Bir Yaz Gecesi Gerçeğinin Rüyası.

 

Yıldızları özlemişim.

Yıldızları izlerken aklımda seninle paylaşabileceğim bir sürü cümle belirdi. O an birkaç cümleyi not aldım bile. Önceden olsa bir koşu yazı yazardım. Neden bilmiyorum. Oysa o not alınmamış cümleler içimde eritilmiş halde, başka şekillerde varlar ve elbet var olacaklar. Belki sözcüklerde, belki eylemlerde, belki bende.

Bir önceki yazımda dolunaya iyi sallamıştım ahahahha. Bu akşam hava hafiften aydınlıktı. Çok karanlık karanlık değildi yani. Bunu Ay'ın ışığına yormuştum ancak ay bir türlü yüzünü bana göstermedi. Onu aradığım yoktu ama göğe bu denli çok ışık veren şeyi görmek istiyordum. Aynı şarkıyı bin beş yüzüncü kez başa sararken evlerin ardından beliren parlaklığa gözüm takıldı. Oydu, güzel Ay.

Sanırım yine özel bir konumunda (öyleymiş, çilek dolunayı diyoolar). Rengi bana pek bir parlak geldi. Belki sen de dolunayı izlemişsindir veya en olmadı görmüşsündür, çevresinde renklerin iç içe geçtiği bir hare var gibiydi sanki değil mi sevgili okur? Pembemsi gibi ama değil de. Böyle hoş bir ışıltı. Yaaa tamam! Seninle inatlaşmıyorum sevgili Dolunay. Bakalım yine bizleri nasıl etkileyecek, içimizde ne medcezirler oluşturacaksın...

Bana bir yıl çok hızlı geçmiş gibi geldi. Yine de sanki yıldızları uzun uzun izlememin üstünden bir asır geçmiş kadar farklı hissettim. Ne garip. Bir şeyin hem bu kadar yakın hem de bu kadar uzak olması.

Yıldızlarla eski günleri yad ettik. Bayram oturması gibiydi. Geç bayram oturması? Ya hani falanca zamanda şunu anlatmıştım size hatırladınız mı? Hani şu zamanlar gözümü kapatıp şuraya gitmiştim, şu anı yaşamıştık birlikte? Şu kişi\ olay vardı hani, bu his vardı, o düşünceleri de mi hatırlamadınız yok artık! 

Ben hatırladım. Ama yıldızlar hatırlamadı. Çünkü düşünerek hatırlamak ile hissederek hatırlamak farklı şeylerdir.

Yine bir yıldız yolculuğu yaptım tabii. Bir yıldız seçtim, kulaklarımda bir müzik. Sonra yoğunlaştım ve gözlerimi kapattım. Hop, o andaydım. Bunu yapmayalı uzun zaman olmuştu. Bu şekilde yapmayalı da. Bu sefer farklı bir şey düşündüm. Acaba yıllar önce bunu düşünmeyi isteseydim ne olurdu? Acaba sorusu geçmiş zaman için sorulduğunda hoş değil. Geçmiş zaman şimdinin çitlerinden başka bir şey değil. İnsan uçsuz bucaksızlığı merak etmeli ve onlar için çabalamalı.

İçimdeki bazı şeylerin kurumasının beni tüketeceğini sanırdım. Oysa belki de kuruyan şey bir yanardağdır! Ve soğumuş yanardağım benim için artık sadece turistik bir mekandır. İçimde aktif volkanlar yok. Bu, önceden olsa kafamı karıştırırdı. Ben yaşamın böyle bir şey olduğunu düşünmüştüm. Böyle olmalı gibi gelmişti. Oysa bu da sadece zamanın bir sonucuymuş. Hareketin bir sonucu. Yaşamanın bir sonucu. Yaşamın bir haresi.

Sanırım tutkunun pek çok parçası var. Ruhun pek çok parçası var. Hareketli, durgun, aç, tok, neşeli, sıkılgan... Ruh hepsinin parçalarının toplamı. Onu yaşamak için çabaladığın sürece, yıldızlar hep parlar. İçinde, dışında. Bir sürü yıldız.

Yıldızlara sorular sorma huyum hala geçmemiş. İnsan bir anda değişemiyor tabi. Bu soru oyununu yanlış zamanda oynadım ben. Meteor yağmuru zamanını denk getirip soracaktım. 

Yaz akşamlarını seviyorum. İnsana güzel bir şeylerin hayalini anımsatıyorlar. Tabii serinse, esiyorsa ve bir sürü yıldızlıysa!


Bulut Delisi (Leyla Ruhan Okyay) | Kitap Yorumu

Yazar: Leyla Ruhan Okyay, Resimleyen: Merve Atılgan,
Yayınevi: Günışığı Kitaplığı

Kitap, Çağla ve arkadaşlarının okulun son aylarında yaşadıklarını konu alıyor. Çağla neşeli, duygusal ve olgun bir çocuk. Bulutları çok seviyor. Hayallerinin arka planını mutlaka bulutlar süslüyor. Çağla ve arkadaşları yıl sonunda Kars'a yapacakları gezi için çok heyecanlılar. Çünkü hayatlarında ilk kez trene binecekler! Bu heyecanla kendi mekanları olan parklarında planlar yapıyor, sohbetler ediyor ve gezi gününü iple çekiyorlar. 

Çağla biz okurlarını arkadaşlarıyla da tanıştırıyor. Kerem, Kiraz, Azad, Esma, Defne, Deniz... Çağla, arkadaşları vesilesiyle hayatı keşfediyor. Başkalarının hayatlarının kendi hayatından ne kadar farklı olabileceğini kavrıyor. Azad ile Kiraz savaş olan topraklardan göç eden çocuklar. Başta sınıfta ayrımcılık ve hatta zorbalığa uğrayan bu çocuklar, Çağla ve arkadaşlarının onları aralarına almasıyla sosyalleşiyor ve kendilerini ifade edebilme alanı buluyorlar.

Kitapta arkadaşlık başta olmak üzere pek çok tema ve konuya yer verilmiş. Çevreye ve doğaya karşı duyarlı olma, topluluk içinde saygılı ve dikkatli olma, yalan söylememe, haksızlığın karşısında doğru tepkiyi gösterebilme, ayrımcılığın ayrımcılığa uğrayan kişiye verdiği zarar, köy ve şehir yaşamı arasındaki farklılıkların kişilere kattıkları ayrı ayrı zenginlikler, farklı kültürlerin tanıtımı ve onlara saygı, herkesin kendine has becerilerinin olabileceği, yardımlaşmanın önemi, farklılıklara karşı saygılı ve açık olmak gibi gibi daha pek çok durum, Çağla'nın günlük yaşamına yayılmış bir şekilde anlatılmıştı. 

Böyle anlatımlar, anlatılanları daha etkileyici ve hatırda kalıcı yapıyor. Bir kazanımı veya öğretiyi çocuklar ve hatta yetişkinlere kazandırmak için direkt olarak ''bu budur'' şeklindeki ifadeler benim fikrime göre bir noktaya kadar etkili oluyor. Ancak yaşanabilir durumlar içinde bu istendik davranışların anlatılması empati kurmayı, yani duygudaşlık yapabilmeyi, sağladığından daha etkili oluyor. Çocuk kitaplarında bu duruma dikkat edilmesinin özellikle önemli olduğunu düşünüyorum. 

Kitaptaki en sevdiğim durum da, kitabın tamamen bir çocuğun algı ve bakışıyla anlatılmış olmasıydı. Özellikle de bir çocuğun gözlerinden anlatılan çocuk kitaplarının bir yetişkinin bakış açısıyla katı ifadelerle ve didaktik yönü ağır basacak şekilde anlatılmasının inandırıcılık faktörünü sağlamadığını düşünüyorum. Aynı zamanda okurlara da neyin doğru neyin yanlış olduğunu anlama ve fikir yürütme alanı tanımadığı fikrindeyim. 

Bu kitap Çağla'nın dilinden anlatıldığı için, onun karakteri ve yaşı göz ardı edilmeden olaylar anlatılmıştı. Olayların ve diğer karakterlerin aktarılış biçiminde Çağla'nın çocuksu neşesini görüyoruz. Büyüyünce bir yönetmen olmak isteyen Çağla, yaşadıklarını bizlere bir film çekermiş gibi aktarıyor. En önemlisi de, kendi özgün filmini çekermiş gibi anlatıyor. Bu ayrıntı benim için kitapta üstünde durmaya değer en önemli durumdu. Çocuklar, bir birey olma yolunda doğru davranış ve erdemleri öğrenmeli ve bunları kendi özgünlükleri ve bireysellikleri göz ardı edilmeden yaşantılarına yansıtmayı öğrenmeliler. Çünkü her insan, her çocuk, biriciktir.

Okurken çok eğlendiğim, hatta keşke ben de yeniden on yaşında olup Çağla ve arkadaşlarının grubunda olsam diye düşündüğüm, tatlı mı tatlı, aynı zamanda öğretici bir kitaptı. Kurgusu, karakterleri ve çizimleriyle kitabı bir bütün olarak çok sevdim. Hatta öyle çok sevdim ki, aşağıda yer verdiğim kitaptan alıntıları ancak bu kadar azaltabildim!

Hoşça ve kitaplarla kalın.


Doğaya Fısıldayan Çocuklar (Luigi Ballerini) | Kitap Yorumu

Yazar: Luigi Ballerini, Çevirmen: Tülin Sadıkoğlu,
Resimleyen: Morena Forza, Yayınevi: Günışığı Kitaplığı

Bazı kitaplar bizi bir arkadaş gibi güldürür. En beklemediğimiz, en ummadığımız anda bizi dürtükler, bizimle konuşur, şakalaşır, duygulandırır ve işte bizi, bir arkadaşımızmış gibi güldürür. Bu kitap da benim için öyleydi.

Kitapta bir dostluğun başlangıç öyküsü anlatılıyor. Nico ile Andrea'nın dostluğunu okuyoruz kitap boyunca. Bu iki çocuğun hayatlarında iz bırakacak arkadaşlıkları bir yaz tatilinde başlıyor. Nico ve ailesi şehirden uzaktaki bir kasabada Andrea'nın ailesinin kiralık evlerine yaz tatili için yerleşiyorlar. Andrea ve Nico birbirinden tamamen zıt karaktere sahip iki çocuk. Nico ne kadar arkadaş canlısı ve dışa dönükse, Andrea bir o kadar içe kapanık ve önyargılı. Kızlarla arkadaş olamayacağına inanan Andrea'nın önyargılarını Nico daha tanıştıkları anda yıkıyor. Tüm yaz tatilini bir arada daima bir şeyler keşfederek geçiren ikili, birbirlerinin yaşamlarını derinden etkiliyor. Özellikle de Nico, Andrea'nın hayatında iz bırakıyor. Çiçeklerle konuşabildiğini söyleyen bu tatlı kız, Andrea'nın kabuğunu kırmasında ve kendine güvenmesinde ona yardımcı oluyor. Üstelik bunu sadece güzel dostluğuyla yapıyor. Nico'nun özel gücü aracılığıyla mutluluk çiçeğinin peşinden giden iki arkadaş, mutluluğun ve çiçeklerin dilini çözmeyi öğreniyor. 

Kitabı baştan sona yüzümde kocaman bir gülümseme ve itiraf ediyorum arada yükselen kıkırtılarımla okudum. Andrea'nın somurtukluğu, Nico'nun itiraz kabul etmezliği, çocukluğun verdiği o coşkun, pervasız ve gerçek hal... En çok da kitapta tamamen gerçekçi karakterlerin oluşturulmasını sevdim. Hiçbir karakter mükemmel değildi. Bir süper kahraman da. Kahramanlar süperliklerini süper olmamalarından ama kendileri olarak güzel şeyler oluşturmalarından alıyordu. Nico'nun süper gücü çiçeklerin dilini anlaması değildi; onun süper gücü, sevgi dolu kalbiydi. Andrea disleksi tanısı almış bir çocuk. Bu nedenle okuldaki derslerinde ve arkadaşlık ilişkilerinde çekingendi. Ailesi tarafından anlaşılmadığını, yaptığı yararlı işlerin görülmediğini düşünmesi onu üzüyordu. Ta ki Nico, Andrea'yı gerçekten görene ve bunu çabasız bir şekilde yapana kadar. Andrea yetenekli olabileceği bir şeylerin varlığını, insanlarla rahatça arkadaşlık edebileceğini ve gönlünce koşup oynayabileceğini Nico'nun arkadaşlığı ile keşfetti.

Çocukların gözünden yetişkinlerin dünyasına da değinilmişti. Andrea ve Nico'ya göre kendilerini harap edene kadar çalışan ve tatillerinin bile keyfini çıkaramayan aileleri, çocukların dünyasına has bazı şeyleri çoktan unutmuşlardı. Bu noktada ebeveynlerin çocukların güçlü ve zayıf yanlarını diğerleri penceresinden değil, çocuğun da bir kişiliği olduğunu unutmadan değerlendirmeleri çok önemli. Yoksa Andrea gibi cesaretleri kırılabilir. Nico'nun ailesi hakkında fazla bir bilgi verilmese de, babasının bizim ikiliye uçurtma yaptığını görüyoruz. Öte yandan onlar, birlikte tatile gidip zaman geçiren bir aile. Nico'nun rahatça sosyalleşebilmesi ve kendini ifade edebilmesinde bu durumun da etkili olması çok muhtemel.

Bizim ikili her yerde mutluluk çiçeğini ararken, mutluluğu çoktan unuttuklarına inandıkları meşgul ebeveynleri ile bu durumu konuşmamışlardı bile. Bunun yerine daha yaşlı olan komşularının ağzını aramaya karar vermişlerdi. Çünkü yaşlılığın da mutluluk gibi elle tutulamayan ama hissedilen şeyleri anlayabileceğimiz bir dönem olduğunu düşünmüşlerdi. Komşuları olan büyükanne onlara mutluluk çiçeğinin papatya olabileceğini, çünkü papatyaların uyumaya yardımcı olduğunu söylemişti. Huysuz komşularının ağzını aramaya gittiklerinde kötü muamele görmüşlerdi. Ancak Nico empatik bir çocuktu ve büyüklerin dünyasına has yalnızlık hissini anlamıştı. Yalnızlığın zamanla öfkeye dönüşebileceğini biliyordu. Mutluluk çiçeği, yalnız kalplerde açmazdı.

İçinde güzel mesajlar olan, kısacık ama dolu dolu, benim okumaktan büyük keyif aldığım bir kitap oldu. Çok sevdim.

Hoşça ve kitaplarla kalın.


Pinokyo'nun Serüvenleri (Carlo Collodi) | Kitap Yorumu

Yazar: Carlo Collodi, Çevirmen: Eren Cendey,
Resimleyen: Sedat Girgin, Yayınevi: Can Çocuk Yayınları

Pinokyo ile tanıştığımda küçük bir kızdım. Zaten kitap okuma eylemi başlı başına büyülüydü benim için. Ancak içerisinde böyle maceralar olan ve ana karakteri benim gibi bir çocuk olan hikayeleri okumaktan ayrıca keyif alırdım. Pinokyo'yu ilk kez resimli bir kitaptan okumuştum. Onun hikayesini, okuduğum o kitabın çizimleri aracılığıyla anımsıyorum. Yaşlı bir adam ve uzun burunlu bir çocuk... Bu çocuğun gittiği her yerden bir çizim vardı. Panayır yeri, dolandırıcılarla karşılaşması, eşeğe dönüşmesi, bir balinanın ağzından kaçışı... Bu, yaramaz bir kuklanın iyi bir çocuğa dönüşme öyküsü.

Pinokyo aslında kötü bir kukla değil. O da her çocuk gibi çok meraklı ve oyuncu. Ancak o, odundan yapılmış bir çocuk. Bir beyni ve kalbi yok. Yaşlı babası Geppetto Usta'yı ve peri annesini çok sevse de, onları hep üzüyor ve hayal kırıklığına uğratıyor. Yolculuğu boyunca talih hep ondan yana oluyor, etrafında hep ona yardım eden ve uyaran canlılar bulunuyor ancak Pinokyo onları hiç önemsemeden kendi keyfine göre safça adımlar atıyor. Kolayca kandırılıyor, sorumluluklarından kaçmak için kolay yolları seçiyor ve sonunda hep üzülüyor.

Pinokyo kitabın başlarında sorunlarını ağlama ve sızlanma yoluyla çözmeye kalkışıyor. Ancak zamanla, yaptığı her davranışın bedelini kendisi ödemeye başladıkça, ağlamaları da kesiliyor. Aslında buradan çıkaracağımız bazı mesajlar var. Bir çocuk yaptığı davranışların sonuçlarını kestiremeyebilir veya onun yerine yaptıklarının sorumluluğunu alan bir başkası olursa, kolay yolu rahatlıkla tekrar seçebilir ve doğru yanlış muhakemesi yapmayı öğrenemez. Bir vicdanı ve aklı kullanmayı bir insan en güzel sorumluluk alarak öğrenebilir. Aslında Pinokyo'nun maceralarında da bunu görüyoruz. Kitabın başında söz dinlemez bir afacan olmanın da ötesinde bencil, sorumsuz, saygısız bir kukla olarak başkalarının peşinden kolayca sürüklenen Pinokyo, kitabın ilerleyen kısımlarında sorumluluk almayı, diğerlerini önemsemeyi ve hatalarından ders çıkarmayı öğrenmiş bir çocuğa dönüşüyor.

Kitabın çevirmeni olan Eren Cendey'in kaleme aldığı ''Geppetto Usta'yı ve Pinokyo'yu Yutan Köpekbalığı'' başlıklı önsöz yazısında ise benim için yeni olan bir bilgi ile karşılaştım. Benim de hatırladığım üzere Pinokyo ile Geppetto Usta'yı yutan bir balinaydı. Ancak o balina aslında orijinal hikayede bir köpekbalığıymış. Bir çeviride hatalı veya değiştirilmiş bir çeviri olması sonucu peşinden gelen tüm çevirilerde de aynı şekilde köpekbalığı yerine balina ifadesi kullanılmış. Bu belki bazı okurlar için pek de büyük bir değişiklik anlamına gelmez ama bence çevirilerin hepsinde aynı hatanın olması çok ilginç bir durum.

Kitapta ayrıca bazı sayfalarda illüstrasyonlar yer alıyor. Biraz karanlık çizimler bunlar. Hatta bana Neil Gaiman'ın Koralin isimli kitabındaki çizimlerin hissini verdiler. Ancak Pinokyo'nun kendisi eğlenceli bir çocuk. Belki hikayesi daha gotik bir temayla yazılmış olsaydı veya bu şekilde bir animasyonu vs çekilse, tamam derdim bu çizimler on numara beş yıldız. Normalde bu tarz farklı dokunuşlara zaten bayılırım. Ancak bu kitapta olmamıştı, pek de hoşuma gitmedi. Bu hoşuma gitmeme durumunda muhtemelen çocukken okuduğum kitabın çizimlerindeki sevimli Pinokyo'nun hatırımda kalışı etkiliydi.

Pinokyo benim için bir çeşit çocukluk arkadaşı. Onunla yıllar sonra yeniden karşılaştığım için mutlu oldum. Ancak kitapta özellikle hayvan karakterlere karşı şiddet içeren ifadeler bulunuyordu. Örneğin; cırcır böceğine, sıpalara, kediye karşı karakterlerin gösterdikleri davranışlar çok yanlıştı. Çocuk kitaplarını okudukça konusu eğlenceli görünen ve aslında yıllar boyunca elden ele dolaşan tüm kitapların masum olmayan yönlerini görür oldum. 

Pinokyo'da masal türünün özelliklerini de görüyoruz. Örneğin olayların sonunda iyilerin ödüllendirilmesi, kötülerin cezalandırılması buna bir örnek. Bu özellik, iyi kötü zıtlığının katı bir şekilde vurgulanması şeklinde kurgu içinde kendini gösteriyor. Bir üst paragrafta bahsettiğim şiddet içeriği ise ''kötülerin şiddet uygulaması'' ve ''kötülere şiddet uygulamak'' şeklinde masum bir kılıfın altına gizleniyor. Yazarın amacının kötü olduğunu da düşünmüyorum. Zaten kitap çok eski bir ilk basıma sahip, yani geçmiş yılların hatalı bakış açılarını içerisinde taşıyan bir kurgu olması olası bir durum ancak bu içerikleri normal karşılamak gerekmiyor. Bir karakter kötü bile olsa (örneğin dolandırıcı kedi) ona şiddet uygulamayı normal kabul edemeyiz. Aynı şekilde bir karakter kötü diye (örneğin Eğlence Ülkesi'nin sahibi kötü adam) onun başka canlılara açık açık şiddet uygulamasına bir çocuk kitabında yer vermek doğru değil. Bunları örneklerle açıklayarak bahsettiğim konuyu da netleştirmek istedim ki havada kalmasın.

Hoşça ve kitaplarla kalın.


Andersen Masalları (Hans Christian Andersen) | Kitap Yorumu

Yazar: Hans Christian Andersen, Çevirmen: Behçet Necatigil,
Yayınevi: Can Çocuk Yayınları

Kitap, kitabın çevirmeni Behçet Necatigil'in kızı Ayşe Sarısayın'ın kaleme aldığı ''Andersen'e, Necatigil'e ve çocukluğumun masallarına dair...'' başlıklı bir önsöz ve on üç masaldan oluşuyor. Bu masallar; Parmak Kız, İmparatorun Yeni Elbiseleri, Bezelye Üstündeki Prenses, Çirkin Ördek Yavrusu, Gelin Güvey, Çoban Kızıyla Ocak Süpürücüsü, Küçük Denizkızı, Yaban Kuğuları, Çam Ağacı, Yiğit Kurşun Asker, Domuz Çobanı, Küçük İda'nın Çiçekleri, Kibritçi Kız'dır.

Hans Christian Andersen, Danimarkalı bir yazar ve şairdir. Yazarın geleneksel masallardan ilham alarak yazdığı masallar, tüm dünyada nesiller boyu dilden dile dolaşmıştır ve aslında bugün de etkisini sürdürmektedir. Aslında yazarın çocukluktan itibaren zor bir yaşamı olmuş. Asıl hayali tiyatro oyuncusu olmakmış. Maddi olanaksızlıklar nedeniyle bu hayalini gerçekleştiremese de üniversite öğrenimi görmüş, pek çok ülke gezmiş ve tüm bu hayat deneyimlerinden ilham alarak okurlarını farklı diyarlara götürecek pek çok masal kaleme almış. Eserleri dünyada en çok dile çevrilen yazarlardan olan Andersen, günümüzde çocuk edebiyatının Nobel'i olarak ifade edilen Hans Christian Andersen Ödülü'ne de ismini vermektedir.

Kitapta yer alan masalların çoğunu birçoğunuz zaten biliyorsunuzdur. Ben de birkaç tanesi dışında hepsini biliyordum. Masallar, bir toplumun kültürünü depolayan ve öğreten önemli bir araç. Aynı şekilde bu kitaptaki gibi farklı bir kültürden çıkan masallar da çeşitli erdemleri aktarmak ve hayal gücünü geliştirmek için yararlı olan bir edebi tür. Masallar günümüzde artık dinleme veya okuma odaklı olmaktan çıkıp daha izleme becerisine hitap eder bir konuma geldi. Animasyon şeklinde kurgulaştırılmış masallar sanıyorum ki daha fazla dikkat çekiyor. Bu durumun da tabi ki hayal gücünü sınırlama, dil becerilerinin kullanımını azaltma ve belki aile üyeleriyle daha az vakit geçirme gibi olumsuz sonuçları olabilir.

Masallar eğitici-öğretici özelliklerinin yanı sıra düş gücümüze iyi gelen, bu nedenle okurlarında genellikle pozitif hisler bırakan bir edebi tür. Bir masalda yaşanan olaylardan dolayı üzüntü, kızgınlık, hayal kırıklığı gibi hisleri anlık olarak hissetsek bile, masalın tümünü düşündüğümüzde pozitif hislere kapılma olasılığımız daha yüksek. Bu kitabı okurken de temelde hissettiğim hisler böyleydi. Masallar tabi daha çok çocukluğumuzla bağdaştırdığımız bir tür olduğu için onları değerlendirirken bazen belki de bu hislere sığınıp onları okuyan yetişkin halimizin gördüğü olumsuz durumları halı altına süpürmeye yakın olabiliyoruz. Ancak ben öyle yapmayacağım.

Kitapta yer alan masalların düş gücünü harekete geçirmek gibi çok önemli bir olumlu özelliği olsa da, masallarda yer alan cinsiyetçilik, sınıf ayrımı ve belki de bu masallar geçmişte yazıldığı için o dönemin düşünce yapısına göre oluşturulmuş neden sonuç ilişkileri pek de sağlıklı değillerdi. Tüm bu masallarda aslında olumsuz örnek ve davranış oluşturan başlıca durumlar mevcut. Güzelliğe yüklenen önem, iyiliğe yüklenen kendi hakkını savunmama davranış kalıbı, kadınların her türlü cefayı çekmesi, kadınların kaderlerinin ve mutlu sonlarının hep kaderin veya bir otorite figürünün ellerinde olması gibi gibi. En mutlu sonların güzel olmak, saray mensubu bir ünvan sahibi olmak, evlenmek vs olması... Tüm bunların özellikle de bilinçaltına sünger gibi her şeyi çeken çocuklarda hatalı ve kısıtlı inanç kalıpları oluşturabileceğini düşünüyorum. Kahraman veya mağdur arketipine bürünmüş insan, günümüzde zaten fazlasıyla mevcut. Tabii tv ve sosyal medya şovlarını düşündüğümüzde masallar çok masum görünüyor ancak bir yanlışı başka yanlışla aklamaya çalışmak da manasız. Çünkü masallar da biraz eleştirel bir gözle onları okuduğumuzda öyle göründükleri gibi ponçik (zararsız) değiller.

Bunun dışında tabi ki masallar çok önemli duygu aktarıcılar aynı zamanda. Tam da bu nedenle zaten kişide olumsuz inanç kalıpları oluşturma durumu güçlü olur. Bir düşünce kalıbı en kalıcı olarak hisle kişide yer bulacaktır. Ancak tam bu noktada, masallarda yer alan zıtlıklardan yararlanarak aslında çok çeşitli etkinlikler oluşturulabilir. Bu etkinlikler ile dinleyicilerin\ okuyucuların karar verme becerilerini geliştirmek üzerine alıştırmalar yapılabilir. Örneğin masalı etkileşimli bir şekilde okumak, yazma etkinliklerinde kullanmak, yaratıcı drama ve tiyatro çalışmaları yapmak gibi etkinliklerde masallardan yararlanılabilir. 

Velhasıl kelam, masallar hayatımızda yolumuzun bir şekilde kesiştiği ve içimizde yer eden edebi bir tür. Benim de çok sevdiğim bir tür. Ancak masalların ardında yatan anlamları da göz ardı etmemek lazım yukarıda da açıkladığım gibi. Bunun dışında bu kitap güzel bir derleme. Başucu kitabı şeklinde de okunabilir. Çocuklara okuturken ise dediğim gibi bir kendi süzgecimizden geçirmekte fayda var. Çünkü çocuklar doğru yanlış ayrımını kolaylıkla yapamayabilirler. Hatta yetişkin okurlar bile yapamayabilirler. Ama derseniz ki bir şey olmaz amannn, yani güzel bir derleme ve çeviri. :)

Hoşça ve kitaplarla kalın.


Kitap Alışverişi #3

Bilir misiniz ki bir marşmiyav, aman marşmelov, deneyi vardır. Buna göre, çocuklara öncesinde bir marşmelov verilir ve marşmelovu veren kişi çocuğa, ''şimdi odadan ayrılacağını geri dönene kadar eğer tabağındaki marşmelovu yemez ise ona ikinci bir tane marşmelov daha vereceğini'' söyler. Deney sahibi odadan ayrılır ve bir süre dönmez. Bu süre zarfında tabağındaki marşmelov ile tek başına kalan çocuğun davranışları incelenir. Deneye katılan bazı çocuklar ikinci marşmolov vaadini reddedip önlerindeki tek marşmelovu yerler. Bazıları bir marşmelovdan daha iyi olan şey iki marşmelovdur fikriyle beklerler. Burada temel amaç iradeyi ölçmekmiş. Yan amaçlar olarak ise hazzı erteleme becerisi, kendini kontrol edebilme, duyguları kontrol edebilme vs gibi durumları ölçüyormuş. Oysa bence sadece kıtlık bilinciyle ilgili bu deney ya! Vallahi bakın... ben bu deneydeki ikinci grup yani bekleyen, sabırlı çocuk olduğumu sanarak yıllarca büyüdüm bu yaşa geldim. Oysaaaa, cık cık cık. Ben, önündeki marşmelovu kaybetmekten inanılmaz, bakın söylesem inanamazsınız o kadar inanılmaz, korkan bir insan olduğum için bu alışverişi kendime ön ödül olarak yaptım. Aahhahahah, böyle de olmadı. Tamam! Biraz da ciddileşelim. Yaniii... normalde bir şeyi başarınca kendimizi ödüllendiririz ve sonrasında bak bunu bunu yaparsan sana şunu alacağım kendim deriz ya, hah işte, ben tersini yaptım. Neyse işte biraz yaşama heyecanım gelsin (evet kipat, aman kitapla, diye) diyeeee şey ettim, alışveriş yaptım.

O zaman toplu bir gülümseme:


Marşmelov deneyinden öğreneceğimiz çok şey var. Ama onu kenara bırakıp kitaplara geçelim. Hangi kitabı neden aldığımı yakın merceğe alıp açıklayacağım ama bir ön açıklama yapar isem... Şurada Sihirli Kız Emekli Oluyor isimli bir kitap var ya, hah işte o kitap ınstagramda karşıma çıktı. Daha evvel de uzaktan görmüşlüğüm vardı kendisini. Ancak almam herhal, kader bizi buluşturursa bir rafta belki derdim. Sonra ne oldu, işte sonra o gün bu kitabı çok istedim ve aman dedim. Zaten birkaç gün öncesinden de yeni kitap isteğiyle dürtülmüştüm. Son olaylardan sonra kendim için keyfi olarak aldığım ilk şey de bu kitaplardı.

Kitapları, yine, Kitap Sepeti'nden aldım. Bazı kitaplarda güzel indirim de vardı, aldıklarım içinde de vardı, ama ben sanki çok zengin biriymişim gibi buna dikkat etmeden paşa keyfime göre çat çat aldım. Yazıda reklam bulunmuyor (zaten üç kişinin okuduğu yazıya neden reklam alayım aaaaa ama işte yine de söylemek gerekiyor imiş aman neyse). Teslimat hızlı oldu, hatta bir tık şaşırdım. 

Peki neyi neden aldım?


Bu iki kitabı alma nedenim tamamen isimleri. Çıtır çerez kitaplar olduğu ilk bakışta belli. Ama çok tatlış değiller miiii? Bir de benim meslektaşlar bakalım nasıl bir cemiyet kurmuşlar da beni çağırmamışlar aaaaa alındım :(


Sevme Sanatı kendimi bildim bileli okumak istediğim bir kitap. Şaka şaka o kadar olur mu yok artık. İşte üniversiteye başladığımdan beri (biteli bile yıllar olmuş peh) okumak istediğim bir kitap. Erich amcama değişik bir sempatim de var nedense (tamamen temelsiz). Okuyayım da temel atayım, sempatime (daha evvel bir buçuk kitabını okudum, o kadar da temelsiz değil biline).

Sanat 101 de o kadar olmasa da bir süredir aklımdaydı. Sonra instagramda iki farklı hesapta karşıma çıktı meraklandım almışım. Aldığımın farkında değildim dermişim... yok yok. Ama ben sepet oluşturuyordum, sonra bir baktım sepetimde bu kitap. Dedim otur otur rahatını bozma. Onu da almış bulundum.


Ölmek İstiyorum Ama Tteokbokki de Yemek İstiyorum tamamen popüler kültürün karşıma çıkardığı ve aslında çok da merak etmediğim ama sitede yüzde elli indirimli görünce sonra ben bunu almam şimdi alayım dediğim bir kitap. Hem zaten Uzak Doğulu yazarlardan okumak istiyordum (kütüphanedekileri yemişim).

Japon Çocuk Öyküleri'ni niye aldığımı açıklamayayım artık. Bloğumu okuyan biri kitaba bakınca anlar aahhahahah.


Bu kitabı spritüel işleri bilinçli olarak araştırmaya başladığım ilk zamanlardan beri merak ediyorum. Pdf'ini bulmuştum ama eski Türkçe miydi artık neydi içimi baymıştı, öylece kalmış. Sonra yine geçen gün instagramda bir hesapta bu kitabı görünce dedim bu bir işaretttt vuhuuuuuuu ahahhahah. Ay neyse merak ediyordum zaten, ben siparişimi verirken son dakikaya kadar da hep bir ben bunları alıyorum ama bir şeyi unuttum hissi vardı. Bu kitap o zaman sepetimde yoktu. Tam, ödeye basıyordum valla. Neyse sonra dur dur bu kitap vardıııı, dedim ve o kadar adımı başa almayı göze alıp çıktım sayfadan bu kitabı da sepetime aldım. Yaaaa kıymetimi bil sevgili kitap da, senden etkileneyim lütfens. 


Vooohh. Vallahi yazarken kendimden yoruldum. Sen iyisin inşallah.

Bu arada alışverişim amacına ulaşmış gibi görünüyor. Kendimi daha iyi hissediyorum. İşte ilk marşmelovu yiyen çocuklar hep böyledir...

Ariversiiiii.


The Scent of Green Papaya (Mùi Du Du Xanh\ Yeşil Papaya’nın Kokusu) | Film Yorumu

 

Yönetmen: Anh Hung Tran 

Senarist: Anh Hung Tran 

Yapım: 1993, Fransa-Vietnam


''Benim... bahçemin... içinde... bir... papaya... ağacı... var... Papaya... dallarda asılı... Olgun papaya... solgun sarı renkli. Olg... olgun papaya... bal gibi tatlı.''


Kaynak: Pinterest

Film, 1950'li yıllarda varlıklı bir ailenin hizmetinde çalışan küçük bir kızın etrafında gelişen olayları konu ediniyor. Mui, ailesinden uzakta varlıklı ama huzursuz bir ailenin hizmetçiliğini yapan on yaşında küçük bir kızdır. Bu aile üç erkek çocuğu, anne baba ve bir büyükanneden oluşur. Evin dedesi yıllar önce ölmüştür, babası ise belli aralıklarla evin tüm parasını (ç)alıp ailesini terk eder. Ailenin küçük kızları yedi yıl evvel aniden ölmüştür. Bu yas, evin her köşesine sinmiştir. Mui, vefat eden bu küçük hanım ile aynı yaştadır. Bu nedenle evin hanımı bu küçük kıza zamanla kendi kızıymışçasına bağlanır. Yine de canayakın, merhametli ve çalışkan bu küçük kız için günler pek de kolay geçmez. 

Filmin ikinci yarısında küçük Mui'nin artık genç bir kadın olduğunu görürüz. Aradan on yıl geçmiştir. Geçen yıllar yaşadığı evi büyük oranda değiştirir. Mui de bu değişimden etkilenir ve başka bir evin hizmetinde çalışmak üzere evden ayrılır. Bu yeni işindeki evin beyi, Mui'nin çocukluk aşkıdır. 

Film, izleyicisine yağmurlu bir günün manzaralarını sunarmışçasına dingin, loş ve bazıları için ferahlatıcı, bazıları için bunaltıcı, yavaş bir akışa sahipti. Filmin her sahnesi adeta bir fotoğraf karesi estetiğindeydi, izlemelere doyamadım. Bu sahnelere eşlik eden kuş cıvıltıları, yağmur ve rüzgarın sesi dinginlik vericiydi. Diyalogların azlığı ve olayların doğal yaşam akışında yavaş anlatılması belki kimi izleyicide sıkılma hissi oluşturabilir ancak bu tip bir akışı sevenler için eşsiz bir izleme deneyimi olacaktır. Uzak Doğu kültürünü yansıtan filmlerde kullanılan renk paletini seviyorum. Bu filmde kullanılan renkler de filmin hüzünlü, nostaljik ve karakterlerin her şeye rağmen ümitli bekleyişlerinin hissini izleyicisine geçiriyordu.

Uzun zamandır bu tarz bir film izlemediğimden mi bilmem, ben filmi izlemelere doyamadım. Karakterler, mekanlar, sessizliğe sinmiş hisler... Hepsi çok gerçekti. Evin hanımının çaresizliği, büyükannenin yalnızlığı, küçük beylerin babalarının yokluğu sonrasındaki kırgınlığı, dostane yaşlı adamın heyecanı... Zamanla birlikte değişen yaşamların yanı sıra, karakterler de değişmişti. Küçük bir kız olan Mui nasıl tedirgin ve ürkekse, genç bir kadın olan Mui öyle pratik ve kendinden emindi. Aynı zamanda Mui karakterine hayat veren her iki oyuncu da (küçük Mui ile yetişkin Mui) bir prensesin güzelliğine sahipti. Sadece bu karakterlerin çizilmiş gibi görünen yüzlerini izlemek bile insanda masalsı bir uçuculuk hissi uyandırıyor. Erkek karakterlerin daima derli toplu, ütülü gömlekler ve kumaş pantolonlar ile etrafta dolanmaları ise kalbimi çalan bir diğer detaydı.

Ve filme de ismini veren papaya... Kader, küçük sembollerle bize yıllar öncesinden kendini gösterir mi yoksa bizler mi semboller bulup onu kaderimiz yaparız bilinmez ama... Papaya meyvesi, Mui'nin kalbinde on yıl boyunca yer etti. Tıpkı meyvenin içindeki küçük çekirdekler gibi, Mui'nin hisleri de yayıldı yayıldı. 

İlgilisine önerebileceğim, çok güzel bir film.


The Scent of Green Papaya | Official Trailer | Lumière izlemek için tıklayabilirsiniz.


Not: Bu film yorumu yazısı reklam değildir, film önerisidir.


Popüler Yayınlar