Mary and The Witch's Flower (Meari to majo no hana\ Mary ve Cadı Çiçeği) | Film Yorumu

 

Yönetmen: Hiromasa Yonebayashi 

Senarist: Riko Sakaguchi, Hiromasa Yonebayashi

Yapımı: 2017 - Japonya 


''Herkesin seni şanssızlık getiren kara kedi olarak görmesi zor olsa gerek. Fakat ben de benzerim. Benim de bu kızıl saçlarım var ve birlikte yemek yiyebileceğim bir arkadaşım yok. El attığım her şeyi batırıyorum.''


Kaynak: Pinterest

Mary Smith'in başı söz dinlemeyen kabarık kızıl saçlarıyla derttedir. Charlotte teyzesinin evinde geçireceği zaman boyunca yeni bir ortama alışacak olmak, hele de saçları böyle söz dinlemezken, Mary için oldukça gerginlik veren bir hal alır. Mary çevresine yararlı olmak için çabalar ancak görünen o ki iyi olduğu pek bir konu da yoktur. Üstelik ona ''kızıl maymun'' lakabını takan sinir bozucu çocuk Peter da çok olmaktadır! Tüm bunlar küçük Mary'nin sinirlerini bozar. Bu süreçte ona iyi gelen tek şey küçük dostu Tib ile olan arkadaşlığıdır. Tib de Mary gibi farklı görünen biridir ancak onun aksine bu farklılığını tüm karizmasıyla taşır. Tib, güzel mi güzel bir kara kedidir. 

Mary bir gün ormanın derinliklerinde gece uçuşu çiçeği isminde güzel ve gizemli bir çiçek bulur. Bu çiçeğin tek özelliği güzelliği değildir. Cadı çiçeği olarak da bilinen bu çiçek, kişiye sihirli güçleri kullanabilme özelliği vermektedir. Ona önemli bir şey anlatmaya çalışan dostu Tib'in peşine takılan Mary, bu gizemli çiçeği kullanır ve Tib ile birlikte kendini bulutların ötesindeki ünlü bir cadı okulunda bulur. Bu okula girişi de çıkışı da kolay olmayacaktır. Film boyunca Mary'nin cadı rolü yaparak girdiği bu okulda yaşadıklarını ve öğrendiği gizemli sırları izleriz. Bu yolculukta Mary başlangıçta yalpalasa da, zamanla, bir insan olarak kendi içindeki sihri kullanabilmeyi öğrenecektir.

Tatlı mı tatlı bir film. Açıkçası filmi yalnızca ismi için bile izlemek istiyordum. Öte yandan filmin afişi uzun süredir karşıma çıkıyordu. Ben de yıl bitmeden izleyip aradan çıkarmak istedim. Hikaye şirin ve dikkate değer olsa da, malesef zayıf kalmıştı. Bu görüşümde pek tabi daha evvel büyük ustaların elinden çıkmış anime filmleri izlememin de etkisi olabilir, bunu belirtmeliyim. Filmin çizimleri de sevimliydi ancak, muhtemelen yine çizim tekniği olarak çok daha iyi animeler izlediğimden, bazı detaylar gözüme çok çarptı ve dikkat etmeden duramadım. 

Örneğin bazı sahnelerde arka plan çok durgunken karakterlerin hareket halinde olması gözümü yoran bir durumdu. Animasyon çizimleri hakkında teknik bir bilgim olmasa da, bu çizimler bana sanki sabit bir arka plan fonunun önüne hareket eden karakterler eklenmiş gibi bir düşünce verdi. Hal böyle olunca arka fon ile ön kısım arasında uyumsuzluk hissettim. Çünkü izlediğim diğer animelerde genelde sahne bir bütün halinde akar durumdaydı. Bu teknik detay da animeleri çizim olmaktan çıkarıp adeta gerçek dünyada geçen birer filme dönüştürüyordu. Ancak bu filmde bu yoktu dediğim gibi.

Dikkatimi çeken bir diğer detay da karakterlerin Batılılaştırılmaya çalışılması oldu. Karakterlerin fiziksel özellikleri tipik anime karakteri ile Avrupai görünüm arasında bir yerdeydi. Aynı şekilde karakter isimleri de Batı ülkelerinin isimlerinden seçilmişti (Mary, Peter, Charlotte gibi). Bunda tabi ki bir sorun yok ama ben animelerde Japon olan Japon karakterleri izlemekten daha çok keyif alıyorum doğrusu. Bu nedenle Avrupalı havası verilmiş karakterleri (ki Japonca konuşmaları işi daha da karmaşık hale getiriyordu) garipsedim ve pek de hoşuma gitmedi. Ancak tüm bunların nedeni filmin İngiliz yazar Mary Stewart'ın The Little Broomstick (Küçük Süpürge) isimli kitabından uyarlanmış olmasıymış. Ben filmi orijinal dili olan Japonca'dan izledim ancak fragmanını araştırırken fark ettim ki İngiliz aksanlı İngilizce bir versiyonu da bulunuyor. Ayrıca filmin uyarlandığı kitabın da çevirisi var mı diye baktım ama malesef bulamadım.

Tüm bu olumsuz gibi görünen eleştirilerim aslında tam bir olumsuzluk barındırmıyor. Sadece, filmin güzel bir konusu olduğunu düşünmekle birlikte, bu konunun yeterince güzel değerlendirilemediğini düşünüyorum. Konu olarak ilgi çekici ancak çizim tekniği, müzikler ve akış yönünden güçlendirilebilir bulduğum bir film oldu. Film beni izlediğim diğer anime filmler kadar etkilemese de, izlediğime memnun oldum. Sürükleyici ve dediğim gibi sevimli bir film. İçerisinde dostluk ve sihir barındıran her hikaye gibi güzel bir kendini kabul etme yolculuğu. İlgisini çekenlere öneririm.


Mary and the Witch's Flower - Official Trailer için tıklayabilirsiniz.


Not: Bu film yorumu yazısı reklam değildir, film önerisidir.


Bitmeyecek Öykü (Michael Ende) | Kitap Yorumu

Yazar: Michael Ende, Çevirmen: Saadet Özkal,
Yayınevi: Kabalcı Yayınevi

Bazı kitapları okurken, o kitapla bir yolculuğa çıkarız. Daha karakterlerini tam tanımadan, konusunu tam anlamadan evvelce bile o kitap bir şekilde bizim yol arkadaşımız olur. Çünkü aslında, belki de, içimizdeki bir ses bize o kitabı tanıdığını fısıldar. Biz de fiziksel olarak duyamadığımız bu sesi hisseder ve kitaba karşı güven besleriz. Onun bizi götüreceği mekanlara, tanıştıracağı karakterlere ve bize yaşatacağı sahnelere kendimizi açarız.

Bastian akranları tarafından dışlanan bir çocuktur. Yine bir gün zorba akranlarından saklanırken kendini bir kitapçıda bulur. Aksi kitapçı sahibi telefonla konuşurken Bastian adamın okuduğu kitabı çalar. Çaldığı bu kitapla birlikte okulunun tavan arasına saklanan Bastian'ı kendisinin bile bilmediği uzun bir yolculuk beklemektedir. Bu yolculukta başlangıçta eşlikçidir Bastian. Bitmeyecek Öykü isimli bu gizemli kitabın kendisi gibi çocuk olan ana karakteri Atreju ile birlikte Fantazya'nın birbirinden renkli diyarlarında dolanır ve Çocuk İmparatoriçe'yi kurtarmak üzere maceradan maceraya koşar. Bir noktada ise kendini, çekildiği tüm bu maceraların ana karakteri olarak bulur.

Temelde iki kısma ayrılan kitabın ilk yarısında Bastian'ı bir okur olarak görüyor ve onunla birlikte Atreju'nun maceralarına ortak oluyoruz. Kitabın ikinci yarısında ise Bastian ana karakterin kendisi olduğu gerçeğiyle yüzleşiyor ve bizler de tıpkı Atreju gibi bu sefer Bastian'ın yol arkadaşları olarak onun maceralarına ortak oluyoruz.

Kitabı çok keyif alarak okudum! Kütüphanede dolanırken Michael Ende ismi gözüme çarptı. Kendisinin daha evvel okuduğum tüm kitaplarını sevmiştim. Zaten kendisi bol ödüllü (ve bu ödülleri hak eden) bir çocuk kitabı yazarı. Özellikle de Momo (yorum yazım için tıklayabilirsiniz) isimli kitabını çok sevdiğim için bu kitabını da hızla elime alıp incelemeye başladım. Kitabın yazılarının mavi ve turuncu olmak üzere farklı ve iki renkli olması ilgimi çekti ilk etapta. Sonrasında üstüne pek de düşünmeden ve içten içe seveceğime emin olarak kitabı ödünç aldım. Kitabı seveceğimi dediğim gibi en başından beri biliyordum ancak bu kitabı herkesin okumasını dileyeceğimi bilmiyordum. Artık insanlara hediye edebileceğim bir kitap alternatifim daha oldu! :)

Kitabı okurken kalbimi mesken tutmuş kara bir yılanla yüzleştim. Onun adı, şüpheydi. İnsan sanırım büyüdükçe yüreğinde beliren parıltılardan şüpheye düşüyor ve her şüphe aslında bize bir karanlık nokta veriyor. Bu noktalar çoğaldıkça kendimizi pek bir bilge görüyoruz. Olgunlaştığımızı düşünüyoruz. Oysa belki de yaptığımız tek şey aslında kendimizi gerçekten istediğimiz şeyden, yaşamaktan, korumak. Şüphe ediyoruz. Sevmekten, şüphe ediyoruz. Çünkü sevmek, en hızlı umut etme yöntemidir. İnsan bir şeyi sevdiğinde tüm hücreleri bir anda canlanır ve gençleşir. Bu bazen korkutucudur; çünkü bize büyürken bunun bilgece olmayabileceği öğretilir. Bu nedenle artık Fantazya'ya gitmemeye başlarız. Bir daha kalbimize pek de sık bakmayız. Oysa Fantazya hep oradadır. Parıltılar da. Yüreğimizdedir.

Bu kitap hakkında çok şey yazabilirim. Ancak düşünüyorum da, hepsi sadece tek bir cümlede toplanıyor: Bu kitabı okuyun ve lütfen sevdiklerinize hediye edin. İnsanı daha iyi bir insan yapan ve hayata karşı daha umutlu bakmasını sağlayan kitaplardan biri. Büyük küçük her yaştan okur ilgiyle okuyabilir. Çocuklara okuma alışkanlığı kazandırmak ve kalın kitaplara geçişlerini kolaylaştırmak için de bu güzel kitaba başvurulabilir diye düşünüyorum. Ayrıca kitapta felsefi ve eleştirel düşünme becerilerine hitap eden pek çok kısım bulunuyor ve bu kısımlar bir olay dizgesi içinde verildiği için hem düşündürüyor, hem de okurun merak duygusunu canlı tutuyor. Dolayısıyla kitap eleştirel düşünme, yaratıcı düşünme gibi üst düzey düşünme biçimlerini de etkinleştiren bir özelliğe sahip.

Kitabın ayrıca Hiç Bitmeyen Öykü isimli bir filmi ve bir de çizgi dizisi bulunuyor.

Kitaplarla kalın.


The Substance (Cevher) | Film Yorumu

 

Yönetmen: Coralie Fargeat 

Senarist: Coralie Fargeat 

Yapımı: 2024 - Fransa, İngiltere, ABD


''Kendinin daha iyi bir versiyonunu hayal ettin mi hiç? Daha genç. Daha güzel. Daha kusursuz. Tek bir enjeksiyon DNA kilidini açacak, yeni bir hücresel bölünme başlatarak senin başka bir versiyonunu yaratacak. Bunu yapacak olan bu Madde. Çıkış noktası sensin. Her şey senden kaynaklanıyor. Ve her şey sana ait. Bu sadece senin yeni bir versiyonun. Sadece paylaşacaksın. Bir hafta biri, diğer hafta diğeri olacaksın. Her biri yedi gün, mükemmel bir dengeye sahip olacak. Unutmaman gereken bir tek şey var: İkisi de sensin! Kendinden kaçamazsın.''


Kaynak: Pinterest

Ünlü bir yıldız olan Elisabeth Sparkle (Demi Moore) yaş almasıyla birlikte eski ününü kaybeder. Artık ne yaptığı spor programı, ne de geçmiş başarıları ilgi görmektedir. Sunduğu spor programında kendisinin yerine daha genç birisinin arandığını öğrenmesiyle birlikte bunalıma girer. Elisabeth kendini çirkin bulan bir kadın değildir; ancak dış dünya ve özellikle de televizyon dünyası ondan biyolojisine karşı durmasını ve hala aynı gençlikte kalmasını beklediği için Elisabeth'in özsaygısı zedelenir ve kendinden şüpheye düşer. Tüm bunlar yaşanırken kendisine yardımcı olabileceğini düşündüğü gizemli bir gençleşme yönteminden haberdar olur. Bu yöntemle kendi içinden daha genç bir versiyonunu çıkaran Elisabeth, ikili hayatına başlar. Bu gizemli maddeyi düzenli olarak kullanmak ve kullanım süresine dikkat etmek kritik önem taşır. Aksi halde genç bedeni besleyen kaynak beden geri dönüşü olmayan hasarlar alacaktır. Yedi günde bir beden değiştirmesi gereken Elisabeth, kendisine Sue (Margaret Qualley) ismini veren genç versiyonunun yerine geçmesiyle birlikte kontrolünü kaybeder. Film boyunca gençlik ve güzellik imgelerinin pazarlandığı ikiyüzlü bir dünyanın bir kadın üzerinde bıraktığı fiziksel ve psikolojik etkileri izleriz.

Öncelikle şunu söylemeliyim... Bu, GERÇEKTEN mide bulandırıcı bir film! Yazımın devamında filmin içeriğini daha detaylı yorumlayacağım. Açık açık spoiler yazmayacağım ancak filmin detaylarına indiğim için haliyle aralarda spoiler da alabilirsiniz aman dikkat, baştan uyarayım.

Film aslında felsefi bir düşünce üzerine kurulmuş. Yani mantıklı bir fiziksel açıklama aramak gerekmiyor. Zaten filmin amacı bu değil. Sue Elisabeth'ten nasıl arada bağ olmadan beslendi, nasıl doğdu gibi sorular filmin cevap aradığı sorular değil. Bu nedenle de fiziksel düzlemde mantıklı bir cevabı yok. Çünkü Sue, Elisabeth'in yaşlanma, ününü yitirme ve arzulanmama gibi korkularından doğan bir alt benlik. Filmde bu durum Sue'nun fiziksel bir bedene sahip olarak canlanması şeklinde işlenmiş.

Elisabeth vücuduna enjekte ettiği madde ile birlikte içinden daha genç bir versiyonu olan Sue'yu çıkarıyordu. Cevher isimli bu maddenin pazarlanma şekli de zaten şöyle: Daha iyi bir versiyonunuza ulaşın. Buradaki ''daha iyi'' Elisabeth ve onun gibi cevheri kullananlar için gençlik ve çekicilik anlamlarına geliyor. Daha iyi dediğimiz oluşuma ilerlemek için ise ardımızda eski oluşumu bırakmamız gerekiyor. Filmde ''daha iyi'' olan Sue iken, ona ulaşmak için geride kalması gereken eski versiyon ise Elisabeth oluyor. Aslında Elisabeth bu maddeyi kullanmayı kabul ederek kendi öz varlığını geride bırakmayı, edilgen konumda olmayı kabul etmiş oluyor.

Sue ile Elisabeth arasındaki gerilim ise ikisinin de aynı varlık olmasından ileri geliyor. Sue aslında Elisabeth'in kendinden nefret eden, kendinde kusur bulan ve özgüvensiz kısmından doğan parçası. Çünkü zaten Sue'nun varlık amacı bile Elisabeth'in kendi görünümünden ve aslında fiziksel varlığından, hatta bunun da ötesinde hissettiği özgüvensizliklerden kaçmasından kaynaklanıyor. Sue'nun varlığı da, varlığını sürdürmesi için gerekli olan kaynak da Elisabeth'in bizzat kendisi. Ancak bu kaynak yalnızca Sue'nun beslenmesi için gerekli olan Elisabeth'in bedeni değil; bu kaynak aslında zihinsel düzlemde Elisabeth'in kendinden kaçışı, kendine bakış açısıyla oluşuyor. Nitekim cevherin etkilerini sonlandırmak Elisabeth'in her zaman kendi elinde olsa da; bu, Elisabeth'in Sue ile, yani kendisiyle ve hayattaki en büyük korkularıyla (yaşlanma, çirkinleşme, ününü yitirme gibi) yüzleşmesi ile mümkündü.

Sue Elisabeth'ten, Elisabeth de Sue'dan nefret ediyor. Sue'ya göre çirkin ve yaşlı haliyle ayak bağı olan Elisabeth, ondan sadece zamanını alıyor. Elisabeth'e göre ise Sue, kendi fiziksel bedeniyle asla erişemeyeceği gençliğe ve bu gençliğin getirdiği hayranlara sahip. Sue Elisabeth'in sağladığı besin olmadan var olamaz; diğer bir deyişle, görmeye bile katlanamadığı için karanlığa hapsettiği esas beden olmadan Sue'nun fiziksel bedeni de yaşayamaz. Elisabeth ise aslında Sue'nun deneyimlerini bizzat kendi öz varlığıyla deneyimleyemediği için aslında Sue ne zaman değişimi sağlarsa o zaman yaşama geri dönüyor. Ancak Elisabeth'in açgözlü alt benliği olan Sue, zaman şartına uymadan aralıksız olarak beslendiği için Elisabeth'in fiziksel bedeni kalıcı hasar alıyor ve Elisabeth her geçen gün hayatta en çok korktuğu şey olan yaşlılıkla anormal bir hızla yüzleşiyor.

Filmin senaryo oluşum aşamasında nelerden ilham alındı bilmiyorum ancak filmi izlerken aklıma Lanetli Tavşan (şurada yorumlamıştım) isimli kitapta okuduğum Bedenleşme isimli öykü geldi. Bu öyküde de bir kadının saç, tırnak, dışkı vb gibi vücut parçalarından oluşan yeni bir bedenin var oluş öyküsünü okuyorduk (ve kesinlikle mide bulandırıcıydı). Bu filmde de benzer bir şekilde esas bedenden oluşan yeni ve genç bedenin varlığını esas bedene zorla kabul ettirme öyküsünü okuyoruz. Bu yeni beden aslında Elisabeth'in dış dünyadan aldığı eleştiriler, tepkiler ve yaşamının bir evresini kapatmasıyla oluşan korkulardan oluşan zihinsel bir yaratımın fiziksel olarak form kazanması, bedenleşmesi, şeklinde karşımıza çıkıyordu.

Filmde çok fazla çıplaklık olması ve özellikle medya yoluyla bilinçaltına kazınan çekici olma yolunda önemli görünen uzuvlara yerli yersiz zoomlar yapılması, bir yerden sonra beni bunalttı. Öte yandan bu çekimleri aslında filmin hikayesiyle uyumlu buldum. Çünkü medya ile şekillenen oturma organı üzerine yapılan fanteziler gibi (üstü kapalı yazayım derken düştüğüm hal) masalların aslında ne kadar komik olduğunu görüyoruz. Oturma organına durmadan zoom yapılması bu organın cinsel anlamda bir nesne olmaktan çıkıp, yeniden oturma organı olarak algılanmasına vesile olmuş diyebilirim. Filmde çok fazla çıplaklığın yer alması da aynı şekilde bir yerden sonra çıplaklığa karşı izleyeni duyarsızlaştırıyor (en azından aklı başında olan izleyenleri diyebiliriz sanırım) ve aslında yine medya yoluyla yaratılan algıyı yıkarak bedenimizin yalnızca bir memeli organizması olduğu bilgisini görmemizi sağlıyor. Bu sadece bir beden iken, onun sağlıklı olması en önemli koşul iken, sadece yaratılan bu geçici algılara uymak ve üç beş şapşalın (tuvaletten sonra elini yıkamayan, sonra o eliyle oburca yemek yiyen, sigaradan dişleri sapsarı olmuş, oturdukları yerden milletin görünümünü eleştirip kendine bakmayan adamlar bir de bunlar ha) yorumuyla kendi bedeninden kopmayı dilemek, korkunç ve akıl dışı! Elisabeth, filmin başında gittiği doktor kontrolünde çok sağlıklıyken, bu sağlıklı bedeninden nefret ediyordu. Ondan kurtulmak için yapmadığı şey kalmadı. 

Günümüzde güzellik algılarına (ki tek bir algı da değildir bu, her üç beş yıla bir yeniden yazılır\ peki bu algıyı kim yazar, kimler ekmek yer bundan!?!?) uymak için sağlığını ve benliğini, biricikliğini terk etmeyi göze alan nice insan var. Üstelik bu insanlar ne kadar estetik operasyon geçirirlerse geçirsinler, hep yine başkalarınca eleştiriliyor, kimsenin onayını tam olarak alamıyorlar. Estetik yaptırmayan veya dönemin popüler ve moda olan ürünlerini kullanmayan, modayı gözü kapalı izlemeyen herkese tuhaf bakılma eğilimi varken, aynı şekilde estetik yaptırmış ve çağın beklentilerini kendini hiçe sayarak gerçekleştirmiş nice insanın da ''estetik güzeli, fazla estetikli, boya küpü, dikkat çekmek için yapıyor'' ve türevi söylemlerle sözümona aşağılanması ikiyüzlülüğün dik alası. Bu nedenle de daha ağzından çıkanın ne olduğunu bile sorgulayamayan güruha uymak yerine; kendi iç sesine değer vermek, bu iç sesin başka insanların ve belki medyaya salınan zehirli algıların parazitleriyle kirlenmeden kendine yaşlaşmanın, kendine sahip çıkmanın, kendi özünü ve kendine bakışını korumanın, önemli olduğunu düşünüyorum. 

İsteyenin istediği estetiği SADECE sağlığı için ve SADECE kendisi istediği için, kendini daha iyi hissedeceği için yaptırmasının önemli olduğunu ve bunun sadece kişinin kendisine kalmış bir SEÇİM olduğunu; aksi halde yapılan tüm uygulamaların tıpkı bu filmdeki gibi başkalarının beklentilerini içselleştirerek içimizdeki Sue'ları diriltmeye çabalamaktan öteye gitmeyeceğini ve bunun aslında temelde kendini, kendi öz varlığını, karanlığa kapatmak olduğunu ve bunun sonunun olmadığını düşünüyorum. Bu bakımdan filmin, izlenmesinin zor ancak yargı mekanizması gelişmiş zihinler için sorgulatıcı ve hatta dehşet verici boyutta gerçekçi olduğunu düşünüyorum.


THE SUBSTANCE | Official Trailer için tıklayabilirsiniz.


Not: Bu film yorumu yazısı reklam değildir, film önerisidir.


Karlar Ülkesi (Yasunari Kawabata) | Kitap Yorumu

Yazar: Yasunari Kawabata, Çevirmen: Hüseyin Can Erkin,
Yayınevi: Can Yayınları

Yaşadığımız coğrafya, içinde doğduğumuz ve büyüdüğümüz toplum, hatta bizi çevreleyen iklim ve doğa aslında dünyayı anlamlandırma şeklimizi büyük ölçüde etkiliyor. Dünya edebiyatında farklı milletlere ait eserler okumayı da en çok bu nedenle seviyorum. Hiç ayak basmadığım toprakların havasını edebiyat yoluyla soluyor gibi hissediyorum.

Kawabata'nın önemli eserleri arasında gösterilen bu kitabında da, yazarın kendi kültürünü günlük yaşamın doğal akışında işlediğini görüyoruz. Yalın bir anlatıma sahip olan kitapta biz okurları, kitabın en başından en sonuna kadar karlarla kaplı bir yörenin doğa tasvirleri karşılıyor. Öyle ki, eserin kurgusunun bir olaydan çok, karlar ülkesi olarak bilinen bu yörenin merkezinde konumlandırıldığını çok geçmeden seziyoruz. Yazar bu kısa romanında aslında Japon kısa şiiri olarak bilinen haiku türünü düzyazıya aktarmış. Şiir türünden gelen ritmik dilin, düzyazılı bir anlatımda gözlem gücünü artıran bir durum olduğunu söyleyebilirim. Öte yandan sezgiye önem veren, anın akışını ve oluş halinin kendisini vurgulayan Uzak Doğu felsefelerinde gördüğümüz ana tema, bu kitapta da gözümüze çarpıyor. 

Kitapta aileden varlıklı ve evli bir adam olan Shimamura ile trajik bir yaşamı bulanan geyşa Komako'nun zamana yayılan ilişkisi işlenirken bir olaydan çok, aslında okurlar olarak karakterlerle birlikte o anda oluş anını deneyimlememizin hedeflendiğini düşünüyorum. Bu nedenle de kitabı okurken, kitabın her ne kadar yalın bir anlatımı bulunsa da, dikkatimizi okuma anına vermemiz gerekiyor. Aksi halde o anda bulunma halinden kopup ben ne okuyorum şimdi bocalaması yaşanabilir. İki kısma ayrılan kitabın ilk kısmını bu dikkat kayması nedeniyle ben iki kez okudum. :)

Dediğim gibi kitapta aslında ne kişiler, ne mekan, ne olaylar... en bariz olarak ''anda bulunma hali'' öne çıkarılmış. Gözlemlere dayalı olarak bir anı kaplayan çeşitli olaylar aktarıldığı için de bazı okurlar belki kitabı yavaş akan, durağan veya sıkıcı olarak nitelendirebilirler. Ancak Japon Edebiyatı'nda genel olarak var olan bu doğal akışı merkeze alma formunun ben zaten yazarların kendi kültürlerinden ileri geldiğini düşünüyorum. Bu kitapta ise bu durum biraz daha belirgin olarak öne çıkıyordu.


Karakterler ise birbirlerinden zıt özelliklere sahip ancak bu nedenle birbirlerini tamamlayan ve geliştiren yönleriyle doğal akışla ön plana çıkıyordu. Batı tarzı dans hakkında yazılar yazan Shimamura, hayatı boyunca bu dansı kendi gözleriyle canlı olarak izlememiş bir adamdı. Gördüğü fotoğraflar ve okuduğu kitaplar ile edilgen olarak edindiği bilgiler üzerinden yazdığı yazılar ile yazar sıfatı elde etmişti. İlginç olan durum ise Shimamura'nın iş hayatındaki bu durumun kendi kişilik özelliği olması. Özel hayatında da ne kendi ailesiyle, ne de kaplıca otelinde tanıştığı geyşa Komako ile yaşadıklarında bir gözlemci olmanın ötesine geçemediği, yörenin soğuk ve beyaza bürünmüş doğasının, karakterin kişiliği ile uyumlu olduğu ve hatta karakterin tasvirinin de mekan yoluyla belirgin hale getirildiği görülüyor.

Aynı şekilde Komako ve Yoko da hayat öyküleri açıkça anlatılan, hatta yeri geldiğinde bunu kendi ağızlarıyla ifade eden ancak yine de ketum bir imaj çizen karakterlerdi. Karakterler ve mekanla pekişen soğuk atmosfer ise kitabın anlatımındaki sabitliği ortaya çıkarmış. Bu nedenle de okuması kolay gibi görünen ama zor olan bir kitap olduğunu düşünüyorum. Ancak kitap tüm bu özellikleri sayesinde bana ilginç diyebileceğim bir okuma deneyimi sundu.

Aynı yazarın Kiraz Çiçekleri isimli kitabını da bu yıl içinde okumuş ve şurada da yorumlamıştım. Açıkçası anlatım olarak Karlar Ülkesi daha farklı ve özgün bir kitap. Ancak dediğim gibi soğuk, uzak bir havası var. Belki de yazarın en başından Karlar Ülkesi adını verdiği bu kitabın okur üzerinde bırakmasının amaçlandığı etkisi de budur. Öte yandan Kiraz Çiçekleri tıpkı baharla ısınan hava gibi bir etki bırakmıştı üstümde. Yazarın okurlarına anlattıklarını hissettirmeyi başarabilen bir yazar olduğunu düşünüyorum. Kiraz Çiçekleri'ni daha fazla sevmekle birlikte, iki kitabını da öneriyorum.

Kitaplarla kalın.


Kitap Alışverişi #6

 

Cingıl bells cingıl belllsss molası.

Bu aslında bir defter alışverişi. En azından ''çoğunlukla'' defter alışverişi. Ancak bu alışverişe vesile olan, bir kitap. Aslında toplu bir kitap alışverişine niyet etmiştim, ki bakın cidden, hatta CİDDEN bu kitap alışverişi niyetim bile planda yoktu ama youtube'da severek takip ettiğim Melikşah Altuntaş kanalının kitap kulübüne katılmaya heves etmemle ''e bari kulübün ilk altı ay kitaplarını toplu alayım da kargo parası vermeme değsin'' demem bir oldu. (Bu noktada Melikşah Altuntaş kanalındaki kitap kulübü kitaplarının açıklandığı şu videoya ışınlanabilirsiniz isterseniz.) 

Hemen aksiyon da alıyordum ki bir baktım, arattığım altı kitabın yarısının baskısı yok. Aaaaa ama yok artıkkine... Başka kitap sitelerine de durduk yere üye olmak istemiyorum açıkçası. Neyse yine de bakındım ettim. Bu noktada da şunu belirtmeliyim ki, bu yazının hiçbir noktasında reklam yoktur. Adet yerini bulsun diye neyi nereden aldım anlatıyorum canım aaa biz bize okurlarımla ahbaplarımla hasbial de mi edemiycem... Neyse işte reklam yok, para bayılarak aldım hepsini (aklım almadıklarımda, ki tam o noktayı anlatıyordum ki bi saniye çay içim).

İşte dedim direkt başka bir kitap alışveriş sitesine üye olmadan evvelce (ki eskilerden üyeliğim kalmış mıdır bilmem) ben bir Trendyol'a neyin bakayım. Baktım da... ama bilirsin ki, orada kitaplar daha pahalıdır. Olsun, indirimli satıcı aradım. Baskısız her kitabı da almayacaktım zaten. Bu altı kitap içinden (ne o kitaplar dersen videoda anlatmış adam - reklam yok hayrına haber ediyorum) bir kitabı çok merak etmiştim. ''Zaten baskısı yok bu kitabın, e şindi bu insanlar kitap kulübü olayına bir ton daha sipariş edecek iyicene kalmıycak'' diye panik atak geçirirkene (lafın gelişi) işte kaybetme korkusuyla boğuşurkene gittim Trendyol'dan sepetime bu kitabı ekledim. Hangi kitabı mı?


Bunu. Kapağına bile aşık oldum o kadar diyim. Benim olmasaydı ağlardım ağlardım ağlardım.


Konusu nedir kine diyenler için konusu.


Evet arkadaşlar tabi ki tek bir kitap için kargo parası vermeyecek idim. Ben de fırsat bu fırsat defterlere saldırdım hurrraaa. Kaptığım sepetimde kaldı vallahi... Bu kutudan çıkan her şeyi Matt Notebook'tan aldım. Zaten ajanda olsun, defter olsun, kırtasiye ürünleri olsun... bu üretici aşırı iyi ve özenli (reklam yok). Ayrıca bir şey aldığında özenli bir şekilde paketledikleri gibi (ki olması gereken bu ama hasret kalmışız), yanına üç beş tane hediye küçük defter, ayraç vs de koyuyorlar. Müthişler müthiş. İşte müşteri böyle kazanılır.


Hadi bununla başlayalım aradan çıksın. Buuuuuu, duvar takvimi. Masa takvimleri de var sanırsam ama emin değilim gidip bakın aaa. Ama ben bilinçli olarak duvar aldım. Benim masamda bir ben yokum, takvim mi kalır ortada. O nedenle kitaplık yanına asmak için duvar takvimi aldım. Müthişli tatlılı çizimleri olan bir takvimcağız bu. Bakın göstereceğim.




Böyleli bir şeyler. Yeter artık hepsini atmim. Ama çok tatlış değil miiii?


Ben aslında alt sıradaki iki ajandayı aldım. Bakın arkadaşlar ben aslında böyle spiralli olmasını normalde kullanışlı bulmam (ki bence değil). Ama sorun, neden o zaman böylelisini aldım? Öncelikle tatlı diye. Şaka şaka. Benim aslında ajanda alışkanlığım hala tam oturmuş değil. 2025'e girerken bir ajanda almıştım. O da yatay ajandaydı (bunlar da öyle) ve sevmiştim. Bu yıl ajandayı hem ajanda hem günlük gibi kullanmak istiyorum. Yanımda çok da dolandırmayacağım. Yoksa çantanıza atmalık bir şey almak istiyorsanız bence yanı spriralli olması hoş değil. Ama benim gibi kullanacaksanız amaaannn diyebilirsiniz. İçini kullanışlı buldum (şimdilik) ama nasıl bulacağımı aslında zaman gösterecek. Morluyu kendime, pembeliyi kardeşime aldım. Aslında hangi ajandayı alacağıma on saat karar veremedim. En sonunda kendime bu defter formundakini almaya karar verince kardeşime de aldım (yorumlarında biri tüm ofis aldık mutluyuz yazmıştı ona kandım). Ama sonra kardeşime paraya kıyıp daha başka bir ajanda almayı düşündüm. Ama bunu yapmam için tüm siparişi iptal etmem gerekiyordu ve boşverdim. Kardeşim beğenmezse kuzenime hediye etcem, kardeşime başka alacağım mecbur. Neyse. Ajandaların öyküsü bu. ''Eh o zaman yukarıdaki sıra sıra defterler ve ayraçlar neyyy'' diyeceksin, demediysen de bi dur açıklayayım... Onlar da işte hediye olarak gelmiş! İŞTE BUNDAN BAHSEDİYORDUM. Ay tahtalara falan vuralım nazar etmeyelim lütfen. Bir sürü hediye göndermişler paketin içinde, aşırı mutlu oldum! ^-^ Ama tabi şunu da ekleyelim, ben koca paketlik alışveriş de yaptım şindi eh yani. :)


Şöyleli defterler de aldım. Bunlar bildiğimiz çizgili okul defteri. Bunlardan da memnunum ama ben bir tık daha büyük olmasını beklerdim veya kalın. Bilmiyorum bu aslında benim alıklığım, çünkü sonuçta ürün bilgilerinde boyutları olsun sayfası olsun yazıyor. Yine de güzel güzel.


Bunlar da çizgisiz, sert kapaklı, küçük boy defterler. Bunlar dörtlü olarak satılıyordu, aslında alma nedenim buydu. Yine boyutunu bir tık daha büyük ister ve beklerdim ama dediğim gibi zaten ürün bilgisinde ebatları yazan şeyler bunlar. Ben kafamda tam canlandıramamışım. Defterin yanında hediye olarak sticker göndermişler. <3<3<33


Bunlar da sticker. AKILLICA diye bir üreticiden Trendyol üstünden aldım (yine reklam yoooook.) Birini kendime, birini kardeşime hediye aldım. Yanında da küçük not defteri göndermişler sağ olsunlar, teşkürler. <3


Evet sanırım bu kadarmış. Hoşça kalın, esen kalın.


Luisa ve Sessizlik (Claudio Piersanti) | Kitap Yorumu

Yazar: Claudio Piersanti, Çevirmen: Semin Saytı,
Yayınevi: Can Yayınları

Luisa altmış yaşlarında tek başına yaşayan bir kadındır. Bir fabrikada muhasebe şefi olarak çalışan Luisa'nın yaşamındaki her şey yerli yerindedir. Hayatını birbirini takip eden rutinleriyle yaşayan Luisa'nın kitabın başlarında yaşamındaki düzeni sevdiğini ve tek başına sürdürdüğü yaşamının ona tanıdığı bağımsızlıktaki ayrıcalıklardan hoşlandığını görürüz. İşinde de oldukça başarılı olan bu kadın, içten içe huzursuzdur. Luisa, geçen yıllarını fark eder. Önce değişen çağa karşı aldığı cepheyle başlar bu farkındalık. Luisa çağın alışkanlıklarından ve özellikle de gürültücü gençlerden şikayetçidir. Ona göre bu değişim, önüne geçilemeyecek denli bir anda gerçekleşmiştir. Toplumsal işleyişe yönelik farkındalıklarının yerini zamanla kendi yaşamındaki biten durumlar alır. Luisa bir gün emekliye ayrılmaya karar verir. Hayatının yeni evresinde aradığı sessizliği bulmayı umar. Ancak değişen dünya ve değişen bedeninin işleyişine uyum sağlayamayarak bunalıma girer. Daha doğrusu hissettiği bunalım açığa çıkar. Kitap boyunca bir kadının sessiz tek başınalığının yerini gürültülü bir yalnızlığa bırakmasının öyküsünü okuyoruz.

Kitabı kütüphanede dolaşırken keşfettim. İlk başta ismi beni kendine çekmişti. Sonra ilk sayfasındaki giriş paragrafını okudum. Şöyle diyordu: ''Radyolu saat çaldığında, düşünde boşlukta asılı, uzun bir merdiven görüyordu. Saat tam altıydı. Luisa gözlerini açtı ve uzun zamandır tırmanmakta olduğu o merdivenin görüntüsü bir-iki saniye daha gözlerinin önünden silinmedi. Duvarları ve çatısı olmayan bir yapının iç merdiveniydi bu; yataklar, banyo ve mutfak kara bir boşlukta sallanır gibiydi. Bütün katlarda insanlar vardı ve yaşam neredeyse normal akışını sürdürüyordu. Tavan kirişlerine tırmanmış, maymun gibi birinden ötekine atlayan çocuklarını durmadan çağıran bir annenin öfkeli yüzünü anımsadı. Bir nakarat gibi boyuna, 'Rahat durun, aşağı düşeceksiniz, rahat durun,' diye yineliyordu. Ayrıntılarının çoğunu artık unuttuğu karmakarışık, devinimli, saçma sapan bir düştü, ama hiç de tatsız değildi. O baş döndürücü yapıda biriyle yaşıyordu. Ama kiminle? Renata'nınkiler gibi aynalı güneş gözlükleri olduğundan başka bir şey anımsamıyordu.''

Bu paragraf bana Luisa'nın hikayesini çok merak ettirmişti. Bu rüya, Luisa'nın kendi yaşamına bakışını özetliyor: Boşluk. Luisa kendini ne yaşadığı semte, ne işine, ne de bedenine ait hissediyor. Aslında Luisa'nın hissettiğinin yabancılaşma olduğunu söyleyemeyiz. Bir çeşit ait olmama hissi hissetse de, aslında onun düşünce ve tepkileri bizleri yabancılaşma durumuna götürmüyor. Luisa kendine başka bir yerde, başka birileriyle yeni bir yaşam da düşlemiyor. Luisa sadece sessizliği istediğini düşünüyor. Ancak çevresini saran gürültünün aslında onu koruduğunu kitap aktıkça fark ediyoruz. Bazen içimizde sessizliğin de ötesinde ıssızlık duyumsarız. Bu ıssızlık öyle farklı şekillerde gelebilir ki, biz kaybolduğumuzu fark edene değin bizi merkezine kadar çekebilir. Luisa mükemmeliyetçi bir kadındı. Mevcut durumuna adapte olamadığı için içindeki boşluklarla avunmaya çalışıyordu ama bu boşluklar önce psikolojik, sonra fiziksel olarak onu yıprattı. Luisa'nın çevresindeki diğer karakterler de kendi hayat koşuşturmacalarında zamanı dolduran ama bunu Luisa gibi derinden sorgulamadıkları için şikayetçi de olmayan insanlardı.

Her ne kadar Luisa pek de sevimli bir karakter olmasa ve ona karşı hissettiğim hisler karmaşık olsa da... sanırım en çok da onun hissettiği yalnızlık hissi beni etkiledi. Çünkü bu, çok insani bir his. Ancak bu hissi deneyimlerken insan kendini çok özel hissedebiliyor. O kadar özel hissedebiliyor ki, bu yalnızlık onu hasta edene kadar ona tutunmayı ve ondan beslenmeyi sürdürebiliyor. Tek başınalık bir çeşit kaçışa dönüştüğünde aslında yerini yalnızlığa bırakıyor. Luisa'nın sessizlik öyküsü de buna örnek olabilecek, sade ama derin bir hikaye. Kitabın yazarıyla da, karakteri olan Luisa ile de tanıştığıma memnunum. Ayrıca kitabın kapağına bayıldığımı eklemeliyim. Zaten Can Yayınları'nın üzerinde böyle eserlerin basılmış olduğu eski kapaklarını daha çok seviyorum.

Kitaplarla kalın.


Tarihe Notlar.

 

Bugün yeni hayatımın ilk günü!

Aslında biraz ilerledikten sonra bir yazı yazmak daha mantıklı, asla akıllanmıyorum... Neyse.

Artık olumsuza, geçmiş tatsız ve sonuçsuz deneyimlerime, keşkelerime, amalarıma ve hep böyle oluyorlarıma tutunmaktan sıkıldım. O kadar çok sıkıldım ki artık bunların beni kesmediğine karar verdim.

Aslında bu kafaya daha evvel gelmiştim ama yine dalgalandım. Ama bu sefer kesin. Evet kesin! :)

Artık kendimi gerçek bir sevgiyle seveceğime söz veriyorum. Sevgi neydi :); sevgi emekti, güvendi, heyecandı da. Evet benim sevgi tanımımda heyecan da var ne, olabilir. 

Kendime inanıyorum.

Hayata inanıyorum.

Kendi hayatıma da inanıyorum.

Fark ettim ki, nihayet fark ettiğimi kabul ettim ki, hayatta neye odaklanırsan onu büyütürsün. Ve aslında her şey kendi algın, odağın ve ne düşündüğün\ yaptığınla ilgili. Hayatta her şey senin kendinle ilgili. Ben de kendi doğamdan kaçmayı bırakmaya karar verdim. Aslında sevgiden kastım, gerçek bir sevgiden kastım, da buydu. Kendi güzel varlığımı :) yaşamak. Tabi bir de daha pratik anlamıyla daha çok hayatın içinde olmak, geri çekilmemek, olumsuz senaryo üretmemek, korkmamak, kendimden ve görülmekten ve sevilmekten korkmamak gibi gibi şeyler. Bir de tabii geçen yılın kapanışında yazdığım yazıda da belirttiğim üzere (ki yıl boyunca pek uygulayamadım, bunu anlamam bir yılımı aldı şaka maka) açık olmak. Almaya açık olmak.


Çocukken İzlediğim Çizgi Filmler.


Daha evvel bu konu başlığı ile ilgili farklı zamanlarda üç yazı yazmışım. Çizgi filmlerin bendeki yeri ayrıdır. Hatırı sayılır bir süredir çizgi film izlemesem de (en azından tv'den), çizgi filmleri severim. Her ne kadar onlar farklı kulvarda olsalar da, animasyon filmlerini ve anime filmleri de severim. Yazdığım son serideki çizgi dizi derleme yazımı da yeniden yayınlamak istiyorum.


Çok çok çok küçükken ne izlerdim... yani Tv'den ne izlerdim hatırlamıyorum. O zamanlar tabi şimdiki gibi değil, sene 1970 ahahahahha... İşte, daha internet çağına çok da girmemişiz. Adımımızı atıp bi' bakıp çıkçam modundayız (ki sonra uyuklama moduna geçip bu çağa yerleştik o ayrı). Daha evvel de bahsettiğim gibi, ben aslında çizgi film cd'lerimi severdim. Bu durum da bizim dvd oynatıcımız bozulana (ve cd'lerim de) kadar sürdü. Tv'de ne izlerdim hatırlamasam da benim Pokemon kartlarım vardı (hala var). Bu kartları çok sevdiğime göre... Evet evet hatırladım hatırladım! Şirinler (ahahhahahah), Sünger Bob Kare Pantolon, Ninja Kaplumbağalar, Tutenstein, Tom ve Jerry, Tweety ve Sylvester, Cedric (üzümlü kekim), Tazmanya Canavarı, Bugs Bunny, Road Runner (çizgi filmin adı bu mu hala emin değilim - bip bip diye ses çıkaran kuşlu çizgi dizi), Casper (bende çantası vardı içine oyuncak yemek ve fincan takımlarımı koyardım :), Red Kit (bende cd'si de vardı ve en sevdiklerimdendi), Taş Devri, Jetgiller, Pokemon... evet ilk dönem çizgi filmlerim olarak bunları anımsadım. Bir de tabii ikinci dönem var.

Bu ikinci dönem olarak ayırdığım kısımda daha büyüğüm. Hem artık sürece kardeşim de dahil oluyor. Hatta bazen babam da dahil oluyordu hahahahah, ne, hatta favorisi vardı ve bunu bana söylemişti. Bu dönemde daha çok Cartoon Network, Disney Channel gibi kanallarda takılmayı seviyordum. Gece uyumamalarım o yıllarda başlamış olabilir. Foster'ın Hayalî Dostlar Mekânı, Ed, Edd ve Eddy, azıcık ucundan Powerpuff Girls ve Johnny Bravo, Dexter'ın Laboratuvarı (babamın favorisi), Marsupilami (aslında çok sıkı takip etmiyordum, kardeşim daha çok izlerdi), Ben 10 (yine bildiğim, bulursam göz attığım ama sıkı takipçisi olmadıklarımdan), Vikingler, Genç Ejder ve aslında benim en kıymetlim Cunipır Liiii iş başında... canavarlaaaarr devvlerrr, cunipır liii hepsinin üstesinden gelebilir (ya da böyle bir şey) yani Juniper Lee'nin Maceraları.

Benim aklıma gelmediği için google amcayı biraz gezinerek bunları buldum. Eminim daha vardır ama bunları özellikle de geceleri izlediğim aklımda. Sonra aslında başka çocuk kanallarından da izlerdim. Mesela bir çocuk vardı, ismi Liu mi Lui mi, Luis mi neydi... Wisconsin'da yaşıyordu ve orada hep hortum falan çıkıyordu. Evlerinin bodrumu vardı, her bölümde mutlaka o bodruma saklanırlardı. Neydi o çizgi film ya... Amerika hakkındaki ilk fikrim hortumlarıydı ahahhaha. Ah şu internet iyi ki var cancağızım :) hemencecik buldum neymiş o çizgi filmmm: Afacan Louie.

Aynı şekilde, sanırım bu çizgi film TRT Çocuk'taydı, gotik bir çizgi film vardı hahahahhah. İki erkek kardeş vardı. Böyle... gotiklerdi? :) Bu çizgi filme dair hatırladığım iki şeyden biri bu. İkincisi ise çizgi filmin melodisi. Çünkü sanırım bu melodiyi çizgi filmin kendisinden daha çok severdim. Cegıtlı bir şeydi. Karakterin adı bu muydu acaba? Dur bakalım... Bakındım ama bulamadım. Zaten bence bu çizgi film zaten bu kanalda değildi. Bu kanal için fazla gotik olduğunu düşünüyorum. :) Ama bu kanalda olduğuna daha bir ikna olduğum başka bir çizgi dizi daha vardı. Uzaaayyyy sonsuz boşluk, diye bir girişi vardı. Çizgi filmdi ama belgesel havası da vardı. Sonra yine sanırım bu kanaldaydı, bir leylek vardı, Miss Marple havası vardı bu leylekte. Polisiye bir çizgi filmdi.

Ben de ne çeşitli konularda çizgi film izlemişim vay be, gururlandım küçük Ben ile ahahhahahah.

İzlediğim ilk anime neydi anımsamasam da, ya TRT 1 ya da TRT Çocuk'ta animeler çıkıyordu. Hatta her hafta bir tane çıkardı o ara. Ah bayılmıştım bayılmıştım. Kedili bir anime vardı diye diye gezmiştim hatta yıllarca. :) O animenin adını liseye giderken bulmuştum da neptünler benim olmuştu. Sonra da yeniden Japon animasyon filmlerine sarmıştım. Bugün bile en sevdiğim filmler arasında hep baş köşede adeta bir paket olarak Japon animasyon filmleri yer alır. Sadece Hayao Miyazaki filmleri değil, ki evet Miyazaki dedem eşsiz bir sanatçı ve zanaatkar da aynı zamanda ama ben özellikle de Studio Ghibli'den çıkan animasyonları genel olarak seviyorum. Zaten bu şirkette Miyazaki dedem ve sanatçı arkadaşları işler çıkarıyor.

Sonra her pazar günü, sanırım Fox'taydı, bir Barbie filmi çıkardı da bayılırdım bayılırdım. Genel olarak Barbie filmlerini severdim ama en favorim hep kahverengi saçlı Barbie'nin de olduklarıydı. Çünkü evet evet onu da kendime mi... Hayır, sadece sarışın olmayan Barbie fikri hoşuma gidiyordu sanırım. Sonra nedense bu pazar yayınlarına son verdiler. Oysa bugün bile yayınlansa bence pek çok çocuk yine severek izlerdi. 

O yıllarda Winx'i de severdim ama bak çok ilginç, ben aslında Winx'in hikayesini okumayı severdim. :) Bakkalda Winx'in kitapları satılıyordu. Ciddiyim bakkalda satılıyordu. Artık direkt mi satılıyordu, gazeteden mi çıkıyordu bilmem ama 10 kitaplık serinin 8 kitabı bende vardı. İçinde sadece hikaye kısmı değil, ayrıca bulmacalar testler vs de vardı. Öyle çok severdim ki. Sonra onlar benden kardeşime, kardeşimden kuzenlerime kaldı (yani kayboldu :). -affedin size sahip çıkamadım güzel kitaplar...-

Daha ergenliğe giriş zamanlarımda Haydi Çalkala gibi dizileri de izlerdim. En favorim buydu gerçekten. (Zendaya'nın çocukluğunu bilirim ahahahah). Zaten o yıllarda bu Disney dizileri ve şarkıcıları popülerdi. Hannah Montana'yı da severdim mesela. Ergen Ben'in müzik zevkine yön veren de bu dizilerdi biraz bence :). Daha başka diziler de izlermişim herhalde, evet özellikle geceleri ama şu an nedense çok anımsayamıyorum da. İzlediğimi biliyorum ama sıkı takipçisi değildim. Sonraları, aslında sosyal medyada pek sevilmiyor ama, Violetta'yı da izliyordum biraz biraz. Hatta müziklerini hala severim desem ahahhaha. Ama ilk sezonu güzeldi, sonra bozdu bence, ben de bıraktım.

Aklıma gelen başka çizgi filmler şu anlık yok ama yorumlarda birileri şu da vardı bu da vardı dediğinde ben de eminim ki ''aaaaaaa evet o da vardı!'' diyeceğim. :) 

Sizin izlediğiniz çizgi diziler nelerdi? Hala takip ettikleriniz var mı?

Hoşça kalın.


Popüler Yayınlar