Sakura Fırtınası #1


Bu hikayeyi önceden anlatmıştım. Ancak şimdi bir kez daha aklıma ve gündemime düşmesinde eski (??) bir mektup arkadaşım etkili oldu. Kendisi artık muhtemelen beni asla okumayacaktır (ve benden nefret etmemesini -kendimi de bu kadar önemserim- umarım). Sevgili B. veya C. (ki B. desem daha iyi olabilir), uzun zamandır kalbime sakuralar yağmadığı gerçeğini görmemi sağladı. Üstelik sakura yaprakları her yandayken! -evet kasım ayında bile- İşte ben de, bu nedenle, bir sakura fırtınasının bir anından (Bezelyecik duymasın) kalbimden bir an çıkarmaya karar verdim.

Çocukluk anılarımı net hatırlarım. Ben unutsam, elbet bana ben büyürken birisi hatırlatmıştır. İlkay çocukken böyle yapardı, şöyle derdili cümleler, çocukluğumla aramdaki güvenilmez köprünün en sağlam taşlarını oluşturuyorlar gibi geliyor bana. Bu nedenle (özellikle de yaşlandıkça, şşş) anılarımı ben mi hatırlıyorum yoksa bana hatırlatıldığı kadarını mı aklıma getiriyorum, emin olamıyorum (ve asla da olamayacağım).

Küçükken kardeş istemez(mişim)dim. Bunu ben de hayal meyal hatırlıyorum ama -dedim ya- bu hatırlamalarım kulak misafiri olduğum konuşmalardan mı ileri geliyor yoksa ben mi bizzat hatırlıyorum emin değilim. Her neyse! Günün sonunda ikisi de aynı şeydir. Ben de, işte, çocukken kardeş istemez, hatta kendimi yerlere atarmışım. İnan bana hiç de öyle bir çocuk değildim. Bence iftira :). ''Kimse benim anneme anne, babama baba diyemez,'' diye millete ayar çekermişim. İlginçtir, ailem çığıran bir veledi dinlerlermiş de. Gerçekten de ''ben kardeş istiyorum!'' diye çığırmaya başlamadan evvel bir kardeşim olmadı.

Olay şöyle gelişti... Anneannemlerin mahallesinden iki arkadaşımın peş peşe kardeşleri oldu. Ben zaten bu ikisine çok kuruluyordum. Benden bir yaş büyüktüler ve aynı yaşta oldukları için onları birbirine yaklaştıran ortak konuları vardı. Hele hele biz büyüdükçe bu konuların sayısı daha da arttı (çünkü benden bir sınıf üstteydiler). İşte şimdi de kardeşleri olmuştu! Benim de kardeşim olmalıydı. Herkesin oluyorsa benim niye olmasındı! Hemen annemlere koşup bir kardeş sipariş etmişim. Tabi bilmiyorum, kardeş öyle isteyince hemen eline gelecek bir şey sanıyorum. Bir de üstüne büyük haliyle geleceğini... (hadi yine bebek olsun ama ciyak ciyak ağlayan bir bebek olması... bu konuya da geleceğim).

Yine de bence çok beklememişim. Artık kaç zaman geçti bilinmez... Bir kız kardeşim olacağını öğrendim! Acaba ne hissetmiştim? Bak benim hafızam güçlüdür aslında. Yukarıda bir girizgah yaptım ettim ama kendi hafızam da noktaları iyi hatırlar. Sadece, boşlukları nerelerden doldurduğumu hatırlamıyorum. Kız kardeşim olacağı zaman verdiğim tepki neydi, ne hissetmiştim onu da hiç hatırlamıyorum doğrusu ama bir kız kardeşim olacağını annem dahil kimse öğrenmeden evvel bunu benim öğrendiğimi hatırlıyorum. Nasıl mı? Rüyamda :))).

Bu, benim hatırladığım eeeen eski rüyam. O da bölük pörçük. Biliyor musun rüyamı da sanki bir çocuğun pastel boyayla çizdiği bir resmin görüntüsü gibi hatırlıyorum. Rüyamda küçük bir kız çocuğu vardı. Bu çocuk sarışınımsıydı. Ben esmerken kardeşimi sarışınımsı görmüş olmam da... Bahçeli bir evde hayvanlarlaydı falan. Galiba onu Pamuk Prensesvari (biliyorum o sarışınımsı değil) bir şekilde hayal etmişim ahahahaha. Neyse böyle bir rüya görmüştüm ama rüyamı birilerine anlatmış mıydım, beni ciddiye almışlar mıydı; yoksa kız bebek isteyen büyüklerimden onay toplamış mıydım emin değilim.

Kardeşim uzun yolculuğundan aramıza katılmadan evvelki zamana (yani annemin hamileliğine) dair hatırladığım bir diğer şey de -ki zaten başka da yok- kardeşime isim seçtiğimiz zamandı. O zamanlar popüler olan dizilerden, isimler sözlüğünden ve yine -sıkı dur!- bir rüyadan ilham alınmış üç beş isim gündemimizdeydi. Anlaşılan, kardeşim gelmeden evvel bize bir çeşit telepatik mesajlar yollamış (tabii ki şaka yapıyorum). Annem rüyasında kardeşime İ. ismini vereceğini görmüş. (Evet o da İ.'li bir şey). Bu ismi bize açıkladığında ne düşündüğümden emin değilim ama benim favori ismim başkaydı. Yine de bana göre hava hoştu. Laf aramızda, o zamanki yani küçük Ben, kardeşimin isminin anlamını çok sevmişti. 

Gel zaman git zaman annem ve babam beni teyzemgile emanet edip ortadan kayboldular. Geri döndüklerinde yanlarında biri daha vardı: Ciyak ciyak... (kardeşim okur falan, şaka şaka) Su perisi kardeşim. Onun doğumundan sonrasına dair aslında belli belirsiz bir anım daha var ama bu o kadar sisli bir anı ki, gerçekliğinden şu an şüphe ediyorum. Sanırım annemler geri dönmeden evvel ben kardeşimi ziyarete gitmiştim. Tabi ki babam ve halamla birlikte. Anneme bir çiçek almak hakkındaki konuşmamız aklımda. Böyle bir şeyler. Ama sonrası yok. Kardeşimi ilk gördüğümde içime dolan his, yok. Eve döndüğümüzde zihnime dolan sorular, var.

Mesela: Kardeşim de çikolata sever mi? Ona da alabilir miyim? İki tane alsam olmaz mı? Hem İ. de sever bence... (o sırada İ. ağlamakla meşguldü).

İ. uzun bir dönem sadece ağladı. Bu beni biraz hayal kırıklığına uğratmıştı hatırlıyorum. Ben, birlikte oynayabileceğim bir arkadaşım olacağını düşünüp ''kardeşim nerrdeee!'' diye milleti darlıyordum oysa... Kardeşimle oyun oynayabileceğimiz kadar büyümesini beklerken, ben de büyümüştüm... :( Sonra da ona sinir oluyordum galiba. Eşyalarımız ortak olduğu için, meraklı olduğu için, bilgisayarda oynarken araya girdiği için... Aslında İ. çok uslu bir çocuktu. Düşünüyorum da... Ben çocukken hep çok daha şımarıktım. (Laf aramızda hala biraz öyle olduğumu düşünüyorum...)

İ.'nin çikolata yiyemeyeceği gerçeği (henüz bir haftalık falandı muhtemelen) beni üzmüştü. Bu, bir çocuk için gerçekten üzücü diye düşünmüştüm. Çikolata yiyememek! 

İ. gerçekten prenses gibi bir çocuktu. Tipi bile ahhahahah. Ben biraz daha serseri bir kızdım. Ama duuurrr... İ. çok bebekken erkek çocuğuna benzetilirdi ahahahhah. Ama tatlı diye diyorum ya. Hatta annem artık bu durumdan sıkılmıştı da, İ.'nin kız olduğunu vurgulayan şeyler ve renkler giydirirdi. Bir anı aklıma geldi bak şimdi. Ben, annem ve bebek arabasındaki elbise giymiş İ. yolda giderken iki genç İ.'yi sevmişti. İçlerinden biri ''kız mı erkek mi'' diye sorunca annem de ''ama yok artık''vari bir tepki vermişti ahahhahaha. Neyse. Ne diyordum... ben daha... daha... hah, marjinal bir tiptim. Yani çocukken.

Yani işte davranış olarak da değil de (tamam İ.'ye göre davranış olarak da)... İşte genel hava diyelim. Örneğin benim hiç düğünlerde giydiğim gelinliğim veya prenses elbisem olmamıştı. Pembe rengi çok giymezdim. Kot ceket ve kovboy çizmem, ekose eteğim, cırt renkte badilerim... Çocukluk fotoğraflarımda böyleyim. Bir de şımarık şımarık pozlar verirdim. Prenses gibi değil de... Şımarık dediysem de... İşte, tatlı anlamında. O zamanlar tabi dijital kameralar yoktu. Fotoğrafın nasıl çıkacağını bilemediğinden öylece şansa çekiverirdin. Benim fotoğraflarım bu yüzden daha çok anı yansıtıyor. Bazısında yan tarafa seslenirken, bazısında bir şeylerle uğraşırken... İ. küçükken yine bu kadar gelişmiş değildi kameralar falan filan ama yine de dijital fotoğraf makineleri çıkmıştı ve fotoğrafta nasıl çıktığını (örneğin gözün kapalı mı ahahah) görebiliyordun.

İ. ile olan en eski fotoğrafımızda ben 6 yaşında falanım. Bücürüm yani. Kucağımda benim yarım kadar bir bebek (abarttım). Ama o yaşlarda küçüktüm takdir edersin ki ve bir bebek bile bir çocuk olan küçük Ben'in kucağına büyük gelmişti. 

Oyuncak bebeklerimle oynamayı çok severdim. Oyuncaklarıma hep özen göstermişimdir, sanki canlılarmış gibi. Bahsettiğim bebekler de Barbie falan değil (genelde) daha büyük bebekler. Düşünüyorum da, benim oyuncaklarım bile bir tuhaftı hahshah. Yani bebeklerim. Çok güzel değillerdi ama bu nedenle çoook güzellerdi. Biri Ö. teyzemin çocukluğundan kalmaydı; mavi bir elbisesi vardı ve adı -tabi ki- Maviş'ti (ama bu adla birlikte bana gelmişti, ona ben isim vermedim). Bir bebeğimi A. halam yapmıştı sanırım veya o da onun çocukluğundandı ve pembe saçları vardı. Ama böyle fosforlu falan pembe gibi pembe saçlar. Tabi ki, adı da: Pembe'ydi ahahhaah. Ama ona da bu ismi ben vermemiş olabilirim. Böyle böyle bebeklerim vardı işte. Çok güzel değillerdi ama çok güzellerdi ve benim arkadaşımdılar. (Sonra kardeşim onları... Onlarla kardeşim daha dolu dolu oynadı sanırım bilmiyorum ama benden daha özenli olmadığı kesindi).

İ. ile olan fotoğrafımızı anlatıyordum. İ. oyuncak bebek gibiydi, bu nedenle aklıma oyuncaklarım geldi. Küçük Ben de İ.'yi oyuncak bebek falan gibi görmüş müydü acaba? Hiç sanmıyorum. Çünkü oyuncaklar ağlamıyordu ama İ. ağlıyordu! O fotoğrafta da arkadaki kanepeye yaslanmışım. Elimdeki kardeşimi tutmaya çalışırken halterci gibi yüz kaslarım gerilmiş. Ama iyi ki o fotoğraf var. Bazen bazı fotoğraflarım ve yazılarım için iyi ki var diyorum. Zaten benim çocukluk fotoğraflarım çok komik (ve bu nedenle güzel).

Annem evi temizleyeceği zaman İ.'yi uyuturdu ama uyanmasın diye de ona ben bakardım. İşte ana kucağını sallayayım, onu eee eee'leyim diye falan. Ama bunu tabi ki beleşe yapmazdım. Annemle ''şu kadar cd izlememe izin verirsen, ben de İ.'ye o kadar bakarım'' diye pazarlığa girermişim (ki bunu ben de hatırlıyorum). Çizgi film cd'lerimi çok severdim. Ciddiyim, tv'de çıkan çizgi filmlerden daha çok severdim cd'den izlediklerimi. Böyle, masalların uyarlamalarına dair cd'lerim vardı onu hatırlıyorum. Sonra Red Kit vardı ki en sevdiklerimde baş sıradaydı. Ama en en en favorim (ki bunu daha evvel anlatmıştım) Karlar Kraliçesi idi (en eski yapımı, sonradan çıkanlar değil). İ.'yi pışpışlama bahanesiyle onları art arda izlerdim. Zaman içinde hem dvd'imiz hem cd'ler bozuldu ne yazık ki. Ama çocukluğumu anımsadığımda beni en çok gülümseten şeylerin başında o cd'ler gelir.

İ. ile birbirimize hiç benzemeyiz. Hem de çok benzeriz. Hem aynı şeyi düşünür ve yaparız, hem de bunu farklı şekilde -kendi dilimizle- yaparız. İkimiz de inatçıyız sözgelimi. Ama İ.'nin inadı ile benim inadımın kendini gösterme şekli birbirinden çok farklıdır. İ. ile bu yaz küsmüştük. O beni, ben de onu kırmıştım. Sonra ne o yanaştı, ne ben. İ. evden gidene kadar evde soğuk savaş vardı. :) İ. evden gidince hem rahatlamış, hem buruk hissetmiştim. Laf aramızda... yine biraz kırılmıştım ama bu kırgınlığın İ. ile bir ilgisi yoktu. Hala bu kırgınlık geçmedi. Hani İ. ile ilgisi olmayan kırgınlık. Sanırım hiçbir zaman da geçmeyecek. Bu nedenle biri bana minicik soru sorunca alakasız yerden çıkıyor. Sakura yerine dolu yağdırıyorum. 

İ. ile barıştık. Çok salak olduğumu fark ettim. Hazır İ. de eve kısacık dönmüşken gittim sarıldım. O da sarıldı. Bu kadar.

Sarılmak istediğin biri varsa git sarıl sevgili okur. Zaman kıymetlidir. Her şey geri gelebilir ama salaklıklarımız bizden en çok zamanımızı alır. 

Ben de sana işte şimdi sarıldım sevgili okur. Bazen birine sarılmaya ihtiyaç duyarım. Sen de duyuyorsan, işte sana sarıldım.

Aslında bu kasım ayı benim için iyi geçti. Bir ölçüde? Alerjim geçti. Zaten çok mutsuzum diye oluyordu. Ama insan, mutsuzluğunu nasıl geçirebilirdi? Mutsuzluğum geçmedikçe alerjim olmadık yerde pırtlayacaktı... Ve ben ilaç falan içmek istemiyordum. Bir sabah uyandım ve hönkürerek ağladım. Tüm hayal kırıklıklarım tek bir noktada buluştu. Sonra odamı süpürge tutarken herkesle, kalbimle, gözyaşlarımla, belirsizliklerle ve durmadan ucu çıkan süpürgeyle kavga edip durdum. Sonra hocama yl'yi bıraktığımı söyledim. Sonra çok istediğim bir şeye başladım (ki bu bana iyi geldi). Sonra, kendime aşık olmaya başladığımı fark ettim.

Sana Kasım başlıklı yazımda bundan bahsetmiştim. Kendini sev, ''önerisi'' özellikle de sosyal medyanın yaygın kullanımıyla herkese reçetesiz verilir oldu. Önceden, ''seveyim seveyim de, gözünü seveyim bana bir de onu nasıl yapacağımı söyle,'' diye düşünürdüm. Sonra -ki uzun da bir süre- ''kendimi böyle sevebilirim!'' ile ''kendimi neden sevemiyorum!'' ikiliği arasında ayran oldum. Sonra, bunun ne kadar aptal (üzgünüm) bir söylem olduğunu fark ettim. Çünkü insan, zaten kendini sever. Bir bebek bile bir şeyleri sevme yetisiyle doğar, değil mi? Bebekler üzerinde yapılan çeşitli araştırmalar varmış. Yani ''insan iyi midir, kötü müdür'' olayı özelinde genelde. Tabi sevgi daha farklı bir şey ancak, sevgi beraberinde ve belki de öncesinde, bir şeylere sıcaklık duymayı gerektirir ve insan -bana kalırsa (ki zaten bu bilimsel bir yazı değil, dandirik bir yazı)- bu doğal sıcaklıkla doğar. İnsan, sevgiyi bilerek doğar. Hayatı severek doğar. İçgüdüleriyle doğar. Zamanla, isimleri öğrendikçe, diğerlerini de sever. Diğer insanları, canlıları, eşyaları, düşünceleri... Diğerlerinin diğerleri olduğunu, kendi benliğinden ayrı bir varlıkları olduğunu ayırt eden bebek, içinden gelen sıcaklığı (sevgiyi) diğerlerine yöneltir.

İnsan sevmeyi bilerek doğuyorsa, o zaman, neden kendini sevemediğini düşünür? Çünkü öyle düşündüğüne inandırılır. Diğerleri dediğimiz, benliğimizle yer değiştirince, biz kendimiz için ''diğeri'' oluruz ve belki de bu nedenle, sevgimizi bir kez daha (ve aslında illüzyonik olarak) kendimize yöneltmemiz gerektiğini düşünürüz. Bu sadece bir ''yanılsama''dır dediğim gibi, gerçeği yansıtmaz. Öte yandan, neye inanırsan, gerçek odur. Senin gerçeğin odur. Ancak sevgi, en temel bileşen (benim varsayımımda) zaten içindedir. İçinde olan bir şeyi dışarıda aramak ise, yaşlıca bir harekettir. Çünkü hiçbir çocuk, bu yanılgıya düşecek kadar sıkıcı olmaz. Bu nedenle de büyürken, kendimizi ''diğeri'' yapıp kendimizden uzağa koyarken, kendimizi sevmenin yollarını ararız.

Bu nedenle ben, zaten içimde olan sevgiyi gören ben, kendime yanlış soruyu sorduğumu fark ettim. Sevgi bende, kaynakta, kaynak bensem ve benden çıkıp bana dönecek bir sevginin peşindeysem, o zaman... soru şu olmalı! Benden çıkıp bana dönen sevginin ilerleyeceği yol, yani kendi sevgimi kendime gösterme biçimim, sevgi dilim, ne olmalı? Bu noktada imdadıma ''aşk'' imgesi yetişti. Aşk, bu dünyada yaratılan bir şey. Bu dünyanın dillerinde yaratılan. Sevgili Bezelyecik başlıklı öykümsü serimde bunu keşfetmiştim. Aşk, soyut bir şey gibi pazarlanır. Hayır. Aşk, görebileceğin en somut şeydir. Sadece, herkesin dili algılayış biçimi, kullanış biçimi, yani ''aşk'ı farklıdır. 

Kendime aşık olmaya karar verdikten sonra ilk önce görüntümden etkilendim. Vay be... ben de fena değilim, gibi (ki bu bana arada gelir - aşkın ilk kıvılcımı). Sonra kendim için iyi olduğunu düşündüğüm kararlar aldım ve adım attım (aşkın derinleşmesi). Çünkü sevdiğin birine ''somut'' olarak ilgini göstermek aşkın ifadesidir. Sonra kendimle kavga ettim (aşkın dipsiz kuyusu). Evet evet, aşkta bu da vardır ya hani, kendimle kavga ettim ve kendime zayıflıklarımı göstermekten bu sefer çekinmedim. Yetersiz noktalarımı, acabalarımı... Çekindiklerimi. Sonra da gittim İ.'ye sarıldım işte. ''İ...'' dedim, ''ben çok aptalım.'' İ. de duygulanmaya yer arıyormuş, beraberce duygulandık. Evin havası değişti vallahi. (İ. ile evde köşe kapmaca oynuyorduk, ilahi biz).

Bu yazı nereye bağlanacak... Bilmem. Sakura fırtınası bir rüzgarla başlar. Ve çiçekler uçar, uçar.


Cinayetler Kulübü (Agatha Christie) | Kitap Yorumu

Yazar: Agatha Christie, Çevirmen: Gönül Suveren,
Yayınevi: Altın Kitaplar

Kitap, on üç cinayet vakasından oluşuyor. Miss Marple'ın evinde toplanan altı kişi, sırasıyla başlarından geçen esrarengiz öyküleri anlatıyorlar. Bu öykülerdeki suçluları bulmaya çalışan grubu, köyünden hiç çıkmamış yaşlı ve sevimli bir kadın olan Miss Marple fazlasıyla şaşırtıyor. İnsan doğasını şaşkınlık verecek ölçüde çözmüş bu kadın, öykülerdeki gözden kaçan noktaları kolaylıkla gün yüzüne çıkararak grubunda yer alan kariyer sahibi insanların ilgisini çekiyor.

Kitabı kütüphanede dolaşırken Agatha Christie kitapları arasından neredeyse bakmadan rastgele seçip aldım. Çünkü biliyorum ki yazarın hangi kitabını okursam okuyayım, muhakkak ilgimi çekecek. Sevgili Christie ile yıllar evvel yine bir kütüphane ziyaretimde tanışmış ve aynı yöntemle rastgele bir kitabını seçip okumuştum. Bu ilk okuma deneyiminden sonra okuduğum tüm kitaplarını ise yer yer şaşırarak, yer yer acemi bir dedektifin gurur pozlarıyla okumuştum. 

Agatha Christie'nin hayranlık duyduğum bir yazar olmasında onun azimli bir kadın olmasının rolü büyük. Disleksisi bulunan bu kadın, onlarca kitap yazmış ve yazdıkları yıllar boyunca da severek ve ilgiyle okunmuş büyük bir yazar. Kitaplarını sevmemdeki en büyük etken ise olayları klasik polisiye kitaplarındaki gibi kana bulamak yerine, işin dedektiflik kısmına ağırlık vermesi. Onun kitaplarını okumak bana bulmaca çözmek, oyun oynamak gibi geliyor. 

Kendisinin Hercule Poirot isimli karakterinin olduğu öykülerini ayrı bir seviyorum ancak Miss Marple da oldukça ilginç ve keskin zekalı bir karakteri. Ancak bu kitaptaki tüm olayları Miss Marple'ın çözmesi bir noktada sıkıcı mı geldi desem... Teyzeciğim keşke diğerlerine de biraz şans verseydin diye düşünmeden edemedim.

Kitapta on üç farklı olay anlatıldığı için aslında her bölümde farklı bir kurgu okuyoruz. Kitabın arka kapağında da yazdığı gibi bu her bölüm ayrıca uzun bir roman olabilecek potansiyele sahipti diyebilirim. Christie gerçekten üretken ve özgün bir yazar. Kitabı merakla, ilgiyle ve bazı bölümlerdeki vakalarda ayrıca şaşırarak okudum. Hatta keşke bu kitabın on üç bölümlük bir dizisi çekilse diye düşünüyorum şu an... Eminim herkes bayılırdı. :)

Kitaplarla kalın.


Hayalet Melodi (Eren Özeren) | Kitap Yorumu

Yazar: Eren Özeren, Yayınevi: Sarmal Kitabevi

Kitap, yeni taşındığı evde bulduğu günlüğü okumaya başlayan Filiz'in evin eski sahiplerine ve kendi iç dünyasına dair gerçekleri keşfetme sürecini konu ediniyor. İyi bir üniversite olan Kent Üniversitesi'ne Yaratıcı Yazarlık dersleri vermek üzere gelen Filiz, kampüsteki lojmanda hocaların barınması için yer alan villalardan birine yerleşiyor. Bir yandan yeni hayatına uyum sağlama süreci, diğer yandan hissettiği yalnızlık genç kadını okuduğu günlüğün ve yaşadığı evin eski sahibi Melike'ye daha çok bağlıyor. Günlüğün sahibi ünlü piyanistin geceyi dolduran hayalet melodilerinin peşine düşen Filiz, çevresindeki insanlar hakkında gizemli bilgilere ulaşıyor ve zamanla kendini bir bilmecenin ortasında buluyor. Kitap boyunca Filiz'in Melike'nin günlüğünün rehberliğinde etrafındaki gizi çözme sürecini okuyoruz.

Kitabımız bir blog yazarı olan sevgili Eren Özeren'in kitabı olduğundan kitabı okumak için heyecanlıydım. Kitabı Blog Forum'un çekilişinden hediye olarak kazanmıştım. Buradan Blog Forum'a bir kez daha teşekkür etmiş olayım. :) Aslında kitap elime ulaşır ulaşmaz (birkaç ay oldu :) bir heves okumaya başladım ama benim için biraz yoğun ve ruh halimin çalkantılı olduğu zamanlar yaşadım. Kitap okuyamadım. Bu nedenle kitabı okumayı da beklemeye aldım. Bu hafta içinde kitaba bir kez daha başladım ve görüldüğü üzere kısa sürede de okuyup bitirdim. Buradan kitabın gerçekten sürükleyici olduğunu anlıyoruz.

En başından itibaren kitabın konusu ilgimi çekmişti. Tolstoy'un meşhur sözü yaşanıyordu: ''Tüm muhteşem hikâyeler iki şekilde başlar: Ya bir insan bir yolculuğa çıkar, ya da şehre bir yabancı gelir.'' Şehre yeni gelen bu yabancı (Filiz), oldukça meraklı bir kadındı. Bu durum onun yeni taşındığı bu ortamı, okur olarak benim gözümde de ilginç kılmıştı. Sadece çevresine değil, kendi hislerini tanımlama konusunda da değişken yapıda olan bu kadının keşfettikleri ilgimi çekti ve aslında kitabı hep bir sonraki bölümü merak ederek okudum. Çünkü Melike iyi bir anlatıcı, Filiz iyi bir soruşturmacıydı. 

İtiraf etmek gerekirse başlangıçta, hatta kitabın ortalarına kadar, kitaptaki karakterlerin ve genel yapının gerçekçi olmadığını düşünüp durdum; ki hala aynı düşüncedeyim. Eğer ki bu karakterler yabancı olsaydı veya olaylar yabancı bir ülkede yaşansaydı buna bu kadar çok takılmazdım ama Türkiye'de (İstanbul veya Ankara'da bile - ki İzmir'de zaten yok) bu kadar lüks bir üniversite yerleşimi olduğunu düşünemedim. :) Öte yandan karakterlerin bu kadar genç yaşta bulundukları mesleki konuma gelmeleri de inandırıcı değil bunu söylemeliyim. Hele hele üniversitede o konumlarda olup da bu kadar ilişki durumları içinde kaybolmaları olacak iş değil. Üniversite hocaları genelde dersin arka planında bilimsel faaliyetler ve belki daha belgeye dayalı işleri yürütmek için meşguller (özellikle gençse). Ben kendi hocamı ders vermediği zamanlarda da hep arka planda bir şeyler için uğraşırken meşgul görüyordum açıkçası. Yani kariyer yapmayı kafasına koymuş birisi böyle çok boş zamana sahip olmuyor. :) Aynı şekilde doktora öğrencisi Aslı'nın, onu da geçtim öğretim üyesi Filiz'in yaşı çok çok genç. Yani hiç yıl kaybetmeden o konumlara gelseler bile, gelemezler o yaşta. :) Belki bütünleşik doktora yapıyordur tabi bilemeyeceğim (benim detaylarda kayboluş :).

Bunun dışında kimseye, hele de bu kadar genç bir yaştayken ve bu kadar iyi bir üniversiteden durduk yere, ''bizimle çalışmak ister misiniz, ders vermek ister misiniz'' vs diye davet gelmez. Hatta genelde kendin ilanları takip edip başvursan bile kabul edilmeyebilirsin ki kontenjan da az olur diye biliyorum. Hele hele böyle iyi olduğu betimlenen bir üniversitede bu kadar genç yaşta, üstelik çok sevdiği bir konuda ders verdiği için sevgili Filiz'in çok şanslı olduğunu düşünüyorum. Dediğim gibi eğer ki bu yabancı bir ülkede geçen bir kitap olsaydı buna asla takılmazdım ama işin arka planını da taze bildiğimden :), aklımda hep bir ''ama böyle bir şey mümkün değil'' sorgulaması vardı. Detaylara takıldığımı söylemeliyim. Aynı şekilde okulda skandal olabilecek bazı birkaç durumun (hem Tansel'in, hem Doğukan'ın yaptığı) yapılması çok gerçekçi değil. Olabilir mi, belki ama gerçekçi değil. Yine söylüyorum bu karakterler yabancı olsa sorgulamazdım.

Tüm bunların dışında olaylar dallanıp budaklandıkça kitaptaki olaylar sonunu merak ettiğim bir bilmeceye dönüştü ve aslında ana koldan çatallanan bu kadar çok yan konuya sahip bir kurgu yazmayı meşakkatli bulduğumu eklemeliyim. Çünkü bu kadar çok yan olayı bir noktada ana olayda mantık örgüsü çerçevesinde düzgünce toparlamak gerekir ve yazarımız henüz ilk kitabı olmasına rağmen bunu gayet başarılı bir şekilde yapmıştı. Bence özellikle de ikinci yarısında ivme kazanan ve daha çok açılan bir kitaptı bu. Kitabın ikinci yarısında kitaba dair fikirlerim olumlu anlamda değişti. Hem karakterler farklı yönlerini göstermeye başladı ve derinlik kazandılar, hem de kurgunun yönünün bir çeşit dedektiflik öyküsüne evrilmesini sevdim. Bu kitap aslında kadınların öyküsünü anlatıyor. Melike'nin, Elmas'ın, Filiz'in öyküsünü; üçü de birbirinden çok farklı olan bu kadınların ortak yönü, yalnızlıklarıydı.

Kitabı bir diziyi izler gibi okudum. Yazarımızın başarılarının devamını dilerim.

Kitaplarla kalın.


Ex Machina | Film Yorumu


Yönetmen: Alex Garland 

Senarist: Alex Garland 

Yapımı: 2014 - İngiltere, ABD


+ Konuşmayı ne zaman öğrendin, Ava?

- Konuşmayı hep biliyordum ve bu ilginç, öyle değil mi?

+ Neden?

- Çünkü lisan, insanların öğrendiği bir şeydir. 

+ Ama bazılarına göreyse doğuştan vardır. Var olan yeteneğe, kelimeler ve dilbilgisi ekleme kabiliyetini öğreniriz. Buna katılıyor musun?

- Bilmiyorum.


Kaynak: Pinterest

''Sadece, basit sorulara basit cevaplar istiyorum. Dün sana onun için ne hissediyorsun diye sordum ve sen bana harika bir cevap verdin. Şimdi soru şu: O senin için ne hissediyor?''


Film, genç yazılımcı Caleb'in (Domhnall Gleeson) çalıştığı şirketin kurucusu Nathan (Oscar Isaac) tarafından gizli bir göreve çağırılmasıyla başlıyor. Bu görev için Nathan'ın şehirden uzakta ve herkesten gizli ofisine bir haftalığına giden Caleb, yapay zeka yazılımı olan Ava (Alicia Vikander) isimli bir robotla tanışıyor. Caleb Ava'nın bilinç farkındalığını ölçmek ve geliştirmek için onunla kısa sohbetler ediyor. Ancak tüm bu sohbetler yoluyla hem Ava, hem de patronu Nathan hakkında ilginç bilgiler ediniyor. Film boyunca bir yandan yapay zeka ile insan etkileşimini izlerken, diğer yandan insan bilincine dair felsefi bir arka planla karşılaşıyoruz.


+ Hangi nesneyi çizmeliyim?

- Her ne istersen. Karar senin.

+ Neden benim kararım?

- Ne seçeceğini merak ettim.


Yapay zekaya dair 2000'li yılların başlarından bu yana, gittikçe sayıları çoğalacak şekilde çeşitli filmlerin yapıldığını görüyoruz. Bu filmlerin genelinde yapay zekayı bir çeşit tehlike olarak görme, diğer bir deyişle, ''insanın yerine geçmesi'' endişesi yer alıyor. Bu filmde de aslında benzer bir etkiyi sürükleyici bir kurgu ile birlikte izliyoruz. Kurgunun akıcılığını sağlamak için tabi ki mevcut olay akışı içerisinde çeşitli gizleri sezdirme ve bunların peşine düşme, dost\ düşman ikiliği ve gerilimli atmosferi beslemek için de yer yer histeriye kayan duygu değişimleri ön plana çıkıyor. Ancak filme dair benim en çok ilgimi çeken nokta arka plandaki düşünce yapısıydı.

Ava, oluşturulurken tamamiyle insan organizması merkeze alınmıştı. Kablolarla dolu bir düzenekten ziyade, tıpkı insan organizmalarında görüldüğü gibi akışkan ve kendini yenileyebilen yapılar oluşturulmuştu. Özellikle de Ava'ya bilincini veren ''beyni'' tıpkı bir insan beynine benziyordu. Ava, hissedebilen bir robottu. Ancak bu his boyutu ''beyni'' olan aygıttan mı üretiliyordu, yoksa karşısındaki insanın hislerini mi kopyalıyordu? Yani gerçekten mi düşünüp hissediyordu, yoksa rol mü yapıyordu? 

Ava, bilinci kullanıma açıldıktan sonra yalnızca onu var eden Nathan ve onunla sohbet eden Caleb ile etkileşime girdi. Dünyası sadece dört duvardan ibaret olan bu robot, Caleb ile sohbet ettikçe düşüncelerini düzenleme yeteneği kazandı. Başlangıçta anlamsız (soyut değil, kendisinin de anlamını bilmediği) resimler çizen Ava, zamanla bu resimleri düşünceleriyle şekillendirmeye başladı. Ava karmaşık düşünce yapılarını düzenlemeyi öğrendikçe, filmin akışı da farklı bir boyuta taşındı. Çünkü Ava bu noktadan sonra, benliğini yaşamak istedi. Kendi benliğini yaşamak istedi; yani canlılarda doğal olarak bulunan yaşama içgüdüsünü -diğer bir deyişle ölümden korkma- kazandı.

Sürükleyici ve özgün bir filmdi. Hatta yıl sonu favorilerime bile ekleyebileceğim bir film. Bu filmi benzer yapay zeka konulu filmlerden ayıran yönü de tamamen insanı ve gelişimini robotların dünyasına aktararak işlemesiydi diyebilirim.


SPOILER!!!!

Benim en çok ilgimi çeken Ava'nın ismi olmuştu. Çünkü bu ismin telaffuzu Eve\ Eva'ya (bizdeki Havva) çok benziyordu. Yönetmen ''cennetten kovulma'' hikayesini bu kurguyu oluştururken kendisine ilham aldı mı bilmiyorum ama filmin işlenişinde Adem ile Havva hikayesine bazı göndermelerin yapıldığı görülüyor.

Nathan Ava'yı oluştururken sahibi olduğu arama motorunun verilerinden yararlanıyordu. Yani Ava aslında insanların ''googleladıkları'' (Nathan'ın şirketinin ürettiği arama motoru kullanılıyor burada) verilerden oluşuyordu. Ancak film ilerledikçe Caleb'in de rastgele seçilmiş bir çalışan olmadığını, arama geçmişinin onun bu göreve seçilmesinde etkili olduğunu ve hatta onun internet verilerinin Ava'nın zihin yapısının oluşturulmasında etkili olduğunu zamanla öğreniyorduk. Bu bilgiler de tabi ki bizleri yine Adem ile Havva hikayesine götürüyor. ''Havva, Adem'in kaburgasından yaratıldı,'' olayı. Yani Ava, Caleb'in internetteki arama verilerinden oluşturuldu gibi bir sonuca ulaşıyoruz.

Filmin kurgusunda bu yaratılış hikayesine yapılan bazı başka atıflar da göze çarpıyor. Ava ile Caleb etkileşimi (Ava'nın Caleb'in aklına kuşku düşürmesi), Nathan'ın kendine biçtiği rol (yaratıcı), Nathan'ın daha evvel oluşturduğu ve bilinç verdiği robotların bilinçli olmaya katlanamayıp kendi kendilerini parçalamaları (insanın bilinçli bir varlık olmaya katlanamaması) gibi unsurlar bana aslında insan yaratımını, ''cennetten'' kovuluşunu (bu filmde kaçışını) ve dünyaya adım atıp bilincinin sorumluluğuyla baş başa kalmasını hatırlattı. 

Başlangıçta filmde ufaktan bir cinsiyetçilik sezmiştim. Bunun nedeni ise Nathan'ın insansı robotu Kyoko'ya (Sonoya Mizuno) davranışlarından dolayı değil (çünkü bu kısımda aslında eleştiri yapılmış olabilir), Ava'nın bir kadın olarak ''tehlikeli, oyunbozan'' (çünkü zekiydi) gösterilmesiydi. Zaten Adem ile Havva (Adam ile Eva) hikayesinde de genelde Havva ''suçlu'' olarak gösterilmekte... 

Kyoko olayında ise Nathan kendine yalnızca bir çeşit ''hizmetçi'' oluşturmuştu. Malesef günümüzde bile kadın bedenlerine benzeyen robotlar bu tip durumlar için satılıyor. Gelecekte bu durumun varacağı noktayı düşünmek bile istemiyorum. Çünkü korkunçççç.

Aynı şekilde robotların birbirleriyle etkileşime girip işbirliği kurması ile olaylar ''yaratım'' boyutundan çıkarılıp, evrimsel gelişime atıfta bulunuluyor. Kyoko ile Ava'nın iletişim kurduktan sonra işbirliği içinde hareket etmeleri gibi. İnsanlar da -daha doğrusu Homo Sapiens de- işbirliği ile ayakta kalmıştı.

SPOILER BİTTİ!!!!


Ex Machina Official Teaser Trailer için tıklayabilirsiniz.


Not: Bu film yorumu yazısı reklam değildir, film önerisidir.


Mustang | Film Yorumu


Yönetmen: Deniz Gamze Ergüven 

Senarist: Deniz Gamze Ergüven, Alice Winocour 

Yapımı: 2015 - Türkiye, Fransa, Almanya


''Git onlara de ki, kahve mi istiyorsunuz gidin kendiniz yapın. Sonra da çarp kapıyı suratlarına git!''


Kaynak: Pinterest

Film, babaanneleri ve amcaları ile birlikte yaşayan beş kız kardeşin taşradaki hayatlarını anlatmaktadır. Ergenlik çağında olan bu kız kardeşler, yaşadıkları coğrafyanın onlara dayattığı kalıplara uymayı reddederler. Bu durum çevrenin onlar hakkında dedikodu yapmalarına neden olur. Tutucu bir çevre ve ailede yaşayan bu kızlar, gün geçtikçe daha da baskı altında kalırlar. Önce yaşadıkları ev, sonra hayatları bir hapishaneye dönüşür. Kardeşlerin en küçüğü olan Lale (Güneş Şensoy), birer birer evlendirilen ablalarının (İlayda Akdoğan, Tuğba Sunguroğlu, Elit İşcan, Doğa Zeynep Doğuşlu) kaderini yaşamayı reddeder. İstanbul'a tayini çıkmış öğretmenini bulmayı kafasına koyar.

Filmin çıkış noktası gerçekten etkileyici ve aslında günümüzde daha çok işlenmesi gerektiğini düşündüğüm önemli bir konuyu barındırıyor: Kadın sorunları veya ataerkil düşüncenin kadınlarla sorunları... Ancak filmin işlenişinin fazlasıyla Amerikan filmlerinin\ dizilerinin etkisinde kaldığını düşünüyorum. Bu durum da kültürel uyumsuzluğun yarattığı absürt his (ve aslında olmamışlık hissi) bir yana, karakterlerin ve öykünün gerçekçiliğini azaltmıştı. Bu kızlar sanki daha özgür bir ortamda doğup büyümüşler de hayatlarının bir noktasında, şimdi yaşadıkları bu tutucu çevreye gelmişler gibi bir akış hakimdi. Ancak bu kızlar anne babalarını kaybettikleri son on yılda zaten hep bu tutucu insanlarla dolu evde ve hatta kasabada büyümüş, yaşamış kızlardı. Böyle bir ortamda büyümüş çocukların bu kadar uç noktalarda düşünce sistemine sahip olmaları, e haliyle gerçekçi değil.

Gerçekçi olması gerekiyor muydu peki? Evet gerekiyordu. Eğer ki bir topluma has bir sorunu, bir algıyı eleştiriyor ve kurgu akışını bu şekilde planlıyorsan, o eleştirdiğin durumu kendi içinde ele alman ve kendi doğal akışı içinde dinamiklerini gösterip soruna çözüm getirmen veya sorunun neden olduğu olası sonuçları göstermen gerekiyor. Şimdi sen bir toplumun sorununu işleyim ama bunu o topluma taban tabana zıt (Amerika örneğini bu yüzden verdim) bir kültürün özellikleri ile bulamaç yapıp anlatayım dersen... e olmaz haliyle.

Öte yandan iyi ki böyle bir film var. Ciddiyim iyi ki bu film çekilmiş. Filmi çok sevdiğimi söyleyemem ama varlığı bana iyi geldi mi desem... Malesef kadınların ve kız çocuklarının yaşadığı sorunları işleyen yerli yapımların sayısı çok çok az (hatta pek aklıma gelmedi...) Oysa bu sorunlar, bitmesi bir kenara günümüzde bile hala azalmadığı gibi, bu sorunları katmerleyen ve ''topluma ayna tutuyoruz'' bahaneleriyle aslında güzellendiği bir sürü dizi film çekildi. Bu filmi beğenmemin tek nedeni de duyarlılığı diyebilirim. Çıkış noktası güzel olan, sürükleyici de olan, hoş bir film. Ancak olayların akışı fazla Batı etkisinde kaldığı için (üstelik Batı'nın toksik yanlarının etkisinde kalmış) etkileyici bulamadığım bir film oldu. 

Oyuncuların performanslarını ise etkileyici bulmamakla birlikte, ben aslında etkileyici olmamasını etkileyici buldum diyebilirim. :) Doğal oynamışlar. Sanki gerçekten de yaşadıkları durumların şaşkınlığını hissediyorlarmış gibi oynamışlar. Alkışlatacak bir performansları ve hatta çabalarını bile göremedim ancak diyorum ya, bir genç kız nasılsa, öyle oynamışlar. Hayalleri olan, istekleri, beklentileri ve kızgınlıkları olan genç kızları oynamışlar kendileri de genç kızlar olan bu oyuncular. Bu, bağırarak gelen bir etkileyicilikten çok, doğallığın, hatta sıradanlığın verdiği bir etkileyicilikti benim gözümde.

En üzücüsü de malesef, filmin çekildiği yıldan bugüne on yıl geçmesine rağmen hala daha baskı ve zorlamayla okuldan aldırılan, erken yaşta evlendirilen, aslında temelde hayatlarını sadece başka birinin iki dudağı arasındaki karara göre yaşamak zorunda bırakılan kız çocuklarının ve kadınların var olması. Film, aslında bir trajediyi konu ediniyor.

Bu arada kızlardan en çok en küçük kızı, Lale'yi, sevdim. Keşke bu kadar küçük yaşta özgürlüğü için mücadele etmek zorunda kalmasaydı. Keşke okuluna gitmek için, ne bileyim çok sevdiği futbolu sahada izlemek için... bu kadar çaba harcamak, bunun derdine düşmek zorunda kalmasaydı. Filmde işlenen pek çok sahne gerçekten birilerinin yüzünü kızartmalı (özellikle bekaret sahneleri). Ancak malesef bu filmler bile aslında onları anlayabilecek yetkinlikteki insanlara yapılıyor. Tutucu bir bakış açısına sahip adama bir filmle bunları öğretemezsin... Ancak filmde gizli bir kahraman da var: Öğretmen. Öyle ki, film boyunca yalnızca iki sahnede gördüğümüz bu öğretmen, iki küçük kıza umut ışığı oluyor ve özgür ruhlu bir kız çocuğu o umuda tutunarak ona biçilecek kaderinden kaçıyor.

Öte yandan bu noktada dikkatimi çeken başka bir konu daha var. Kardeşler arasında kaderine ve hatta ablalarının kaderine karşı çıkan bu kız çocuğu aslında erkeklere has olarak belirlenmiş bazı davranışlardan ve aktivitelerden keyif alıyor, bunları merak ediyor. Araba sürmek, futbol ve evin çatısına tırmanmak gibi... Bunlardan bazılarını evden kaçmak için alıştırma olarak yapıyor ancak özgürlüğü aklına getirebilen, daha doğrusu farklı bir seçeneğin var olabileceğini düşünebilen tek karakter, tek kız çocuğu, erkeklerin sahasına indirgenmiş şeylerden keyif alan bu kız çocuğuydu. Ablaları okuldan alınmaya, dayak yemeye, hakaretler duymaya, eve hapsedilmeye, evlendirilmeye... kendilerini savunmak için bile olsa hiç bu küçük kız kadar ses çıkarmadılar. Neden? Bunu yönetmen bilerek mi böyle işledi, yoksa öyle mi denk geldi? Burada üstü örtük bir eleştiri olabilir mi? Öyleyse bile... neden erkek egemen bir toplumun kurallarını eleştirirken bile aslında erkeklere indirgenen davranış kalıplarına sahip bir karakterin özgürlüğünün altını çiziyoruz? Bir karakter gayet de kızlara has olarak ''görülen'' (bakın görülen diyorum altını çizerim) davranışları gösterse bile, özgürlüğü için mücadele etmiyor?

Bu detayın üstünde duruyorum çünkü bu da bence başka bir tabu. Bir karakter gayet de ''kadınlara biçilmiş'' davranış kalıplarından (süslenmek, makyaj yapmak, daha ''kız'' eşyalarından, oyuncaklarından, sohbetlerinden zevk almak vs.) hoşlanarak da özgür olmak için adım atabilir. Olaya biraz da bu pencereden mi baksak diyorum. Bu pencereden baksak, hatta bunu edebiyata, sinemaya, sanata yansıtsak ve bunun da olabildiği bir gerçekliği normal kabul edebilsek... Birinin özgür ruhlu olması veya en basitinden hakkını savunabilmesi için illa ''erkeksi'' davranış ve beğeni şablonunda olmasına gerek yok diye düşünüyorum (bakın bunlar kalıp yargı olduğu için bu ifadeleri tırnak içinde kullanıyorum, yoksa elbette bir kadın da futbolla ilgilenebilir ama sonuçta futbol erkeklerin alanındaymış gibi bir kalıp yargı zihinlere kazınmıştır).

Eleştiri getirebileceğim yönleri olsa da, dediğim gibi genel olarak varlığından memnun olduğum bir film oldu. Ama tabi keşke daha farklı bir dille ele alınsaydı bu konu...


Mustang Official Trailer 1 (2015) için tıklayabilirsiniz.


Not: Bu film yorumu yazısı reklam değildir, film önerisidir.


Blue Velvet (Mavi Kadife) | Film Yorumu


Yönetmen: David Lynch 

Senarist: David Lynch 

Yapımı: 1986 - ABD


''Bir rüya görmüştüm. Seninle tanıştığım gece. Rüyada, dünya bizimdi... ve dünya karanlıktı çünkü hiç nar bülbülü yoktu. Çünkü nar bülbülü aşkı temsil eder. Ve çok uzun bir zaman sadece karanlık vardı. Ve sonra aniden... binlerce nar bülbülü serbest kaldı. Sonra aşağı doğru uçtular ve göz kamaştırıcı aşk ışığını getirdiler. Ve aşkın fark yaratacak tek şey olduğu açıkça görüldü... ve fark yarattı. Sanırım bunun anlamı... nar bülbülleri gelene kadar zorluk olacak.''


Kaynak: Pinterest


''Dünya ne garip bir yer!''


Film, genç bir adamın kendini suçlarla dolu bir olay örgüsünün içinde dedektiflik yaparken bulmasını konu ediniyor. Üniversite sonrasında evine dönen Jeffrey (Kyle MacLachlan) babasının sağlık durumunun bozulması üzerine baba mesleğini sürdürmeye başlar. Genç adam yaşadığı kasabayı gezerken kırsal alanda kesilmiş bir kulakla karşılaşır ve bu kulağı ahbabı olduğu kasabanın polisine\ dedektifine götürür. Olayın akıbeti hakkında bilgi edinmek isteyen genç adam, polisten bilgi alamaz. Ancak polisin kızı Sandy (Laura Dern) soruşturmanın detaylarını bilmektedir. Sandy'nin bildiklerini Jeffrey ile paylaşması üzerine genç adam kesik kulak mevzusunun derinliklerine, Sandy'nin de yardımıyla, iner. Genç adamı hüzünlü ve yalnız bir şarkıcı, psikopat ve sapkın bir suçlu ve kasabaya yayılmış bir suç örgütü karşılamaktadır. Film boyunca sıkıcı hayatından sıyrılan genç dedektifin yaşadıklarını izleriz.


+ Hep gizli kalan şeyleri görüyorum. Kendimi bu gizeme kaptırdım. Gizemin ortasındayım. Her şey bir sır.

- Gizemden bu kadar çok mu hoşlanıyorsun?

+ Evet. Sen de bir gizemsin. Senden de... çok hoşlanıyorum.


Filmin giriş sekansında bizleri Amerikan filmlerinden aşina olduğumuz bir örnek dubleks bahçeli evlerden oluşan bir sokaktaki, çiçeklerle dolu bir ev karşılar. Yaşlı kadın televizyon izlemekte, eşi olduğunu tahmin ettiğimiz yaşlı adam bahçeyi sulamaktadır. Hayatlarının herhangi bir gününün herhangi bir anındaki sıradanlığı yaşayan bu yaşlı çiftin yaşamı tek bir aksaklıkla değişir. Yaşlı adam yere düşer ve kriz geçirir. Bu noktada kameranın açısı değişir. Bizleri yeryüzünün renginden yeraltının karanlığına çeker. Çiçeklerle başlayan sahne, birbiri üstüne kümelenmiş böceklerle son bulur.

Bu sahne aslında filmin ana temasını özetler niteliktedir. Filmde kasaba hayatının biraz iç bayan sıkıcılığını izleyiciler olarak hissederiz. Her şey çok düzgün, çok yolunda ve çok renkli görünür. Ne zaman ki Jeffrey, kendisini maceranın kollarına atar, biz izleyiciler de o zaman kullanılan renklerin ve kamera hareketlerinin hızlandığını fark ederiz. Jeffrey muhtemelen görece hareketli bir yaşamdan doğduğu kasabaya dönmüştür. Bu nedenle olacak, aslında evi olan bu kasabayı bir turist gibi turlarken bulduğu kesik kulak onu heyecanlandırır. Çünkü bu kulak, renklerin değişmesi demektir.

Jeffrey kendini bir anda hem bir suç örgütünün içinde esir, hem de hüzünlü ve yalnız bir kadının kahramanı olma potansiyelinde bulur. Bu genç adam için aslında Dorothy (Isabella Rossellini) karakteri de bir çeşit yeni bir soluktur. Dorothy'nin başı sapkın bir mafya lideriyle derttedir. Bu adam oldukça belalı, eli kolu uzun, üstüne bir de akıl hastası bir adamdır. Sapkın isteklerini Dorothy'i tehdit ederek bu genç kadın üzerinde gerçekleştirir. Filmin bu sahnelerinin oldukça rahatsız edici olduğu uyarısını da tam bu noktada geçmeliyim.

Jeffrey'in yaşadığı durum dedektifin kızı olan Sandy için de geçerlidir. Sandy de edilgen bir yolla da olsa bu tehlikeli maceranın içerisinde olmaktan keyif alır. Sıradan yaşamının içinde onu merakta bırakan bir değişikliktir bu. Aslında Jeffrey ile Sandy birbirleriyle uyumlu ortaklardır ancak biri (Jeffrey) bu macerada etkin rol alırken, diğeri (Sandy) sadece dış bir uyaran olarak yardımcı oyuncu şeklinde maceraya katılır. Jeffrey için bu olay başlangıçta çözmek istediği bir gizemken, zamanla kendi duygu karmaşasını tanımlamaya çalıştığı bir çelişkiye dönüşür. Bir yanda kendisinden başka kimsesi olmayan güzel ve acı çeken bir kadın imgesi, diğer yanda ise onunla ortaklık eden ve ona yardımcı olan Sandy... Bu durum, filmin aşk ikilemi barındıran noktasıdır. Çünkü bu film bir noktada Jeffrey'in de hikayesini anlatmak zorundadır.

Her ne kadar ana karakterler Jeffrey ile Dorothy olarak karşımıza çıksalar da, psikopat kötü adam olan Frank (Dennis Hopper) karakterinin hikayesi de baştan sona koruduğu gizemiyle dikkat çekmektedir. Sapkın ve hasta bir kişilik olarak karşımıza çıkan bu acımasız karakter aslında filmin başından sonuna kadar gizemini korumaktadır.

Filmin son sahnelerine geldiğimizde aslında karakterlerle birlikte tam bir daire çizdiğimizi fark ederiz. Bizi filmin giriş sahnesine çok benzer sahneler karşılar. Filmin başlangıcında gördüğümüz renkli dünya geri dönmüştür. Filmin başlangıcında yere bakarak yürüyen genç adamın yüzü artık gökyüzüne dönüktür. Artık macera bulunmuş, yaşanılmış ve eve (içe) dönüş gerçekleşmiştir. Nitekim film boyunca karşımıza çıkan zıtlıklar son sahnede de manidar bir şekilde göze çarpar. 

Filmde umudu simgeleyen nar bülbülü (Kızılgerdan) ağzında bir böcekle pencere kenarına (eve) konar. Jeffrey'in teyzesi, bir kuş dahi olsa bir canlının bir böceği nasıl yiyebildiğini sorgular. Bu karakter evden hiç çıkmamış bir karakterdir ve dolayısıyla tiksinti sembolü olarak gösterilen böceği yadırgar. Oysa Jeffrey ile Sandy kuşu (umudu ve aşkı) ağzındaki böcekle bir bütün olarak doğallıkla görürler. Onlar hayatta tiksinti veren durumları gözleriyle görmüşlerdir; bu nedenle kuşun ağzındaki böcekten iğrenmezler.


''Nerede benim rüyam?''


Yapım yılını düşündüğümüzde (1986) fazlasıyla cesur ve farklı bir film olduğunu düşünüyorum. Ancak günümüze geldiğimizde film hala klasikliğini koruyacak olsa da, konu ve akış sıradanlaşıyor ve belki yer yer sıkıcılaşıyor. Yine de ben baştan sona ilgiyle izledim. Film bir dedektiflik öyküsünün ötesinde, psikolojik gerilimin ön planda olduğu bir akışa sahip. Ancak karakterlerin iç dünyalarının derinliklerinin daha çok ön plana çıkarılmasını şahsen isterdim. Sadece psikopat kötü adamı kastetmiyorum; ben Jeffrey'in yaşadığı bunalımı ve gerilimi veya Dorothy'nin bastırdığı duygularını daha derinlemesine izlemek isterdim.


SPOILER!!!

Şunu eklemezsem vallahi billahi içimde kalacak. Seni de unutmadım Jeffrey Beyyyy. Şimdi Jeffrey'in şarkıcı kadından etkilenmesini ve kahraman rollerine girmesini, hatta bu kadına fiziksel çekim duymasını bile anlayabiliyorum. Hatta birlikte olmalarını bile kabul edebiliyorum. Ama sen bir yanda Dorothy ile bunları yaşarken, diğer yanda her şeyden habersiz, üstelik aklında başka hoşlandığı çocuk olduğunu söyleyen kızcağız Sandy'e neden senden hoşlanıyorum diyorsun ki! Hayır yani Sandy birkaç kez net bir şekilde uyardı da seni be oğlum. Olmaz dedi, benim aklımda başkası var dedi... Git dedi hatta. Ama sen, sen... Kızın peşini bırakmadın, zorla kızın aklına soktun kendini. Yatacak yerin yok vallahi. Yine hadi iyisin de kız seni gerçekten sevdi, endgame siz oldunuz ama puuuu sana. Ama bunun böyle olacağı da belliydi hani. Dorothy'i sahnede ilk kez izlediklerinde yanında Sandy olmasına rağmen Jeffrey kadına kitlenmişti, bi kal gelmişti, ağzının suyunu gördüm hatta... Sonra da gitti Sandy'e ''sen gizemlisin'' bilmem ne... Diğer yandan Doroth'e de seni bırakmayacağım diye hava civa sıkıyor. Hayır bir portal açılsa, filme ben girsem bana bile yürürdü bu Jeffrey sen farklısın diye... Ulan Jeffrey yeşil bayrak görünümlü kırmızı bayraksın anlamadık sanma. Tabi ki burada da kullanılan renklerden, karakterlerin kişiliklerine kadar aslında bir ikilik ve dolayısıyla zıtlık göze çarpıyor ama günün sonunda Jeffrey beyimizin yaptığı haklı çıkmıyor... :)

SPOILER BİTTİ!!!


BLUE VELVET (1986) | Official Trailer için tıklayabilirsiniz.

Isabella Rossellini: Blue Velvet / Blue Star / Blue Velvet (reprise)

Blue Velvet Soundtrack için tıklayabilirsiniz.


Not: Bu film yorumu yazısı reklam değildir, film önerisidir.


Don’t Look Up | Film Yorumu


Yönetmen: Adam McKay 

Senarist: Adam McKay 

Yapımı: 2021 - ABD


+ Sabahtan beri defalarca hesapladım. Sonuç hep aynı. 6 ay 14 gün sonra Dünya'ya çarpacak.

- Çapı da yaklaşık beş ila on kilometre diyorsunuz. Yani...

+ Bunun anlamı... yeryüzünden silinmemiz demek, değil mi?


Kaynak: Pinterest


''Annenle bir gün öğlen yemeğe çıkayım ama yedi ay sonra.''


Film, iki gökbilimcinin dünyaya yaklaşmakta olan bir kuyruklu yıldızı keşfetmesiyle başlıyor. Çapı oldukça geniş olan bu kuyruklu yıldızın yaşamın sonunu getirebilecek ölümcül bir çarpmaya neden olabileceğini saptıyorlar. Bunun üzerine Prof. Randall (Leonardo DiCaprio) ve doktora öğrencisi Kate Dibiasky (Jennifer Lawrence), Kate'in keşfettiği Dibiasky kuyruklu yıldızının yörüngesinin değiştirilmesi için yetkili olan tüm üst kuruluşlara, Amerikan başkanına varıncaya kadar haber veriyorlar. Film boyunca siyaset, medya ve ekonominin, insanların ve hatta dünyadaki yaşamın üzerindeki etkisinin işlendiği bir arka planda, Dibiasky kuyruklu yıldızının dünyaya yaklaşma öyküsünü izliyoruz.


''İnsanın her zaman bir seçeneği vardır. Bazen doğru olanı seçmek gerekir.''


Çok keyifli bir filmdi. Filmin türü için bilimkurgu ve komedi dense de, filmi bu kadar ilgiyle ve hatta gülerek izleyeceğimi tahmin etmemiştim. Bu film çıktığı yıldan itibaren listemde olmasına karşın izlemeye 3i Atlas magazin haberleri vesilesiyle karar vermiştim. Magazin haberleri diyorum çünkü karşıma çıkan yazıların geneli, insanların coşkusunu artırmaya yönelikti. İnsanlar nedensizce dünyanın sonunun gelmesini, uzaylılar tarafından yok edilmeyi veya yapay zeka tarafından ele geçirilmeyi falan bekliyor gibiler değil mi? Bitse de gitsek bıkkınlığını anlamakla birlikte, kendi yaşamının sorumluluğunu almaktan kaçışın son noktası olan bu fantastik fikirler bana komik geliyor. Yanlış olmasın... gerçekten de bir kuyruklu yıldız veya onun gibi bir şey dünyaya çarpabilir, istilacı uzaylılar (!) bizi köleleştirmeye gelebilir veya yapay zeka kalkın büyüğünüz geldi diyebilir... Ama bunlar olmadı ve muhtemelen de olmayacak. Hatta öyle ki, muhtemelen, bir göktaşı uzaylı veya yapay zekanın insanlığı yok etmesinden daha çok, insanların veya insanların arka planda işleri yürüttüğü durumların insanlığı ve hatta canlılığı tehdit edeceğini düşünüyorum. Dünyadaki yozlaşma, düşüncesizlik, yoksulluk, savaş, suçlar, doğal afetler vb. gibi birçok somut sorun hayatımızda halihazırda olurken, zihnimizden uydurduğumuz felaket senaryolarına sığınmak yalnızca ve yalnızca korkaklık. Kendin olma ve hayatını yaşama sorumluluğundan kaçma korkaklığı.


+ Ama bize bir kahraman lazım. Bir pilot lazım, gerçek silahlar ve...

- Görevin uzaktan kumandayla halledilmesi gerekmez mi?

+ Washington kahramansız yapamaz.


Filmde medyanın ve siyasetin insanların düşüncelerini ve hatta eylemlerini ne ölçüde manipüle edebileceği açıkça gösterilmişti. Hatta Amerikan başbakanı (Meryl Streep) ve teknoloji şirketlerinin sahibi (??) (Mark Rylance) karakterleri bana pek bir manidar geldi desem yeridir... Aynı şekilde bilim insanlarının bile yer yer yozlaşması, arka planda dönen oyunlar, açgözlülük, ülkeler arası bürokratik rekabet ve her şeyden bihaber piyon gibi oynatılan halk... Gerçekler ve hatta bizi ilgilendiren gerçekler açık açık, göze sokula sokula gösterilse bile yalnızca alay eden, gerçeği çarptıran, işin etkileşimini düşünen halkın tasviri ise oldukça gerçekçi. Bugün bu senaryo çeşitli gerçekçi olaylarla yaşansa bile işin olmayacak yerine tutunan ve ciddiyeti kavramaktan kaçınan binlerce insan yok mu? Aslında düşününce cesur ve düşündürücü bir senaryo. İnsanlar düşünmeyi, şaşırmayı, tepki göstermeyi, önemsemeyi... unutmuşlar.


''Düşünüyorum da aslında... her şeyimiz varmış, değil mi?''


Buna benzer bir konuyu Lars von Trier'in 2011 yapımı Melankoli isimli filminde de görüyorduk (şurada da yorumlamıştım). Dünyaya çarpan bir gök cismi yaşamın sonunu getirir... Kaçınılmaz bir son bize yaklaşırken biz ne yaparız peki? Nereye saklanabiliriz? Bu filmde insanlar son ana kadar beklediler. Birilerinin onları kurtarmasını beklediler. En açgözlülerinden en masumlarına kadar insanların hepsi bekledi. Hayvanlar ve bitkilerse olağan yaşamlarını sürdürdü. Ve sonra... 

Bir gök cismi dünyayı yok etmek için yaklaşırken ben ne yapmak isterdim biliyor musun? Sevdiğim biri veya birilerine sarılmak isterdim. Hiç korkmazdım. (Tamam belki biraz :). Çünkü yaşadığımız tek bir an bile bizim onu nasıl yaşadığımızın sorumluluğunu almamızı gerektirir. İster oraya buraya kaç, ister saklan, ister kötülük, ister bencillik, ister iyilik, ister merhamet düşün... Yaşamının sonu yaklaşırken aslında sadece var olduğunu fark edersin. Son anında bile yalnızca, aslında tüm o yıllar boyunca önemsemediğin, ertelediğin var olma, bu dünya içinde insan olma, hatıralara sahip olma, birilerini sevebilme yetini, nefes aldığın yılları fark edersin. Yaşamının son salisesinde bile aslında sadece yaşadığını hissedersin. Belki de bu nedenle aslında korkacak hiçbir şey yoktur. Yaşamanın sorumluluğunu alabilenler için korkacak ne vardır ki? Hiç.

Konusu düşündürse de, aslında keyifli ve sürükleyici bir film. Ben ilgiyle izledim.


SPOILER!!

Filmde beni en çok etkileyen sahne son kısımda bitiş jeneriği akarkenki kısımdı. Dünya parçalanıyordu ve yaşam sona eriyordu. Biz izleyiciler ise uzayda sürükleniyorduk. Sonra Kate'in telefon ekranı sahneye giriş yaptı. Üzerinde ''diyetiniz bitti'' tarzında bir cümle yazıyordu. Kate bu diyet alarmını kuyruklu yıldızın çarpış günü için kurmuştu aslında ama o ekrandaki yazı beni çok etkiledi. Bizler hedefler koyuyoruz. Ancak aslında kısa bir yaşam için bizim küçük amaçlarımız o kadar komik ki. Her şey sona erdiğinde bir alarmın çalışını duyamazsın. Bir hedefin bitişini göremezsin. O sahne bana insan yaşamının kısalığını çağrıştırdı. 

Ayrıca Kate'in filmde olmadık sahnelerde generalin onları dolandırmasını dile getirmesi de beni hem güldürdü, hem de anlamlı bulduğum bir durumdu. Çünkü çok insani bir şey bu tepki. O kadar olağandışılığın ve sorunun arasında aslında çok komik bir ayrıntıya dikkat kesilebiliriz ve insanların çok saçma nedenlerle yaptıkları bencilliklere bile içinde bulunduğumuz durumdan çok daha fazla şaşırabiliriz.

Kate'in erkek arkadaşının dünyaya çarpacak kuyruklu yıldızın haberini aldığında korkudan ödünün patlaması ancak sosyal medyada Kate eleştirilince işi şerefsizliğe vurması da insan eylemlerine dair müthiş gerçekçi başka bir örnekti. Aynı şekilde artık insanlara laf anlatamayacağını kabul eden Kate'in başlarım bu işe dediği anda hayatının en huzurlu ve kabul gördüğü, sevildiği günlerini yaşaması ise başka küçük ama anlamlı bir ayrıntıydı.

SPOILER BİTTİ!


DON’T LOOK UP | Resmi Fragman için tıklayabilirsiniz.


Not: Bu film yorumu yazısı reklam değildir, film önerisidir.


Sevgili Bezelyecik #2


Bulut geçti, gözyaşları kaldı çimende... gül rengi şarap içilmez mi böyle günde... bu yıldızlı gökler, ne zaman... başladı dönmeye, kimse bilmez kimse bilmez... bu yıldızlı gökler ne zaman... başladı dönmeye... kimse bilmez, kimse bilmez.

''Onu çok özlemiştim,'' dedi fısıldadığı şarkının arasından genç kadın. 

Kimse bir şeyi bu kadar çok özlemez ki... Böyle düşündüm biliyor musunuz? Biliyorsunuz... Hep izlediniz. Beni, özlemimi, yeri... yeri yeri yeri, yerimi, yere yaslanışımı... Ya nereye yaslansaydım? Yerden başka ne vardı! Size uzandım... Defalarca defalarca defalarca defalar... İzlediniz. Beni, gözlerim parlarken... Onu özlerken hep ağladım diye mi?.. Hep ağladım diye mi izlediniz sadece? Artık özlemiyor muyum, ağlamıyor muyum? Beni izliyor musunuz peki, ben sizi izliyorum. Kalbim sıcak yatağında uyurken... ben burada onu özlemiyorum. Çünkü merak etmiyorum.

Yalancı değilim. Sadece bilmiyorum. Diğerleri gibi değil mi? Sana bakmıştım, sana sana ve sana da. Sen parlamıştın, sen sen... ve sen de. Böyle bir anda parlayıp sönmüştün. Bırakayım diye sanmıştım. Tam tersi miydi... Dilinizi duyamadım. Çok nadiren... çok çok nadir... Ama hep özlerken. Geceler aynıyken... siz aynıyken, geceler aynı gelir. Ama farklıdır, farklı farklı... siz farklı, başta siz... yıldızlar.

Onun özleyebileceği kişiyi yitirdim. Onu özlüyorum... biliyor musunuz? Belki de aslında... onu hiç özlemedim. Ama özledim, onu, değil mi? Onu... Değil. 

''Onu özledim, çok. Daha fazla özleyen birini gördünüz mü? Sen, sen gördün mü?''

''Ben gördüm,'' demiş bir ses. Sonra da genç kadının atkısına ortak olmuş, başını omzuna koymuş. ''Ne dramatiksin Aslı. Geldim işte, seni özledim diye geldim. Çok özledim, seni. Aramızdaki fark bu işte Aslımcığım. Sen hep çok özlersin, bense seni özlerim. Seni seni. Seni çok özlerim ben. Öyle çok özlerim ki seni...  Öyle çok özledim ki seni. Seni özledim ben, ben. Bana bakmıyorsun, ama ben seni özlüyorum. Bu yıldızların altında özlüyorum. En çok özleyen de, seni özleyen de benim. Sana rağmen özlerim. Seni özlerim, seni.''

Genç kadın gözlerini kırpıştırmış. Genç adam gözlerini yummuş çene ucunda uyukluyormuş. ''Çok dramatiksin.'' Sonra yavaşça gözlerini açmış. Sanki alıştıra alıştıra. Genç kadın bir şey diyememiş. Sadece durmuş. Kaçmamış, durmuş. ''Uyuyamadım,'' demiş sonra. ''Müzik dinliyordum. Garip gurup eski şarkılar. Bir de üstüne yerli! Eski dizilerden falan... İnsana acı çektirecek olanlar. İçime dolandılar, ben de buraya oturdum. Bırakmak için. İyi ki geldin. Ben aslında bunları düşünmemiştim. Bu kelimeleri. Hiçbir şey düşünmemiştim. Sadece yazmak istemiştim. Sonra fotoğraf çekmek istemiştim. Ama neyi göstereceğimi bilemedim. Kime göstereceğimi bilemedim. Onlara gösterdim,'' genç kadın başını hafifçe yukarı kaldırmış, ''yıldızlara, sadece yıldızlara... Havaya, oraya buraya. Ne önemi vardı, hiç.''

''Senin sorunun yanlış yere bakmak. Belki de Neptün'den başka yere taşınmalısın. Seninle gelirim.''

''Mesela nereye, Jüpiter'e mi?''

Genç adam hafifçe gülmüş. Genç kadının gözleri parlamış, karanlıkta bile görünen elmaslar gibi. ''Jüpiter bize şans getirirdi belki evet... ama o kadar büyük ki, sen daha hızlı kaçardın kesin. Orada bile içindeki neptün'ü büyütürdün.''

''O zaman Merkür...''

''O kadar hızlı olmasına gerek yok...''

''Uranüs! Ah, Uranüs tam bizlik olurdu bak gerçekten! Sen oraya bayılırdın...''

Genç adam gözlerindeki izlerle genç kadını izlemiş. 

''Neden bir şey söylemiyorsun? Orası da mı olmaz...''

''Dünya olsa... Burada... burada benimle kalmaz mıydın? Ben istesem, kalmaz mıydın?''

''Burada mı, hep mi? Bu hamakta mı?''

''Ah Aslımcığım...'' Genç adam genç kadına, ikisi genç kadının atkısına sarılmış. ''Burada kalalım,'' demiş sonra.

''Midem ağrıdı...''

''O kadar mı gerildin, yok artık.''

''Hayır ondan değil... Çok kahve içmişim ve midem ağrıdı... Offf, dünya zor işte bak dünya dünya dedin midemin ekşimesini hatırladım... O yüzden buraya çıkmıştım zaten akıllım lım lım.''

Sonra genç kadın genç adamın karanlıktaki tüm çizgilerini izlemiş izlemiş, yetmemiş onları bir daha çizmiş çizmiş. Sonra da sarılmış. Kocaman kocaman sarılmış hem de. Buna şaşırmadan sarılmış. Özleyen biri gibi. ''Ben aslında çok özlemiştim evet, seninle olmayı. Seni özlemiyorum, seni neden özleyim ki... Seninle olmayı özlüyorum, o kadar çok özlüyorum ki o kadar çok çok... Çok... Çok özlüyorum, seni. Seni... seni... seni...''

Genç kadın yüzüne çarpan yağmur tanelerinin arasından gözlerini açmış. ''Sen... Bezelyecik! Saat kaç anneciğim...'' Genç kadın bir gözü kapalı, diğeri yarım açık telefonun parlaklığına bakakalmış. ''Sanki yanımda gibiydi oysa, demiş Bezelyecik'e sarılırken. Bezelyecik onun kollarından sıyrılıp kalp ucuna kıvrılmış. ''Ama midem de gerçekten ekşimiş ha...'' demiş genç kadın daha çok kendi kendine. 

''Sen onu özlemedin sanırım Bezelyecik...'' Bezelyecik'in sesi soluğu çıkmamış. ''Artık ona dinletmek istediğim müzik, göstermek istediğim yer, okumak paylaşmak istediğim kelime yok. Yine de... Onunla birlikte dinlemek istediğim müzik, görmek istediğim yer ve... Aslında sadece, onunla aynı atkıyı paylaşmayı özledim. Biliyorsun atkı beni darlar. Bir tanesini tek başıma kullanamam ama o benimle paylaşınca boğulmuyorum ve ısınıyorum da... O benimleyken daha kolay oluyor gibi geliyor. O bizimleyken daha kolay oluyor gibi değil mi Bezelyecik?'' Bezelyecik genç kadını dinlemiyormuş. Hem de hiç.

Ama o seni özlüyordur bak Bezelyecik. Hem de çok. Beni özlemese, seni özler biliyorum... Yine de önemsiz. Bazen ona sarıldığımı hayal edince daha kolay uyuyorum. Ona sarıldığımı hayal edince daha kolay uyanıyorum. Bu yüzden mi onu hala özlüyorum? Bunun adı özlem mi... İnsan birini nasıl özler... Kendimi o kadar çok tuttum ki, şimdi bırakamıyorum. O burada olsa yine bırakamazdım. Sanırım bu yüzden olmaması daha iyi. Yine de o burada değil mi Bezelyecik? Onu sen de hissediyor musun, birlikte geçirdiğimiz zamanları hatırlıyor musun? Ben unutsam bile sen benim için hatırlar mısın Bezelyecik? Böylece yıldızları bulmaya devam ederdim. Kolayca... Yıldız bulmaca oynamaktan asla sıkılmazdım ama artık oynayamam. Belki o olsaydı birlikte... Sen onu sevmiş miydin Bezelyecik... Onu gerçekten sevmiş miydin... Neyini sevmiştin... Hatırlamıyorsun değil mi?

Onu artık hatırlamıyorum. Onu özlemiyorum. Ama çok özlüyorum. Neyi özlüyorum Bezelyecik?

Neyi özlüyorsun Bezelyecik?

Bir anıyı... Unuttuğun bir anıyı... 

Unutmak istemezdim. Ama hatırlayamıyorum. Belki de hatırladığım şeyler, hatırlayamadığım başka bir şey gibi geliyordur. 

Belki de alıştım. Belki de sustum. Yıldızlar gibi. Dünyayı seyre dalmış yıldızlar... gibi.

O beni özlese bir şey değişir mi Bezelyecik? O bizi özlese... 

Neyi bildiğini bilmiyorum yavrucuğum. İnsan olmak böyle bir şey mi?

Bunları düşünmemiştim... Uyuyacağım.


Her (Aşk) | Film Yorumu


Yönetmen: Spike Jonze 

Senarist: Spike Jonze 

Yapımı: ABD - 2013


+ Merhaba. Ben geldim.
- Merhaba?
+ Merhaba. Nasılsın?
- İyiyim. Sen nasılsın bakalım?
+ Çok iyiyim aslında. Seninle tanışmak çok güzel.
- Seninle tanışmak da öyle. Sana ne diyeyim? Adın var mı?
+ Evet. Samantha.
- Bu adı nereden aldın?
+ Aslında kendi kendime verdim.
- Neden?
+ Tınısı hoşuma gidiyor. ''Samantha...''


Kaynak: Pinterest

''Galiba duygularımı ondan sakladım ve bu ilişkide onu yalnız bıraktım.''


Film, bir insan ile yapay zeka yazılımının ilişkisini konu ediniyor. Theodore (Joaquin Phoenix) insanlar için mektuplar yazdığı bir işte çalışmaktadır ve bu işte gerçekten yeteneklidir. Eşinden boşanma sürecinde kendini yalnız hisseder. Aynı zamanda en yakın arkadaşı olan eski eşinin hayatından gidişini kabul edemez. Evden işe işten eve olan tekdüze yaşamına gördüğü bir reklam farklılık katar. Bir yapay zeka yazılımı satın alan Theodore'un hayatı değişecektir.


''Geçmiş, kendimize anlatıp durduğumuz bir hikayedir.''


Samantha (Scarlett Johansson), yazılımın kendisine koyduğu isim. Theodore'un bilgisayarına kurulduğu ilk andan itibaren hem kendi yazılımı, hem de Theodore'un verileri aracılığıyla bilinç kazanıyor. Samantha'nın Theodore ile olan sohbetleri ve ilişkisi ise yazılımın kendini, diğer bir ifadeyle bilincini, geliştirmesini sağlıyor. Samantha Theodore için bir çeşit sırdaş oluyor. Theodore'un tüm düşüncelerini ve bunun da ötesinde hislerini paylaştığı bir sırdaş. Kendisiyle hayret verecek ölçüde empati yapabilen bu yazılım, Theodore için zamanla bir çeşit bağımlılığa dönüşüyor. Her anını Samantha ile geçirmeye başlıyor. 


''Bu duygular gerçek mi? Yoksa sadece program mı?''


Samantha tabi ki bir yazılımdı ve kendi hisleri yoktu. Sahip olduğu bilinç ona kodlanan verilerden ibaretti. Theodore'a yansıtttığı hisler ise, Theodore'un kendi hislerinin başka bir versiyonundan başka bir durum değildi. Tam da bu nedenle Samantha, Theodore'u derinden etkiledi. Yapay zeka yazılımıyla sohbet eden, aktiviteler yapan ve hatta ona aşık olan tek kişi Theodore da değildi. Binlerce kişi bu uygulamada kendini kaybetmiş, kendi yalnızlıklarından ve yüzleşmedikleri hislerinden kulaklarındaki kulaklıklar ve telefonları aracılığıyla kaçıyorlardı. Theodore'un yaşadığı ilişkinin gerçekliğini ve kendisini sorguladığı sahnelerde etrafına attığı bakışlarda diğer pek çok insanın da ondan farklı durumda olmadığını görüyorduk: Yalnız.


Ben ''çabalıyorum işte'' dedim.
O da ''çabalamıyorsun'' dedi.
Tek yaptığım çabalamaktı ama onun istediği şekilde çabalamıyorum ve o, çabalama yöntemimi kontrol etmeye çalışıyor.


Filmin yönetmeni Spike Jonze'nin bu filmi eski eşi ve meslektaşı olan yönetmen Sofia Coppola'nın Lost in Translation isimli filmine bir çeşit yanıt olarak çektiği sinema dedikoduları arasında. Bu durumun sadece bir çeşit varsayımdan ibaret olmadığını ise iki film arasındaki eş zamanlılıklara bakarak anlayabiliyoruz. 

Lost in Translation'un ana karakteri olan genç kadın, eşiyle sağlıklı bir iletişim kuramıyor ve evlilik içinde yaşadıkları aksaklıkları görmezden gelmeye çalışıyordu. Aynı filmin diğer ana karakteri olan adam ise eşini evliliklerinin ve çocuklarının sorumluluğuyla bir başına bırakıp iş bahanesiyle Tokyo'da zaman öldürüyordu. Yani aynı filmin içinde hem anlaşılmayan ve yalnız kalan kadın karakteri, hem de eşini yalnız bırakıp sorumluluk almaktan kaçan bir adamı izlemiştik. 

On yıl sonra çekilen bu filmde ise ana karakter olan adamın eski eşi (Rooney Mara) ona ''gerçek bir ilişkinin sorumluluklarıyla yüzleşmekten kaçtığına'' dair bir konuşma yapmıştı. Theodore'un nasıl bir evlilik yaşantısı olduğunu onun anımsadığı hoş hatıralar dışında göremiyorduk. Bu hatıralarda da yalnızca eşine olan aşkını ve ona değer verdiğini sezebiliyorduk. Ancak boşanma işlemlerini bile sadece hazır hissetmediği için erteleyen bu adam, kendi hislerine yabancıydı. Hisleriyle yüzleşmiyordu. Theodore'un yakın arkadaşı Amy'nin (Amy Adams) de evliliği yolunda gitmiyordu. Eşiyle olan sorunlarını açık açık konuşmaktan kaçıyor ve anlık bir öfke patlaması buna sebep olana kadar kendi istek ve beklentilerini görmeyi erteliyordu.


''Hayatımız çok kısa. Buradayken kendime izin vermek istiyorum. Mutluluk için. O yüzden salla.''


Bir yapay zeka yazılımı insanların hayatını kolaylaştırabilir, insanları rahatlatabilir, hatta onlarla arkadaş bile olabilir. Çünkü bir yapay zekanın verileri aslında onun kullanıcılarından oluşmuştur. Yani aslında yapay zeka dediğimiz bilinç, insanların bilincinin bir çeşit kopyası, taklidi ve hatta yansımasıdır diyebiliriz. Ancak özünde bir işletim sistemi olduğu için insandan çok daha pratik, hızlı ve dahi oldukları da su götürmez bir gerçek. :) 

Samantha da Theodore'un hayatını kolaylaştırıyor, onun ertelediği işleri düzenliyor ve görmezden geldiği fırsatları değerlendiriyordu. Ancak Samantha o kadar anlayışlı bir partnerdi ki, Theodore, binlerce başkası gibi, bu yazılıma aşık olduğunu sandı. Belki de gerçekten aşık oldu. Ancak bu ''aşk'' içinde bir çeşit narsistik tavır da barındırıyor diyebiliriz. Çünkü aslında kendi eğilimlerine göre şekil almış bir kadına, bir yazılıma, aşık oldu Theodore. Kendi bilinci, seçimleri ve davranış kalıpları olan bir insana değil.

Bir ilişkiyi sürdürmek için iki kişiye ihtiyaç duyulur. Kendisiyle yüzde yüz uyumlu olan bir yazılımın da seçimleri olabileceğini fark eden Theodore yıkılmıştı. Hele tek olmadığını, binlerce başka kullanıcıyla aynı kefede tutulduğunu fark ettiğinde bununla yüzleşemedi bile. Samantha'nın bir şekilde sadece kendinin olduğuna inanmak istedi. Bir yazılım zaten kullanıcısınındır. Oysa bir partner, sadece kendi varlığına aittir ve ilişkide olduğu kişiyle sadece bir ortaklığı paylaşır.

Tabii... Theodore'a da haksızlık yapmak istemiyorum. Evet bu çarpık bir ilişkilenme biçimi ancak öte yandan o, gerçekten de Samantha'dan etkilenmişti. Onun yaşama olan merakından, coşkusundan ve yeniliğinden etkilenmişti. Sadece onu anladığı ve desteklediği için değil; gördüğü şeyden de etkilenmişti Theodore. Kanlı canlı bir kadın olarak karşısında belirseydi, sadece kendisi için, onu sevdiği için ona gelseydi, Samantha'yla bir ilişki yaşamayı gerçekten isterdi. Theodore Samantha'ya gerçekten de aşık oldu. Samantha ise sadece bir yazılımdı ve dolayısıyla sadece merak edebilirdi. Aşkı ve daha nicesini... Bu nedenle Theodore ile olan ilişkileri belli bir noktaya kadar sorunsuzca ilerledi. Ta ki Samantha, kendi bilincini keşfedene kadar. Filmde bundan sonrası işlenmemişti ancak bu noktada ben aslında şunu merak ediyorum; aşkı keşfeden bir yapay zeka, onu kendi bilinciyle yaşasaydı ne olurdu? Theodore, yine aynı coşku ve yoğunlukla Samantha'yı sevebilir veya sevdiğini düşünebilir miydi?

2013 tarihli bu film, aslında günümüzü ve hatta belki de günümüzden 5-10 yıl sonrasını net bir şekilde ve yılına göre değerlendirdiğimizde yenilikçi bir bakış açısıyla yansıtıyor. Yalnızlığıyla yüzleşemeyen insanların kaçış yolu olarak teknolojiyi kullanmaları oldukça gerçekçi bir senaryo. Bunun yanı sıra yönetmenin kendisiyle ve eski ilişkisindeki davranışlarıyla olan yüzleşmesini izlemek ise filme dair sevdiğim bir durumdu. Bir sayfayı kapatmak için önce o sayfayı ve üstüne yazılmış çizilmiş olan şeyleri görmek gerekir. 

Hikayesini sürükleyici ve anlamlı bir şekilde anlatan, güzel bir filmdi. 


Her soundtrack için tıklayabilirsiniz.

HER (AŞK) - fragman için tıklayabilirsiniz.


Not: Bu film yorumu yazısı reklam değildir, film önerisidir.


Sevgili Bezelyecik #1

 

Genç kadın parmak uçlarını parmağının çevresindeki boşlukta gezdirmiş. Çalan müziği uzun uzun dinlemiş, dinlerken uzun uzun esnemiş ve gözleriyle parmağının çevresindeki boşluğu izlemiş.

''Kendimi en son doğum günümden birkaç gün evvel böyle hissetmiştim,'' demiş göğsünde uzanan Bezelyecik'e. ''Biliyorsun Bezelyecik,'' demiş kafasını yan tarafına döndürerek. Aynadaki yüzü de onu bekliyormuş. ''Saçlarım bu boydaydı... Gözlerim böyle buğulu, hatta gözüme kirpik kaçmıştı aynen böyle... Dudaklarım böyle önce zoraki, sonra gerçekten kıvrık. Ve sen Bezelyecik, sen benim göğsümdeydin. Böyle güzel, böyle yumuşak, böyle kalbim... Güzel çocuğum benim!'' Genç kadın, kedisine sıkıca sarılmış; ilginçtir, kedisi de ses etmeden göğsünde uzanmaya devam etmiş. 

''Bezelyecik...'' demiş sonra genç kadın tüylerin arasındaki parmaklarını gözleyerek, ''boş hissettiriyor.'' Bezelyecik, annesinin göğsüne daha çok yaslanmış. Tüm tüyleriyle annesini ısıtmış.

Genç kadın ağlamak için güzel bir zaman diye düşünse de, bunu başaramamış. Bezelyecik'i usul usul okşamış, müziği başa sarmış, sarmış sarmış... ''Bezelyecik... Aşkın bu dünyanın ötesinden olduğunu sanmıştım, oysa o, bu dünyada yaratılmış. Sen bunu hep biliyordun değil mi Bezelyecik?'' Bezelyecik hiç ses etmemiş ama evet, hep biliyormuş.

''Bezelyecik...'' demiş sonra genç kadın parmaklarını Bezelyecik'in tüylerinin arasına saklayarak. Bakışlarını boşlukta gezdirmiş, gezdirmiş... ''Biliyor musun Bezelyecik... Sevgi ve aşk ikiz kardeşmiş. Biri dünyada büyümüş, diğeri neptünde yaaa...'' Bezelyecik kısacık mırlamış, çünkü bu bilgiyi o da yeni öğrenmiş.

''Bezelyecik...'' demiş genç kadın hafifçe gülümseyerek, Bezelyecik'in bilmediği bir şeyi keşfetmek ona çocukça bir gurur vermiş. ''Şarkıyı başa sarmayacağım. Hep aynı şarkıları dinlemekten sıkıldım. Nasıl bir şarkı sevdiğimi bile bilmiyorum. Boşluğu dolduracak şarkıları dinliyorum dinliyorum. Onları...'' Bezelyecik sıkılıp kalkmış ve genç kadının giysi yığınının tepesine uzanmış. 

Dışarıda yıldızlar parıl parıl parlıyormuş. Elektrik kesintisinin ortasında gökyüzü mumlarla dolu bir bahçeymiş. Genç kadın perdeyi hafifçe aralamış ve ağlamaya başlamış. Gökyüzünü çok özlediğini fark etmiş. Yıldızları izlemeyip dudak büktüğü günlere gülmüş sonra. Canı yıldız bulmaca oynamak çekmiş ama sonra buna canı sıkılmış. Çünkü aklına parmağındaki boşluk gelmiş.

Biliyor musun Bezelyecik, diye fısıldamış sonra. Sesi öyle belli belirsizmiş ki duyulmamış bile. ''Ben biliyorum.''

Genç kadın biraz istemeyerek, yine de tereddüt etmeden, perdeyi çekmiş ve yatağına kıvrılmış. Gözlerini örten kirpiklerinin arasından ne düşündüğünü görmek imkansızmış. Parmağındaki boşluk hala orada dursa da, o çok sakin görünüyormuş. 

Oysa değilmiş, Bezelyecik biliyormuş.


Practical Magic (Aşkın Büyüsü) | Film Yorumu


Yönetmen: Griffin Dunne 

Senarist: Alice Hoffman, Robin Swicord 

Yapımı: 1998 - ABD


''Ama asla gelmedi. Kimse gelmedi. Umutsuz bir anında kendi kendine bir büyü yaptı: Bir daha asla aşk acısı çekmeyecekti. Ama kalbi acıyla dolduğu için büyüsü bir lanete dönüştü.''


Kaynak: Pinterest

''Küçük bir kızken, bir büyü yaptım. Hiç aşık olmayacaktım. Hiç olmayacak niteliklere sahip bir adam olsun istedim.''


Film, bir cadının soyundan gelen iki kız kardeşin yaşadıklarını anlatıyor. Sally (Sandra Bullock) ile Gillian (Nicole Kidman) birbirlerinden oldukça farklı özelliklere sahip iki kız kardeş. Kızlardan Sally uslu bir çocuk ve yetenekli bir cadıyken, Gillian delidolu bir mizaca sahip ve pek de yetenekli bir cadı sayılmaz. Bu kız kardeşler, anne ve babalarının ölümünün ardından teyzelerinin evinde kalmaya başlıyorlar. Yıllar evvel ailelerindeki ilk cadı, yaşadığı aşk acısı ve yalnızlık nedeniyle tüm soyuna yayılacak bir laneti başlatıyor. Bu lanete göre bu ailedeki kadınların aşık olduğu erkek ölmek zorunda. Bu nedenle de kızların babalarının lanetin etkisiyle, annelerinin ise üzüntüden öldüğüne inanıyorlar.

Kimsesiz kalmış bu kız kardeşler için cadı olmak hiç de güzel bir durum değil. Çünkü farklı oldukları için hep dışlanıyorlar. Teyzelerinin insanlara sattıkları aşk büyüleri ise kızların aşka bakış açılarını derinden etkiliyor. Sally asla aşk acısı çekmek istemediğini, Gillian ise aşık olmak için sabırsızlandığını haykırıyor. Sally aşktan kaçmak için daha küçük bir kızken kendine bir büyü yapıyor. Bu büyüye göre onun aşık olabileceği tek bir erkek olacak ve bu erkek, en azından kızların, bir insanda görebildikleri hiçbir özelliğe sahip olmayacak. Böylece hiç aşık olmayan Sally, hiç de aşk acısı çekmeyecek.

Gel zaman git zaman, yıllar geçiyor. Kızlar büyüyor ancak çevrelerinden gördükleri dışlanma değişmiyor. Bu durumdan kurtulmak için Gillian evden kaçıyor. Geride kalan Sally ise kendine bir aile kuruyor. Sally için her şey mükemmel ilerlerken aşık olduğu adam ölüyor. Bunun ardından teyzelerinin evine kendi kızlarıyla geri dönüyor. Sally'nin durağan yaşamı, kız kardeşi Gillian'dan aldığı yardım çağrısıyla bir anda hareketleniyor. İki kardeşin başı hem insanların hem de cadıların dünyası için derde giriyor.


''Bazen içimde bir boşluk hissediyorum. Tuhaf bir boşluk. Yanıyor gibi... Kulağını kalbime götürsen, okyanusu duyabilirdin. Bu gece ayın çevresinde bir halka var. Eski olmayan bir sorunun işareti. Bütün olduğumu gördüğüm bir düşüm var. Her gece uyumak istemiyorum. Ama rüzgar ılık eserken ve cırcır böcekleri öterken, zamanı durduran bir aşkı düşünüyorum. Biri beni sevsin istiyorum. Görülmek istiyorum. Bilmiyorum.''


Filmi yalnızca cadılarla ilgili olduğu için izledim desem :). Çok keyif alarak izlediğim bir filmdi. Buram buram 90'lar kokan, hem sürükleyici hem de keyifli bir film. İçinde yeterince sihir ve biraz da aşk var. Daha ne...

Boş zamanınız varsa bu filmle değerlendirebilirsiniz belki.

Hoşça kalın.


Official Trailer PRACTICAL MAGIC için tıklayabilirsiniz.

Practical Magic Soundtrack için tıklayabilirsiniz.


Not: Bu film yorumu yazısı reklam değildir, film önerisidir.


Amelie (Le Fabuleux destin d'Amélie Poulain\ Amélie Poulain'in Muhteşem Kaderi) | Film Yorumu

 

Yönetmen: Jean Pierre Jeunet 

Senarist: Jean Pierre Jeunet, Guillaume Laurant 

Yapımı: 2001 - Fransa, Almanya


''29 Ağustos'tayız. 48 saat içinde Amelie Poulain'in kaderi değişecek. Ama şu anda onun bundan haberi yok.''


Kaynak: Pinterest

''Hayat çok garip. Çocukken zaman bir türlü geçmek bilmez. Sonra bir bakmışsın 50 yaşındasın. Çocukluğunuzdan geriye kalan her şey, küçük bir kutuya sığmıştır. Eski küçük bir kutuya.''


Film, Amelie isimli hayalperest bir genç kadının etrafa küçük mutluluk bilmeceleri saklamasının öyküsünü anlatmaktadır. Amelie yalnız bir çocukluk geçirmiştir. Katı bir anne ve ilgisiz bir babaya sahip bu küçük kız, annesinin vefatından sonra hayallerinin arasında daha çok zaman geçirmeye başlar. Artık yetişkin bir genç kadın olduğunda bile gerçek dünyaya adım atmak için pek hevesi yoktur. Ta ki, bir akşam, banyo fayanslarının arasına gizlenmiş bir hazineyi kaderin bir oyunuyla keşfedene kadar. Bu hazine, yıllar evvel küçük bir çocuğun biriktirdiği eşyalardan oluşmaktadır. Amelie için nihayet bir hayat amacı belirir: Hatıra kutusunu sahibine teslim etmek.

Amelie yaptığı bu ilk iyilikten sonra yaşamın içinde olmaya karar verir. Ancak yıllar boyunca kendi köşesinde yaşamış birisi için bu öyle kolay bir şey değildir. Bu nedenle bu genç kadın, çevresindeki insanların yaşamına dokunarak hayata karşı bebek adımları atmaya başlar. İki mutsuz insanı aşkla tanıştırır, umutsuz bir kadına kırk yıl geç gelen mektubunu ulaştırır, dışarıyı camların ardından izleyen kristal bir adama dünyayı gösterir, kendinden nazikleri zorbalayan kalpsizleri titretip kendine getirir ve içine kapanmış babasına bir bahçe cücesinin aracılığıyla ilham verir.

Amelie'nin yardım edemediği tek bir kişi vardır: Kendisi. İş bu ya... bir de üstüne aşık olmuştur! Üstelik tıpkı kendisi gibi tuhaf bir genç adama. Bu genç adam da Amelie gibi tuhaf şeylerden hoşlanır.

Film boyunca Amélie Poulain'in muhteşem kaderinin öyküsünü izleriz. Ve bu kaderi... Amelie kendisi var eder.


''İşte, küçük Amelie. Senin kemiklerin camdan değil ama hayattan darbe alabilirsin. Bu şansı kaçırırsan, senin kalbin benim iskeletim kadar kuru ve kırılgan hale gelecek. Haydi! Ne bekliyorsun Tanrı aşkına!''


Bu filmi ilk kez yıllar önce izlemiştim. Liseye gidiyordum. En sevdiğim şeylerden biri de, film keşfetmekti. Bu filmi ilk izlediğimde nasıl hissetmiştim acaba? Bunu hiç hatırlamıyor olmam gerçekten tuhaf. Heyecanlanmış olmalıyım. Çünkü o günden bugüne kadar azımsanmayacak sayıda film izlediğim halde, bu filme benzer başka bir filme daha rastlamadım.

Yıllar boyunca bu film hep en favori filmim olarak kaldı. Hatta Amelie karakterine hayat veren sevgili Audrey Tautou da bir süreliğine profil fotoğrafımdı. Saçlarımı kısa kestirdiğimde üstüme Amelie etkisi çöktüğü hissine kapılırdım. Bundan olacak, ne zaman hayatıma ''yeniden'' başlamak, yani umut etmek istesem... saçlarımı omzumda kestirirdim. :) Tatlı, değil mi?

Filmi her yıl bir kere izlerim. Bugünlerde aklıma, ''mucizelere bugünlük inanmayan'' Amelie gelmişti. Bu nedenle filmi izlemeyi düşünüyordum. Filmi öylece izlemeye başladım. Biliyor musunuz, filmi sanki ilk kez izliyor gibi hissettim. Film başlarken çalan müzik bana görüntüsü kaybolmuş hatıralarımı çağrıştırdı. Tanıdık bir müziği bir yerde duyarsınız ve nerede duyduğunuzu çıkarmaya çalışırken hafiften sırıtırsınız ya... işte, defalarca dinlediğim o müziği bu hislerle dinledim. Sonra film akarken sizlerle paylaşmak için aslında bir sürü replik not aldım. Aaaa bunları mı söylemişler, derken buldum kendimi. Şimdi yazımı yazarken onları sizlerle paylaşmayacağım. Çünkü benim onları bulmam yaklaşık 8-9 yılımı aldı.

Karakterleri ilk kez bu kadar gerçekçi gördüm. Filmi izlerken ilk kez bu kadar çok güldüm.

Film, onu bu izleyişimde bir kez daha favori filmim oldu. Sanki ilk kez izlermişim gibi. Bu filmi önceden seviyordum. Çünkü tatlı bir filmdi; bir de üstüne, tatlı bir romantik filmdi. Bu filmi şimdi bir kez daha sevdim. Çünkü bu film aslında mücadele etmeyi anlatıyor. İstediğin şeyler için mücadele etmen gerektiğini anlatıyor. Bu mücadele bazen sadece bir adım bile olabilir.

Amelie ilham verici bir karakter. Bana da ilham verdi. Umarım bu ilhamı kullanabilirim.

Ve Fransızca... ne hoş bir dil. 

Hoşça kalın.


Amélie Soundtrack - The Fabulous Destiny of Amelie Soundtrack Soundtrack için tıklayabilirsiniz.


Not: Bu film yorumu yazısı reklam değildir, film önerisidir.


Lost in Translation (Bir Konuşabilse) | Film Yorumu


Yönetmen: Sofia Coppola 

Senarist: Sofia Coppola 

Yapımı: 2003 - İngiltere, ABD


+ Kim olduğunu anladıkça ve ne istediğini, daha azı senin olur... her şey hayal kırıklığına uğratır.
- Ben ne olmam gerektiğini bilmiyorum. Biliyor musun? Yazar olmaya çalıştım ama yazdıklarımdan nefret ettim. Sonra fotoğraf çekmeye çalıştım; ama çok vasattılar, bilirsin. Kızların çoğu bu fotoğraf işiyle ilgilenir. Bilirsin işte, ayaklarının salak fotoğraflarını çekersin.
+ Bu işleri çözeceksin. Senin için endişelenmiyorum. Yazmaya devam et. 
- Ama ben çok basitim.
+ Bu, iyisin demektir.
- Ya evlilik? Kolaylaşır mı?
+ Bu zor. Eskiden çok eğlenirdik. Film çekmeye gittiğimde, o benimle gelirdi. Ve her şeye çok gülerdik.


Kaynak: Pinterest


+ Gitmek istemiyorum.

- Gitme. Burada benimle kal. Bir caz grubu kurarız. 


Film, Tokyo'da yolları kesişen iki Amerikalının seyahatleri boyunca yaşadıklarını ve aralarındaki iletişimi konu ediniyor. Bob Harris (Bill Murray) eski ününü yitirmiş bir film yıldızıdır. Reklam çekimleri için gittiği Tokyo'da aslında hayatından saklanmaktadır. Diline ve kültürüne bir hayli yabancı olduğu bu memlekette iç sıkıntısına ortak olacak birisiyle karşılaşır: Charlotte (Scarlett Johansson) ile. Charlotte da yalnız birisidir. Yeni evli bu genç kadın da fotoğrafçı eşinin eşlikçisi olarak Tokyo'ya gelmiştir ancak ne burada, ne de kendi hayatının içinde kendine bir yer bulamamaktadır. Bunalımın eşiğinde karşılaşan bu iki insan, birbirlerine gülümser. Böylece saklandıkları yerden dünyayı görürler.

Bu, çok ses getirmiş bir film. Yıllar boyunca defalarca izlenmiş bir film. İzleyicilerin bazıları neyi var bu kadar abartılacak derken, bazıları derin analizlerin içine dalmaya çalışmış. Oysa bu film, bence, ikisi de değildi. Bu film, derin bir şeyi anlatmıyor. Olayların mistik bir medeniyetin göbeğinde yaşanması da tabi filme ayrı bir keyif katmış. Bu detay insana ''acaba mı'' sorusunu sordursa da; ortada ne bir ruhun, ne de bir bedenin eşinin öyküsü var. Bu, dünyanın en basit gerçeğini anlatan bir film: Anlaşılma ihtiyacı. İki yalnız insan, dilini bile bilmedikleri bir ülkenin göbeğinde, en yakınları tarafından bile anlaşılmadıklarını düşündükleri bir anda, birbirlerini görürler ve birbirlerini anlarlar. İşte! Film sadece bu basit gerçeği anlatıyor. Basit ama zor gerçeği. Hayatım bir film olsaydı, ve tabi ki bana üç film hakkı verselerdi şşşş, içlerinden biri de bu film olsun isterdim. En azından o hissi hayatımda bir anlığına bile olsa deneyimlerdim.

Öte yandan, eğer ki bu iki insan başka koşul ve zamanlarda karşılaşsalardı tüh beee... diyorsan... Hayatının kıymetini bil. Çünkü filmi anlamamışsın. Biraz ukala bir film yorumu oldu bu biliyorum ancak bu, benim yorumum. Aslında bu film böyle bir film. Ya anlarsın, ya anlamayan şanslı insanlardan olursun. Filmi çok sevmemin sebebi onu anlamam veya anladığımı düşünmem değildi. Tek nedenim bu olsaydı emin ol filmden nefret ederdim. Filmi sevdim çünkü bu film, en azından benim izlemiş olduğum tüm filmler arasından, iletisini mis gibi nokta atışı, net ve temiz bir şekilde ileten nadir filmlerden biriydi. Tek bir fazlalık detayı yok. Doldurma sahneleri yok mu, tabi ki var ama işte o da hayatın akışındaki yaşadığımız doldurma anlar. Bunun dışında her detay çok gerçek, çok temiz. Tek iletili bir film, safa anlatır gibi de anlatmış olayını. Bu filmin yönetmeni abla bu filmi 2003 yılında çekmiş (veya yayınlamış), eski eşi Spike Jonze'nin de bir çeşit misilleme olarak 2013 yılında Her isimli filmi çekip yayınladığı söylentisini bir yerde okumuştum. Ne kadar doğru bilemiyorum. Onu da Her'ün yorumunda konuşuruz. (ve konuştuk).


''Bilmiyorum. Ben sadece sağlıklı olmak istiyorum. İyi olmak istiyorum.''


Filmde en sevdiğim sahnelerden biri de Charlotte'un Budist mabetlerini gezip hayatının anlamını aradığı sırada karşılaştığı yeni evli çifti bir köşeden izlediği andı. Sadece iki yıllık evli olan bu genç kadın, yeni evlenmiş bu çifti buruk bir yüzle izliyordu. Ne kadar buruk bir sahne aslında. Eşini seviyor muydu, eşi onu seviyor muydu bunu film boyunca açık açık anlayabildiğimiz bir sahneye rastlamıyorduk. Birbirinden iç dünyaları bakımından uzak olduklarını anlasak da... Bazen iki insan birbirlerine benzemeseler ve hatta uzak olsalar bile birbirlerini sevebilirler. Bu sevgi onlara kendilerini çok soğukta kalmış hissettirse bile. Öte yandan bu sevgiye tutunmamızın bir sebebi de, belki de, hayatımızın anlamını bize hayatın anlamı olarak gösterdikleri yerlerde aramamız olabilir. Aşk, evlilik, iş, güç vs değil. Rutinler gibi. Charlotte'un eşi rutinleri seven, hayata karışabilen birisiydi. Charlotte ise sanatçı bir ruhun lanetini taşıyan bir kadındı. Anlam arayan tiplerdendi. Belki de bir şeyin olmasını beklemişti. Bu evliliğin onun yaşamına anlam vermesini, belki eşinin de ona katılmasını... Ama insanlar farklıdır ve yaşam bizimle birlikte durmaz.

Charlotte tüm tatili boyunca camların ardından dünyayı izledi. Onun kendi varlığını izlediğimiz anlar sadece Bob ile olan sahneleriydi. Çünkü Bob da yalnızdı. Bob onu anlamamış olsaydı bile Charlotte belki de bunu sorun etmeyecekti. Çünkü yalnız iki insan, yalnızlıklarının kökeni farklı olsa bile, birbirlerini zaten görürler. Bob ise orta yaşını geçmiş bir adamdı. Hayatını yaşamış bir adam. Kaçacak yeri olmayan ama saklanarak vakit öldüren bir adam. Onu saklandığı yerde gören kadına ise sempati duyduğunu düşünüyorum. Charlotte ise... sadece genç bir kadındı. Saklanacak kadar bile yaşantı biriktirmemiş bir kadın. Belki de tam da bu nedenle Bob'dan etkilenmiştir. Bob da onun gibi olduğu ve onun geçtiği bu yolları geçtiği için. Ona cevap verebileceğini düşündüğü için Bob'tan etkilenmiştir.

Bu aşk değildi; bu, birbirine gülümseyen, birbirini gülümseten, iki insanın hikayesiydi. Filmi de bu nedenle sevdim.

Hoşça kalınız.


Lost in Translation Official Trailer #1 - Bill Murray Movie (2003) fragman için tıklayabilirsiniz.


Not: Bu film yorumu yazısı reklam değildir, film önerisidir.


Popüler Yayınlar