Sakura Fırtınası #8: Picasso kişiliğim ve doyum olmayan sohbetime yansıyan diğer gereksiz her şey.


Aslında hiçbir zaman ahım şahım bir yeteneğim -bence- olmamasına rağmen küçüklüğümden beri yaptığım tüm resimler beğenilmiştir. Gerçi lisede aldığım son zorunlu resim dersinden sonra hiç bir şeyler çizittirme girişimim olmadı ama bu tamamen zaten çizemeyeceğim görüşümden kaynaklıydı (haklılık oranım yüksek olabilir öhömmm).

Ben anaokuluna gitmedim. Babamın bile vaktiyle anaokulu geçmişine sahip olduğunu düşünürsek bu sahiden tuhaf bir durum. Tabii babamın o sıralar Türkiye'de yaşamadığını da belirtelim. Öte yandan Türkiye'de de benim çocukluk yıllarımda pek tabii anaokulları vardı ancak sanıyorum ki (ki muhtemelen, çünkü ailem uğraşmamış her zamanki gibi) zorunlu değildi. Ben de o nedenle anaokuluna gitmek yerine orada burada hayali oyun yaratmaya (ki aslında hayal gücüm ister inan ister inanma kıttı) devam etmişim. 

Anaokuluna gitmemiş olmanın eksikliğini o zamanlar hiç hissetmemiştim. İlkokul bire başladığımda bile. Ancak sadece bir anlığına ufak bir yutkunma anım olmuştu. Şöyleydi... Anneannemgilin komşusu ve teyzemin bestilerinden olan Ş. ablanın kardeşcağızı (ve benden üç yaş büyüktü) S. ile ev oturmalarımız sırasında onların salonunda S.'nin anaokulu takvimini gördüğüm an. Aslında S. bana anaokuluna gitmemem hakkında bir şey dememişti (hatta bu konuyu konuşmadık bile) ancak o sıralar 8-9 yaş civarında olduğunu tahmin ettiğim küçük Ben (çünkü o sıralar aramızdaki üç yaş sırıtmıyordu, sonra ortaokula geçen havalanıyordu çevremde :) bunu kendi kendine düşünmüş ve unutmuştu.

Madem S.'ye değindik azıcık oturalım şu kısımda. S.'yi gerçekten severdim. Teyzem Ş. ablalara giderken ben de peşine takılıp S. ile kanka olmuştum sanırım. S. anlaşması kolay bir kızdı. Bence o da benimle zaman geçirmeyi seviyordu. Eve gitmeyim, biraz daha geç gideyim diye önce benim sonra teyzemgilin aklına girerdi ki ben de bunu isterdim. Ona abla falan dediğim de yoktu. Yüzsüzlüğüme bak ki, benden 1 yaş bile küçük olan çocukların abla dememesine içerlenecek bir akıllı bıdık (tamam ukala) ama kendimden tamı tamına -evet tamı tamamına... ay yok belki ay farkı vardır ahhahaha- 3 yaş büyük olan kıza abla demeyen bir kızcağız idim. Her neyse, zaten onun da böyle bir talebi yoktu. 

Bunun bazı sebepleri tabi ki var. Sanıyorum ki ilk sebep S.'nin benim gibi ukala olmaması idi. :) İkinci sebep benim yaşıma göre uzun ve gelişmiş olmam (büyük göstermem) idi. Üçüncü sebep, S.'nin de tam tersi küçük göstermesi idi. Yani fiziksel olarak yaşıt gibi görünüyorduk. Hem okuma hızım da hızlıydı ya da S.'yle benzermiş ki birlikte okuma yarışları bile yapardık. Hatta S. bana çok beğendiğim çocuk kitaplarından hediye etmiş sonrasında. Hatta hatta, S.'nin bana hediye ettiği kitapları kardeşim İ. bilene okudu (onun kitaplığında kaldı yıllar yıllaaaarca). Canım S. bu arada. Ne iyi kızmış vallahi, en bff'immiş yalnız şu an aydım ahahahahah. 

Neyse S. ile çok eğlenirdik. Cidden yanında en rahat ettiğim kankimlerdendi. Sonra o ortaokula geçti dediğim gibi. Haliyle artık bağımız kopmuştu. Bunun da pek çok sebebi olabilir. İlk sebep, benim artık anneannemgillerin oralarda az zaman geçirmem olabilir. İkinci sebep, S.'nin ağırlaşan dersleri ve değişen sosyal yaşamı olabilir. Üçüncü sebep, 3 yaş da o zamanlar az değildi be okurcuğum ahahahahah. Benim gibi veletle mi oynayacak kız sonsuza kadar. :) Neyse sonra yaşlar dengelenince neden buluşmadık değil mi? Onlar taşındılar. Evet, sonra teyzem arkadaşı Ş. ablayla bağını korudu galibası ama ben S.'den haber alamadım. Çünkü ben de büyüdüm! O sıralar dikkatim dağılmış. Gerçekten S. n'aptı acaba ya aşırı merak ettim şu an.

Ya ben de diyorum bu konuya nereden geldim ahahahahah (organik yayın deyince de ben :). Hah işte anaokuluna gitmeyişimi ilk kez S.'nin anaokuluna gidişiyle, yani takvimiyle, hissetmiştim. Bu nedenle de yani direkt ilkokul 1. sınıfa başladığım için evde kendi kendime karaladığım resimlerim dışında ''profesyonel'' bir çizim geçmişim yok idi. Ama ya evdeki kendi karalama dönemimde, ya da ilkokul 1. sınıftayken ben hep giysi çizerdim hatırlıyorum. Hatta hayalim moda tasarımcısı olmaktı ahahhahaha. Ama küçükken böyle şeyler olmayı istersin ya zaten, öyle. Sen en en en küçüklüğünde, hayal dünyan çok genişken, her şey olabileceğin bir evrendeyken, ne olmak, hangi mesleği yapmak istiyordun?

Ben işte moda tasarımcısı hayaliyle atıldığım çizim kariyerime (ahahhaah) okula başlayınca sınıf öğretmenimiz Ç. öğretmenimin verdiği konularla devam ettim. Hatta bir dersimizi hatırlıyorum şu an. Kaçıncı sınıfım bilemem artık tabi ama 3'ten büyük olamaz... Küçük boy bir deftere bulutlar çiziyorum. O sıralar mavi kelimesi ile beyaz kelimesinin karşıladığı anlamı karıştırıyordum biliyor musun? Yani mavi rengin ne olduğunu biliyordum ama sanki mavi renge mavi değil de, ''beyaz'' demek daha doğru gibi geliyordu. :) Aynı şekilde beyaz rengi de biliyordum ama ona da ''mavi'' demek daha çok yakışır gibi geliyordu ve uzun bir süre, doğrusunu idrak ettiğimde bile böyle olmalıymış gibi hissetmiştim ahahahah. Bu nedenle de o bahsettiğim derste, o küçük boy resim defterime ne çizdiğimi hatırlıyorum: Bulutlar. :) Bak bence zaten benim mavi-beyaz karışıklığına kapılma nedenim de buydu, yani bulutlar nedeniyle. Çünkü beyaz renk boya resim defterinde haliyle görünmediğinden, bulutların dış çeperini mavi renkle çiziyordum. Bulutun içi beyaz kalsa da, dış çeper mavi olunca şey olmuş, öyle olmuş, karışık olmuş ahhahahah. Zaten neden bu kadar sıkıcı sıkıcı her şeyi gerçek hayattaki gibi çizmişsem... Mesela bir çocuk mor bulut falan çizse daha güzel bence. Hayal dünyam da sıkıcıymış birassss (ama çok değil birasss, belki sonrasında da bir ara hayal dünyama bir yazı gelir ama bilemiyorum).

İlkokulda sınıfımızda iki tane G. vardı. İkisi de erkekti ve ikisi de çok güzel resim yapıyor ya da çok güzel resim yapmalarıyla övgü topluyorlardı. Ama çok güzel resim yapıyor da olabilirler çünkü bir keresinde G.'lerden biri -benim de katıldığım :)- bir resim yarışmasında il mi ilçe mi tam hatırlamıyorum sıralamasında ilk 3'e girmişti de vay beeee demiştim ahahahahh. Acaba ilkokuldan sonra da resme devam ettiler mi bak meraklandım yine ahahhaahahha. Neyse. Yine de ben de fena değilmişim bence çünkü öğretmenim benim resimlerimi de överdi. Bu nedenle de hep güzel resim yaptığıma ''inandım.'' :) Ama benim asıl yeteneğim hiçbir zaman resim olmadı. Yazı oldu. Yazdığım yazılar için bazen ödül bile alırdım öğretmenimden. Mesela bir keresinde Selena'nın küresel ısınmayla ilgiliydi sanırım bir bölümünü kurgulaştırıp mı artık, olduğu gibi mi bilmem, yazıya dökmüştüm. Hoca yazdığım yazıyı mı beğenmişti bilmiyorum pastel boya hediye etmişti bana. Bu olayı baştan sona annemgile anlattığımda bana gülmüşlerdi. Selena'yı izlediğim için ödül aldım diye hahahAHKHDKSHK of tamam. Ama ben sınıf öğretmenimden az hediye de almadım hani süylemesi de ayıptır haniii. :) Boş yere değil tabi ki! Çok okuyorum diye hediye alırdım veya işte böyle yazı yazınca falaaannn.

Tamam... şimdiye kadar pek de... ''Picasso kişiliğimi'' göremedik kabul ediyorum.

Gel zaman git zaman ortaokula başladım. Resim öğretmenim A. hocayı çok severdim. Gerçekten çoook severdim. Aynı zamanda bu A. hoca küçük teyzemin de resim öğretmeniydi. Yaaaa. Daha buradan bir vay beee şaşkınlığıyla hocama yaklaşıyordum. Bir de hocam, farklı bir tarza sahipti. Tabi o zamana kadar hep daha aynı tarzda öğretmenler görmüş benim için bu biraz değişik bir stildi. Mesela kısa kızıl saçları vardı öğretmenimin ve aslında aurası farklıydı. Çok sakin davransa da, canlı bir aurası var gibi gelirdi bana. Herhalde kızıllıktan dolayı. :) Gerçekten tatlı bir kadındı. Resimlerimi beğenir miydi, yoksa dersine ilgiliyim ve sorumluluk sahibiyim diye beni mi yüreklendirirdi bilmem... Yaptıklarımı hep övüyordu ve yüksek puan veriyordu. Resim gibi derslerden ortaokulda yüksek puan almak tabi ki kolaydır, sorumluluk sahibi olsan yeter, ama hoca resimlerimi gerçekten incelerdi de hani. Sadece resim de yapmazdık sanırım. Artık pek hatırlamıyorum tabi (3-4-5 yaşını anımsayan ben 12-13 yaşını unutmuş puhahahahahaha of neyse ciddiyim bu arada geçiştirmiyorum). 

Sene sonu sergisi yaptığımızı hatırlıyorum. Hoca benim resmimi de seçmişti. 7. veya 8. sınıftım tam net değil orası bende. Yoksa 6 mı... ama biraz büyüktüm de hani, kendimle gurur duyduğum nadir anlardandı. :) Çünkü hocam resmimi okul sergisine seçmekle kalmamış, üstüne beni aileme mi övmüştü acaba? Annemgil de benimle gururlanmıştı hatırlıyorum. Ya sergi için, ya sergiden sonra o resme çerçeve yaptırmışlardı okurcuğum şaka değillll. Hatta o resmim evde koridorda hala daha asılı yaaa. Aslında pek bir şeye de benzemiyormuş desem küçük Ben'e haksızlık mı ederim... Ama küçükken sanki gözüme, hocamın da övgüsüyle, öyle güzel gelirdi ki. Aslında Picasso resmi değildi (ama başlık ilgini çeksin diye öyle dedim çünkü başlıkta Van Gogh deseydim üzgün kişiliğimle bağ kurarsın didim :). Van Gogh'tu. Vazoda çiçekler. Çünkü en kolayı oydu ahahhahahahah. Ama renk geçişi falan denemişim hani bi' bi' şeyler. Ah canım hocam. Bak işte, öğretmen olmak asıl böyle bir şey. Küçük bir kızı nasıl gururlandırmış bir öğretmen... Nasıl ona güzel resim yaptığına inandırmış. Yani, tabi ki beni Picasso veya Van Gogh olarak görmemişti, abartılı değil, gerçekçi övmüştü. Küçük bir kızı, istekli ve resmi seven bir öğrencisini öven bir öğretmen gibi. Öyle ki, lisede de seçmeli ders olarak müzik yerine hep resmi seçtim ve orada da yine sempati beslediğim D. hocamın beğenisini toplardım. Hatta bir keresinde beni sınıfa örnek göstermişti. Ah beni okursa yandım (aslaaaa okumaz ahahahaha, okursan koniçiva :), o zamanlar hoşlaştığım tatlı çocuk bana dikkat kesilir olmuştu yaaaa. Günlüğüme bilene yazmışım. :)))) Yoksa bu kadarını da hatırlamam artık. O günlüğüm öyle komik ki... Bir daha öyle komik şeyler yazmamışım hiç. Yanarım yanarım ona yanarım. Ne var sanki, dünyayı mı kurtardım peeehhh.

Lisede aslında bir resim atölyemiz vardı. Ancak oradaki kaloriferler çalışmıyordu ve atölye geniş olduğundan buz gibiydi. Hoca bile kat kat giyinip gelmişti ilk derse hatırlıyorum. Bu nedenle de dersleri atölyede değil, bir sınıfta yapmaya başlamıştık. Zaten bu ders seçmeli olduğundan sınıfın yarısı derse geliyordu, kalanı müziği seçmişti. Bu yüzden sınıfa sığardık. Sadece bazen kazalar olabiliyordu. Çünkü herkes benim gibi dikkatli değildi! Mesela bir keresinde bir kız deri ceketime sulu boya damlatmış. Ceketimi çıkarmıştım aslında nasıl başarmış bunu bilmem... O zaman kızmıştım ama kız tatlı biri olduğundan bir şey de dememiş olmalıyım (zaten boya da çıkmıştı). Ama az dikkat be kankaa, tamam, kardeşim. :) İşte o sınıfta derslere girerdik. Ne çizerdik bilmem ama ben yine her zamanki gibi :)) sorumluluk sahibi olmam, sınıfa göre daha çabuk ve düzgün iş çıkarmam (ahahahha vallahi atmıyorum öyleydi cidden bak) nedenleriyle hocanın aferinlerini toplardım. Tamam... Hiçbir zaman resimde aman aman bir yeteneğim olmamış (bunu yazıya başlamadan evvel de biliyordum) ama bak işte kıssadan hisse... Yeterince azimli ve sorumluluk sahibi olunca yetenek eksikliği sırıtmıyor. Of bunu neden önceden ayıkmadım kiii! (kulağımıza küpe).

Lisede iki veya üç yıl resim dersi vardı sanırım emin değilim. Yoksa bir yıl mı... Oralar bende kopmuş ama önemli de değil zaten. Resmi hep sevmişimdir. Bücürlüğümden ergenliğime kadar... ve işte sonrasında hiç resim yapmadığım bugünümde bile. Resim sergilerini dolanmak suretiyle sosyal etkinlik yapmayı da sevmişimdir. Hatta bu özelliğim nedeniyle arkadaşlarım bile beni biraz, hadi hadi, ''entel'' falan bulurlardı. Böyle rafine zevklerim var işte n'aparsın ahahahha. Tabi bir süredir sergi neyin gezmedim ama severim. Resim içeriklerini okumayı, takip etmeyi, bilgi edinmeyi (sanat tarihi açısından) severim. 

Resim sanatıyla ilgili şöyle ilginç bir olayım da var... Bunu hem kardeşimde, hem eski bestimde denemiştim. İkisi de bana göre fazlasıyla daha fazla resimde yetenekli iki insandı. Ancak ikisi de inat ve itinayla beni çizmekten kaçıyorlardı. Hatta kardeşim beni çizdikten sonra resmi bıraktı hahajkfhhsjh. Ay neyse, ciddiyim bu arada. Bestim de normalde bence daha yetenekliyken, çizdim demek için beni çizittirivermiş idi (üstelik evde çizmişti, vakti var idi). İlginçtir bu zamana kadar hoşlaştığım veya beğendiğim çocuklar da hep böyle yetenekleri olan insanlardı. Bence sanata duyarlılık bir kişi hakkında gerçekten bilgi veren bir şey. Bakış veriyor, içgörü dışgörü. Sanata ilgili insanların gözleri parlıyor. Sanırım benim hep en çok bu ilgimi çekmiş.

Öte yandan yazı ile resim de buluşabiliyor. Yaratıcı yazma çalışmalarında resim sanatından (tabi ki resim çizdirmeyeceğiz) yararlanmak sıkça başvurulan bir yol. Bu eğitimcinin hayal gücüyle daha da çeşitli etkinliklere dönüştürülebilir diye düşünüyorum. Allahım dönüştürmeyi nasip et Yarabbim. Bu yeteneklerimi inşalllah kullanayım artık yeteeerrr. 

Bu geceki katharsisismin sonuna geldik. Arrrrivedersiiii (İtalyanlar seri yuhalıyor artık beni, bu kaçıncı bir doğrusunu öğrenemedim).

Aaa bak geçen bir şarkının İtalyanooo coverını buldum. Konuyla sıfır alaka bir şarkı olsa da, İtalyanca da hoş dil hani. Gerçi şarkının etkisini bi' değiştirmiş sanki. İtalyanca bilmediğimden dolayı şarkı bana artık İngilizce versiyonundaki gibi gelmedi. Melodik geldi ama o sert anlam kaybolmuş sanki. İşte yine konudan konuya uçtuk ama tam da bir yaaaa zamanı yapmadan geçmeyelim, her dilin kendi verdiği hissiyat var. Yani o dilin konuşucusu olmayan biri dili uzaktan sezgilerine göre değerlendiriyor ve çevirilerde tonlama, vurgu vs farklılığı bence metnin etkisini etkileyen bir şey. Mesela multi-language olan bilindik bir müzikal var, onu da paylaşayım yeri gelmişken... Her dil o parçanın da anlamına dair vurguyu, bakın anlamı demiyorum ''anlamına dair vurgu'' diyorum, etkilemiş. Yani dinleyendeki etkiyi etkilemiş dil faktörü. Neyse, benim konularım birbirini açar size doyum olmaz. Çaooovuuuvvv. (Amcam böyle şeyler diyerek giderdi: Çav, çüz gibi. Küçükken çok hoşuma giderdi, hala gider sanırım :).


Bahsettiğim İtalyaaanooo şarkı.

Multi diller müzikalll.


Sakura Fırtınası #7: Kütüphaneyle tanışmam.


İlk kez kütüphaneye gittiğim zamanı hatırlıyorum. Sanki büyülenmiştim ama bunun öncesinde bana kütüphaneye gitme fikrini veren olaya ışınlanmalıyım. Ben her zamanki gibi bir kitapçıda kendimi kaybetmiştim. Ortaokula gidiyordum o zaman. Halam da bizimleydi ve ben, ''durun şuraya da bakayım buraya da bakayım'' mı ne diyordum. Sonra halam, istersen seni kütüphaneye üye yapalım, demişti. Ben de, hımmmm kütüphane mi, olmuştum. Açıkçası o zamana kadar hiç bir kütüphaneye gitmemiştim. Bu nedenle ne beklemeliydim emin değildim. Aklımda bir kütüphane tasviri vardı tabii. Hatta bak çok ilginç, ben daha da küçükken ne zaman hasta olsam kendimi yerden taaaaa tavana kadar (ki yüksek tavanlı bir yerdi) kitaplarla dolu bir yerde, yani bir kütüphanede, görürdüm. Ama rüyamdaki bu kütüphane beni heyecanlandırmaz, aksine gererdi. Diyorum ya zaten, ne zaman ateşim hafiften çıksa, uyur uyanık halde bu rüyayı görürdüm. Beni gerçekten etkilediği aklımda. Tüm o kocaman raflar tıpkı bir domino taşı gibi üzerime devrilirdi. Sonra da halsiz halsiz, korkuyla uyanırdım.

Tabi ki gerçek hayatta böyle bir şey yaşayacağıma dair bir endişem yoktu. Hem ben artık kocaman bir kızdım. Sanırım 7. sınıfa falan gidiyordum. Ufaktan kendi kitaplığımı oluşturmaya başlamış mıydım... Tabi ki mini bir kitaplığımsı bir bölümüm vardı ama daha çok çocukken aldığımız kitaplardan vardı ve ben, okumak okumak daha çok okumak istiyordum. Sınıf ve okul kütüphanesi (ki okul kütüphanesi var mıydı tam anımsayamıyorum bile) bana yetmiyor, yetmiyordu. Kitap sınavları için okuduğumuz kitapları da çoktaaaannn okumuştum. Bu nedenle, benim okuma hızım gün geçtikçe arttığı, daha doğrusu kitaplara olan sevdam derinleştiği için (ki kitap bloglarıyla da tanıştığım vakitler bu vakitlerdi) kütüphaneye kayıt oldum. 

Kütüphaneye ilk kez halamla gittim. O zamanlar halk kütüphanesi şimdiki gibi değildi. Yine şimdiki aynı binadaydı ancak restore edilmemiş haliydi. Çocuk bölümü yan taraftaydı, binadan çıkıp yan bölümdeki yere girmen gerekirdi. Biz önce, tabi bunu bilmediğimizden, yetişkin bölümüne girmiştik. Dediğim gibi o sıralar kütüphane şimdiki gibi değildi ve o binada başka kısımlar da vardı. Okuma bölümü iki odadaydı ve dolaplar iç içeydi, odalar basıktı. O haliyle bile beni büyülemişti o ayrı ancak ne şimdiki kadar çeşitli kitap seçeneği vardı, ne de ferahtı. Hatta, her ne kadar o zamanlar bana öyle gelmese de (kitap aşkından gözüme perde inmiş herhal) gerçekten kasvetli bir ortamdı. Zaten kütüphane görevlileri de (ah özellikle de kadınsa - cinsiyetçi olacak son kişiyim lütfen ama ablalar hep agresif hep suratsızdı şimdi) pek güleryüzlü pek iyi mizaçlıydı ahhahahahah. Neyse ben dediğim gibi tüm bunlara rağmen bü-yü-len-miş-tim. 

Beni oraya üye yapmadılar. Yani yetişkin bölümüne. Reşit olmadığım için veya 15-16 yaşlarından küçük olduğum için de olabilir emin değilim şimdi (sonuçta o sıralar 13 yaşında falandım) çocuk bölümüne kayıt olmamı söylediler. Ama ben bunu istemiyordum! Ben yeterince büyüktüm bir kere! O sıralar aslında 15 yaşındayım desem yutabilirlerdi. Ben sonradan küçük göstermeye başlamıştım ahahahahah. Neyse ama tabi kimlik istiyorlardı, yemezlerdi. Biz de çocuk kısmına gitmiştik ama bir gittik ki 7-8 yaşında küçük çocuklar. Ben tabi ergen, halama ben buradan okumammmm, diye mızıklandım sanırım. Yine de tabi oradan üye oldum o kadar gelmişken. Ama hemen ardından, benim önyargım kaynaklı, yetişkin kısmına geri dönmüştük de halam da üye olmuştu. Fena mıydı canım, o da olsundu. Halam bana, ''tamam madem buradan bakın,'' demişti. Onun üyeliğiyle kitap alacaktık! niha-ha-ha...

Halam da bir yandan kitaplara bakındı tabi. O kadar üye olmuştu neticede. Belki o da alırdı. Ama sonrasında onun üyeliğini kullanarak kitapları hep ben aldım ve kimse de bana bir şey dememişti. Hatta bazen üç kitap yetmezdi de, annemin de üyeliğini kullanıp (o da üye olmuştu hahahah) altı kitap alırdım sen ne diyorsuuunnn. Tabi bu yasaktı ama her zaman kitapları vaktinde teslim eder ve hiç zarar vermezdim. Benim gibi okura can kurbandı be. Bir keresinde hatırlıyorum, birisi kitapları bırakıp kaçıvermişti. Kütüphane görevlisi teyze de kitabı bilgisayara geçirirken yanındaki çalışana ''bu kitapları yemişler'' demişti. Kitabın orta yerine yemek dökmüşler... Şimdi günahını almayalım belki bırakıp kaçan dökmemiştir ama o dökmediyse neden kaçtı? Neyse, yani böyle vicdansız ve üstüne sorumsuz okur tipleri de vardı. Bense kütüphane kitabı amaannn bile demez, onlara gözüm gibi bakardım. Sadece bir keresinde kütüphane görevlisi, annemin veya halamın doğum tarihini görmüş ve bana bakış atmıştı. Çünkü karşısında ergen bir kız vardı ama kart başkasına aitti yani (70'lerde-60'larda doğamayacağıma göre :). Ben de kart annemin falan diye kem küm etmiştim. Biraz laf söylenmişti sanırım ama sonra bir şey dememişti. Zaten liseye geçince de kendi kartımla yetişkin bölümünden kitap alabilmeye başladım. 

Hem o arada çocuk bölümüne de ufaktan haksızlık ettiğimi anlamıştım. Çocuk kısmından da kendi üyeliğimle kitap alırdım. Hatta akabinde kardeşim de üye olmuş ve kitap okur olmuştu. İşte ben böyle biriyim, herkesi üye etmiştim kütüphaneye ahahahahah. Ama İ. kendi üyeliğiyle alıp kendisi okuyordu. Yok artık o kadar da değil çünkü. Neyse ne okudum oralardan bilmem artık ama çocuk kısmından okuduğum bir seri vardı. Böyle Fransız bir yazardan Harry Pottervari bir seriydi. Yıldızlar Kitabı'ydı serinin adı (hatta internetten baktım yazarı da Erik L. Homme imiş). Üç kitap falandı galiba veya ben o kadarını okumuşum. Ne anlatıyordu şu an çok da anımsamasam da, o yıllarda sevmiştim. Çünkü içinde, evet evet, sihir vardı! Narnia Günlükleri'ni ve Harry Potter'ı da kütüphaneden alıp okumuştum. Hatta ben Harry Potter'ın tamamını kütüphaneden okudum. Sonra kardeşim de büyüyünce (ortaokulda) fanı olmuştu serinin de, tüm seriyi almış, üstüne özel baskılı kitaplarından bile almıştı. :) İ. Harry Potter hayranı olunca ne sevinmiştimmm, günlüğüme bile yazmışım ahahahhaah. 

Narnia'nın hepsini okuyamadım. Hatta sanırım karışık okudum seriyi ve eksik okudum. Çünkü dedim ya, o yıllarda kütüphane şimdiki kadar zengin değildi. Ne bulursan onu okurdun. :) O yıllarda dediğim de 10-12 yıl öncesi. Tamam belki büyük bir şehirde yaşamanın şansı da vardı bende ama bazen kitap okumama bahanesi olarak kitapların pahalı olmasını gösterenleri anlayamıyorum. Geçen instagramıma koca adam bana kitap hediye edebilir misiniz diye mesaj atmış. Abicim edeyim edeyim oku ne güzel de, ben kendime zor hediye ediyorum kitap mitap ahahhahahah. Ben hayatım boyunca nerede kitap oraya yerleş yaşadım. Arkadaşım da kitap mı var, ''okuyabilir miyim,'' dedim. Kütüphane ne kadar kısıtlı olsa da, sömürdüm sömürdüm ahahahahha. Sonra sonra kendime aldım ettim. Nasıl aldım? Harçlığımla. Ben hiçbir zaman ama hiçbir zaman anne babamdan harçlığım dışında para istemedim. Yemeğimden kısmadım ama mesela giysi almadım veya o tip bir şey, gittim kitap aldım. Makyaj becerimin eksiklik nedeni de ahanda budur ahahahahah. Varımı yoğumu kitaba yatırdım. Gerçekten, vallaaa. O yüzden kitap okumamanın tek nedeni, kitap okumamaktır kardeşim. Kitap okumak isteyen, okur bitti. Ha evet belki okullara yardım yapılabilir. Çocuklar okusun, daha çok okusun, kaliteli okusun diye. Ben bunu demiyorum tabi ki. Ben, okumama nedeni olarak kitap alamıyorum diye zırvalayan ama başka yerlere güzelce para akıtanları diyorum. Sitemim buna. Ki sitem de değil de... yeri gelmişken yazıverdim.

Kütüphaneye başlarda birileriyle giderdim. Özellikle annem ve İ. ile gitmeyi çok severdim. Babam gece vardiyasındaysa oralardan bir şeyler yememizi, eve dönerken beze tatlısı almamızı... annem markete girdiğinde İ. ile birlikte otobüs gelmese bari diye telaş edişimizi severdim. Sonra kendim gidip gelmeye başladım. Otobüsle tek başıma bir yerlere gitmek bana güzel gelirdi. Hatta kütüphane sayesinde şehir içinde bir yerlere tek gitme özgüveni kazanmış, rahatça oraya buraya aktarma yapabilecek kıvama gelmiştim. İ. mesela bu kıvama benden daha geç gelmişti ama ben, çok severdim yolu uzatacak manevraları hahahaha. Bir yerlere tek gitmek gerçekten çok ama çok hoşuma gidiyordu. Kütüphaneye gide gele yolları öğrendim diyebilirim. Gerçi bilmediğim yer de çoktur da, o sıralar kendi en çok gittiğim yerleri kafamda oturtmuştum. Lisede bana kolaylık sağlamıştı bu durum.

Sonra tabi kütüphane Çankaya'ya taşındı. Yeni yeri sokak arasında bir binaydı. O binayı google mapsle bulmuştum. Bulana kadar göbeğim çatlamıştı yeminle. Artık oralardaki mağazalardan sokağın yerini kestirmeye çalışmıştım. :) Tabi böyle diyorum da, bir kere bulunca sonra hep buldum. Yeni yerini ilk kez bulmak zor olmuştu. Yeni yerinde daha ferahlamıştı ama sanki kitaplar. Daha çok raf vardı, kitaplık vardı. Hem, laf aramızda, daha güler yüzlü ve işini en azından seviyor gibi görünen çalışanlar da vardı artık. Bir abi var hele, bu yıl bile hala görmüştüm kendisini, işini pek seviyor. :) Kütüphanede aradığım kitabı da kolayca bulurum. Hatta kitap arayanlara az yön göstermedim ahahahah. Soyadına göre dizilir kitaplar. Tabi önce milliyet, sonra soyadına göre. Öyle ara yani aklında olsun. :) Gerçi her kütüphane aynı mı bilmem de. Tabi kurgu dışılar da var. Ama onlar da aynıdır. Önce branş, sonra soyadı. :)

Bir keresinde, hiç de beklemediğim bir andı, kütüphanede bir çalışan görmüştüm. Yeni yıl günüydü hatta. Yılın son günüydü. İş olsun diye kütüphaneye gitmiştim. O gün de kütüphaneci abinin bana saracağı tutmuştu. Alacağın olsun abiii... ahahahah. Neyse ben başta fark etmedim tabi. Öyle bakındım ettim falan. Sonra kitapların barkotunu okutması için çalışan birine yöneldim. O gülümseme... Hayatımda gördüğüm en yakışıklı kütüphane çalışanıydı gerçekten. Veya o gün mü yakışıklıydı acaba bilemedim. Her neyse öylece kalakalmıştım ahahhaha ama sonra kütüphaneci abi araya girmişti bir şeyler demişti ve benimle uğraşmıştı. Sonra çocuk da lafa katılmıştı ve çocuğa gıcık olmuştum, çünkü benim yanımda durmamıştı ve o an yakışıklılığı bitti ahahhaahahha.

Velhasıl kelam, kütüphaneleri severim. Başka kütüphanelere de gittim ama favorim hep -reklam olmasın diye isim şey etmim ahahhahah- o, işte, büyük olandı. En çok okuma kitabı orada. Ders çalışmak için gidersen ama dolu zamana gitmemek lazım. İnsanlar oraya çalışmaya da çok gidiyor.


Sakura Fırtınası #6: Yeni yıl yaklaşırken.


Küçükken yeni yıla nasıl girersem tüm yılımın öyle geçeceğine inanıyor, bastıran uykumu savmaya çalışıyordum. Ancak bunu her seferinde başaramıyordum. Üstelik tam da akşam 11'den sonra falan uyuyakalıyor ve yeni yılı 5-10 dakika geçe uyanıyordum... Hissettiğim hayal kırıklığı ve aslında telaş -çünkü tüm yıl uyumak zorunda kalmasam bari diye düşünen bir tarafım inanılmaz olsa da vardı- anlatılmaz ancak 7-8, belki 9 yaşındayken falan yaşanırdı. 

Biraz daha büyüktüm sanırım, bir yeni yıl ağacımız vardı onu İ. ile süslerdik. Küçük, minyatür bir şey. Yeni yıl yaklaşırken dolaptan çıkartılırdı da bir İ., bir ben sırayla ağaca süsleri yerleştirirdik. Yeni yıl akşamı tombaladan bile daha çok oynamayı sevdiğim oyun, kızma biraderdi ahahhahaha. Hala çok severim ve çok da başarılıyımdır (bizde zar tutma da olmaz, ayıpsıınn).

Yeni yıl zamanları aslında hep keyiflidir. Yeni yıl sofrası, belki pastası, oyunları, gece yarısını bekleyişi falan filan. Ama ben en çok da, yeni bir yıla girdiğimiz ilk dakikaları severim. Havai fişekleri normalde sevmem ama yeni yıl zamanı severim. Yeni bir yıla girerken ilk önce yıldızlara bakarım. Ve mutlaka, ama mutlaka, dua ederim. Bir dilek dilemek gibi. Belki iki, belki üç... En çok istediğim şeyi kalbimin ritmini ellerimde hissederek içimden geçiririm. O kadar derinden isterim ki, gerçekleşmemesi beni hep şaşırtmıştır ahahahahahha. Bunun bir nedeni var tabi. Bir şey olmuyorsa mutlaka nedeni vardır ama biz anlamayı erteleriz.

Yeni bir yıl yaklaşırken sanırım çoğu kişi artık daha hevessiz. Aslında ben de aynıyım. Sadece bir sayı değişiyor gibi değil mi? Hem sanki daha önceden yeni yıl akşamları daha keyifli gelirdi bana. Daha dolu. Tabi nasıl geçirdiğin de önemli de... Yılın son gününde insanların yeni yılını kutlarım. Tanıdığım, sevdiğim insanların. Özel günleri hiç kaçırmam. İlk mesajı hep ben atarım. :) Aslında bundan gocunmam da. İnsanların telefonun ardından benim mesajımı aldıklarında hissettikleri belki anlık ama o hoş hissi anlarım. Birilerini kısacık gülümsetmek, hatırlandığını hissettirmek de keyifli. Tabi tersinin olmasını da isterdim ama... Bilmiyorum, konu niye buraya geldi acaba ahahahhahah.

Yeni yılı sevme nedenlerimden biri de, doğum günümün ön gösterimi gibi hissettirmesidir. Doğum günüm ocak ayının çok başlarında, bu nedenle yeni yıldan hemen sonra yeni yaşımı karşılıyorum. Aslında yeni bir yaşı karşılamanın da bir numarasının olmadığı gerçeğiyle yüzleştiğim yaşlara geldim artık ama yine de yeni yıl da, doğum günüm de, bu günlerin yaklaşıyor olması da beni hep heyecanlandırır. 

Bazen arkadaşlarımla kutladığım doğum günlerimi özlediğim oluyor. Üniversiteden arkadaşlarımla. Bana hep bir şekilde sürpriz yaparlardı ve ben de yutardım bu sürprizi ahahhaha. Ama bak neden... Çünkü doğum günü zamanlarımda finallerimiz olurdu. Benim kafa bir milyonken bunlar beni yemek yicez, şunu yicez, bunu konuşcaz diye bir yerlere götürürlerdi. Ben zaten kronik uykusuzdum, bir de üstüne sınav... Hatta bazı yıllar o gün iki sınavımız olurdu! Hal böyle olunca sürpriz mürpriz çakmazdım. Küçücük ama kocaman bir sürprizdi benim için. O zaman bile, o anları yaşarken bile, beni ileride de gülümseteceğini bildiğim anlardı. Hala arada konuşuruz. Özellikle birkaç tanesini ayrıca sevmişimdir. Ama başka şehirdeler. İki arkadaşım birbirleriyle konuşmuyorlarmış. Bu garip. Böyle durumlarda ben diğeriyle konuştuğumu yeri gelirse belirtiyorum. Çünkü biri biriyle konuşmuyorsa bana ne canım ahahahha :). Yine de birlikte ortak anılar biriktirdiğin kişilerin kopmuş olması tuhaf gelebiliyor. 

Aslında iki hafta falan erken doğmuşum. Zaten minicik doğmuşum, zayıf. Ama daha küçükken keşke biraz daha erken doğsaydım da aralık doğumlu olsaydım, bir yıl daha üst sınıfta olsaydım diye düşünürdüm. Neden bilmem... Belki de kendimi sınıfıma göre olgun hissediyordum veya mahalleden arkadaşlarım bir sınıf üstte diye onlara özeniyordum. Acaba gerçekten başka bir dönemde doğsaydım bir şey farklı olur muydu bazen kısacık düşünürüm. Yani bir yılcık değil de... On yıl, yirmi yıl önce falan. Gerçi zaman o kadar da önemli değil sanki. Önemli olan insanın kendisidir neticede.


Sakura Fırtınası #5: Neyi Sevdiğimi Hatırlıyoruz.


Bu serideki yazılarımın hepsine bayıldım. Hatta blog tarihimde en çok içime sinen yazı dizilerimden biri oldu. Ancak öte yandan yine onları yok etme dürtüsüyle karşı karşıya kaldım. Bu sefer hadi silmeyim de kuliste kalsın öylece beklesinler diye de düşündüm. Sorun acaba yazılarım değil de, mektupvari yorum yanıtlarım mı diye de düşünmüyor değilim ama hayır... Sorun, çok da okunmayan gariban bloğumu okuyan azınlığın benim duygusal biri olduğuma inanacağına dair kök inancım. Ay aman bence kimse de üstünde o kadar düşünmeyecek ama bilmiyorum. Öyle düşünüyorsan söyleyim sevgili okurcuğum, duygusal biri değilim. Duygusal olmak yerine... zeki falan olmayı tercih ederim! Gerçi... zeki biri de duygusal olamaz mı? Sanırım bir şeyleri kategorize eden kişi, şey, aslında benim beynim. Bir şeyleri bütün olarak algılamaya dair öncelikle ben alıştırma yapmalıyım!

Dün gece sevgili Roza'nın şu yazısını okurken uzun zamandır sevdiğim şeyleri sahiplenmediğim gerçeğiyle yüzleştim. Aslında bir anı serisi başlatma nedenim de tam olarak buydu. Ben neyi severim bilemiyorum veya sevdiğim o şeyler gerçekten de önemli mi veya bir şeylere bu çeşit bağ geliştirmek... romantize etmek falan... Benim kişiliğim gerçekten duygusal değil bak gerçekten inan bana nolursuuunn ahahahah. Ancak öte yandan duyguları derinlemesine hissedebilme yetisine sahibim evet. Bu duygusallık oluyor mu emin değilim, çünkü duygusallık deyince aklıma ''ezikçe'' şeyler geliyor. Yani olmadık şeylere sulugöz olmak, dudak bükmek gibi. Kaldı ki bir şeyin olmadıklığına kim karar veriyor o da tartışılır. Belki gözlerimde vana kaçağı yapan (??) şey benim için önemli bir şeydir. Zaten önemli bulmasam duygularımın bir dışavurumuyla ağlamam değil mi! Neyse, böyle şeyler düşünüyorum işte. Öncelikle aslında kimsenin dillendirmediği bir önyargıyı ele alıyorum ve sonra ona karşıt bir önyargı geliştiriyorum ve etraf önyargı yumağıyla doluyor. Oy yoruldum. Bak işte beennn, zihin insanıyım. Benim Hogwarts binam bile Ravenclaw. Ya seninki ne? :)

Küçükken, ortaokuldayken, -aslında öncesinde de- çok çalışkandım. Yani böyle ''inekvari??'' bir çalışkanlık değil ama zekiyim işte naparsın ahahahha. Şaka. Ama çalışıyordum. Zaten o sıralar çalışmak dışında yapabileceğim pek bir şey yoktu. Normal çalışıyordum ama hep sınıf birincisi falan olurdum, bak şu işe. İnsan o kadar başarılı geçmiş bir çocukluktan sonra gözleri parlatan bir akademik kariyer bekliyor ama işte... Sanırım sonrasında hep ortalamaya oynadım. Yani ortalamanın iyisi olmak gibi. Ya da kafam matematiğe basmamaya başladı ahahhah, tamam doğrusu buydu beni yakaladın!

İşte ortaokulda en çalışkan olduğum zamanlar... Harry Potter serisiyle tanışmışım, vaoovv, vooooaaa, aboovvvv falan olarak tenefüslerde olsun, hocanın bakmadığı ders boşluklarında olsun, sıra altından sıra altından kitapları götürüyorum. Cadılık kariyerimin temelleri de o sıralar atılmış olabilir tabii, yeri gelmişken belirtelim. İşte neyse okuyorum ediyorum. Orada bir bilmiş kız var Hermione, bildin mi, işte kendimi özellikle de bazı derslerde o kıza benzetirdim ahahahah. Cidden ama ne sinir bozucuymuşum aslındaaa... Yani eski sınıf arkadaşlarıma sorsak belki sinir bozucuydu demezler (sağ olsunlar) ama ben mesela o sıralar kendimle sınıf arkadaşı olsaydım kendimi sinir bozucu bulabilirdim. Çünkü özellikle de fen bilgisi dersinde elim hiç inmezdi ama bak hiç. Artık hoca bana söz hakkı vermiyordu öyle diyim. Tatlı bir kadındı. Genç, hoş ve bağırmadan da sınıfı idare edebilen birisiydi. 

O sıralar bana en sevdiğim dersi sorsanız kesinlikle... Fen bilgisi diyeceğimi sandın değil mi? İlginçtir, bak gerçekten çok ilginçtir, fen bilgisi demezdim ya... Neden acaba? Oysa şu anki büyük Ben olarak ortaokuldaki halime bakınca en çok fen bilgisi dersinde eğlendiğimi hatırlıyorum. Bunun nedeni muhtemelen öğretmenden kaynaklıydı. Beni gören bir öğretmendi. Derse ilgimi, heyecanımı gören bir öğretmen olduğu için ben de onun dersinde kalbimin atışını duyar ve ilgimi hiç kaybetmezdim. Türkçe dersi öğretmenim de genç ve hoş bir kadındı. Sınıf öğretmenimiz oydu hatta. O sıralar ona sempatim vardı ama dersindeki ennnn -evet yine ben- başarılı öğrenci ben olmama rağmen beni pek sevmiyordu sanırım. Neden bilmem... Hatta bir keresinde bana laf sokmuştu beynime kazınmış... Ona bugün sorsak eminim, aaaa evet çalışkan bir kızdı falan der, ama hayır! ben dersinizi seviyordum hocam. Hatta sizi de.

Genelde şevkimi kırmaya yatkın hocalarım olmuş düşününce... Buna rağmen veya bundan ötürü ben hep çocukların şevkini artıran bir öğretmen olmayı hayal etmiştim. Sonra bir noktada öğretmenlikten soğudum gibi hissettim. Tabi ki bunun da nedenleri var ama yani... Konumuz bu değil ve bu konuda yorum gelmesini de istemiyorum aslında. Öğretmenliği seviyorum tabi ki. Benim kendi kişiliğimde zaten ''öğretmen arketipi\ özelliği (??)'' gibi bir şey var bence. Mesela... ay neyse kimin umurunda ahahhahah. Ama işte, öğretmenliğe dair en güzel şey öğrenciler bak. Öğrenciler ve onları görmek ve... onların kendilerini görmelerini sağlamak. Herkes iyi bir öğretmen olamaz. Bu nedenle de çaba isteyen bir şey öğretmen olmak. Uzaktan göründüğü gibi değil. Belki benim eleştirdiğim öğretmenlerim de yorulmuşlardır falan filan. Hayır. Bir öğretmen... Neyse ne.

Ortaokulda herkesle konuşabilirdim ama sessizdim de. Bilmiyorum. Çalışkan falandım ya... günün sonunda her şey bu özelliğime bağlanıyor gibiydi ve bundan hep nefret etmişimdir. Yani birileriyle ders çalışmaktan nefret etmişimdir, birilerinin sınav zamanı kankası olmaktan nefret etmişimdir... 6. sınıfta arkadaş olmak istediğim kişilerin soğuk yapıp 8. sınıfta kankam olmalarından da nefrreet etmişimdir. Bundan olacak, hep herkesle yakın ama mesafeli durmuşum. Lisede bile... Ah! Tabi başka nedenler de var ama ana sebep buymuş gibi görünüyor. Sanırım tek bir şey olmaktan nefret etme nedenlerimden biri de bu. Tek bir sıfatla tanımlanmaktan en basit ifadeyle iğrenirim. Çünkü o ben değilim. Gerçi dedik ya... aslında kimin umurunda ahahhaha.

Sanırım ben çalışkandan ziyade gerçeği yansıtacak bir şekilde ''meraklı'' veya ''öğrenmeye çok istekli'' olan kişilik özelliklerimle tanımlanmayı tercih ederdim. Küçük bir kızken bile. Çünkü ben aslında sevdiğim için, sevdiğim şekilde ders çalışırdım. Bana sevmediğim bir şeyi hiçbir zaman hiç kimse yaptıramamıştır. Neyse ki çalışmayı severmişim işte. :) Küçükken matematiğim de çok iyiydi. Hatta ortaokul son sınıfta bile. Sonra ne olduysa ipin ucunu asla yakalayamadım. İngilizcem bile çok iyiymiş vay be. Lisede de fena değildim aslında. Sonra bana ne olmuş acaba? Puuu, nazar nazar :).

Özellikle yüksek lisansın bir noktasında tembel ve sorumsuz birine dönüşmüştüm. Ayrıca çok mutsuzdum. Oysa her ne kadar öyle anılmayı sevmesem de, evet, hep ''çalışkan'' olmuşumdur. Evet evet çalışmayı sevdiğim için falan. Oysa sonra... koptum. Bu nedenle zamanla, neyi sevdiğime dair edindiğim tüm izlenimler uçtu gitti sanki. Blog yazmak beni, parçalarımı, bir arada tutuyor gibi hissediyorum. Acaba blog yazmasaydım nasıl bir kız olurdum? İnan bilmiyorum. Blog yazmaya nasıl karar verdiğimi de anlatayım ister misin? İstemezsen yazının kalanını okuma aahahahahah. (Bu da 2000'ler sitcom kahkaha efekti sinir bozuculuğuna evrildi ama n'apayım, bayılıyorum nihahahaha :).

Ortaokula giderken, o sıralar evimize bilgisayar da alınmıştı ve daha çok evde kalırdım (bu konuyu anlatmayacağım ki bir olayı da yok aslında), kitap bloglarını ve facebooktaki kitap gruplarının paylaşımlarını okumayı çooookkk ama bak çooook severdim. En az Sanalika veya Stardoll oynamak kadar, hatta daha bile fazla ahhahahah. İşte takip ettiğim ama hani sıkı takipçisi falan olduğum üç beş kitap bloğu vardı. İsimleri bile hala aklımda. Mesela... Büyülü Ayraç, ki hala çok severim ve instagramdan takipleşiyoruz. Küçük Ben'e bunu söylesem çok mutlu olurdu ahhahahah ya çok komiğim gerçekten, küçük ergen halim komik yani. Buna sevinirdi işte şapşirik. Sonra mesela Kitab-ı Sevda bloğu da vardı, ki kendisini çoook net hatırlıyorum Hangi Vampirleri Okumuşum başlıklı yazısıyla keşfetmiştim ahahahahah :) O da bıraktı galiba blog işlerini. Kitap Aşığı vardı son olarak, ki kendisi bak gerçekten ilkti, ilk booktuberdı yani youtube'da kitap içeriği çeken benim gördüğüm (ki ben başka görmemişsem yoktur ahahahha) ilk kişiydi. Sonra onu takiben o yıllarda ufaktan aşık olduğum Eren Nadir Akşamoğlu (fanıydım diyorum hahahah, hala pek severim bu arada hele video girişlerinii <3), Asena, Yiğit, Sıla vs vs geldi. Sonra tabi bu instagram popüler olunca bookstagramlar (ınstagramda kitap içeriği paylaşan sayfalar) çoğaldı, booktuberlar da arttı falan filan. Ecmel Soylular bile yoktu o zamanlar, bak diyorum o kadar maziye ışınlandık birlikte. Ki Ecmel'in Thinbooks zamanlarındaki ilk videosundan beri takipçisiyim ahahahha. Ne özenirdim onaaa ama nasıl özenmek. Neyse :'). Mesela aklıma geldi şimdi onu izlerken, şimdilerde de Melikşah Altuntaş'ın kitap film yorumlarıyla ilgili videolarını çok izliyorum. Ara sıra Zeynep Hantik'e de göz atarım. Bünyeme eski zamanlarda şevkle takip ettiğim kitap hesaplarının verdiği hisse benzer bir his veriyor onları izlemek de.

Velhasılkelam güzel zamanlardı. 2014'ün son çeyreğinde, liseye başlamıştım o yıl, ben neden bir blog açmıyorum dedim. Sonra da açtım ahahhahaha. Hatırlıyorum hatta ilk yazım Kuralsız Film Yorumu + Mini Kitap Alışverişi'ydi. G. diye bir bestim vardı o sıra, o da kitap kurduydu. Lisede, özellikle ilk iki yılında (ki ilk yılında daha çok) kitap okuyan insanlarla dolu bir sınıfım vardı. Erkek öğrenciler bile okuyordu inanabiliyor musun! O yıllardaki hala küçük olan İlkay için bu inanılmazdı. Çünkü ortaokuldaki sınıfımda kitap okuyan erkek öğrenci var mıydııı... Çoğu canavardı, şşşşş. Hepsi değil tabi de, biraz yaramaz ve sesli bir sınıftı. Bu nedenle lisedeki sınıfım gözlerimi yaşartmıştı. Doyasıya kitap sohbeti yaptığım zamanlardı. Sanırım o yıllardaki sınıfıma beni sorsak benim için ''kitapkurdu'' derlerdi ahhahahahah. Hep okurdum ama hep. Benim normal halim için bile fazla okurdum öyle diyim. Hoşlandığım tatlı bir çocuk vardı, kitap okurken onu bile gözüm görmüyordu ahahhahah. 

Okula erken varırdım, bahçede kitap okurken az arkadaş edinmedim :)) Evet, insanların en çok ilgisini çeken kitap okumamdı sanırım. Yanıma mutlaka biri gelir oturur ve sohbet açardı. Sonra da tanışık olurduk işte. Arkadaş edinmek benim için hep kolay olmuştur. Bakma burada bazen takıntılı gibi görünüyorum sanırım ahahahha ama cidden arkadaş edinmekte hep iyiydim. Ama her arkadaşım dediğim veya her tanışığım da yakın arkadaşım kıvamında olmuyordu haliyle. Okul çıkışlarında okulun çevresinde bulduğum kitapçılarda vakit geçirirdim (kankimlere yakalanmadıysam :). Zaten o yıllardaki kankimler metroya, dolmuşa koşarlardı aman yakalayalım diye. Bir bestim vardı, yıllarca da bestim olan F., onunla dolmuş bekleyişimiz, benim evden ömürlük ayrılırcasına doldurduğum çantama sığmayan kitaplarımı dolmuş beklerken tutuşu ahahhahah, arada B.'ye de rastlardık ki kendisiyle ortaokulda dershanede bff olmayı çok istemiştim nasip olmamıştı sonra da iyi ki olmamışız olmuştum ahahahah ama normal arkadaş olarak tatlı bir kızdı, sonra da F. ile dolmuştan vazgeçip gezmek için Karşıyaka Alsancak falan Allah ne verdiyse gidişimiz :) -ki okul Bornova'daydı puu Allah bizi ahhahaha ama biz deniz severdik, ondan-. Ne tatlı zamanlardı! Sanırım hayatımın gerçekten de en huzurlu yıllarıydı. İşte o yıllarda, o yılda, bir blog açmıştım ama ilk yazımı biraz daha sonra, 2015 yılının 21 Mart gününde yayınlamıştım. Ekinoks olduğu için net hatırlıyorum. Mesela bu bloğu da 21 Haziran'da açtım (tamamen tesadüf :).

O bloğumu çok severdim. Çok çok çok severek yapmıştım tasarımını. Belki bin yıllık külüstür bir teması vardı ama ben onu kendi zevkime ve aslında kişiliğime göre özelleştirmiştim. Bulutlarla kaplı arka planımı hatırlıyor musun, ya mavi renkli yazılarımı... En çok bunu severdim. Çünkü başka kimsede yoktu. Ben o tasarımı yaparken yoktu yani. Bulutları çok severdim, denizi çok severdim, maviyi de çok severdim. Bloğum, benim ruhumdu. Biraz fazla mı oldu... Ama öyleydi. Ruhumun bir yansımasıydı. O sıralar blog yazmak beni canlı tutuyordu. Kırılgandım biraz. Yine de güçlüymüşüm aslında. Bu konuyu çok açmadım ama... yeme bozukluğum tam geçmemişti o zamanlar. Yemek yesem de hala korkuyordum. Blog yazmak beni iyileştiriyordu desem yine mi fazla olur... ama öyleydi öyleydi.

Ah şimdi gidip o küçük kıza sarılmak istedim. O yıllarda kendim kendime küçük gelmezdim ama işte şimdi küçücük olduğumu net bir şekilde görüyorum. Küçücük, tatlı bir kız. Ona tatlısın sen desem, böööööö derdi ahahha, tamam demezdi bu özelliği sonradan kazandım ama bilmiyorum suratı düşerdi. Çünkü o da zeki falan olmayı daha çok isterdi. Ve güzel olmayı. Ve öyle şeyler. Aslında ikisi birdendi. O hep, zeki ve güzeldi ahahhahahah :) O neleri severdi anımsamıyorum, ki artık anımsamam da pek gerekmiyor. Ben geçmişi onu tutmak için yazmıyorum. Görmek için bile değil... sevdiğim için. Sevdiğim için yazıyorum. İşte sevdiğim şeyler... 

-Kesin sonradan keşke şunu da yazsaydım, keşke bunu da yazsaydım falan derim :)-


Gün doğumu mavisi: Gökyüzü tam aydınlanmadan, hala karanlıkken gökyüzünü izlemeye başlamayı çok severdim. Bir süredir yapmasam da kesin hala seviyorumdur. :) Yıldızlar teker teker kaybolurken, sesler yavaşça artar. İnsanlar uyanır, arabalar falan da ayaklanır (tekerleklenir ?? :)... Ve gökyüzü, siyah ile mavi arasındaki o ara tonuyla güneşi karşılar.


Ay: En çok dolunay dışındaki halleri. Dolunay'ı herkes sever, ben onun az ışıklı yanlarını bilene severim diyorum. O da bana arkadaşlık ediyor. Sevgili Ay, benim arkadaşım. Tamam Dolunay da uzun yıllar mektup arkadaşım oldu ama alınmasın. Dolunayla çok yakın değiliz, o nedenle ona kırgınlıklarımı yazdım Dolunay başlıklı yazılarımda hep. Bazen de zırvaladım. Diğer hallerini ise hep selamladım. Büyürkenki küçülürkenki hallerini... kimsenin özellikle dikkat etmediği gezgin Ay'ı hep selamladım.


Yıldızlar: Yıldızları başlı başına seviyorum, farklı yıldız takımlarını bulmayı da seviyorum. Çok da bildiğimden değil de... bazılarını tanırım. Görünce parmağımla resmini çizerim. Zaten biliyorsun :P, yıldızları çok severim. Küçük bir kızken bile çok severmişim. Gerçekten yanında cırcır böceği olabildiğim büyüklerimi çekiştirir, bak dermişim, yıldızlar orada.


Hayvanlar: Hayvanlar kendi halinde takılırken izlemeyi severim. Tabi ki evcil hayvanları. Mesela bir leopar veya orangutan yanımda dursa pek de hoşlanamam herhalde ahahhaha.


Sanat: Özgünlük içeren her şeye bayılırım. Ama modern sanata ısınamadım :)


Sohbet etmek: Eğer karşımdaki kişi açık fikirli ve üç beş konuya ilgili bir insansa, benimle saatlerce sohbet edebilir.


Çikolata ve kek ve kurabiye ve pişmaniye ve öyle şeyler ahahhaha: Tatlı severim ama nedense son yıllarda içecekte pek sevmiyorum ahahah (kendimi kandırma çabam değil gerçekten).


Kahve: Kıymetlimiissss.


Yazmak: Yazmasaydım bu kız olamazdım bak ciddiyim. İyi mi olurdu kötü mü bunu bile düşünmeyen biri olurdum. İyi mi olurdu bilmesem de, belki mutlu olurdum bilemiyorum :) Bu da iyi olurdu mu demek mi ki :)


Okumak, İzlemek\ Dinlemek, Konuşmak, (Yazmak x2'leyelim): Dört temel beceride de iyiyimdir üzerinize afiyet :))) ajahahahhahah. Şaka tabi ki. Dört temel beceride kendimi geliştirecek aktiviteleri pek severim.


Gökyüzü, Deniz, Doğa falan: Bak doğada yaşayamam ama severim. Başım boynum tutulurcasına hep göğe dönük olmuştur ve bu dünyaya dair en favori parçam denizdir.


Gülmek ve Güldürmek: Bayılırım. Ben bebeyken biri bana senin gülümsemen güzel dedi bence, kendimde de hep gülümsememe aşıktım ahahahah. Hep 32 diş sırıtmışımdır fotoğraflarda belli bir yaşıma kadar. Sonra baktım herhalde başka sırıtan yok kestim :) Ve insanlarda gülümsemeye tikkat tikkat kesilirim. Gülün canımmmm. Hatta bizde peynirrr yoktur, kiraaazz vardır. 32 diş güldürme garantili.


Yürümek: Özellikle müzik dinleyerek.


Mp3'üm: Ruhum 2008'de yaşayacak dersem de inanma, nostaljik hisleri sevsem de geçmişe tutunmayı sevmem. Ben asıl bu aletin bende uyandırdığı hissi seviyorum ve hangi parçanın denk geleceğini bilemeyişimi, yıllar boyunca biriktirdiğim şarkıları yeniden keşfedişimi ve böyle şeyleri işte. Teknoloji ve uygulamalar ne kadar gelişirse gelişsin ben müzik dinlemeyi en çok mp3'ümle seveceğim. Ki aslında sık da dinlemiyorum artık. Arada.


Yollardaki kavisler: Hatta araba\ otobüs oralardan geçerken içimden''vuuu'' demek gibi eski bir alışkanlığım vardır. Sanki bir lunapark oyuncağında gibi hissederim.


Dua etmek: Yaratıcı'yla\ Yaradan'la konuşmayı hep çok sevmişimdir.


Yıldızlarla Konuşmak: Bunu artık yapmıyorum ama bu zamana kadar içimden az yapmadım hani. İçimden konuşurdum dediğim gibi. Kalbimden. Onlara sorular sorardım. Bilmek istediğim, kalbimin bilmek istediği soruları. Sonra oturur, bekler beklerdim. Belki bu arada birkaç meteor da kayardı. Sonra... bir yanıt yükselirdi, pek tabii içimden :) Cevap, kalbimden gelirdi. Bazen sana da laf arasında söylerdim. Anladıysan bravo :)


Keşfetmek: Öğrenmek de denebilir belki ama ben keşfetmeyi seviyorum. Keşfedemediğimde mutsuz olurum. Artık çoğunlukla kalbim mutsuz. Bunun nedeni bu sanırım.


Yazdığım bir yazıyı bitirince baştan sona okumak: Blog yazısı olur, başka bir yazı olur... hatta derslerim için yazdığım makalelerde bile en çok bunu severdim :)))


Fotoğraf çekmek: Ayyy bayılırımmm. Hatta önceden takıntılıydım. Mesela güzel bulduğum bir şey mi keşfettim, tak tak fotoğraflamalıydım. Yoksa aklımı kemirirdi onun, o yerin neyse artık fotoğrafını çekene kadar... Hatta yerlere bile eğilirdim gocunmadaaannn :) Gerçekten manyaktım. Yetenekliydim de bence. Çünkü bir şeyin doğru açı ve belki efektle, olduğundan daha farklı ve güzel çıkabileceğini düşünüyor, kendi beynimi\ gözümü çıkarıp herkese gördüğümü gösteremeyeceğim için de, fotoğrafa (ve yazıya) sığınıyordum.


Bloğuma gelen yorumları ilk okuma an'ım: Her seferinde ilk blog yazıma gelen yorumlar kadar heyecanlandırıyor beni <3 Bir kişi bile yorum bıraksa heyecanlanırım. Çünkü bu benim için kıymetli, hep de kıymetli olmuştur.


Ağaçlar: Doğa dedik ama özellikle de ağaçlar için ayrı bir başlık açmalıydım! Ağaçların gökyüzüyle bütünleşen dallarındaki yapraklarını izlemeyi çooook severim. Özellikle de ilkbaharda yeşeren ağaçların yeşilliğinin göğün mavisiyle buluşması içimi ferahlatır. Hatta üniversitede insanlar sohbet ederkene cins olan ben kafamı kaldırıp bunu izlerdim ahahahhah :) Bir sürü de bu bahsettiğim görüntüyü fotoğraflamışımdır. Yapraklarla dolu bir gökyüzü. Bak böyle bir anım var. Ayrı yazı yazmayacağım, şimdi yazayım da aradan çıksın. Küçükken (ben pek hatırlamıyorum) yine gökyüzünü boynum tutulurcasına izlermişim de bir gün gözüme çöp kaçmış. Hatta annemgil beni (babama da duyurmadan çünkü hasta olmamızdan nefret ederdi :) doktora götürmüş. İlginçtir doktor da anneme kızmış bu çocuğa bakmıyor musunuz diye. Aaaaa ama insanlık hali olur öyle doktur beyyy (kesin beydir bu, hanım olsa anlardı herhal bir anneyi). Neyse sonra gözümden çıkmış herhalde o şey neyse. İşte benim gökyüzü sevdam şaka değil. :)))


Yapraklar: Sanırım farklı tarzdaki yaprakları da seviyorum.


Gün ışığının bir yerlerden sızması: Yani bir yerlerden derken... elimi gün ışığına doğrultup romantik sahne yaratmayı severim hahahahah, işte parmaklarımın arasından gelen ışık gibi. Veya yaprakların arasından süzülen ışık huzmeleri gibi. Hafif nostaljik efektli gün ışığının odaya yansımasını da severim.


Eski aile albümleri: Çooook severim.


Hafif yağmurda yürümek: Önceden sevmezdim ama artık seviyorum mu acaba... Ama bak mesela yine çok değil ama biraz yağdığında yağmuru izlemeyi severim. Camdan süzülmesini ve aslında camın buğu olmasını ve ona kalp, gülen yüz vs çizmeyi. :)


Sarılmak: Çok küçükken dokunmatiktim. Annemin yanağını severek uyurdum. Hayal meyal aklımda. Sonra arada soğuk nevale oldum. Sonra yine sarılmayla hafiften dokunmatik oldum. Tabi ki sevdiğim, gerçekten sevdiğim birilerine sarılmayı kastediyorum. En sevdiğim sıcaklık, sarılma sıcaklığıdır. En sevdiğim derece. :)


Yolları izlemek: Keşke bolca seyahat ettiğim, ama çok güzel yerlere seyahat ettiğim, bir hayatım olsa. Bunu tüm ruhumla isterdim. İsterim!


Mandalina kokusu: Geçen demiştik, listeye eklemezsek ardımızdan ağlar.


Eski yerli dizileri izlemek: Sadece sihirlileri değil, genel olarak eski dizileri arada rastgele bir yerden açıp atlaya atlaya izler ve hunharca yorum bırakırım ahahahahha öhöm tamam. O kadar da hunharca değil ama izlerken bir şeyleri tespit edip yazmayı severim şindi. Şu sıralar Avrupa Yakası favorim. Belli oluyordur :))


Güzel defterler almak: Onlara yazmayı da severim tabii. Günlüklerimi de severim ama... Bak çok ilginç, eskiden olsa ilk maddelere (ki aslında bu listede sıralama da yok da) günlük yazardım. Oysa şimdi... Son iki yıldır pek günlük yazmıyorum. Blog doyurdu beni herhalde. :) Gerçi günlüğe de ergenken olay yazardım. Sonra sonra düşünce yazar oldum. Arada eski günlüklerimi yok etmek istiyorum ama çok defterim var. Okunma endişem yok aslında ama tabi iznim olmadan okunmak hoş olmaz. Öte yandan zaten her şeyi her zaman herkese açıkça söyleyip gösteririm (bence ?? :). Böyle ekşınlara gerek kalmaz ve pek merak uyandıran bir yaşamım da yok. :) Yine de ne diyordum işte onları yok edesim de gelmiyor değil. Zaten artık günlük yazmak istemiyorum. Günlüklerim kendimi tanımamı sağladı o ayrı... Başta hep negatif şeyler yazardım kendim hakkında. Ne üzücü.


Eski romantik şarkılar: Dans şarkıları ahhahaha :) Hiiççç... tatlı. Tatlı değil mi? Hayal falan kurmam bu arada. Ben müzik dinlerken, sadece onu dinlerim. Genelde yani. Çünkü hayal kurarsam, o şarkıyı o hayale ve insana bırakmış olurum. Sonra o şarkı bana değil, ona veya o hayale ait olur. Bunu istemem. Bu nedenle çoook nadiren yapmaya özen gösteririm. Yaaa. :)


Okuma kitaplarındaki illüstrasyonlar: Özellikle de sanatçısının kendine has bir tarzı varsa, bayılırım.


Yaz sonunda ipe biber, patlıcan vs dizilmesi: Balkon ipinde duran bu dizili sebzeler beni hep gülümsetir. Aklıma önce anneannem, sonra da bizim karşı komşumuz gelir.


Kitapların birilerine ithaf edilmesi: Okuma kitaplarında ilk önce buna, sonra yazar biyografisine bakarım ve öylece kitaba başlayabilirim. Bir kitap yazsan, kime ithaf ederdin? :) Bence insanın kitap ithaf edeceği kadar sevdiği biri olması çooook kıymetli.


Kelime oyunu yapmak: Şahsen çok eğleniyorum :)


Yeşil Erik: Sevmeyen mi var :)


Sebze yemekleri: En sevdiği yemeklerden biri kereviz olan birini tanıdın mı? İşte ben ahahhahah. Çocukken de yemek seçmezdim. Belki de öyle alıştığımdan, sebze yemekleriyle aram hep çok iyiydi.


Şiir Falı: Bir şey düşünüp veya soru sorup bir şiir kitabından rastgele şiir okumayı ve soruma dair çıkarım yapmayı severim :)


Tarot kartlarımı karıştırmak: Bazen karıştırma sesi de çıkar, onu bile severim :) Kartların kendi kendilerini atmalarını da severim.


Kütüphaneyi dolaşmak: Hem istediğim kitabı bedavaya alabilirim :))


Pinterest: Panolar oluşturup düzenlemeye bayılırım.


Çocuk kitapları: Her çocuk kitabını değil tabi, içimde yer edinenleri. O saf ama yaratıcı anlatımı severim.


Uzun zamandır dinlemediğim şarkıları yeniden dinlemek: Özellikle de çocukken veya ergenken dinlediklerime dönüş yapmaya bayılırım ahahahha :)


Diğer blogları okumak: Komşularımı ziyareti çok severim.


Bloğuma uzun yorum gelmesi: Eeeennnn sevdiğim uzun yorumlaşmalardır ki zaten ben kısa kesemiyorum genelde, karşı taraf da uzun tutunca hoşuma gidiyor :)


Monet gökyüzüsü: Bu tabiri ben buldum, açılın ahahahha :) Yani bir ressam var, Claude Monet. Empresyonistlerden. Bu nedenle gökyüzüleri hep buğulu buğuludur. Yağmurlu günlerde bazen bulutlar fırça darbeleri almış gibi görünür gözüme. İşte o gökyüzülerine Monet gökyüzüsü derim ve bu beni eğlendirir. 


Bulutlardaki turunculuklar: Fotoğraflarını çekmek için elim kaşınır :) Turuncunun en sevdiğim tonu da, gün batımı turuncusudur (şiirseeell :).


Gün batımı: Aslında güneşin tamamen battığı anı izlemek bana hüzün verir ama genel olarak o kızıllık anını severim. Sesli bir veda gibi gelir. Gün doğumu sessizdir mesela, batımıysa öyle değil.


Sevdiğim şeyleri anlatmak: Sanırım bunu da seviyorum :)


Düşünce özgürlüğü: Asıl sevdiğim bu.


Özgürlük: Başlı başına güzel bir şey.


Başka başka başka...

Yeter çok oldu ben de beklemiyordum bunu.

Galiba insan böyle şeylerden güç toplayarak yeni şeyler istemeli ya. Offf yeter :) Evet! İnsan kendi potansiyelini görüp kendine hizmet etmeyen düşünceleri bırakıp yeniye niyet etmeli. 


Adioossslar. Çüşş aman çüzzzler. Bay baaayyy.


bu şarkıyı bu yazıda paylaşmazsam ayıp olur gibi geldi.

ay hadi bunu da paylaşalım, kimse de fangirllüğümüzü sorgulamasın ahahaha :)


Aralık.


Bu sıralar bitki çayı içmeyi seviyorum. En çok da kokusundan dolayı. Bir şeyleri koklayarak yemeyi ve içmeyi ayrıca seviyorum. Mandalina yemeyi de en çok bu nedenle seviyor olabilirim. Kabuğunu soyarken yayılan koku, hatta ellerime sinen mandalina kokusu... Bunlar bana keyif veriyor. Önceki yıllarda salep içmeyi de çok severdim. Hatta favori kış içeceğim salepti. Yeni yıl zamanı dendi mi bile aklıma gelen üç şeyden biri saleptir. Sonra ne oldu bilmem, belki de şekerli bulduğumdan, pek içmemeye başladım. Ayın temasına uygun bir şeyler yapmak güzel. Bir şeyler içmek, yemek, okumak, izlemek... belki gezmek, konuşmak, düşünmek.

Her ay için o ayın temasına uygun bir şeyler okumak ve izlemek istiyorum ama sonra canım istemiyor. Örneğin ekim ayını cadılara ayırmak istemiştim ama ucundan kıyısından bir bakındım çekildim. Kasım ayını her yıl aşk temasına ayırasım gelir, bu sefer ne yalan söyleyim içimden de gelmedi aslında. Belki de bu nedenle romantik filmler vs izlemedim. Esasında yeniden izlemek istediğim bazı filmler vardı. Özellikle de Eternal Sunshine of the Spotless Mind'ı her yıl kasım ayında yeniden izlemek istiyorum ama nedense filmi izleyemeden ayı bitiriyorum. Bu filmi ilk kez yıllar evvel izlemiştim. Hatta liseye mi gidiyordum, üniversite 1'e mi... Ah kesin çok etkilenmişimdir biliyorum. Eskiden böyle şeyler burnumun direğinden girer, kalbimde dolanır dolanır, zamanla ya içimde yer tutar, ya da uçar giderdi. Bu film yer tutmuş demek... Ne zaman orada burada bir editini, bir paylaşımını vs görsem ah bu filmm olurum. Oysa filmin detaylarını hatırlamıyorum bile! Kasım bitse de belki yine de izlerim. Niye kasım diye diretiyorsam... Aslında diretmek de değil de, hani ayların teması dedik ya, kasım ayı da romantizm temasına uygun gelir bana, ondan olacak aklıma bazı romantik filmler o ayda gelir işte.

Aralık ayı da pek tabii yılbaşı teması için uygun bir dönem. Ama bu konuda yine bir maraton yapamam sanırım. Ne bileyim, böyle herkes bir şeyleri yaparken ben de heves edebiliyorum ama sonra içimden gelmiyor. Tabi yeni yıl temasındaki bir filmi temmuzda mı izleyeceksin yani o da var ahahahah ama işte bilmiyorum. Belki birkaç filme bakarım (hiç sanamadım şu an). Sadece, geçen yıl bir kitap okumuştum. Charles Dickens'ın Bir Noel Şarkısı isimli kitabını. İlgilenirsen eğer şurada da yorumlamıştım. Hoş bir öyküydü. Hatta filmi de vardı da sonra izlerim demiştim, koca yıl geçmiş izlememişim. :)) 

Kitapta geçmiş, şimdi ve geleceğin Noel ruhu aracılığıyla aslında geçmişimize, şimdimize ve geleceğimize göz gezdirmenin gerekliliğini görüyorduk. Açıkçası içimden hiç iç muhakeme yapmak gelmiyor. Ben zaten on bir ay boyunca yapmışımdır o muhakemeyi, sıkıldım inanır mısın... Ama sen yap tabii güzel olur bu zamanlarda. Yılı nasıl kapatıyorsun, önümüzdeki yıl veya yıllarda neler yapmak istersin falan... Düşündüm de hadi ben de bakayım biraz ne istiyorum... Ne istediğimden çok uzaklaştım açıkçası. Hep yarım yarım bir şeyleri deneyimlemekten ögggggg geldi afedersin. Ama böyle hissediyorum. Burası şeffaf bir blog, bizde böyle.

Neyse, güzel geçer umarım bu ay. Sevgiler saygılar arivedersiler.

:)


Sakura Fırtınası #4: Bir Cadının İtirafları.


Sana odamdan ve salonumuzdan bahsetmemin bir nedeni vardı. Ancak bu konuyu takip eden diğer konuları anlatma planım bana ait değildi. Blog yazarken genelde ben değil -yazdığım içeriğe göre değişmekle birlikte- küçük Ben, kalbim ve zihnimin normalde suskun yanı konuşur ve ben de onları susturmam. İşte yine öyle oldu ve şimdi sana asıl anlatmak istediğim konu bir yazı ileriye kaymış bulundu (aslında iki yazı, üç olmaz inş.).

Ben küçükken, çok küçükken, şu anki odam aslında salonumuzdu. Hatta şu anda sana bu satırları yazdığım bilgisayarımın olduğu çalışma masamın yerinde bir tekli koltuğun, karşısında da bir tüplü televizyonun (ki o televizyon yıllarca suskun bir şekilde evin gözden uzak bir köşesinde istirahat etti) bulunduğunu baya baya hatırlıyorum. Çünkü en sevdiğim şeylerden biri de nesquik içerken çizgi film veya o zamanların modası olan sihirli dizilerden birini izlemekti.

Bu odaya dair bir anım daha varmış. Ama bu o kadar eski ki, ben bile hayali geç bana söylenen meali dışında anımsamıyorum. Sanırım bir yerlerden -yine- duyduğum için (kulağım mı delik ne) bunun yaşanmış olduğunu hayal ediyorum. Çünkü aslında bunu anımsamam biraz imkansız gibi bir şey. Ben baya baya çocukken (bebeklikle çocukluk arası ara dönem olduğunu sanıyorum ama çocuk formundayım yine de) kendi halinde bir şeylerle uğraşan babamı ısır... Ama baya baya dişlerim çıkmış adamın kolunda omuzunda neyse artık... Tabi bunun suç olduğunu bilen bir yanım da var. Koş koş koş yemek yapan annemin bacaklarına yapış sonra da. Babam neye uğradığını şaşırmış sanırım. Sonra da kimseyi ısırmamış olmalıyım. Bu olay neden beni etkiledi bilmiyorum ama ilk duyduğumda şaşırmıştım. Küçükken aslında hafiften serseriydim. Biraz daha büyüdükten sonra da. Mesela bu serideki ilk yazımda kardeşime ısrarla ''prenses'' dememin nedeni de buydu. O ne olursa olsun içi prenses bir insandı. Öyle doğmuş yani. Ama ben... Bugün bile beni huzursuz eden bir serserinin ruhuyla doğmuşum. Bööö. :) Yani... sanki hanım hanımcık bir serseriymişim gibi bir his bu da. İki uç tek bir kişide buluşmuş gibi. Bilmem anlatabildim mi... Çocukken de böyleydim. Tamam her çocuğun -hemen hemen her diyelim- birilerine diş geçirme hikayesi vardır ama benim böyle küçük yaramazlık denemelerim bana hep hanım hanım yanımı sıyırma girişimi gibi gelmiştir. Mesela okulda da arada bilerek başarısız olmama izin verirdim. Yani tabii bile bile başarısız olmazdım ama bakıyorum yol başarısızlığa çıkıyor ben de amaannn olayım madem derdim ve ilginçtir bundan haz aldığım bir yanım bile olurdu. Sanırım insanlar şaşırdığı için bundan etkilenirdim. Belki de yaramaz öğrencilerin psikolojisinde de bu vardır diye düşünürüm. Birilerini şaşırtma hazzı? Tek sorun bunu benim üniversitede bile (bilinçsizce) denemiş olmam... (yl'yi kastetmiyorum ama kim bilir, belki o durumda bile bu etkilidir...).

Ne diyordum... Hah, nesquik içerken tv seyretmeye bayılırdım. En sevdiğim nesquik başlarda farklıydı. Önceleri çileklisini severdim. Ama sonra bir gün sütte kaymak birikmişti sanırım. Bu benim midemi bulandırmıştı ve bunun sütü çok ısıtmaktan değil, nesquikten kaynaklandığını düşünmüş ve keskin bir şekilde bir daha asla (ahahahha) çilekli nesquik içmemeye karar vermiştim. Öyle de yapmıştım bu arada. Tabii muhtemelen önce evdeki çilekli nesquiki bitirmek durumunda kalmışımdır, yoksa kim içecek... Ama sonra hep çikolatalısını içtim ve sebebi çikolatalıyı çok sevmem değil, çileklisinden soğumamdı. Evet ben böyle biriyim işte. :)))

Çilekli nesquiki hala içtiğim dönemde elime bardağımı alıp tekli koltuğa kurularak sihirli dizilerimden birini izlediğim anlar aklımda. Hatta biri çok net aklımda. Annem mutfakta akşam yemeğini hazırlıyordu. Odadaki tek ışık tv'den ve mutfaktan yansıyan ışıktan geliyordu. Sonra babam işten gelmişti. O sırada çilekli nesquikim bitmiş olmalı. Sen de bilirsin ki yemekten önce öyle şeyler yenmez içilmez. Ama o an zihnimde... o huzurlu an. Huzur doğru kelime mi emin değilim ama yine de, o anı bugün bile anımsıyorsam bir sebebi olmalı değil mi? Beynim o anın kısacık videosunu çekmiş, benim için saklamış; çünkü o anı arşivlemeye değer görmüş. Bugünümde sana anlatayım diye ahahhaha. Neyse babam gelmişti hatırlıyorum. Ya o gündü, ya başka bir gün... veya beynim tüm benzer günleri birleştirip tek güne indirgedi şu an... ki sanki en mantıklısı bu gibi. Her neyse, babam bir cd getirmişti. Gazeteden mi çıkmıştı, o mu almıştı bilemeyeceğim artık ama bir cd getirmişti: Karlar Kraliçesi.

Bu cd'ye dair ayrı bir yazı yazsam mı diye düşünüyorum. Çünkü görünen o ki bu gidişle araya başka anları soka soka bu yazının konusu olarak belirlediğim asıl olaya bir türlü gelemeyeceğiz... Ama varsın bir veya birkaç paragraf daha başka konuya zıplayalım. Bu cd'ye dair aslında ayrıca bir yazı yazmıştım ancak tabi ki sildim. O nedenle Karlar Kraliçesi neyi anlatıyordu özet geçmem gerekiyor... :( Bu çok eski bir yapımdı. Çok eski dediysem... 90'lardan kalma olduğunu tahmin ediyorum ama belki de 80'lerdir... (bence 90'lar). 2010 civarında yeni bir versiyonunu da çekmişler ve vaktiyle izlemiştim ama bana aynı hissi vermemişti ve bazı detaylar değiştirilmişti (bundan hoşlanmadığım aklımda).

Sana benim çocukken o cd'den izlediğim versiyonunu anlatacağım hatırladığım kadarıyla. Bu hikayede iki yakın arkadaş vardı. Kay ve Gerda. Bu iki çocuk o kadar iyi anlaşıyorlardı ki, uyuma vakitleri dışında hep birliktelerdi. Zaten ikisinin evi de karşı karşıyaydı (veya yan yana) ve bu iki evi birbirine bağlayan balkonumsu bir köprüleri vardı. İşte Kay ile Gerda bu köprüde oyun oynarlardı. Bir gün ne oldu bilinmez, bu iki çocuk, Karlar Kraliçesi'ni çok kızdırdı. Aslında alenen bir şey yapmadıklarını ama kendine iş arayan kraliçenin kafayı bu iki küçük çocuğa (ki masallarda genelde böyle olur zaten) taktığını hatırlıyorum. Belki de dostluklarını kıskanmıştı kim bilir... İşte sonra bu kraliçe, Kay'ı kaçırıyordu. Gerda da dostunu kurtarmak için zorlu bir maceraya atılıyordu.

Bu filmde beni çocukken asıl etkileyen detay o köprümsü balkondu. Öyle bir balkonumuzun olmasını ve öyle bir balkonu paylaşmak isteyeceğim, tıpkı o çizgi filmdeki gibi çok aşırı seveceğim, bir arkadaşım olsun istemiştim. Tabi ki çocukken bu kadarını düşünmemiştim ama şimdi düşününce... sanırım beni o balkona dair de asıl etkileyen şey o iki çocuğun kendilerine ait, tüm dünyadan ayrı bir dünya kurmalarıydı kendilerine. Tıpkı Karlar Kraliçesi gibi ben de en çok bu dünyadan etkilenmiştim (ve kıskanmıştım :). Karlarla kaplı soğuk bir dünyanın içinde kendi küçük sıcak oyun dünyalarını paylaşan iki çocuk... Bugün bile beni etkiler. Beni etkileyen diğer detay ise filmin sonundaydı. Onu da sana anlatmayım artık, spoiler olur falan (kimse o filmi izlemeyecek aslında sanırım neyse - zaten eski versiyonu yok piyasada, nette). Bari iki cümleyle anlatayım, spoiler istemeyen de okumasın bu paragrafın devamını, diğer paragrafa geçiversin. :) Beni etkileyen diğer detayı aslında çocukken fark etmemiştim ama o zaman bile etkilenmiştim. Tam hatırlamıyorum artık ama filmin sonlarına doğru Gerda Kay'ı buzdan bir heykele dönüşmüş olarak buluyordu. Onunla eskisi gibi konuşamayan, gülemeyen ve ona bakamayan buzdan dostuna o haliyle bile sıcacık bakmıştı sanırım. Bir balkonları olmasa da, acımasız bir kraliçenin sarayında bile, buz tutmuş dostunu görebilmişti. Dediğim gibi filmin sonunu hatırlamıyorum aslında (ki mutlu sondu) ama buzdan heykellerin arasında kaybolmuş dostundan vazgeçmeyen bir kızın varlığını anımsıyorum. Fedakar, cefakar ve kahraman arketipine girmeye müsait kişiliğime (malesef) hitap eden bir senaryoydu. Hazin bir durum ahahahah. :)

Tv'de çıkan çizgi filmlerden de sonra bahsedebiliriz tabii ancak artık geleceğim sihirli dizilerin fayda- sihirli dizileri izlediğim zamana. İşte o koltukta otururken Acemi Cadı ve Sihirli Annem gibi dizileri izlediğimi hatırlıyorum. Zaten sihirli diziler içinde en çok bu ikisini severdim. Bunu erken dönemde çıkan ilk sihirli diziler olmalarına bağlıyorum. Sonra bu yapımların izlenmesinden güç alarak üretilen (muhtemelen nedeni buydu) Selena, Bez Bebek, Prenses Perfinya ve her ne kadar o biraz yetişkinlere hitap ediyor olsa da Hayal ve Gerçek de izlediğim diğer sihirli diziler arasındaydı. Bizde zaten sihirli diziler seviliyormuş bence. Annemgil de vaktiyle Ruhsar'ı izlemiş ahahhaha.

Tüm bu sihirli diziler içinde en favorim, bugün bile, hep Sihirli Annem olmuştur. Sihirli dizileri her çocuk sever, sevmiştir sanıyorum ki. Uçsuz bucaksız çocuk dünyasını besleyen bir şeydi çünkü. Sihirli dizileri, içinde sihir imgesi bulunan çizgi filmlerden ayıran ve öne geçiren asıl durumu ise dizilerde gerçek insanların yer almasına bağlıyorum. Çizgi filmler de her ne kadar insanı heyecanlandırsa ve oyun oynarken ilham verse de, dizilerde gerçek hayatta var olan kanlı canlı insanların ve mekanların bulunması bence çocukken beni ve nicelerimizi en çok etkileyen durumdu. Çünkü böylece sihir, dünyaya gelmişti. Yaşadığımız, ''gerçek'', dünyaya.

Sana bunu da daha evvel söylemiştim. O zamanlar aslında daha çok okunuyordum bu nedenle bu yazılarımı da okumuş olma ihtimalin yüksek diye belirtiyorum. Küçükken uzun bir süre en büyük hayalim sihirli güçlerimin olmasıydı ahahhahah. Yani hiçbir zaman kendini pokemon veya süperman falan sanan çocuklar gibi olmadım, yani gerçeklikle bağım kopmadı ama işte içten içe hep sihirli güçlerimin olmasını dilerdim. Hem de durduk yere değil canım, doğum günlerimde ahhahahah. Ciddiyim, uzun bir dönem (birkaç yıl) doğum günü dileğim ''sihirli güçlerimin olmasıydı.'' Sonra baktım bu dilekle dilek haklarımı boşa kullanıyorum vazgeçtim. Komple dilek dilemekten... ahahahhaha. Açıkçası hem biraz ''küsmüş'' olmalıyım, hem de doğum gününde dileyebileceğim kadar özel bulduğum başka bir dilek kendime bulamamıştım. Ta ki liseye geçene kadar. Ama bu yazının konusu o değil.

Eski bloğumun tanıtım yazısında bile ''küçükken peri olduğunun açıklanmasını beklemiş'' yazmışım hahahahahah. Yine söylüyorum, çok çocukken bile ''gerçek'' dünyada sihrin de, perilerin de olmadığını biliyordum ancak içten içe öyle olmak isteyen bir yanım hep vardı. Bu istek sanırım şöyle başlamıştı... Çocukken saçlarım belime kadar falan geliyordu ama daha birinci sınıfa falan gitmediğim bir zamandan bahsediyorum. Sonra o kadar uzun saçlarımı neden bilmiyorum ta omzumda kestirmişiz. Bunun bir çocuk için ne kadar travmatik olabileceğini tahmin edebilirsin. Yani hadi üzücü diyelim ama küçümsemeyelim de... Çünkü çocuklar böyle şeylere üzülebilir. Ben de biraz içten içe eski saçlarımı düşünüyordum ve içim buruktu. 

Hatırlıyorum anneannemlerdeydik. Hatta şu an gözümün önüne onların o zamanki salon şekli geldi ahahhaha. Tv'de Sihirli Annem vardı. Orada bir Eda Peri var bildin mi... Siyahi bir peri kızı. Onun saçları o zaman kısa ve örgülüydü diye hatırlıyorum. Onu çok beğenirdim, ben de esmerim ya, kendimi ona benzetmiştim ahahahahha. Sonra hoplayıp zıplayarak dans ettiğimi ve bu bulduğum benzerliğin buruk kalbimi rahatlattığını, saçlarımı o an çok sevdiğimi hatırlıyorum. Bununla bir ilgisi var mı bilmem (oladabilir bak) ne zaman hayatıma yeniden başlamak istesem saçımı hep o boyda kestirdim özellikle de üniversite yıllarımda. 

Ben esmer olmayı hep sevdim biliyor musun? Ayyy üniversitede bir çocuk vardı. Aslında kafa dengi de olabiliyordu (bazen?? :) ama bazen o kadar gereksiz yerden atlayıp konuşuyordu ki... (Beni okumaz ama böyle anlarda gerilmeden edemiyorum ajajajajajja, aman neyse kötü bi' şey mi dedik sen deeee -beni okumaz o- kendimi rahatlatmam ahahahha). Neyse işte atlıyordu arada falan. Gidip muhabbet açsam kem küm eder, kankimlerle konuşurken üstüne vazife... Neyse gerilmeyelim. İşte ben göçmenim dedim ya sana (bir önceki yazımda dedim), konu oralara mı geldi bilmem. Benim baba tarafı genlerimde baya renkli göz var ama benimki çok koyu kahve (hatta siyah galiba). Neyse vah vah renkli gözlü değilmişim de bilmem ne... O an kızmamıştım ama uzatmıştı sinirlenmiştim, çünkü yani ne cevap vereyim bu şakamsı atlayışa. Yani ne diyebilirim... Gözüm görüyor hamdolsun?!? ahahahhaha. Ay galiba böyle bir şey demiştim. Harbiden odun biriyim, neyse.

Sonra ben küçükken annemgiller yanımda genelde sarışın ve beyaz tenli kızların güzel olmalarıyla ilgili yorumda bulunurlardı. Yani ortada güzel sıfatlı bir özne varsa, o sarışın veya sarışınımsıydı o kesin. Kardeşim bile sarı papatyaydı. Vallahi küçük Ben'in (hatta büyük Ben'in bile) kardeşi dahil kimseyi kıskanmamış olması mucize. Gerçekten kıskanmazdım bu arada. Sanırım bunda iki neden etkiliydi (hatta üç): İlki kendimi beğenmem (izninle ahahahhahah, hatta AHahahhAHHh), ikincisi halamın bana güzellik içeren sıfatlarla sevgisini ifade etmesi (bu beni çok etkiledi mi emin değilim ama teşekkürler hala ahhahahah), üçüncüsü ise benim beğendiğim kadın kişilerin de esmer olmasıydı. :) Yani çocukken, hatta belki ergenken, birilerine benzemek istersin veya kendinle benzeşim kurarsın ya, benim o ünlülerim hep daha esmerlerdi. Bakınız Eda Peri ahahhahaha. Ama ergenlikte de öyleydi. Genelde (narsist veya megaloman değilim :) kendime benzettiğim kişileri güzel bulurdum ahahaahha. :))

O diziye dair sevdiğim şeylerin başında gelen durum ise, bana çocukluğumun sabaha karşı veya sabahlarını anımsatması. Son yıllarda bile ne zaman kendimi iyi hissetmek ve gülmek istesem o diziden rastgele bir bölüm açıp izlemeye başlıyorum ve bana gerçekten çok iyi geliyor. Gerçekten de hiçbir sihirli dizi, hatta hiçbir çocuk dizisi, o sıcaklığı verememiş sonrasında (ki zaten sonrasında çocuk dizileri de azalarak bitmiş...). Bu dizide çocuk oyuncuların gerçekten çocuk olarak kendilerini oynaması, çocukların sihirlerden bile daha çok ilgisini çeken bir durummuş bence. Dizide yapay hiçbir şey yok, evet sihirli bir dizide yapay hiçbir şey yok... Aile, arkadaşlık, aşk, iyilik-kötülük teması, yardımlaşma, çevre bilinci... hepsi var dizide. Dizide işlenen ''kötülük'' teması bile aslında bencillik, kibir, yalan söylemek gibi istenmeyen davranışların sonuçlarıyla ilgili. Her bölüm başka bir konunun işlenmesi (üstelik dört sezon sürmüş bir dizide!) ise diziyi sürükleyici kılan diğer bir etken.

Perilerin giysileri ve yüzlerindeki simler hep ilgimi çekmiştir. Ama bugünlerde asıl ilgimi çeken perilerin giysileri değil, fanilerin kendilerine has tarzlarını yansıttıkları giysileri, evleri... Eda periyi sevme nedenlerimden biri de bu kendine özgü tarzıydı bu arada ahahhahah. Çok tatlı, sıcacık bir dizi. Yeniden izliyorum ve izlerken baya baya kahkaha falan attığımı fark ettim. Senin de böyle güvenli alanını oluşturduğunu düşündüğün, sana sıcacık sarılan bir dizin var mı?

Son olarak Sihirli Annem'in dizi müzikleriyle bir kapanış yapmak istiyorum. Dizide kullanılan müzikler bile içimde tatlı bir hüzün oluşturuyor. O hüznü seviyorum biliyor musun? Aslında tam da o hissi arada çok özlediğim için bazen sana çocukluğumdan bahsediyorum veya kendimden falan. Aslında kalbim burkuluyor gibi geliyor ama bu burkulma bazen oradan tıpkı Çilek'in ışınlanırken çıkardığı baloncuklar veya kelebekler gibi tatlı şeyler çıkarıyor. Sanki kalbim de baloncuklar çıkara çıkara anlattığım anlara ışınlanıyor gibi geliyor ve ben en çok da bu hissi seviyorum. Belki bu söyleyeceğim garip gelecek ama ben şimdiyi yaşarken de bana bu hissi veren şeyleri yaşamayı seviyorum. Böyle şeylere çekildiğimi fark ettim. Yoksa kendimi iyi hissetmediğimi. 

Bu bloğu bile Neptün'de inşa etme nedenim bu ahahhaha. Burada yazarken Neptün'e ışınlanıyorum çünkü. Aslında Plüton olacaktı (daha evvel bunu da çıtlatmıştım) ama anlamını sevmemiştim. Daha havadar, denize karşı diye Neptün'ü seçtim ahahahahha. Bir de içimde sihirli bir yan hep vardı. Tamam... peri olmasam bile, bu bana ''hiç açıklanmasa'' bile ahahahaha. Sanırım bu nedenle bir insan olarak cadı olmayı sevdim. Beceriksiz bir cadı olsam da... eh işte. (şaka yapıyorum ahahahahah)

Sen bir süper fantastik yaratık olsaydın ne olurdun ahhahahah. Söyle söyle çekinme. Dünyalılar bunu bilmeyecek veya dünyadakiler işte, neyse ne. Biz bizeyiz. 

Hoşça kaaalll.

:)


Sihirli Annem'in tümmm müzikleri için tıklayabilirsiniz (bu çalacak olan favorim :)

Sihirli Annem Jenerik 2003-2006 için tıklayabilirsiniz.

sihirli annem jenerik ama metal versiyon :)))


Sakura Fırtınası #3: Kalbimdeki İzler.


Eskiden benim odam kardeşimle ikimizindi. Daha da eskiden ise salondu. Şu anki salonumuz o zamanlar küçük Ben için fazlasıyla gizemli bir bölgeydi. Öyle ki, sanki o odaya girince fantastik bir evrene giriş yapıyormuşum gibi hissederdim. Orası sadece temizlik zamanlarında veya anne babam o odadan bir şeyler almak istediklerinde açılırdı. Bir de tabii... misafir geldiğinde. Çünkü orası, misafir odasıydı.

O odaya girmiş küçük Ben'i hayal meyal hatırlıyorum. En çok da babamla birlikte o odaya girmeyi severdim. Çünkü babam benim en favori oyun arkadaşımdı. Bugün beni en çok kıran, bunu ona defalarca belli etsem de, onun benim ve küçük Ben için olan rolünü asla kabul edememesi olabilir. Onunla oynadığım oyunları, yaptığım sohbetleri, gecenin bir yarısı bile olsa sadece küçücük bir böceği ortadan kaldırması için onu uyandırmamı mazur görmesini ve bana hep ışıl ışıl bakmasını ve tabii hayatımda gördüğüm en güzel gülümsemeye sahip olmasını, hayatım boyunca asla unutamayacağımı, ben unutsam küçük Ben'in bunu asla yapamayacağını kabul edememesi kalbimi binbir parçaya böldü diyebilirim. Birçok kez.

Bunu sana anlatıyorum sevgili okur, oradaki sana anlatıyorum çünkü senin dışında anlatmayı gerekli bulduğum biri yok. Belki de beni görmeyen sen, kalbimi bile görmeyen sen, kırık bir kalp resmini hayal edebilirsin. Kelimeler insanlara hayaller verir ya hani, işte, ben de sana kırık bir kalbin resmini çiziyorum şimdi. Merak etme canım acımıyor. Ama kırık bir kalp, kırılmamış bir kalp değildir. Hiçbir zaman da olamaz. Hem sen, kendinde beni suçlama hakkını bulmazsın. İnsanın bu özgürlüğe sahip olması kıymetli bir şey. Biri tarafından suçlanmamak. Bu nedenle hep en çok sana anlatmayı sevdim.

O odadan bahsettik madem, biraz daha içine girelim. Oradaki eşyaların çoğu bugün yok. Bir aynayı hatırlıyorum mesela, yoksa iki ayna mıydı, oradan kendimi izlediğimi... Camdan eşyalar, bugün de varlar, vitrin, koltuklar ve sanki doldurma başka eşyalar ve en sevdiğim olan yemek masası! O yemek masasını çok severdim çünkü o da benim oyun arkadaşımdı. Daha doğrusu yemek masası değil de, yemek masasını çevreleyen sandalyeler. Annem temizlik yaparken onları koridora çıkarır, sıra sıra dizerdi. Sanırım o bu işi yaparken ben de sandalyeleri taşımasında ona yardım ederdim. 

Sana daha evvel de anlatmıştım. Benim en favori hayali evrenimde (ki başka da yokmuş ahahhaha) her ev bir toplu taşıma aracıydı. Bizim evimiz uçak, anneannemlerinki gemiydi mesela. Buna neden böyle karar verdiğimi yıllar boyunca -üstünde pek düşünmedim kabul- anlayamadım. Sonra bunu bir arkadaşıma söylediğimde o bana çok gülmüştü. Yoksa kardeşime mi demiştim ya... Bilemedim bak ama o kişi beni aydınlatmıştı bu kesin (ve gülmüştü). Bizim ev biraz yokuştaydı. Bu nedenle yüksekte olduğumuzdan olacak bizim evi uçağa benzetmişim ahahhaha. Sıkı dur, anneannemlerin evine yaptığım benzetme de yaratıcı, bence. Onların evinin arkasında dere yolu adıyla bilinen bir yol vardı. Bir de anneannemlerin balkonundan o yola bakınca balkon biraz geride kaldığından kendimi güverteden ufka bakıyor gibi hissederdim ahahahah, yani oraya dere dedikleri için ben de evi gemiye, kendimi kaptana dönüştürmüşüm. Komikti bence. :)

Nedendir bilmem, küçükken kardeşime bu oyunu açmamıştım. Sadece kendi hayal dünyamda koridordaki o sandalyelerin de yardımıyla hem pilot, hem hostes (ki o zaman adını bilmezdim), hem de yolcu olurdum. O odaya dair sevdiğim bir diğer şey de babamın gençliğinden kalma kitaplarıydı. Böyle eski atlaslar. Ama içinde bir sürü dünya haritası ve açıklamalar vardı ve Bulgarcaydı. Yani onları okuyamazdım, okusam da malesef anlayamazdım çünkü babam o zamanlar iyi bildiği ama yıllar içinde kendinin bile unutacağı ikinci dilini bana da, kardeşime de asla öğretmedi. Belki benim kendi başıma öğrenme zamanım gelmiş de geçiyordur, kim bilir... Ama Bulgarcaya gelene kadar... diye diye gelmedi işte onu öğrenme zamanı.

Ben göçmenlere hiç benzemem biliyor musun? Artık biliyorsun ahahahhah. Baba tarafım genelde sarıdır. Kardeşim bile ufaktan sarıdır da ben annemgile çekmişim. Aslında eşit dağılım olmuş bence ama bana ve aileme bakış atan biri beni aslında fiziksel olarak anneme benzetir. Annemse babama ve onun tarafına. :) Babamı sevdiği için bunu olumlu bir şey olarak algılıyorum tabii. Ama geçen gün kulak misafiri olurken bir anda fark ettim. Anneme benzeyen bazı yanlarım var. Mesela bir şeyler anlatırken öyle neşeli oluyor ki bazen şaşırıyorum. Keyifli bir konuysa çok heyecanlanıyor ve arada ses tonu değişiyor falan. Ben de heyecanlı heyecanlı konuşurum. Bu yönümüz benziyormuş. Güzel bir özellik mi bilmiyorum tabi. Yeni cool dünyada zor bir özellik açıkçası. Ama kimin umurunda.

Hep ''tatlı'' bulunmaktan nefret etmişimdir. Gerçekten nefffet etmişimdir. Neden biliyorum. İnsanlar seni ''tatlı'' olarak damgaladıklarında salak falan da sanabiliyorlar veya öyle sanmasalar da, senin sınırlarını zorlayabiliyorlar. İlkay ses etmez zaten gibi. Hele de bende kredisi varsa. Ben zaten hep yanlış insanlara yanlış oranda kredi vermişim onu fark ettim. Taaaa ilkokulda başlamış bu ve yıllara yayılmış. Bir yerde ilmiği kaçırmışım da, sonra yanlış yanlış örmüşüm, anca baya ilerledikten sonra atladığım ilmeği (veya ilmekleri) fark etmişim gibi rahatsız edici bir his.

Neyse. ''Tatlı olmak'' ne demek tam olarak emin değilim aslında. Çünkü ben sadece kendimim -özellikle de birine veya bir ortama kredi vermişsem.- Ancak öte yandan bir şey olmaktan ölümüne korkan bir yanım varmış hep sanki. Sanki, bir şey olursam başka bir şey olmak için savaş vermem gerekiyormuş gibi bir his. Ben hepsiyim. Hepsi olamaz mıyım... Yani, hepsi derken... Tatlı olmak bile içinde farklı tatları barındırmaz mı? Bazen de mesela çok ciddi olurum. Yani ben, hepsiyim. Ben sadece kendim olamaz mıyım diye düşündüm uzun bir süre. Bence asıl coolluk böyle bir şey. Hayatta en çok ilgimi çeken insanları düşündüğümde onlarda hep ortak nokta görüyorum ve bu bende de olan bir şey. Ve bu, kıymetli bir şey. O zaman neden nefret ediyorum ki, diye düşündüm.

Sanırım uçlarda düşünmek yerine, her şey dediğim orta şekerli kıvama da şans vermeliyim. Sanırım bazen biraz sivri oluyorum. En azından hissedişlerimde ve bazen de bir şeyleri değerlendirirken. Bu yorucu bir şey. 


Sakura Fırtınası #2: Büyük Anneanne.


Çocukluğuma dair hatırladığım en eski görüntüler anneannemin annesinin evinde olanlar. Bunlara anı demek doğru bir ifade olur mu emin değilim ancak o yıllarda çok küçük bir çocuk olmama rağmen gerçekten de hem o evi, hem büyük anneanneyi, hem de yaşadığım bazı anları tıpkı birer fotoğraf karesi gibi sahne sahne hatırlıyorum.

Kendimi bildim bileli o ev vardı. Anneannemi ve teyzelerimi ziyaret etmek istediğimizde oraya giderdik. Hatta öyle ki ben çok uzun bir süre anneannemin evinin orası olduğunu düşünmüştüm. Hatta orada gördüğüm herkesin evinin orası olduğunu sanıyormuşum. :) O evi unutamamamın asıl sebebi bahçemsi terasıydı diyebilirim. Orada nasıl oyunlar oynadığımı hatırlamasam da, bir koşturuşumu iki kedileri hatırlıyorum. Bir de büyük anneanneyi uzaktan gördüğüm bazı anları. 

Bir bayram günüydü sanırım, yoksa değil miydi, ancak kesinlikle normale göre şık giyinmiştim o kesin. Yağmurlu bir gündü ama çok soğuk olduğunu sanmıyorum çünkü etek veya elbise giydiğim hatırımda. Çok soğuk olsa annem asla giydirmezdi ahahhaha. Daha kardeşim bile yok meydanda. Hatta ailedeki tek küçük kız (sayılı sayıdaki küçük kız) benim. Bunun sefasını sürdüm mü bilmem. Bir de bir kuzenim (sayılan biri) daha var tabii. -o konuya geleceğim.-

Ne diyordum... elbise! Elbise giydiğim aklımda. Ayağımda yanları püsküllü çizmelerim vardı çünkü. O çizmeler olmalı, çünkü onları çok severdim ve onları giyince ayaklarımı izlerdim ahahahha. Bak bir de ışıklı spor ayakkabım vardı diye hatırlıyorum. Ah yoksa o benim değil miydi... Işıklı spor ayakkabı giyen kardeşim de olabilir, şimdi bilemedim ama benim kesinlikle püsküllü bir çizmem vardı buna eminim. Suların üstünden mi hopluyordum, içine mi... Ay yok canım ben asla suyun içine hoplamam, annem gözlerini bana dikmese, ben kendim yapmam öyle şeyler... Ama belki de suların üstünden hoplamış olabilirim mi acaba... evet öyle! Annem beni uyarıyordu, o sahneyi kısacık hatırlıyorum. Sonra büyük anneannelere giderdik. Biz hep oraya giderdik. Çünkü dedim ya, orada tanıdığım herkes vardı.

Benim hatırlayamadığım ama bana söylenenlere göre büyük anneanne numaradan ya topunu, ya mendilini düşürürmüş. Benimle barışmak için yaparmış bunu sanırım. Çünkü ben dudağımı büzüp otururken benden düşürdüğü şeyi ona geri vermemi istermiş. Ben de dudağımı daha da büzer, omuzlarımı silkermişim. O zaman da büyük anneanne ''bak M.'yi çağırırım, bana o getirir'' dermiş. Benim tepemin atması ve kapris modumun açılması için de bu yeterliymiş. ''Tamam o zaman!'' dermişim, ''mendilini sana M. getirsin...'' Yani bücürken bile kapr- hayır canım, işte, inatçı falandım. -şşş-

M. annemin kuzeninin kızıydı. Benimle yaşıttı. Bir keresinde ona özel bir yazı da yazmıştım hatta, bilmem hatırlar mısın... Onu çok severdim. Çünkü hiç benimle yaşıt bir akrabam (ah bir de Ö. vardı! onu da bir ara anlatalım :), hatta arkadaşım yoktu çoook küçükken. Sonra arkadaşım oldu -pek tabii- ama akrabam pek yoktu işte. Düğünlerde, nişanlarda hep M. ile dolaşır, slow dans eder (ahahahahah :) ve göbek atardık. O zamanlar gerçekten göbek atabiliyordum. M. ile o dönemde popüler olan dizileri yeniden canlandırır, ansiklopedileri karıştırır, senaryolar uydurup oyunlar oynardık. M. benim kalbimde özel bir yeri olan çocukluk arkadaşım diyebilirim. Onu hep çok sevmişimdir. Sonra tabi büyüdük ve bağımız eskisi gibi olmadı. Ama şimdi bugün bile onu görsem mutlu olurum.

M. demişken... M. ile ilgili bazı anılarım var tabii ama şimdi uzun uzun anlatmak istemiyorum. Asıl anlatmak istediğim, yaşadığım ama benim edilgen olarak bildiğim bir anım. O nasıl oluyor değil mi? İşte şöyle... Ben küçükken gözüm aralık uyurmuşum. Ne? Hiç görmedin mi öyle uyuyan? Ben az buçuk kardeşimde gördüm bunu ama tam değil. Acaba ben nasıl uyuyordum bilemiyorum bu nedenle. Ama işte, gözüm aralık uyurmuşum. :) M. bir keresinde büyük anneannelere gelmiş. Benim yanımda bana seslenmiş seslenmiş ama ben ona cevap vermemişim, o da bana küsmüş mü nolmuş ahahhaha. Annemlere ''İlkay benimle konuşmuyor'' demiş. Oysa ben uyuyormuşum ahahahha. Bu anıyı M.'nin kendisi bile hatırlamaz herhalde ama komik. Sanırım beni güldürdüğü için ben hiç unutmadım.

Genelde beni güldüren anılarımı unutmuyorum biliyor musun? Ben bilmiyordum. Hatta şimdi fark ettim. İnsan, üzüldüğü zamanlara daha çok tutunuyor aslında ama yine de onları bırakmayı seçtiğinde aklına sadece güldüğü anlar doluşuyor. Kalbini açan anlar. Yirmi yıl sonra bile.

Büyük anneanne aklıma nasıl mı geldi... Bir dizi izliyordum. Çocukluğumdaki en en en favori dizim. Rastgele bir bölüm açtım ve izlemeye başladım. Merzuka perinin olduğu bölümler. Hatta az evvel Toprak peri büyükannesiyle telefonda konuşuyordu. Benim de aklıma, kendi büyük büyük annem geldi işte. İçinde üç tane anne taşıyan, büyük büyük annem. İsimleri açıkça yazmıyorum fark ettiğin üzere. Neden bilmem, aslında kimseye zararı yok ama... Bunlar benim zihnimden çıkan anlar ya hani... Belki bu anılardaki kişiler olayları böyle hatırlamaz diye veya burada yoklar diye... Ama yeri gelmişken şunu söylemek istiyorum; ben kendi anneannemin de, onun annesi olan büyük anneannenin de ismini çok seviyorum. Hep de çok sevdim. Başka kimsede duymadığım için seviyorum sanırım. Onlardan başka kimseyle bu isimleri eşleştiremediğim ve hep onları anımsadığım için. <3

Acaba büyük büyük anne beni bugün görse hakkımda ne düşünürdü? Onun eşi, büyük dede, beni çok severmiş. Yani bebekken. Gerçekten, bebekken beni çok severmiş. Zaten ben bebekken de vefat etti. Üzücü anıları anımsamıyorum dedim ama... Ben büyük anneannenin ölümünü anımsıyorum. Ölümü ilk kez gördüğüm andı. Çok anmak istemiyorum ama görmüştüm. O hastaydı ama ölürken, öleceğini herkes bilirken bile... yaşamdan bir şey istemişti. Su. Su istemişti. Umarım gittiği yer ismi gibi bir yerdir. Onu gerçekten hiç hatırlamasam da... sevdiğimi biliyorum. Onunla olan bütün fotoğraflarımda kıkır kıkır gülüyorum (yani çoğunda :). Acaba o da bana hiç gülmüş müydü, biraz merak ediyorum. Acaba beni tanısa sever miydi, yoksa o, zaten ben'i tanıyan sayılı kişilerden mi... Bilmiyorum.

Bir de ilk kardan adamımı onun terasında yapmıştım. Kocamandı. Sonra bir daha öyle büyük bir kardan adamım olmadı ne yazık ki. Kardan adamımla iki fotoğrafım vardı. Biri fotoğraf albümümde, diğeri zihnimde. Ama zihnimdekini uyduruyor muyum artık emin değilim. Zihnimdeki fotoğrafta ben kedileri hatırlıyorum. Cidden hatırlıyorum. Ama fotoğrafta yoklar, ne tuhaf. Acaba uyduruyor muyum, vallahi bilemiyorum. Ama bak kardan adam yapmıştım, hemi de kocamandı o kesin.

Sana bir tane de Sihirli Annem yazısı yazayım. Çok içimden geldi.

:)


Popüler Yayınlar