![]() |
| Yazar: Kazuo Ishiguro, Çevirmen: Mine Haydaroğlu, Yayınevi: YKY |
Bazı kitaplarla tanışıklığım eskilere dayanıyor. Bir rafın bir köşesinde karşılaşıyor veya bir ekranın ardından bir gün elbet buluşmak üzere sözleşiyoruz. Beni Asla Bırakma da tanışıklığımın yıllara yayıldığı, hatta bir keresinde hoşbeş ettiğim bir kitap. Neden bilmiyorum, kitabı bugüne kadar okumadım, biraz da okuyamadım. Hep bir şey çıktı. Başka bir kitap -üzgünüm- o anlık önceliğim oldu sözgelimi veya kütüphaneye kitap teslimi günüm geldi, sınavlarım yaklaştı, ödevlerim beni delirtti... İlginçtir, tüm bunlara rağmen kitapla aramızdaki bağ hep korundu. Ve işte bir gün, elbet buluştuk.
Kitapla tanışma hikayemi anlattım. Çünkü sana ondan bahsetmeyi geciktirebildiğim kadar geciktirmek istiyorum. İlginç bir konusu var, sürükleyici bir olay akışı var. Ancak ben sevdiğim bir şeylerden bahsederken, sevdiğim bir şeyleri anlatan türden biriyim. Sevme nedenlerini anlatan, anlatmak isteyen, elinden gelse kalbini çıkarıp göstermek isteyen biriyim. Bir şeyi çok sevmişsem, o şeyi düzgünce tanımlayamam da, hislerimi aktarırım. Ancak söz konusu hislerime şekil veren düşüncelerimden bahsedebilmem için sanırım sana biraz kitabın konusundan da bahsetmem gerekiyor. -bir zahmet, tabii.-
Kitap, Hailsham isimli bir yatılı okulun öğrencilerinin başından geçen öyküyü anlatıyor. Ancak bu okul, sıradan bir okul değil. Bu okulun öğrencileri birer klon. Yetişkin bir birey olunca organ bağışı yapacak ya da bağış yapan klonlara refakat edecek bakıcılardan oluşan klonlar. Bu yatılı okul gibi daha niceleri olmasına rağmen onlar ''şanslı'' olanlar. Sanatla ve sporla iç içe bir programı barındıran güzel bir eğitim alıyor, çocukluk yıllarını onlara biçildiği kadarınca özgür geçirebiliyorlar. Gençlik yıllarına geldiklerinde okuldan ayrılıyor ve onları bekleyen hayata atılmaya hazırlanıyorlar. Kitabın anlatıcısı olan Kathy de bir bakıcı. Biz okurlara Hailsham'da yaşadığı yıllarda başından geçen olayları anlatıyor. Onun anıları aracılığıyla başta dostları Ruth ve Tommy olmak üzere diğer öğrenciler ve gözetmenlerle tanışıyor, bu alternatif dünyanın kurallarını tanımaya çalışıyoruz.
Bu kitap en basit ifadeyle kalbimi kırdı. Çünkü kitap her ne kadar alternatif bir kurgusal evrende yaşananları anlatsa da, aslında yaşadığımız dünyayı anlatıyordu. Kitabın karakterleri bir amaç için var edilen çocuklardı. Bir komün düzeninin içine doğuyor, kim olduklarını net olarak bilmeden büyüyor ve zamanı gelince onlara biçilen kadere boyun eğiyorlardı. Hailsham öğrencilerinin diğer okullarda yetişen öğrencilere göre çok daha şanslı oldukları pek çok kez vurgulansa da, onların durumunun tam olarak bir kutunun içinde yaşarken görebildikleri dış dünyaya asla dokunamamak olduğunu düşünüyorum. Onlara özgür birer zihin veren bu gözetmenler, aslında beraberinde onlara umut, hayal, beklenti oluşturmak için alan tanıyorlardı. Ancak hepsinin kaderi aynıydı: Ölene kadar organlarını bağışlamak! Ölüm onların kaçamayacakları kaderleriydi. Acı dolu yalnız geçen bir ömrün ardından erken gelen bir ölüm...
Sadece bedenlerinden faydalanmak için klonlar üretmenin etik boyutu bir yana, gerçekten kendi bilinçlerine sahip olan kanlı canlı bu insanları, onları koruduklarını söyleyen gözetmenlerinin bile hiçbir zaman gerçekten ''insan'' gibi görmemesi ve bu nedenle onların da ''ruhu olduğunu'' durmadan kendilerine ve dünyaya kanıtlama çabaları... bu öğrencilerin hayatları boyunca ev olarak bildikleri tek yerin bu okul olması, birbirlerinden başka aile olarak görebilecekleri, tutunabilecekleri ve aslında kendi kimliklerini tanımlayabilecekleri ellerinde hiçbir şeylerinin olmaması... oradan buradan sezdikleri küçük dokundurmalarla ''ne'' olduklarını ve kaderlerini kestirme çabaları... sadece ofiste, süper markette veya otoparkta çalışmak gibi gülünç denecek kadar basit hayallerinin bile asla gerçekleşmeyecek olması ve bunu bu kadar kolay kabullenmeleri... Kalbimi o kadar çok kırdı ki. En sonunda ağladım. Kathy için, Tommy için, Ruth için... ve en çok da kaybolmuş kıymetlilerini gri düzlüklerde arayanlar için ağladım.
Bu noktada üstünde durmak istediğim birkaç detay var. Açık açık spoiler vermeyeceğim ama kitaba dair bazı detaylar üzerinden konuşacağım uyarısında da bulunmalıyım. Okuyup okumamak size kalmış...
Madam ve gözetmenlerin dış dünyadaki insanların genetiğinden kopyalanmış ve ''klon'' olan bu öğrenciler için verdikleri çaba bile aslında kendi kırılgan umutlarının ve daha ''insancıl'' bir dünya ideallerinin bir ürünüydü. Nitekim Madam dans eden küçük bir kızı gördüğünde bile o küçük kızın kendi yaşamına dair hayalleri olabileceği fikrini aklına getirmemiş, sadece -bencil bir yerden- kendi ideallerinin kırılganlığıyla yüzleşmişti. Aynı şekilde kimlik arayışında olan, çünkü gelecekleri hakkında bir çıkış kapısı arayan bu genç öğrenciler, klon olduklarını kabullenmekle birlikte, her kim olursa olsun nasıl bir bedenden varlık bulduklarını bulma umudundaydılar. Bu kişi azılı bir suçlu veya utanç verici bir hayat yaşamış biri olsa bile... Bu öğrencilerin kim olduklarını arayış süreçleri, kendi içlerinde kendilerine yer bulma çabaları bile tek başına insanı yoran bir durum. Bu çocuklar kendi varlıklarını kendilerine kanıtlamaya çalışırken aslında kendilerine yıllar öncesinden biçilmiş ''kadere'' yürüyorlardı. Tarih kitaplarında gördükleri toplama kamplarını çevreleyen elektrikli teller ve kendi okullarını saran elektriksiz teller ile ilgili yaptıkları mizah da, diğer tüm şakaya vurma girişimleri ve kaçış yolları gibi, aslında onların kaçmaya çalışamayacak kadar bile bu kaderin içine köklendiklerini, varoluşlarını onlara söylenenden farklı yaşamayı bile düşünmediklerini gösteriyor. Yani, bu çocuklar gerçekten de hapistiler! Öyle doğdular, öyle yaşadılar ve öyle öldüler. Düşününce... kader dediğimiz ve hayat dediğimiz yapı, aslında bu bilimkurguya varan kurgudan ne kadar farklı? Bizler de bir yaşantının içinde bize biçilmiş sınırların içinde çoğunlukla kendi isteğimizle bize verilen rolü oynayıp ölmüyor muyuz?
Kitapta Ruth'a hiç kızmadım desem... Belli belirsiz hatırladığım film uyarlamasında kendisine biraz kızdığım hayal meyal aklımda olsa da... kitabı okurken ona hiç kızmadım. Çünkü o da sadece bir çocuktu. Kaybolmuş bir çocuk. Aslında Tommy ile Kathy için de hiç üzülmedim, evet hiçbir zaman. Çünkü onlar en başından beri şanslılardı. Üçü de şanslıydı. Birbirlerini buldukları için.
Spoilerımsı kısım ve açıklamalarım bitti.
Bana buruk hissettiren diğer bir durum da, bu dört bir yanı dikenli tellerle çevrili kısa yaşamlarında birbirlerini bulan karakterler oldu. Böyle saçma bir dünyanın içinde kaçamayacakları durumları kabullenmek için birbirlerine sığınan bu karakterler bana buruk hissettirdi. Savaşları, esir kamplarını, baskı altında yaşayan nice insanı, ölümle burun buruna olan hayatlarımızı ve en çok da bir şeyleri sessizce kabullenenleri... Aslında biz insanları anlatan, bunu ilgi çekici bir konuyla yapan bir kitap. Sade bir dili olmasına karşın anlatımı etkileyiciydi. Anlatıma dair en beğendiğim durum da biz okurların kitabın anlatıcısı olan Kathy aracılığıyla en başından beri sanki bir gözlemci değil de, olayları deneyimleyen biriymiş gibi anılar arasında gezinmemiz oldu.
Kitabın ayrıca 2010 yapımı Never Let Me Go (Beni Asla Bırakma) adıyla bir film uyarlaması bulunmakta. Bu filmi de yıllar evvel bir kitaptan uyarlandığını bilmeden izlemiştim. Filme dair tüm detayları unutsam da, beni neyin beklediğini bildiğimden kitabı aslında üzülmeye hazır olarak okumaya başlamıştım. Belki de tam da bu nedenle bu buruk his daha derinden bir yerden bana dokundu. Çünkü ben, karakterlere üzüleceğimi düşünmüştüm; oysa kitabı bitirdikten sonra aslında kendime üzüldüğümü fark ederken buldum kendimi. Filmi de yeniden izlemeyi düşünüyorum.
Kitaplarla kalın.




.jpg)
.jpg)


.jpg)
