eskiden çok eğlenirdik. Film çekmeye gittiğimde, o benimle gelirdi. Ve her şeye çok gülerdik.
![]() |
Kaynak: Pinterest |
+ Gitmek istemiyorum.
- Gitme. Burada benimle kal. Bir caz grubu kurarız.
Film, Tokyo'da yolları kesişen iki Amerikalının seyahatleri boyunca yaşadıklarını ve aralarındaki iletişimi konu ediniyor. Bob Harris (Bill Murray) eski ününü yitirmiş bir film yıldızıdır. Reklam çekimleri için gittiği Tokyo'da aslında hayatından saklanmaktadır. Diline ve kültürüne bir hayli yabancı olduğu bu memlekette iç sıkıntısına ortak olacak birisiyle karşılaşır: Charlotte (Scarlett Johansson) ile. Charlotte da yalnız birisidir. Yeni evli bu genç kadın da fotoğrafçı eşinin eşlikçisi olarak Tokyo'ya gelmiştir ancak ne burada, ne de kendi hayatının içinde kendine bir yer bulamamaktadır. Bunalımın eşiğinde karşılaşan bu iki insan, birbirlerine gülümser. Böylece saklandıkları yerden dünyayı görürler.
Bu, çok ses getirmiş bir film. Yıllar boyunca defalarca izlenmiş bir film. İzleyicilerin bazıları neyi var bu kadar abartılacak derken, bazıları derin analizlerin içine dalmaya çalışmış. Oysa bu film, bence, ikisi de değildi. Bu film, derin bir şeyi anlatmıyor. Olayların mistik bir medeniyetin göbeğinde yaşanması da tabi filme ayrı bir keyif katmış. Bu detay insana ''acaba mı'' sorusunu sordursa da; ortada ne bir ruhun, ne de bir bedenin eşinin öyküsü var. Bu, dünyanın en basit gerçeğini anlatan bir film: Anlaşılma ihtiyacı. İki yalnız insan, dilini bile bilmedikleri bir ülkenin göbeğinde, en yakınları tarafından bile anlaşılmadıklarını düşündükleri bir anda, birbirlerini görürler ve birbirlerini anlarlar. İşte! Film sadece bu basit gerçeği anlatıyor. Basit ama zor gerçeği. Hayatım bir film olsaydı, ve tabi ki bana üç film hakkı verselerdi şşşş, içlerinden biri de bu film olsun isterdim. En azından o hissi hayatımda bir anlığına bile olsa deneyimlerdim.
Öte yandan, eğer ki bu iki insan başka koşul ve zamanlarda karşılaşsalardı tüh beee... diyorsan... Hayatının kıymetini bil. Çünkü filmi anlamamışsın. Biraz ukala bir film yorumu oldu bu biliyorum ancak bu, benim yorumum. Aslında bu film böyle bir film. Ya anlarsın, ya anlamayan şanslı insanlardan olursun. Filmi çok sevmemin sebebi onu anlamam veya anladığımı düşünmem değildi. Tek nedenim bu olsaydı emin ol filmden nefret ederdim. Filmi sevdim çünkü bu film, en azından benim izlemiş olduğum tüm filmler arasından, iletisini mis gibi nokta atışı, net ve temiz bir şekilde ileten nadir filmlerden biriydi. Tek bir fazlalık detayı yok. Doldurma sahneleri yok mu, tabi ki var ama işte o da hayatın akışındaki yaşadığımız doldurma anlar. Bunun dışında her detay çok gerçek, çok temiz. Tek iletili bir film, safa anlatır gibi de anlatmış olayını. Bu filmin yönetmeni abla bu filmi 2003 yılında çekmiş (veya yayınlamış), eski eşi Spike Jonze'nin de bir çeşit misilleme olarak 2013 yılında Her isimli filmi çekip yayınladığı söylentisini bir yerde okumuştum. Ne kadar doğru bilemiyorum. Onu da Her'ün yorumunda konuşuruz.
Filmde en sevdiğim sahnelerden biri de Charlotte'un Budist mabetlerini gezip hayatının anlamını aradığı sırada karşılaştığı yeni evli çifti bir köşeden izlediği andı. Sadece iki yıllık evli olan bu genç kadın, yeni evlenmiş bu çifti buruk bir yüzle izliyordu. Ne kadar buruk bir sahne aslında. Eşini seviyor muydu, eşi onu seviyor muydu bunu film boyunca açık açık anlayabildiğimiz bir sahneye rastlamıyorduk. Birbirinden iç dünyaları bakımından uzak olduklarını anlasak da... Bazen iki insan birbirlerine benzemeseler ve hatta uzak olsalar bile birbirlerini sevebilirler. Bu sevgi onlara kendilerini çok soğukta kalmış hissettirse bile. Öte yandan bu sevgiye tutunmamızın bir sebebi de, belki de, hayatımızın anlamını bize hayatın anlamı olarak gösterdikleri yerlerde aramamız olabilir. Aşk, evlilik, iş, güç vs değil. Rutinler gibi. Charlotte'un eşi rutinleri seven, hayata karışabilen birisiydi. Charlotte ise sanatçı bir ruhun lanetini taşıyan bir kadındı. Anlam arayan tiplerdendi. Belki de bir şeyin olmasını beklemişti. Bu evliliğin onun yaşamına anlam vermesini, belki eşinin de ona katılmasını... Ama insanlar farklıdır ve yaşam bizimle birlikte durmaz.
Charlotte tüm tatili boyunca camların ardından dünyayı izledi. Onun kendi varlığını izlediğimiz anlar sadece Bob ile olan sahneleriydi. Çünkü Bob da yalnızdı. Bob onu anlamamış olsaydı bile Charlotte belki de bunu sorun etmeyecekti. Çünkü yalnız iki insan, yalnızlıklarının kökeni farklı olsa bile, birbirlerini zaten görürler. Bob ise orta yaşını geçmiş bir adamdı. Hayatını yaşamış bir adam. Kaçacak yeri olmayan ama saklanarak vakit öldüren bir adam. Onu saklandığı yerde gören kadına ise sempati duyduğunu düşünüyorum. Charlotte ise... sadece genç bir kadındı. Saklanacak kadar bile yaşantı biriktirmemiş bir kadın. Belki de tam da bu nedenle Bob'dan etkilenmiştir. Bob da onun gibi olduğu ve onun geçtiği bu yolları geçtiği için. Ona cevap verebileceğini düşündüğü için Bob'tan etkilenmiştir.
Bu aşk değildi; bu, birbirine gülümseyen, birbirini gülümseten, iki insanın hikayesiydi. Filmi de bu nedenle sevdim.
Hoşça kalınız.
Lost in Translation Official Trailer #1 - Bill Murray Movie (2003) fragman için tıklayabilirsiniz.
Not: Bu film yorumu yazısı reklam değildir, film önerisidir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder