Karlar Ülkesi (Yasunari Kawabata) | Kitap Yorumu

Yazar: Yasunari Kawabata, Çevirmen: Hüseyin Can Erkin,
Yayınevi: Can Yayınları

Yaşadığımız coğrafya, içinde doğduğumuz ve büyüdüğümüz toplum, hatta bizi çevreleyen iklim ve doğa aslında dünyayı anlamlandırma şeklimizi büyük ölçüde etkiliyor. Dünya edebiyatında farklı milletlere ait eserler okumayı da en çok bu nedenle seviyorum. Hiç ayak basmadığım toprakların havasını edebiyat yoluyla soluyor gibi hissediyorum.

Kawabata'nın önemli eserleri arasında gösterilen bu kitabında da, yazarın kendi kültürünü günlük yaşamın doğal akışında işlediğini görüyoruz. Yalın bir anlatıma sahip olan kitapta biz okurları, kitabın en başından en sonuna kadar karlarla kaplı bir yörenin doğa tasvirleri karşılıyor. Öyle ki, eserin kurgusunun bir olaydan çok, karlar ülkesi olarak bilinen bu yörenin merkezinde konumlandırıldığını çok geçmeden seziyoruz. Yazar bu kısa romanında aslında Japon kısa şiiri olarak bilinen haiku türünü düzyazıya aktarmış. Şiir türünden gelen ritmik dilin, düzyazılı bir anlatımda gözlem gücünü artıran bir durum olduğunu söyleyebilirim. Öte yandan sezgiye önem veren, anın akışını ve oluş halinin kendisini vurgulayan Uzak Doğu felsefelerinde gördüğümüz ana tema, bu kitapta da gözümüze çarpıyor. 

Kitapta aileden varlıklı ve evli bir adam olan Shimamura ile trajik bir yaşamı bulanan geyşa Komako'nun zamana yayılan ilişkisi işlenirken bir olaydan çok, aslında okurlar olarak karakterlerle birlikte o anda oluş anını deneyimlememizin hedeflendiğini düşünüyorum. Bu nedenle de kitabı okurken, kitabın her ne kadar yalın bir anlatımı bulunsa da, dikkatimizi okuma anına vermemiz gerekiyor. Aksi halde o anda bulunma halinden kopup ben ne okuyorum şimdi bocalaması yaşanabilir. İki kısma ayrılan kitabın ilk kısmını bu dikkat kayması nedeniyle ben iki kez okudum. :)

Dediğim gibi kitapta aslında ne kişiler, ne mekan, ne olaylar... en bariz olarak ''anda bulunma hali'' öne çıkarılmış. Gözlemlere dayalı olarak bir anı kaplayan çeşitli olaylar aktarıldığı için de bazı okurlar belki kitabı yavaş akan, durağan veya sıkıcı olarak nitelendirebilirler. Ancak Japon Edebiyatı'nda genel olarak var olan bu doğal akışı merkeze alma formunun ben zaten yazarların kendi kültürlerinden ileri geldiğini düşünüyorum. Bu kitapta ise bu durum biraz daha belirgin olarak öne çıkıyordu.


Karakterler ise birbirlerinden zıt özelliklere sahip ancak bu nedenle birbirlerini tamamlayan ve geliştiren yönleriyle doğal akışla ön plana çıkıyordu. Batı tarzı dans hakkında yazılar yazan Shimamura, hayatı boyunca bu dansı kendi gözleriyle canlı olarak izlememiş bir adamdı. Gördüğü fotoğraflar ve okuduğu kitaplar ile edilgen olarak edindiği bilgiler üzerinden yazdığı yazılar ile yazar sıfatı elde etmişti. İlginç olan durum ise Shimamura'nın iş hayatındaki bu durumun kendi kişilik özelliği olması. Özel hayatında da ne kendi ailesiyle, ne de kaplıca otelinde tanıştığı geyşa Komako ile yaşadıklarında bir gözlemci olmanın ötesine geçemediği, yörenin soğuk ve beyaza bürünmüş doğasının, karakterin kişiliği ile uyumlu olduğu ve hatta karakterin tasvirinin de mekan yoluyla belirgin hale getirildiği görülüyor.

Aynı şekilde Komako ve Yoko da hayat öyküleri açıkça anlatılan, hatta yeri geldiğinde bunu kendi ağızlarıyla ifade eden ancak yine de ketum bir imaj çizen karakterlerdi. Karakterler ve mekanla pekişen soğuk atmosfer ise kitabın anlatımındaki sabitliği ortaya çıkarmış. Bu nedenle de okuması kolay gibi görünen ama zor olan bir kitap olduğunu düşünüyorum. Ancak kitap tüm bu özellikleri sayesinde bana ilginç diyebileceğim bir okuma deneyimi sundu.

Aynı yazarın Kiraz Çiçekleri isimli kitabını da bu yıl içinde okumuş ve şurada da yorumlamıştım. Açıkçası anlatım olarak Karlar Ülkesi daha farklı ve özgün bir kitap. Ancak dediğim gibi soğuk, uzak bir havası var. Belki de yazarın en başından Karlar Ülkesi adını verdiği bu kitabın okur üzerinde bırakmasının amaçlandığı etkisi de budur. Öte yandan Kiraz Çiçekleri tıpkı baharla ısınan hava gibi bir etki bırakmıştı üstümde. Yazarın okurlarına anlattıklarını hissettirmeyi başarabilen bir yazar olduğunu düşünüyorum. Kiraz Çiçekleri'ni daha fazla sevmekle birlikte, iki kitabını da öneriyorum.

Kitaplarla kalın.


Kitap Alışverişi #6

 

Cingıl bells cingıl belllsss molası.

Bu aslında bir defter alışverişi. En azından ''çoğunlukla'' defter alışverişi. Ancak bu alışverişe vesile olan, bir kitap. Aslında toplu bir kitap alışverişine niyet etmiştim, ki bakın cidden, hatta CİDDEN bu kitap alışverişi niyetim bile planda yoktu ama youtube'da severek takip ettiğim Melikşah Altuntaş kanalının kitap kulübüne katılmaya heves etmemle ''e bari kulübün ilk altı ay kitaplarını toplu alayım da kargo parası vermeme değsin'' demem bir oldu. (Bu noktada Melikşah Altuntaş kanalındaki kitap kulübü kitaplarının açıklandığı şu videoya ışınlanabilirsiniz isterseniz.) 

Hemen aksiyon da alıyordum ki bir baktım, arattığım altı kitabın yarısının baskısı yok. Aaaaa ama yok artıkkine... Başka kitap sitelerine de durduk yere üye olmak istemiyorum açıkçası. Neyse yine de bakındım ettim. Bu noktada da şunu belirtmeliyim ki, bu yazının hiçbir noktasında reklam yoktur. Adet yerini bulsun diye neyi nereden aldım anlatıyorum canım aaa biz bize okurlarımla ahbaplarımla hasbial de mi edemiycem... Neyse işte reklam yok, para bayılarak aldım hepsini (aklım almadıklarımda, ki tam o noktayı anlatıyordum ki bi saniye çay içim).

İşte dedim direkt başka bir kitap alışveriş sitesine üye olmadan evvelce (ki eskilerden üyeliğim kalmış mıdır bilmem) ben bir Trendyol'a neyin bakayım. Baktım da... ama bilirsin ki, orada kitaplar daha pahalıdır. Olsun, indirimli satıcı aradım. Baskısız her kitabı da almayacaktım zaten. Bu altı kitap içinden (ne o kitaplar dersen videoda anlatmış adam - reklam yok hayrına haber ediyorum) bir kitabı çok merak etmiştim. ''Zaten baskısı yok bu kitabın, e şindi bu insanlar kitap kulübü olayına bir ton daha sipariş edecek iyicene kalmıycak'' diye panik atak geçirirkene (lafın gelişi) işte kaybetme korkusuyla boğuşurkene gittim Trendyol'dan sepetime bu kitabı ekledim. Hangi kitabı mı?


Bunu. Kapağına bile aşık oldum o kadar diyim. Benim olmasaydı ağlardım ağlardım ağlardım.


Konusu nedir kine diyenler için konusu.


Evet arkadaşlar tabi ki tek bir kitap için kargo parası vermeyecek idim. Ben de fırsat bu fırsat defterlere saldırdım hurrraaa. Kaptığım sepetimde kaldı vallahi... Bu kutudan çıkan her şeyi Matt Notebook'tan aldım. Zaten ajanda olsun, defter olsun, kırtasiye ürünleri olsun... bu üretici aşırı iyi ve özenli (reklam yok). Ayrıca bir şey aldığında özenli bir şekilde paketledikleri gibi (ki olması gereken bu ama hasret kalmışız), yanına üç beş tane hediye küçük defter, ayraç vs de koyuyorlar. Müthişler müthiş. İşte müşteri böyle kazanılır.


Hadi bununla başlayalım aradan çıksın. Buuuuuu, duvar takvimi. Masa takvimleri de var sanırsam ama emin değilim gidip bakın aaa. Ama ben bilinçli olarak duvar aldım. Benim masamda bir ben yokum, takvim mi kalır ortada. O nedenle kitaplık yanına asmak için duvar takvimi aldım. Müthişli tatlılı çizimleri olan bir takvimcağız bu. Bakın göstereceğim.




Böyleli bir şeyler. Yeter artık hepsini atmim. Ama çok tatlış değil miiii?


Ben aslında alt sıradaki iki ajandayı aldım. Bakın arkadaşlar ben aslında böyle spiralli olmasını normalde kullanışlı bulmam (ki bence değil). Ama sorun, neden o zaman böylelisini aldım? Öncelikle tatlı diye. Şaka şaka. Benim aslında ajanda alışkanlığım hala tam oturmuş değil. 2025'e girerken bir ajanda almıştım. O da yatay ajandaydı (bunlar da öyle) ve sevmiştim. Bu yıl ajandayı hem ajanda hem günlük gibi kullanmak istiyorum. Yanımda çok da dolandırmayacağım. Yoksa çantanıza atmalık bir şey almak istiyorsanız bence yanı spriralli olması hoş değil. Ama benim gibi kullanacaksanız amaaannn diyebilirsiniz. İçini kullanışlı buldum (şimdilik) ama nasıl bulacağımı aslında zaman gösterecek. Morluyu kendime, pembeliyi kardeşime aldım. Aslında hangi ajandayı alacağıma on saat karar veremedim. En sonunda kendime bu defter formundakini almaya karar verince kardeşime de aldım (yorumlarında biri tüm ofis aldık mutluyuz yazmıştı ona kandım). Ama sonra kardeşime paraya kıyıp daha başka bir ajanda almayı düşündüm. Ama bunu yapmam için tüm siparişi iptal etmem gerekiyordu ve boşverdim. Kardeşim beğenmezse kuzenime hediye etcem, kardeşime başka alacağım mecbur. Neyse. Ajandaların öyküsü bu. ''Eh o zaman yukarıdaki sıra sıra defterler ve ayraçlar neyyy'' diyeceksin, demediysen de bi dur açıklayayım... Onlar da işte hediye olarak gelmiş! İŞTE BUNDAN BAHSEDİYORDUM. Ay tahtalara falan vuralım nazar etmeyelim lütfen. Bir sürü hediye göndermişler paketin içinde, aşırı mutlu oldum! ^-^ Ama tabi şunu da ekleyelim, ben koca paketlik alışveriş de yaptım şindi eh yani. :)


Şöyleli defterler de aldım. Bunlar bildiğimiz çizgili okul defteri. Bunlardan da memnunum ama ben bir tık daha büyük olmasını beklerdim veya kalın. Bilmiyorum bu aslında benim alıklığım, çünkü sonuçta ürün bilgilerinde boyutları olsun sayfası olsun yazıyor. Yine de güzel güzel.


Bunlar da çizgisiz, sert kapaklı, küçük boy defterler. Bunlar dörtlü olarak satılıyordu, aslında alma nedenim buydu. Yine boyutunu bir tık daha büyük ister ve beklerdim ama dediğim gibi zaten ürün bilgisinde ebatları yazan şeyler bunlar. Ben kafamda tam canlandıramamışım. Defterin yanında hediye olarak sticker göndermişler. <3<3<33


Bunlar da sticker. AKILLICA diye bir üreticiden Trendyol üstünden aldım (yine reklam yoooook.) Birini kendime, birini kardeşime hediye aldım. Yanında da küçük not defteri göndermişler sağ olsunlar, teşkürler. <3


Evet sanırım bu kadarmış. Hoşça kalın, esen kalın.


Luisa ve Sessizlik (Claudio Piersanti) | Kitap Yorumu

Yazar: Claudio Piersanti, Çevirmen: Semin Saytı,
Yayınevi: Can Yayınları

Luisa altmış yaşlarında tek başına yaşayan bir kadındır. Bir fabrikada muhasebe şefi olarak çalışan Luisa'nın yaşamındaki her şey yerli yerindedir. Hayatını birbirini takip eden rutinleriyle yaşayan Luisa'nın kitabın başlarında yaşamındaki düzeni sevdiğini ve tek başına sürdürdüğü yaşamının ona tanıdığı bağımsızlıktaki ayrıcalıklardan hoşlandığını görürüz. İşinde de oldukça başarılı olan bu kadın, içten içe huzursuzdur. Luisa, geçen yıllarını fark eder. Önce değişen çağa karşı aldığı cepheyle başlar bu farkındalık. Luisa çağın alışkanlıklarından ve özellikle de gürültücü gençlerden şikayetçidir. Ona göre bu değişim, önüne geçilemeyecek denli bir anda gerçekleşmiştir. Toplumsal işleyişe yönelik farkındalıklarının yerini zamanla kendi yaşamındaki biten durumlar alır. Luisa bir gün emekliye ayrılmaya karar verir. Hayatının yeni evresinde aradığı sessizliği bulmayı umar. Ancak değişen dünya ve değişen bedeninin işleyişine uyum sağlayamayarak bunalıma girer. Daha doğrusu hissettiği bunalım açığa çıkar. Kitap boyunca bir kadının sessiz tek başınalığının yerini gürültülü bir yalnızlığa bırakmasının öyküsünü okuyoruz.

Kitabı kütüphanede dolaşırken keşfettim. İlk başta ismi beni kendine çekmişti. Sonra ilk sayfasındaki giriş paragrafını okudum. Şöyle diyordu: ''Radyolu saat çaldığında, düşünde boşlukta asılı, uzun bir merdiven görüyordu. Saat tam altıydı. Luisa gözlerini açtı ve uzun zamandır tırmanmakta olduğu o merdivenin görüntüsü bir-iki saniye daha gözlerinin önünden silinmedi. Duvarları ve çatısı olmayan bir yapının iç merdiveniydi bu; yataklar, banyo ve mutfak kara bir boşlukta sallanır gibiydi. Bütün katlarda insanlar vardı ve yaşam neredeyse normal akışını sürdürüyordu. Tavan kirişlerine tırmanmış, maymun gibi birinden ötekine atlayan çocuklarını durmadan çağıran bir annenin öfkeli yüzünü anımsadı. Bir nakarat gibi boyuna, 'Rahat durun, aşağı düşeceksiniz, rahat durun,' diye yineliyordu. Ayrıntılarının çoğunu artık unuttuğu karmakarışık, devinimli, saçma sapan bir düştü, ama hiç de tatsız değildi. O baş döndürücü yapıda biriyle yaşıyordu. Ama kiminle? Renata'nınkiler gibi aynalı güneş gözlükleri olduğundan başka bir şey anımsamıyordu.''

Bu paragraf bana Luisa'nın hikayesini çok merak ettirmişti. Bu rüya, Luisa'nın kendi yaşamına bakışını özetliyor: Boşluk. Luisa kendini ne yaşadığı semte, ne işine, ne de bedenine ait hissediyor. Aslında Luisa'nın hissettiğinin yabancılaşma olduğunu söyleyemeyiz. Bir çeşit ait olmama hissi hissetse de, aslında onun düşünce ve tepkileri bizleri yabancılaşma durumuna götürmüyor. Luisa kendine başka bir yerde, başka birileriyle yeni bir yaşam da düşlemiyor. Luisa sadece sessizliği istediğini düşünüyor. Ancak çevresini saran gürültünün aslında onu koruduğunu kitap aktıkça fark ediyoruz. Bazen içimizde sessizliğin de ötesinde ıssızlık duyumsarız. Bu ıssızlık öyle farklı şekillerde gelebilir ki, biz kaybolduğumuzu fark edene değin bizi merkezine kadar çekebilir. Luisa mükemmeliyetçi bir kadındı. Mevcut durumuna adapte olamadığı için içindeki boşluklarla avunmaya çalışıyordu ama bu boşluklar önce psikolojik, sonra fiziksel olarak onu yıprattı. Luisa'nın çevresindeki diğer karakterler de kendi hayat koşuşturmacalarında zamanı dolduran ama bunu Luisa gibi derinden sorgulamadıkları için şikayetçi de olmayan insanlardı.

Her ne kadar Luisa pek de sevimli bir karakter olmasa ve ona karşı hissettiğim hisler karmaşık olsa da... sanırım en çok da onun hissettiği yalnızlık hissi beni etkiledi. Çünkü bu, çok insani bir his. Ancak bu hissi deneyimlerken insan kendini çok özel hissedebiliyor. O kadar özel hissedebiliyor ki, bu yalnızlık onu hasta edene kadar ona tutunmayı ve ondan beslenmeyi sürdürebiliyor. Tek başınalık bir çeşit kaçışa dönüştüğünde aslında yerini yalnızlığa bırakıyor. Luisa'nın sessizlik öyküsü de buna örnek olabilecek, sade ama derin bir hikaye. Kitabın yazarıyla da, karakteri olan Luisa ile de tanıştığıma memnunum. Ayrıca kitabın kapağına bayıldığımı eklemeliyim. Zaten Can Yayınları'nın üzerinde böyle eserlerin basılmış olduğu eski kapaklarını daha çok seviyorum.

Kitaplarla kalın.


Tarihe Notlar.

 

Bugün yeni hayatımın ilk günü!

Aslında biraz ilerledikten sonra bir yazı yazmak daha mantıklı, asla akıllanmıyorum... Neyse.

Artık olumsuza, geçmiş tatsız ve sonuçsuz deneyimlerime, keşkelerime, amalarıma ve hep böyle oluyorlarıma tutunmaktan sıkıldım. O kadar çok sıkıldım ki artık bunların beni kesmediğine karar verdim.

Aslında bu kafaya daha evvel gelmiştim ama yine dalgalandım. Ama bu sefer kesin. Evet kesin! :)

Artık kendimi gerçek bir sevgiyle seveceğime söz veriyorum. Sevgi neydi :); sevgi emekti, güvendi, heyecandı da. Evet benim sevgi tanımımda heyecan da var ne, olabilir. 

Kendime inanıyorum.

Hayata inanıyorum.

Kendi hayatıma da inanıyorum.

Fark ettim ki, nihayet fark ettiğimi kabul ettim ki, hayatta neye odaklanırsan onu büyütürsün. Ve aslında her şey kendi algın, odağın ve ne düşündüğün\ yaptığınla ilgili. Hayatta her şey senin kendinle ilgili. Ben de kendi doğamdan kaçmayı bırakmaya karar verdim. Aslında sevgiden kastım, gerçek bir sevgiden kastım, da buydu. Kendi güzel varlığımı :) yaşamak. Tabi bir de daha pratik anlamıyla daha çok hayatın içinde olmak, geri çekilmemek, olumsuz senaryo üretmemek, korkmamak, kendimden ve görülmekten ve sevilmekten korkmamak gibi gibi şeyler. Bir de tabii geçen yılın kapanışında yazdığım yazıda da belirttiğim üzere (ki yıl boyunca pek uygulayamadım, bunu anlamam bir yılımı aldı şaka maka) açık olmak. Almaya açık olmak.


Çocukken İzlediğim Çizgi Filmler.


Daha evvel bu konu başlığı ile ilgili farklı zamanlarda üç yazı yazmışım. Çizgi filmlerin bendeki yeri ayrıdır. Hatırı sayılır bir süredir çizgi film izlemesem de (en azından tv'den), çizgi filmleri severim. Her ne kadar onlar farklı kulvarda olsalar da, animasyon filmlerini ve anime filmleri de severim. Yazdığım son serideki çizgi dizi derleme yazımı da yeniden yayınlamak istiyorum.


Çok çok çok küçükken ne izlerdim... yani Tv'den ne izlerdim hatırlamıyorum. O zamanlar tabi şimdiki gibi değil, sene 1970 ahahahahha... İşte, daha internet çağına çok da girmemişiz. Adımımızı atıp bi' bakıp çıkçam modundayız (ki sonra uyuklama moduna geçip bu çağa yerleştik o ayrı). Daha evvel de bahsettiğim gibi, ben aslında çizgi film cd'lerimi severdim. Bu durum da bizim dvd oynatıcımız bozulana (ve cd'lerim de) kadar sürdü. Tv'de ne izlerdim hatırlamasam da benim Pokemon kartlarım vardı (hala var). Bu kartları çok sevdiğime göre... Evet evet hatırladım hatırladım! Şirinler (ahahhahahah), Sünger Bob Kare Pantolon, Ninja Kaplumbağalar, Tutenstein, Tom ve Jerry, Tweety ve Sylvester, Cedric (üzümlü kekim), Tazmanya Canavarı, Bugs Bunny, Road Runner (çizgi filmin adı bu mu hala emin değilim - bip bip diye ses çıkaran kuşlu çizgi dizi), Casper (bende çantası vardı içine oyuncak yemek ve fincan takımlarımı koyardım :), Red Kit (bende cd'si de vardı ve en sevdiklerimdendi), Taş Devri, Jetgiller, Pokemon... evet ilk dönem çizgi filmlerim olarak bunları anımsadım. Bir de tabii ikinci dönem var.

Bu ikinci dönem olarak ayırdığım kısımda daha büyüğüm. Hem artık sürece kardeşim de dahil oluyor. Hatta bazen babam da dahil oluyordu hahahahah, ne, hatta favorisi vardı ve bunu bana söylemişti. Bu dönemde daha çok Cartoon Network, Disney Channel gibi kanallarda takılmayı seviyordum. Gece uyumamalarım o yıllarda başlamış olabilir. Foster'ın Hayalî Dostlar Mekânı, Ed, Edd ve Eddy, azıcık ucundan Powerpuff Girls ve Johnny Bravo, Dexter'ın Laboratuvarı (babamın favorisi), Marsupilami (aslında çok sıkı takip etmiyordum, kardeşim daha çok izlerdi), Ben 10 (yine bildiğim, bulursam göz attığım ama sıkı takipçisi olmadıklarımdan), Vikingler, Genç Ejder ve aslında benim en kıymetlim Cunipır Liiii iş başında... canavarlaaaarr devvlerrr, cunipır liii hepsinin üstesinden gelebilir (ya da böyle bir şey) yani Juniper Lee'nin Maceraları.

Benim aklıma gelmediği için google amcayı biraz gezinerek bunları buldum. Eminim daha vardır ama bunları özellikle de geceleri izlediğim aklımda. Sonra aslında başka çocuk kanallarından da izlerdim. Mesela bir çocuk vardı, ismi Liu mi Lui mi, Luis mi neydi... Wisconsin'da yaşıyordu ve orada hep hortum falan çıkıyordu. Evlerinin bodrumu vardı, her bölümde mutlaka o bodruma saklanırlardı. Neydi o çizgi film ya... Amerika hakkındaki ilk fikrim hortumlarıydı ahahhaha. Ah şu internet iyi ki var cancağızım :) hemencecik buldum neymiş o çizgi filmmm: Afacan Louie.

Aynı şekilde, sanırım bu çizgi film TRT Çocuk'taydı, gotik bir çizgi film vardı hahahahhah. İki erkek kardeş vardı. Böyle... gotiklerdi? :) Bu çizgi filme dair hatırladığım iki şeyden biri bu. İkincisi ise çizgi filmin melodisi. Çünkü sanırım bu melodiyi çizgi filmin kendisinden daha çok severdim. Cegıtlı bir şeydi. Karakterin adı bu muydu acaba? Dur bakalım... Bakındım ama bulamadım. Zaten bence bu çizgi film zaten bu kanalda değildi. Bu kanal için fazla gotik olduğunu düşünüyorum. :) Ama bu kanalda olduğuna daha bir ikna olduğum başka bir çizgi dizi daha vardı. Uzaaayyyy sonsuz boşluk, diye bir girişi vardı. Çizgi filmdi ama belgesel havası da vardı. Sonra yine sanırım bu kanaldaydı, bir leylek vardı, Miss Marple havası vardı bu leylekte. Polisiye bir çizgi filmdi.

Ben de ne çeşitli konularda çizgi film izlemişim vay be, gururlandım küçük Ben ile ahahhahahah.

İzlediğim ilk anime neydi anımsamasam da, ya TRT 1 ya da TRT Çocuk'ta animeler çıkıyordu. Hatta her hafta bir tane çıkardı o ara. Ah bayılmıştım bayılmıştım. Kedili bir anime vardı diye diye gezmiştim hatta yıllarca. :) O animenin adını liseye giderken bulmuştum da neptünler benim olmuştu. Sonra da yeniden Japon animasyon filmlerine sarmıştım. Bugün bile en sevdiğim filmler arasında hep baş köşede adeta bir paket olarak Japon animasyon filmleri yer alır. Sadece Hayao Miyazaki filmleri değil, ki evet Miyazaki dedem eşsiz bir sanatçı ve zanaatkar da aynı zamanda ama ben özellikle de Studio Ghibli'den çıkan animasyonları genel olarak seviyorum. Zaten bu şirkette Miyazaki dedem ve sanatçı arkadaşları işler çıkarıyor.

Sonra her pazar günü, sanırım Fox'taydı, bir Barbie filmi çıkardı da bayılırdım bayılırdım. Genel olarak Barbie filmlerini severdim ama en favorim hep kahverengi saçlı Barbie'nin de olduklarıydı. Çünkü evet evet onu da kendime mi... Hayır, sadece sarışın olmayan Barbie fikri hoşuma gidiyordu sanırım. Sonra nedense bu pazar yayınlarına son verdiler. Oysa bugün bile yayınlansa bence pek çok çocuk yine severek izlerdi. 

O yıllarda Winx'i de severdim ama bak çok ilginç, ben aslında Winx'in hikayesini okumayı severdim. :) Bakkalda Winx'in kitapları satılıyordu. Ciddiyim bakkalda satılıyordu. Artık direkt mi satılıyordu, gazeteden mi çıkıyordu bilmem ama 10 kitaplık serinin 8 kitabı bende vardı. İçinde sadece hikaye kısmı değil, ayrıca bulmacalar testler vs de vardı. Öyle çok severdim ki. Sonra onlar benden kardeşime, kardeşimden kuzenlerime kaldı (yani kayboldu :). -affedin size sahip çıkamadım güzel kitaplar...-

Daha ergenliğe giriş zamanlarımda Haydi Çalkala gibi dizileri de izlerdim. En favorim buydu gerçekten. (Zendaya'nın çocukluğunu bilirim ahahahah). Zaten o yıllarda bu Disney dizileri ve şarkıcıları popülerdi. Hannah Montana'yı da severdim mesela. Ergen Ben'in müzik zevkine yön veren de bu dizilerdi biraz bence :). Daha başka diziler de izlermişim herhalde, evet özellikle geceleri ama şu an nedense çok anımsayamıyorum da. İzlediğimi biliyorum ama sıkı takipçisi değildim. Sonraları, aslında sosyal medyada pek sevilmiyor ama, Violetta'yı da izliyordum biraz biraz. Hatta müziklerini hala severim desem ahahhaha. Ama ilk sezonu güzeldi, sonra bozdu bence, ben de bıraktım.

Aklıma gelen başka çizgi filmler şu anlık yok ama yorumlarda birileri şu da vardı bu da vardı dediğinde ben de eminim ki ''aaaaaaa evet o da vardı!'' diyeceğim. :) 

Sizin izlediğiniz çizgi diziler nelerdi? Hala takip ettikleriniz var mı?

Hoşça kalın.


Sevdiğim Şeyler.


Koniçiva.

Sildiğim yazılar içinde bloğumda kalmasını istediğim tek kısım sevdiğim şeylerle ilgili olan bölümdü. Unutmamak için kaydetmek istiyorum. Bu yazı fikrini sevgili Roza'nın Kütüphanesi bloğunun şu yazısından ilham almıştım, kendisine teşekkür ederim. 

Bir de çizgi film yazımı yeniden yayınlayacağım, nostalji olması için. Yazılarımı takip eden, yorum bırakan herkese çok teşekkür ederim. Benim için kıymetliydi. Ancak... nasıl desem... Bu yazılar tek boyutluydu. Aslında silmemin ana nedeni buydu. İkincisi de, beni bloğa ufaktan bağımlı yaptığını hissetmemdi. Kim okuyacak, ne kadar okunacak merak ediyordum ve hep bakasım geliyordu. Kişisel yazılarımda bir yazı içime sinmeyince ardından yenisini yazarım. Bu da beni bir yazı döngüsüne sokuyor gibi hissettim. Bundan dolayı kökten sildim. Zaten çok da önemli değildi, ki bugün olmasa yarın öbür gün (yeni yıl öncesi özellikle) kesin silerdim.

Bir de şu var... İçimdeki enerjiyi, yani... ilhamı mı desem (ki bu aslında çok dar bir anlamı karşılar)... Bloğa akıtmak istemediğime karar verdim. Daha elle tutulur bir şeyler üretmek istiyorum. Özellikle de son serim ve ona gelen güzel yorumlarınız bana bunun için ilham verdi diyebilirim. Yıllardır aklımda olan ama içimde yeterli gücü bulamadığımı düşündüğüm (veya bahane ettiğim) şeyleri artık yapmak istiyorum. Artık kendimi tutmak istemiyorum sanırım. Sadece başlamak ve ilerlemek istiyorum. Korkmak istemiyorum. Acaba demek, kendi kendime bahane yaratıp denemekten bile çekinmek istemiyorum. Var etmek istiyorum. İçimden dışıma akan bir şeyleri var etmek istiyorum. Ama artık, istemekle de kalmak istemiyorum tabi. 

Öte yandan blogdaki yazılarımda (yazarsam) kendi yaşadığım durumları lap diye yazmak yerine bu sefer toplumsal bir yere bağlayarak yazabilirim. Örneğin resim öğretmenlerimin bende uyandırdıkları sanat duyarlılığı temasında özel bir yazı gibi (yani çocukluk anısı yazmam ama örnek olarak böyle). Bireysellikten çok daha bir amaca hizmet edecek yazılar yazılabilir. Ancak bunu şimdi yapmayacağım. İleride, gerekli farkındalığa bende biraz daha eriştiğimde yazmayı düşünüyorum. Yani direkt bu temada yazmam artık ama bu konseptte olsun istiyorum kişisel yazılarımın da. Salt duygu-düşünce aktarımı yaptığımda o yazılar bana bilmiyorum gereksiz görünmeye başlıyor. Yazdığım anda benim olmaktan çıkıyorlar gibi, hatta benden olmaktan bile çıkıyorlar. Yazmak beni değiştiriyor, o da var tabi.

Bir de buna ayrı yazı yazmayacağım için aradan çıksın diyorum... Son zamanlarda her gün rüya görür oldum. Bu benim için şaşırtıcı bir şey çünkü ben genelde rüya görmüyordum. Uzun süredir görmüyordum. Ya da uyandığım anda bile rüya gördüğüm bilgisine sahip olmuyordum demeliyim. :) Ancak şimdi, artık bilinçaltım fazla mesaiye mi kaldı bilmem, çok rüya görüyorum. Benim rüyalarım da karman çorman olur bu arada ve açıkçası beni yoruyorlar. Sen de böyle bir durum yaşadın mı veya arada yaşar mısın merak ettim.

Her neyse. Gelelim sevdiğim şeylere.



Gün doğumu mavisi: Gökyüzü tam aydınlanmadan, hala karanlıkken gökyüzünü izlemeye başlamayı çok severdim. Bir süredir yapmasam da kesin hala seviyorumdur. :) Yıldızlar teker teker kaybolurken, sesler yavaşça artar. İnsanlar uyanır, arabalar falan da ayaklanır (tekerleklenir ?? :)... Ve gökyüzü, siyah ile mavi arasındaki o ara tonuyla güneşi karşılar.

 

Ay: En çok dolunay dışındaki halleri. Dolunay'ı herkes sever, ben onun az ışıklı yanlarını bilene severim diyorum. O da bana arkadaşlık ediyor. Sevgili Ay, benim arkadaşım. Tamam Dolunay da uzun yıllar mektup arkadaşım oldu ama alınmasın. Dolunayla çok yakın değiliz, o nedenle ona kırgınlıklarımı yazdım Dolunay başlıklı yazılarımda hep. Bazen de zırvaladım. Diğer hallerini ise hep selamladım. Büyürkenki küçülürkenki hallerini... kimsenin özellikle dikkat etmediği gezgin Ay'ı hep selamladım.

 

Yıldızlar: Yıldızları başlı başına seviyorum, farklı yıldız takımlarını bulmayı da seviyorum. Çok da bildiğimden değil de... bazılarını tanırım. Görünce parmağımla resmini çizerim. Zaten biliyorsun :P, yıldızları çok severim. Küçük bir kızken bile çok severmişim. Gerçekten yanında cırcır böceği olabildiğim büyüklerimi çekiştirir, bak dermişim, yıldızlar orada.

 

Hayvanlar: Hayvanlar kendi halinde takılırken izlemeyi severim. Tabi ki evcil hayvanları. Mesela bir leopar veya orangutan yanımda dursa pek de hoşlanamam herhalde ahahhaha.

 

Sanat: Özgünlük içeren her şeye bayılırım. Ama modern sanata ısınamadım :)

 

Sohbet etmek: Eğer karşımdaki kişi açık fikirli ve üç beş konuya ilgili bir insansa, benimle saatlerce sohbet edebilir.

 

Çikolata ve kek ve kurabiye ve pişmaniye ve öyle şeyler ahahhaha: Tatlı severim ama nedense son yıllarda içecekte pek sevmiyorum ahahah (kendimi kandırma çabam değil gerçekten).

 

Kahve: Kıymetlimiissss.


Kahve kupaları: Aslında dönemsel olarak değişmekle birlikte hep aynı bardaktan içerim. Ama sevdiğim bir şey değişik kahve bardakları. Başkasına hediye olarak almayı da severim. :)


Kar küreleri: Önceden daha çok seviyordum sanırım ama yine seviyorum ki.

 

Yazmak: Yazmasaydım bu kız olamazdım bak ciddiyim. İyi mi olurdu kötü mü bunu bile düşünmeyen biri olurdum. İyi mi olurdu bilmesem de, belki mutlu olurdum bilemiyorum :) Bu da iyi olurdu mu demek mi ki :)

 

Okumak, İzlemek\ Dinlemek, Konuşmak, (Yazmak x2'leyelim): Dört temel beceride de iyiyimdir üzerinize afiyet :))) ajahahahhahah. Şaka tabi ki. Dört temel beceride kendimi geliştirecek aktiviteleri pek severim.

 

Gökyüzü, Deniz, Doğa falan: Bak doğada yaşayamam ama severim. Başım boynum tutulurcasına hep göğe dönük olmuştur ve bu dünyaya dair en favori parçam denizdir.

 

Gülmek ve Güldürmek: Bayılırım. Ben bebeyken biri bana senin gülümsemen güzel dedi bence, kendimde de hep gülümsememe aşıktım ahahahah. Hep 32 diş sırıtmışımdır fotoğraflarda belli bir yaşıma kadar. Sonra baktım herhalde başka sırıtan yok kestim :) Ve insanlarda gülümsemeye tikkat tikkat kesilirim. Gülün canımmmm. Hatta bizde peynirrr yoktur, kiraaazz vardır. 32 diş güldürme garantili.

 

Yürümek: Özellikle müzik dinleyerek.

 

Mp3'üm: Ruhum 2008'de yaşayacak dersem de inanma, nostaljik hisleri sevsem de geçmişe tutunmayı sevmem. Ben asıl bu aletin bende uyandırdığı hissi seviyorum ve hangi parçanın denk geleceğini bilemeyişimi, yıllar boyunca biriktirdiğim şarkıları yeniden keşfedişimi ve böyle şeyleri işte. Teknoloji ve uygulamalar ne kadar gelişirse gelişsin ben müzik dinlemeyi en çok mp3'ümle seveceğim. Ki aslında sık da dinlemiyorum artık. Arada.

 

Yollardaki kavisler: Hatta araba\ otobüs oralardan geçerken içimden''vuuu'' demek gibi eski bir alışkanlığım vardır. Sanki bir lunapark oyuncağında gibi hissederim.

 

Dua etmek: Yaratıcı'yla\ Yaradan'la konuşmayı hep çok sevmişimdir.

 

Yıldızlarla Konuşmak: Bunu artık yapmıyorum ama bu zamana kadar içimden az yapmadım hani. İçimden konuşurdum dediğim gibi. Kalbimden. Onlara sorular sorardım. Bilmek istediğim, kalbimin bilmek istediği soruları. Sonra oturur, bekler beklerdim. Belki bu arada birkaç meteor da kayardı. Sonra... bir yanıt yükselirdi, pek tabii içimden :) Cevap, kalbimden gelirdi. Bazen sana da laf arasında söylerdim. Anladıysan bravo :)

 

Keşfetmek: Öğrenmek de denebilir belki ama ben keşfetmeyi seviyorum. Keşfedemediğimde mutsuz olurum. Artık çoğunlukla kalbim mutsuz. Bunun nedeni bu sanırım.

 

Yazdığım bir yazıyı bitirince baştan sona okumak: Blog yazısı olur, başka bir yazı olur... hatta derslerim için yazdığım makalelerde bile en çok bunu severdim :)))

 

Fotoğraf çekmek: Ayyy bayılırımmm. Hatta önceden takıntılıydım. Mesela güzel bulduğum bir şey mi keşfettim, tak tak fotoğraflamalıydım. Yoksa aklımı kemirirdi onun, o yerin neyse artık fotoğrafını çekene kadar... Hatta yerlere bile eğilirdim gocunmadaaannn :) Gerçekten manyaktım. Yetenekliydim de bence. Çünkü bir şeyin doğru açı ve belki efektle, olduğundan daha farklı ve güzel çıkabileceğini düşünüyor, kendi beynimi\ gözümü çıkarıp herkese gördüğümü gösteremeyeceğim için de, fotoğrafa (ve yazıya) sığınıyordum.

 

Bloğuma gelen yorumları ilk okuma an'ım: Her seferinde ilk blog yazıma gelen yorumlar kadar heyecanlandırıyor beni <3 Bir kişi bile yorum bıraksa heyecanlanırım. Çünkü bu benim için kıymetli, hep de kıymetli olmuştur.

 

Ağaçlar: Doğa dedik ama özellikle de ağaçlar için ayrı bir başlık açmalıydım! Ağaçların gökyüzüyle bütünleşen dallarındaki yapraklarını izlemeyi çooook severim. Özellikle de ilkbaharda yeşeren ağaçların yeşilliğinin göğün mavisiyle buluşması içimi ferahlatır. Hatta üniversitede insanlar sohbet ederkene cins olan ben kafamı kaldırıp bunu izlerdim ahahahhah :) Bir sürü de bu bahsettiğim görüntüyü fotoğraflamışımdır. Yapraklarla dolu bir gökyüzü. Bak böyle bir anım var. Ayrı yazı yazmayacağım, şimdi yazayım da aradan çıksın. Küçükken (ben pek hatırlamıyorum) yine gökyüzünü boynum tutulurcasına izlermişim de bir gün gözüme çöp kaçmış. Hatta annemgil beni (babama da duyurmadan çünkü hasta olmamızdan nefret ederdi :) doktora götürmüş. İlginçtir doktor da anneme kızmış bu çocuğa bakmıyor musunuz diye. Aaaaa ama insanlık hali olur öyle doktur beyyy (kesin beydir bu, hanım olsa anlardı herhal bir anneyi). Neyse sonra gözümden çıkmış herhalde o şey neyse. İşte benim gökyüzü sevdam şaka değil. :)))

 

Yapraklar: Sanırım farklı tarzdaki yaprakları da seviyorum.

 

Gün ışığının bir yerlerden sızması: Yani bir yerlerden derken... elimi gün ışığına doğrultup romantik sahne yaratmayı severim hahahahah, işte parmaklarımın arasından gelen ışık gibi. Veya yaprakların arasından süzülen ışık huzmeleri gibi. Hafif nostaljik efektli gün ışığının odaya yansımasını da severim.

 

Eski aile albümleri: Çooook severim.

 

Hafif yağmurda yürümek: Önceden sevmezdim ama artık seviyorum mu acaba... Ama bak mesela yine çok değil ama biraz yağdığında yağmuru izlemeyi severim. Camdan süzülmesini ve aslında camın buğu olmasını ve ona kalp, gülen yüz vs çizmeyi. :)

 

Sarılmak: Çok küçükken dokunmatiktim. Annemin yanağını severek uyurdum. Hayal meyal aklımda. Sonra arada soğuk nevale oldum. Sonra yine sarılmayla hafiften dokunmatik oldum. Tabi ki sevdiğim, gerçekten sevdiğim birilerine sarılmayı kastediyorum. En sevdiğim sıcaklık, sarılma sıcaklığıdır. En sevdiğim derece. :)

 

Yolları izlemek: Keşke bolca seyahat ettiğim, ama çok güzel yerlere seyahat ettiğim, bir hayatım olsa. Bunu tüm ruhumla isterdim. İsterim!

 

Mandalina kokusu: Geçen demiştik, listeye eklemezsek ardımızdan ağlar.

 

Eski yerli dizileri izlemek: Sadece sihirlileri değil, genel olarak eski dizileri arada rastgele bir yerden açıp atlaya atlaya izler ve hunharca yorum bırakırım ahahahahha öhöm tamam. O kadar da hunharca değil ama izlerken bir şeyleri tespit edip yazmayı severim şindi.

 

Güzel defterler almak: Onlara yazmayı da severim tabii. Günlüklerimi de severim ama... Bak çok ilginç, eskiden olsa ilk maddelere (ki aslında bu listede sıralama da yok da) günlük yazardım. Oysa şimdi... Son iki yıldır pek günlük yazmıyorum. Blog doyurdu beni herhalde. :) Gerçi günlüğe de ergenken olay yazardım. Sonra sonra düşünce yazar oldum. Arada eski günlüklerimi yok etmek istiyorum ama çok defterim var. Okunma endişem yok aslında ama tabi iznim olmadan okunmak hoş olmaz. Öte yandan zaten her şeyi her zaman herkese açıkça söyleyip gösteririm (bence ?? :). Böyle ekşınlara gerek kalmaz ve pek merak uyandıran bir yaşamım da yok. :) Yine de ne diyordum işte onları yok edesim de gelmiyor değil. Zaten artık günlük yazmak istemiyorum. Günlüklerim kendimi tanımamı sağladı o ayrı... Başta hep negatif şeyler yazardım kendim hakkında. Ne üzücü.

 

Eski romantik şarkılar: Dans şarkıları ahhahaha :) Hiiççç... tatlı. Tatlı değil mi? Hayal falan kurmam bu arada. Ben müzik dinlerken, sadece onu dinlerim. Genelde yani. Çünkü hayal kurarsam, o şarkıyı o hayale ve insana bırakmış olurum. Sonra o şarkı bana değil, ona veya o hayale ait olur. Bunu istemem. Bu nedenle çoook nadiren yapmaya özen gösteririm. Yaaa. :)

 

Okuma kitaplarındaki illüstrasyonlar: Özellikle de sanatçısının kendine has bir tarzı varsa, bayılırım.

 

Yaz sonunda ipe biber, patlıcan vs dizilmesi: Balkon ipinde duran bu dizili sebzeler beni hep gülümsetir. Aklıma önce anneannem, sonra da bizim karşı komşumuz gelir.

 

Kitapların birilerine ithaf edilmesi: Okuma kitaplarında ilk önce buna, sonra yazar biyografisine bakarım ve öylece kitaba başlayabilirim. Bir kitap yazsan, kime ithaf ederdin? :) Bence insanın kitap ithaf edeceği kadar sevdiği biri olması çooook kıymetli.

 

Kelime oyunu yapmak: Şahsen çok eğleniyorum :)

 

Yeşil Erik: Sevmeyen mi var :)

 

Sebze yemekleri: En sevdiği yemeklerden biri kereviz olan birini tanıdın mı? İşte ben ahahhahah. Çocukken de yemek seçmezdim. Belki de öyle alıştığımdan, sebze yemekleriyle aram hep çok iyiydi.

 

Patates ve patlıcanlı yemekler: Yani en güzel yiyeceklerde top 10 olabilirler mi acaba?


Şiir Falı: Bir şey düşünüp veya soru sorup bir şiir kitabından rastgele şiir okumayı ve soruma dair çıkarım yapmayı severim :)

 

Tarot kartlarımı karıştırmak: Bazen karıştırma sesi de çıkar, onu bile severim :) Kartların kendi kendilerini atmalarını da severim.

 

Kütüphaneyi dolaşmak: Hem istediğim kitabı bedavaya alabilirim :))

 

Pinterest: Panolar oluşturup düzenlemeye bayılırım.

 

Çocuk kitapları: Her çocuk kitabını değil tabi, içimde yer edinenleri. O saf ama yaratıcı anlatımı severim.

 

Uzun zamandır dinlemediğim şarkıları yeniden dinlemek: Özellikle de çocukken veya ergenken dinlediklerime dönüş yapmaya bayılırım ahahahha :)

 

Diğer blogları okumak: Komşularımı ziyareti çok severim.

 

Bloğuma uzun yorum gelmesi: Eeeennnn sevdiğim uzun yorumlaşmalardır ki zaten ben kısa kesemiyorum genelde, karşı taraf da uzun tutunca hoşuma gidiyor :)

 

Monet gökyüzüsü: Bu tabiri ben buldum, açılın ahahahha :) Yani bir ressam var, Claude Monet. Empresyonistlerden. Bu nedenle gökyüzüleri hep buğulu buğuludur. Yağmurlu günlerde bazen bulutlar fırça darbeleri almış gibi görünür gözüme. İşte o gökyüzülerine Monet gökyüzüsü derim ve bu beni eğlendirir.

 

Bulutlardaki turunculuklar: Fotoğraflarını çekmek için elim kaşınır :) Turuncunun en sevdiğim tonu da, gün batımı turuncusudur (şiirseeell :).

 

Gün batımı: Aslında güneşin tamamen battığı anı izlemek bana hüzün verir ama genel olarak o kızıllık anını severim. Sesli bir veda gibi gelir. Gün doğumu sessizdir mesela, batımıysa öyle değil.

 

Sevdiğim şeyleri anlatmak: Sanırım bunu da seviyorum :)

 

Düşünce özgürlüğü: Asıl sevdiğim bu.

 

Özgürlük: Güzel bir şey.


Hoşça kalınızzz.


Beni Asla Bırakma (Kazuo Ishiguro) | Kitap Yorumu

Yazar: Kazuo Ishiguro, Çevirmen: Mine Haydaroğlu,
Yayınevi: YKY

Bazı kitaplarla tanışıklığım eskilere dayanıyor. Bir rafın bir köşesinde karşılaşıyor veya bir ekranın ardından bir gün elbet buluşmak üzere sözleşiyoruz. Beni Asla Bırakma da tanışıklığımın yıllara yayıldığı, hatta bir keresinde hoşbeş ettiğim bir kitap. Neden bilmiyorum, kitabı bugüne kadar okumadım, biraz da okuyamadım. Hep bir şey çıktı. Başka bir kitap -üzgünüm- o anlık önceliğim oldu sözgelimi veya kütüphaneye kitap teslimi günüm geldi, sınavlarım yaklaştı, ödevlerim beni delirtti... İlginçtir, tüm bunlara rağmen kitapla aramızdaki bağ hep korundu. Ve işte bir gün, elbet buluştuk.

Kitapla tanışma hikayemi anlattım. Çünkü sana ondan bahsetmeyi geciktirebildiğim kadar geciktirmek istiyorum. İlginç bir konusu var, sürükleyici bir olay akışı var. Ancak ben sevdiğim bir şeylerden bahsederken, sevdiğim bir şeyleri anlatan türden biriyim. Sevme nedenlerini anlatan, anlatmak isteyen, elinden gelse kalbini çıkarıp göstermek isteyen biriyim. Bir şeyi çok sevmişsem, o şeyi düzgünce tanımlayamam da, hislerimi aktarırım. Ancak söz konusu hislerime şekil veren düşüncelerimden bahsedebilmem için sanırım sana biraz kitabın konusundan da bahsetmem gerekiyor. -bir zahmet, tabii.-

Kitap, Hailsham isimli bir yatılı okulun öğrencilerinin başından geçen öyküyü anlatıyor. Ancak bu okul, sıradan bir okul değil. Bu okulun öğrencileri birer klon. Yetişkin bir birey olunca organ bağışı yapacak ya da bağış yapan klonlara refakat edecek bakıcılardan oluşan klonlar. Bu yatılı okul gibi daha niceleri olmasına rağmen onlar ''şanslı'' olanlar. Sanatla ve sporla iç içe bir programı barındıran güzel bir eğitim alıyor, çocukluk yıllarını onlara biçildiği kadarınca özgür geçirebiliyorlar. Gençlik yıllarına geldiklerinde okuldan ayrılıyor ve onları bekleyen hayata atılmaya hazırlanıyorlar. Kitabın anlatıcısı olan Kathy de bir bakıcı. Biz okurlara Hailsham'da yaşadığı yıllarda başından geçen olayları anlatıyor. Onun anıları aracılığıyla başta dostları Ruth ve Tommy olmak üzere diğer öğrenciler ve gözetmenlerle tanışıyor, bu alternatif dünyanın kurallarını tanımaya çalışıyoruz.

Bu kitap en basit ifadeyle kalbimi kırdı. Çünkü kitap her ne kadar alternatif bir kurgusal evrende yaşananları anlatsa da, aslında yaşadığımız dünyayı anlatıyordu. Kitabın karakterleri bir amaç için var edilen çocuklardı. Bir komün düzeninin içine doğuyor, kim olduklarını net olarak bilmeden büyüyor ve zamanı gelince onlara biçilen kadere boyun eğiyorlardı. Hailsham öğrencilerinin diğer okullarda yetişen öğrencilere göre çok daha şanslı oldukları pek çok kez vurgulansa da, onların durumunun tam olarak bir kutunun içinde yaşarken görebildikleri dış dünyaya asla dokunamamak olduğunu düşünüyorum. Onlara özgür birer zihin veren bu gözetmenler, aslında beraberinde onlara umut, hayal, beklenti oluşturmak için alan tanıyorlardı. Ancak hepsinin kaderi aynıydı: Ölene kadar organlarını bağışlamak! Ölüm onların kaçamayacakları kaderleriydi. Acı dolu yalnız geçen bir ömrün ardından erken gelen bir ölüm...

Sadece bedenlerinden faydalanmak için klonlar üretmenin etik boyutu bir yana, gerçekten kendi bilinçlerine sahip olan kanlı canlı bu insanları, onları koruduklarını söyleyen gözetmenlerinin bile hiçbir zaman gerçekten ''insan'' gibi görmemesi ve bu nedenle onların da ''ruhu olduğunu'' durmadan kendilerine ve dünyaya kanıtlama çabaları... bu öğrencilerin hayatları boyunca ev olarak bildikleri tek yerin bu okul olması, birbirlerinden başka aile olarak görebilecekleri, tutunabilecekleri ve aslında kendi kimliklerini tanımlayabilecekleri ellerinde hiçbir şeylerinin olmaması... oradan buradan sezdikleri küçük dokundurmalarla ''ne'' olduklarını ve kaderlerini kestirme çabaları... sadece ofiste, süper markette veya otoparkta çalışmak gibi gülünç denecek kadar basit hayallerinin bile asla gerçekleşmeyecek olması ve bunu bu kadar kolay kabullenmeleri... Kalbimi o kadar çok kırdı ki. En sonunda ağladım. Kathy için, Tommy için, Ruth için... ve en çok da kaybolmuş kıymetlilerini gri düzlüklerde arayanlar için ağladım.

Bu noktada üstünde durmak istediğim birkaç detay var. Açık açık spoiler vermeyeceğim ama kitaba dair bazı detaylar üzerinden konuşacağım uyarısında da bulunmalıyım. Okuyup okumamak size kalmış... 

Madam ve gözetmenlerin dış dünyadaki insanların genetiğinden kopyalanmış ve ''klon'' olan bu öğrenciler için verdikleri çaba bile aslında kendi kırılgan umutlarının ve daha ''insancıl'' bir dünya ideallerinin bir ürünüydü. Nitekim Madam dans eden küçük bir kızı gördüğünde bile o küçük kızın kendi yaşamına dair hayalleri olabileceği fikrini aklına getirmemiş, sadece -bencil bir yerden- kendi ideallerinin kırılganlığıyla yüzleşmişti. Aynı şekilde kimlik arayışında olan, çünkü gelecekleri hakkında bir çıkış kapısı arayan bu genç öğrenciler, klon olduklarını kabullenmekle birlikte, her kim olursa olsun nasıl bir bedenden varlık bulduklarını bulma umudundaydılar. Bu kişi azılı bir suçlu veya utanç verici bir hayat yaşamış biri olsa bile... Bu öğrencilerin kim olduklarını arayış süreçleri, kendi içlerinde kendilerine yer bulma çabaları bile tek başına insanı yoran bir durum. Bu çocuklar kendi varlıklarını kendilerine kanıtlamaya çalışırken aslında kendilerine yıllar öncesinden biçilmiş ''kadere'' yürüyorlardı. Tarih kitaplarında gördükleri toplama kamplarını çevreleyen elektrikli teller ve kendi okullarını saran elektriksiz teller ile ilgili yaptıkları mizah da, diğer tüm şakaya vurma girişimleri ve kaçış yolları gibi, aslında onların kaçmaya çalışamayacak kadar bile bu kaderin içine köklendiklerini, varoluşlarını onlara söylenenden farklı yaşamayı bile düşünmediklerini gösteriyor. Yani, bu çocuklar gerçekten de hapistiler! Öyle doğdular, öyle yaşadılar ve öyle öldüler. Düşününce... kader dediğimiz ve hayat dediğimiz yapı, aslında bu bilimkurguya varan kurgudan ne kadar farklı? Bizler de bir yaşantının içinde bize biçilmiş sınırların içinde çoğunlukla kendi isteğimizle bize verilen rolü oynayıp ölmüyor muyuz? 

Kitapta Ruth'a hiç kızmadım desem... Belli belirsiz hatırladığım film uyarlamasında kendisine biraz kızdığım hayal meyal aklımda olsa da... kitabı okurken ona hiç kızmadım. Çünkü o da sadece bir çocuktu. Kaybolmuş bir çocuk. Aslında Tommy ile Kathy için de hiç üzülmedim, evet hiçbir zaman. Çünkü onlar en başından beri şanslılardı. Üçü de şanslıydı. Birbirlerini buldukları için.

Spoilerımsı kısım ve açıklamalarım bitti.

Bana buruk hissettiren diğer bir durum da, bu dört bir yanı dikenli tellerle çevrili kısa yaşamlarında birbirlerini bulan karakterler oldu. Böyle saçma bir dünyanın içinde kaçamayacakları durumları kabullenmek için birbirlerine sığınan bu karakterler bana buruk hissettirdi. Savaşları, esir kamplarını, baskı altında yaşayan nice insanı, ölümle burun buruna olan hayatlarımızı ve en çok da bir şeyleri sessizce kabullenenleri... Aslında biz insanları anlatan, bunu ilgi çekici bir konuyla yapan bir kitap. Sade bir dili olmasına karşın anlatımı etkileyiciydi. Anlatıma dair en beğendiğim durum da biz okurların kitabın anlatıcısı olan Kathy aracılığıyla en başından beri sanki bir gözlemci değil de, olayları deneyimleyen biriymiş gibi anılar arasında gezinmemiz oldu.

Kitabın ayrıca 2010 yapımı Never Let Me Go (Beni Asla Bırakma) adıyla bir film uyarlaması bulunmakta. Bu filmi de yıllar evvel bir kitaptan uyarlandığını bilmeden izlemiştim. Filme dair tüm detayları unutsam da, beni neyin beklediğini bildiğimden kitabı aslında üzülmeye hazır olarak okumaya başlamıştım. Belki de tam da bu nedenle bu buruk his daha derinden bir yerden bana dokundu. Çünkü ben, karakterlere üzüleceğimi düşünmüştüm; oysa kitabı bitirdikten sonra aslında kendime üzüldüğümü fark ederken buldum kendimi. Filmi de yeniden izlemeyi düşünüyorum.

Kitaplarla kalın.


Cinayetler Kulübü (Agatha Christie) | Kitap Yorumu

Yazar: Agatha Christie, Çevirmen: Gönül Suveren,
Yayınevi: Altın Kitaplar

Kitap, on üç cinayet vakasından oluşuyor. Miss Marple'ın evinde toplanan altı kişi, sırasıyla başlarından geçen esrarengiz öyküleri anlatıyorlar. Bu öykülerdeki suçluları bulmaya çalışan grubu, köyünden hiç çıkmamış yaşlı ve sevimli bir kadın olan Miss Marple fazlasıyla şaşırtıyor. İnsan doğasını şaşkınlık verecek ölçüde çözmüş bu kadın, öykülerdeki gözden kaçan noktaları kolaylıkla gün yüzüne çıkararak grubunda yer alan kariyer sahibi insanların ilgisini çekiyor.

Kitabı kütüphanede dolaşırken Agatha Christie kitapları arasından neredeyse bakmadan rastgele seçip aldım. Çünkü biliyorum ki yazarın hangi kitabını okursam okuyayım, muhakkak ilgimi çekecek. Sevgili Christie ile yıllar evvel yine bir kütüphane ziyaretimde tanışmış ve aynı yöntemle rastgele bir kitabını seçip okumuştum. Bu ilk okuma deneyiminden sonra okuduğum tüm kitaplarını ise yer yer şaşırarak, yer yer acemi bir dedektifin gurur pozlarıyla okumuştum. 

Agatha Christie'nin hayranlık duyduğum bir yazar olmasında onun azimli bir kadın olmasının rolü büyük. Disleksisi bulunan bu kadın, onlarca kitap yazmış ve yazdıkları yıllar boyunca da severek ve ilgiyle okunmuş büyük bir yazar. Kitaplarını sevmemdeki en büyük etken ise olayları klasik polisiye kitaplarındaki gibi kana bulamak yerine, işin dedektiflik kısmına ağırlık vermesi. Onun kitaplarını okumak bana bulmaca çözmek, oyun oynamak gibi geliyor. 

Kendisinin Hercule Poirot isimli karakterinin olduğu öykülerini ayrı bir seviyorum ancak Miss Marple da oldukça ilginç ve keskin zekalı bir karakteri. Ancak bu kitaptaki tüm olayları Miss Marple'ın çözmesi bir noktada sıkıcı mı geldi desem... Teyzeciğim keşke diğerlerine de biraz şans verseydin diye düşünmeden edemedim.

Kitapta on üç farklı olay anlatıldığı için aslında her bölümde farklı bir kurgu okuyoruz. Kitabın arka kapağında da yazdığı gibi bu her bölüm ayrıca uzun bir roman olabilecek potansiyele sahipti diyebilirim. Christie gerçekten üretken ve özgün bir yazar. Kitabı merakla, ilgiyle ve bazı bölümlerdeki vakalarda ayrıca şaşırarak okudum. Hatta keşke bu kitabın on üç bölümlük bir dizisi çekilse diye düşünüyorum şu an... Eminim herkes bayılırdı. :)

Kitaplarla kalın.


Popüler Yayınlar