Amelie (Le Fabuleux destin d'Amélie Poulain\ Amélie Poulain'in Muhteşem Kaderi) | Film Yorumu

 

Yönetmen: Jean Pierre Jeunet 

Senarist: Jean Pierre Jeunet, Guillaume Laurant 

Yapımı: 2001 - Fransa, Almanya


''29 Ağustos'tayız. 48 saat içinde Amelie Poulain'in kaderi değişecek. Ama şu anda onun bundan haberi yok.''


Kaynak: Pinterest

''Hayat çok garip. Çocukken zaman bir türlü geçmek bilmez. Sonra bir bakmışsın 50 yaşındasın. Çocukluğunuzdan geriye kalan her şey, küçük bir kutuya sığmıştır. Eski küçük bir kutuya.''


Film, Amelie isimli hayalperest bir genç kadının etrafa küçük mutluluk bilmeceleri saklamasının öyküsünü anlatmaktadır. Amelie yalnız bir çocukluk geçirmiştir. Katı bir anne ve ilgisiz bir babaya sahip bu küçük kız, annesinin vefatından sonra hayallerinin arasında daha çok zaman geçirmeye başlar. Artık yetişkin bir genç kadın olduğunda bile gerçek dünyaya adım atmak için pek hevesi yoktur. Ta ki, bir akşam, banyo fayanslarının arasına gizlenmiş bir hazineyi kaderin bir oyunuyla keşfedene kadar. Bu hazine, yıllar evvel küçük bir çocuğun biriktirdiği eşyalardan oluşmaktadır. Amelie için nihayet bir hayat amacı belirir: Hatıra kutusunu sahibine teslim etmek.

Amelie yaptığı bu ilk iyilikten sonra yaşamın içinde olmaya karar verir. Ancak yıllar boyunca kendi köşesinde yaşamış birisi için bu öyle kolay bir şey değildir. Bu nedenle bu genç kadın, çevresindeki insanların yaşamına dokunarak hayata karşı bebek adımları atmaya başlar. İki mutsuz insanı aşkla tanıştırır, umutsuz bir kadına kırk yıl geç gelen mektubunu ulaştırır, dışarıyı camların ardından izleyen kristal bir adama dünyayı gösterir, kendinden nazikleri zorbalayan kalpsizleri titretip kendine getirir ve içine kapanmış babasına bir bahçe cücesinin aracılığıyla ilham verir.

Amelie'nin yardım edemediği tek bir kişi vardır: Kendisi. İş bu ya... bir de üstüne aşık olmuştur! Üstelik tıpkı kendisi gibi tuhaf bir genç adama. Bu genç adam da Amelie gibi tuhaf şeylerden hoşlanır. Bu nedenle ikili için bir umut vardır.

Film boyunca Amélie Poulain'in muhteşem kaderinin öyküsünü izleriz. Ve bu kaderi... Amelie kendisi var eder.


''İşte, küçük Amelie. Senin kemiklerin camdan değil ama hayattan darbe alabilirsin. Bu şansı kaçırırsan, senin kalbin benim iskeletim kadar kuru ve kırılgan hale gelecek. Haydi! Ne bekliyorsun Tanrı aşkına!''


Bu filmi ilk kez yıllar önce izlemiştim. Liseye gidiyordum. En sevdiğim şeylerden biri de, film keşfetmekti. Bu filmi ilk izlediğimde nasıl hissetmiştim acaba? Bunu hiç hatırlamıyor olmam gerçekten tuhaf. Heyecanlanmış olmalıyım. Çünkü o günden bugüne kadar azımsanmayacak sayıda film izlediğim halde, bu filme benzer başka bir filme daha rastlamadım.

Yıllar boyunca bu film hep en favori filmim olarak kaldı. Hatta Amelie karakterine hayat veren sevgili Audrey Tautou da bir süreliğine profil fotoğrafımdı. Saçlarımı kısa kestirdiğimde üstüme Amelie etkisi çöktüğü hissine kapılırdım. Bundan olacak, ne zaman hayatıma ''yeniden'' başlamak, yani umut etmek istesem... saçlarımı omzumda kestirirdim. :) Tatlı, değil mi?

Filmi her yıl bir kere izlerim. Bugünlerde aklıma, ''mucizelere bugünlük inanmayan'' Amelie gelmişti. Bu nedenle filmi izlemeyi düşünüyordum. Filmi öylece izlemeye başladım. Biliyor musunuz, filmi sanki ilk kez izliyor gibi hissettim. Film başlarken çalan müzik bana görüntüsü kaybolmuş hatıralarımı çağrıştırdı. Tanıdık bir müziği bir yerde duyarsınız ve nerede duyduğunuzu çıkarmaya çalışırken hafiften sırıtırsınız ya... işte, defalarca dinlediğim o müziği bu hislerle dinledim. Sonra film akarken sizlerle paylaşmak için aslında bir sürü replik not aldım. Aaaa bunları mı söylemişler, derken buldum kendimi. Şimdi yazımı yazarken onları sizlerle paylaşmayacağım. Çünkü benim onları bulmam yaklaşık 8-9 yılımı aldı.

Karakterleri ilk kez bu kadar gerçekçi gördüm. Filmi izlerken ilk kez bu kadar çok güldüm.

Film, onu bu izleyişimde bir kez daha favori filmim oldu. Sanki ilk kez izlermişim gibi. Neden böyle olduğunu bilmiyorum ama bu his bana tazelik verdi.

Ve Fransızca... ne hoş bir dil. 

Hoşça kalın.


Amélie Soundtrack - The Fabulous Destiny of Amelie Soundtrack Soundtrack için tıklayabilirsiniz.


Lost in Translation (Bir Konuşabilse) | Film Yorumu


Yönetmen: Sofia Coppola 

Senarist: Sofia Coppola 

Yapımı: 2003 - İngiltere, ABD


+ Kim olduğunu anladıkça ve ne istediğini, daha azı senin olur... her şey hayal kırıklığına uğratır.
- Ben ne olmam gerektiğini bilmiyorum. Biliyor musun? Yazar olmaya çalıştım ama yazdıklarımdan nefret ettim. Sonra fotoğraf çekmeye çalıştım; ama çok vasattılar, bilirsin. Kızların çoğu bu fotoğraf işiyle ilgilenir. Bilirsin işte, ayaklarının salak fotoğraflarını çekersin.
+ Bu işleri çözeceksin. Senin için endişelenmiyorum. Yazmaya devam et. 
- Ama ben çok basitim.
+ Bu, iyisin demektir.
- Ya evlilik? Kolaylaşır mı?
+ Bu zor. Eskiden çok eğlenirdik. Film çekmeye gittiğimde, o benimle gelirdi. Ve her şeye çok gülerdik.


Kaynak: Pinterest


+ Gitmek istemiyorum.

- Gitme. Burada benimle kal. Bir caz grubu kurarız. 


Film, Tokyo'da yolları kesişen iki Amerikalının seyahatleri boyunca yaşadıklarını ve aralarındaki iletişimi konu ediniyor. Bob Harris (Bill Murray) eski ününü yitirmiş bir film yıldızıdır. Reklam çekimleri için gittiği Tokyo'da aslında hayatından saklanmaktadır. Diline ve kültürüne bir hayli yabancı olduğu bu memlekette iç sıkıntısına ortak olacak birisiyle karşılaşır: Charlotte (Scarlett Johansson) ile. Charlotte da yalnız birisidir. Yeni evli bu genç kadın da fotoğrafçı eşinin eşlikçisi olarak Tokyo'ya gelmiştir ancak ne burada, ne de kendi hayatının içinde kendine bir yer bulamamaktadır. Bunalımın eşiğinde karşılaşan bu iki insan, birbirlerine gülümser. Böylece saklandıkları yerden dünyayı görürler.

Bu, çok ses getirmiş bir film. Yıllar boyunca defalarca izlenmiş bir film. İzleyicilerin bazıları neyi var bu kadar abartılacak derken, bazıları derin analizlerin içine dalmaya çalışmış. Oysa bu film, bence, ikisi de değildi. Bu film, derin bir şeyi anlatmıyor. Olayların mistik bir medeniyetin göbeğinde yaşanması da tabi filme ayrı bir keyif katmış. Bu detay insana ''acaba mı'' sorusunu sordursa da; ortada ne bir ruhun, ne de bir bedenin eşinin öyküsü var. Bu, dünyanın en basit gerçeğini anlatan bir film: Anlaşılma ihtiyacı. İki yalnız insan, dilini bile bilmedikleri bir ülkenin göbeğinde, en yakınları tarafından bile anlaşılmadıklarını düşündükleri bir anda, birbirlerini görürler ve birbirlerini anlarlar. İşte! Film sadece bu basit gerçeği anlatıyor. Basit ama zor gerçeği. Hayatım bir film olsaydı, ve tabi ki bana üç film hakkı verselerdi şşşş, içlerinden biri de bu film olsun isterdim. En azından o hissi hayatımda bir anlığına bile olsa deneyimlerdim.

Öte yandan, eğer ki bu iki insan başka koşul ve zamanlarda karşılaşsalardı tüh beee... diyorsan... Hayatının kıymetini bil. Çünkü filmi anlamamışsın. Biraz ukala bir film yorumu oldu bu biliyorum ancak bu, benim yorumum. Aslında bu film böyle bir film. Ya anlarsın, ya anlamayan şanslı insanlardan olursun. Filmi çok sevmemin sebebi onu anlamam veya anladığımı düşünmem değildi. Tek nedenim bu olsaydı emin ol filmden nefret ederdim. Filmi sevdim çünkü bu film, en azından benim izlemiş olduğum tüm filmler arasından, iletisini mis gibi nokta atışı, net ve temiz bir şekilde ileten nadir filmlerden biriydi. Tek bir fazlalık detayı yok. Doldurma sahneleri yok mu, tabi ki var ama işte o da hayatın akışındaki yaşadığımız doldurma anlar. Bunun dışında her detay çok gerçek, çok temiz. Tek iletili bir film, safa anlatır gibi de anlatmış olayını. Bu filmin yönetmeni abla bu filmi 2003 yılında çekmiş (veya yayınlamış), eski eşi Spike Jonze'nin de bir çeşit misilleme olarak 2013 yılında Her isimli filmi çekip yayınladığı söylentisini bir yerde okumuştum. Ne kadar doğru bilemiyorum. Onu da Her'ün yorumunda konuşuruz.


''Bilmiyorum. Ben sadece sağlıklı olmak istiyorum. İyi olmak istiyorum.''


Filmde en sevdiğim sahnelerden biri de Charlotte'un Budist mabetlerini gezip hayatının anlamını aradığı sırada karşılaştığı yeni evli çifti bir köşeden izlediği andı. Sadece iki yıllık evli olan bu genç kadın, yeni evlenmiş bu çifti buruk bir yüzle izliyordu. Ne kadar buruk bir sahne aslında. Eşini seviyor muydu, eşi onu seviyor muydu bunu film boyunca açık açık anlayabildiğimiz bir sahneye rastlamıyorduk. Birbirinden iç dünyaları bakımından uzak olduklarını anlasak da... Bazen iki insan birbirlerine benzemeseler ve hatta uzak olsalar bile birbirlerini sevebilirler. Bu sevgi onlara kendilerini çok soğukta kalmış hissettirse bile. Öte yandan bu sevgiye tutunmamızın bir sebebi de, belki de, hayatımızın anlamını bize hayatın anlamı olarak gösterdikleri yerlerde aramamız olabilir. Aşk, evlilik, iş, güç vs değil. Rutinler gibi. Charlotte'un eşi rutinleri seven, hayata karışabilen birisiydi. Charlotte ise sanatçı bir ruhun lanetini taşıyan bir kadındı. Anlam arayan tiplerdendi. Belki de bir şeyin olmasını beklemişti. Bu evliliğin onun yaşamına anlam vermesini, belki eşinin de ona katılmasını... Ama insanlar farklıdır ve yaşam bizimle birlikte durmaz.

Charlotte tüm tatili boyunca camların ardından dünyayı izledi. Onun kendi varlığını izlediğimiz anlar sadece Bob ile olan sahneleriydi. Çünkü Bob da yalnızdı. Bob onu anlamamış olsaydı bile Charlotte belki de bunu sorun etmeyecekti. Çünkü yalnız iki insan, yalnızlıklarının kökeni farklı olsa bile, birbirlerini zaten görürler. Bob ise orta yaşını geçmiş bir adamdı. Hayatını yaşamış bir adam. Kaçacak yeri olmayan ama saklanarak vakit öldüren bir adam. Onu saklandığı yerde gören kadına ise sempati duyduğunu düşünüyorum. Charlotte ise... sadece genç bir kadındı. Saklanacak kadar bile yaşantı biriktirmemiş bir kadın. Belki de tam da bu nedenle Bob'dan etkilenmiştir. Bob da onun gibi olduğu ve onun geçtiği bu yolları geçtiği için. Ona cevap verebileceğini düşündüğü için Bob'tan etkilenmiştir.

Bu aşk değildi; bu, birbirine gülümseyen, birbirini gülümseten, iki insanın hikayesiydi. Filmi de bu nedenle sevdim.

Hoşça kalınız.


Lost in Translation Official Trailer #1 - Bill Murray Movie (2003) fragman için tıklayabilirsiniz.


Not: Bu film yorumu yazısı reklam değildir, film önerisidir.


The Witch (The VVitch: A New-England Folktale\ Cadı) | Film Yorumu


Yönetmen: Robert Eggers

Senarist: Robert Eggers 

Yapımı: 2015 - Brezilya, Kanada, İngiltere, ABD


''İtiraf ediyorum, günah işledim. İşlerimi boşladım, annemle babama karşı geldim ve dualarımı ihmal ettim. Şabat'ta gizlice oyun oynadım ve zihnen tüm emirlerini çiğnedim, Kutsal Ruh yerine kendi isteklerimin peşinden gittim. Bu hayattaki tüm utancı, mutsuzluğu ve ebedi cehennem ateşini hak ettiğimi biliyorum. Ama sana yalvarıyorum, oğlunun hatırına, beni bağışla. Bana merhamet et. Işığını göster.''


Kaynak: Pinterest

Film, kilise tarafından kasabadan sürülen beş çocuklu bir ailenin izole çiftlik hayatlarında yaşadıkları doğaüstü olayları konu ediniyor. Batıl inançların çok güçlü bir şekilde kabul gördüğü 1630'lu yıllarda cadılık fikri üzerinden damgalanan kadınların yaşadıklarından yola çıkarak dönemin tarihi kayıtlarının merkeze alındığı bir senaryoyla karşılaşıyoruz. 

Bu ailenin öncelikle en küçük çocuğu olan bebek Sam kayboluyor. Evin büyük kızı Thomasin (Anya Taylor-Joy) ile birlikteyken kaybolan Sam'in acısını atlatamayan evin annesinin (Kate Dickie) kızına olan bastırılmış öfkesi yüzeye çıkmaya başlıyor. Evin annesi en başından itibaren bu izole yaşamdan memnun değil. Evin yükü büyük oranda Thomasin'in üstünde. Bebeğin kaybıyla birlikte anne kız arasındaki gerilim daha da artıyor. Evdeki her aksaklık, suçu olmamasına rağmen Thomasin'in hatası olarak görülüyor.

Bebeğin ardından evin büyük oğlu Caleb (Harvey Scrimshaw) de kayboluyor. Bu kayıp gerçekleşirken de Thomasin kardeşiyle birlikte olduğu için aile üyeleri kızlarına şüpheyle bakmaya başlıyorlar. Zaten anne için büyük kız en başından beri bir yük. Filmin ilerleyen dakikalarında annenin aslında kızını kıskandığını öğreniyoruz. Tüm bu kayıpların bu kıskançlık ile doğrudan bir ilgisi olmasa da, ailenin yıkımına neden olan şeytani güçlerin (!) bulduğu boşluğun buradan kaynaklandığını düşünüyorum. Ailenin üyeleri anne başta olmak üzere kızlarını en başından beri günah keçisi ilan ediyor. Eve musallat olan şeytani güç de bu yanılgıdan yola çıkarak eylemlerini gerçekleştiriyor.

Film korku türünden ziyade gerilime daha yakındı. Olayların seyrini tahmin etmek zor olmasa da, izlemesi heyecanlıydı. Özellikle de Thomasin'e hayat veren Anya Taylor-Joy'un oyunculuğunun çok başarılı olduğunu düşünüyorum. Zaten kendisi değişik yüz hatları sebebiyle pek çok rolde öne çıkabilme avantajına sahip. Bu bakımdan bana biraz Tilda Swinton'u hatırlatıyor. Aynı zamanda çok yetenekli bir oyuncu olduğunu düşünüyorum. Özellikle de gerilim veya psikolojik gerilim türündeki yapımlara çok yakışıyor.

Filmde aslında dönemin zihniyetini de net olarak görüyoruz. Dogmatik inanç kalıpları, batıl inançlar ve bu inançların bedelini ödemek zorunda bırakılmış kadınlar... Filmde gerçekten de doğaüstü bir taraf vardı; yani olaylar sadece cahil insanların hayal ürününden ibaret değildi. Ancak bu doğaüstü kısımda gerçekleşen olay akışı da bir çeşit kendini gerçekleştiren kehanete dönüşmüştü. 

Filmin geçtiği mekan oldukça sınırlı bir bölgede olmasına rağmen kurguyla bütünlük gösteren özelliklere sahipti. Ailenin yeni yaşamlarını kurmaya çalıştığı çiftlik evi, gün ışığı görmeyen ve puslu bir ortamdaydı. Işık teması filmin hem somut, hem soyut yanını besliyordu. Filmdeki küçük görünen bazı detaylar da bu ''ışık'' kavramını öne çıkarır durumdaydı. Filmin ilk dakikalarında Thomasin'in ettiği dua ile son dakikalarında katıldığı ayin buna örnek olarak gösterilebilir. Toplumundan dışlanmış bireyin izleyebileceği yola da bir çeşit örnek diyebiliriz bu durum için.

İlgisini çekenlere önerebileceğim bir film. Ancak rahatsız edebilecek sahnelerinin olduğu uyarısını da yapmalıyım.


The Witch | Official Trailer izlemek için tıklayabilirsiniz.


Not: Bu film yorumu yazısı reklam değildir, film önerisidir.


Our Little Sister (Umimachi Diary\ Küçük Kız Kardeşim) | Film Yorumu


Yönetmen: Hirokazu Koreeda 

Senarist: Hirokazu Koreeda, Akimi Yoshida

Yapımı: 2015 - Japonya


''Babamız mükemmel biri değildi. Ama iyi yürekliymiş... Bize böyle bir kardeş bıraktı.''


Kaynak: Pinterest

''Babam hakkında fazla bir şey hatırlamıyorum. Getirdiğin resimlerden zar zor hatırladım. Onunla bir dolu hatıran vardır. Güzel ve kötü günler! Bir ara onu bana anlatmalısın.''


Film, dört kız kardeşin hikayesini anlatmakta. Büyükannelerinden onlara kalan evde yaşayan üç yetişkin kız kardeş, babalarının cenazesinde en küçük kız kardeşleri ile tanışıyorlar. Suzu (Suzu Hirose), babalarının sonraki evliliğinden olan kardeşleri. Utangaç bir mizaca sahip bu genç kız da ablaları gibi zor bir çocukluk geçirmiş. Kardeşlerinin tek başına kalmasını istemeyen ablaları, onu kendi yanlarına davet ediyorlar. Böylece, film boyunca, birbirinden tamamen farklı kişiliklere sahip bu dört kardeşin yaşadıklarını ve aile olma süreçlerini izliyoruz.


''Bu hayatta, böcekleri ayırmaktan tut da erikleri yıkamaya kadar her şey zaman alır. Büyükannemiz her zaman böyle derdi.''


Hani bazen, bir daha yaşanmayacak güzel bir anını hatırlarsın ya... bu anı sana buruk bir his verir. Üzüntü değil ama... gözyaşların akabilir. Kalbin gülümserken gözlerinin dolması gibi. Buruk ama ferah bir his. İşte bu film de bana bu his gibi hissettirdi. Buruk ama ferah.

Dört kardeş de aslında aynı noktadan yara almışlardı: Anne babaları. Dördü de çok küçük yaşta sorumluluk almak zorunda kalmıştı ve bu sorumluluklar onların hayatla ve iç dünyalarıyla farklı şekillerde başa çıkmalarına neden olmuştu.

En büyük kız kardeş olan Sachi (Haruka Ayase) ciddi bir mizaca sahip bir hemşire. Babalarının onları başka bir kadınla birlikte yaşamak için terk etmesi ve annelerinin üzerine düşen sorumluluğu almaması üzerine, tüm sorumluluğu üstlenen abla. Kırgın bir genç kadın. Hem de en fenasından: Güçlü ama kırgın bir genç kadın Sachi. Bu nedenle ona kimse yaklaşamıyor. Küçük kız kardeşi Suzu hariç.

İkinci abla ise Sachi'nin tam tersi karakterde olan çılgın abla Yoshi (Masami Nagasawa). Erkekler ve içki iki zaafı. Ancak bu genç kadın da kırgın. Hem de en fenasından: Umursamaz ama kırgın bir genç kadın. Bu nedenle de ona kimse yaklaşamıyor. Evet! Küçük kız kardeşi Suzu hariç.

Üçüncü abla ise aslında filmde hikayesi pek gösterilmeyen ama benim kalbimi en çok kıran abla. Chika (Masami Nagasawa). Çünkü o diğer ablaları kadar şanslı değilmiş. Ne annesiyle ne de babasıyla yeterince zaman geçirememiş. O çok küçükken ayrılan anne ve babası, kızlarını görmeye tenezzül bile etmedikleri için, bu genç kadın kimsesiz büyümüş. Yaşayan anne ve babasını hiç tanımadan. O diğer iki abla kadar uç kişilik özellikleriyle karşımıza çıkmasa da, aslında filmde ona dair pek bir şey öğrenemememizin asıl nedeni de karakterin kendi hikayesinden ileri geliyor. Çünkü Chika da kırgın bir genç kadın. Hem de en fenasından: İçedönük ve kırgın. Herkesle iyi anlaşıyor gibi görünüyor ama onun iç dünyasını biz izleyicilere gösteren tek bir karakteri görüyoruz. Evet... küçük kız kardeşi Suzu.

Suzu ise bu üç ablasının bir karışımı gibi. Hem Sachi kadar sorumluluk sahibi, hem Yoshi kadar eğlenceli, hem de Chika kadar kırılgan.

Aileleriyle yeterince vakit geçirememiş bu dört kız çocuğu, birlikte yaşarken yavaş yavaş aile oluyorlar ve bunu sağlayan da ailelerinin yeni üyesi Suzu oluyor.


''Onunla... daha fazla zaman geçirmek istiyordum.''


Filmi baştan sona çok sevdim. Zaten böyle, karakterlerin kendi hikayelerinin anlatıldığı, aslında pek bir olayı olmayan ama gerçek hissettiren kurguları izlemeyi severim. Filmin basit ama derin bir konusu var. Aynı şekilde oyuncuların performansları da çok doğal ve bu nedenle etkileyiciydi. Filmde özellikle de içime dokunan bazı sahneler vardı. Bu kısım spoiler değil ama filmin bazı sahnelerini tasvir edeceğim. Rahatsız olursan geçebilirsin.

Sachi, onları terk eden babalarından çok, annelerine kızgındı. Çünkü babasından pek bir beklentisi yok gibiydi. Veya bir şekilde onu anlayabiliyordu. Ama annesi, onlardan yıllarca uzakta yaşamış olan annesi, ona çok derin bir öfke veriyordu. Bu öfkenin adı... kırgınlıktı. Annesinin de zor günler yaşadığını görüyordu biliyordu Sachi ancak annesi bir noktada bir şeyleri yapamamış mıydı, yoksa yapmamış mıydı? Sachi terk edilmişlik hissinin ona yüklediklerinden nefret bile edemiyordu. Özellikle de annesiyle birlikte yürüdükleri yol boyunca hep annesine yaklaşması, annesini tren istasyonunda uğurladığı sahnedeki beklenti dolu bakışları, yarım cümleleri... Sanki annesi bir adım atsa ona sarılırmış gibi durması... İçimi çok acıttı. Çünkü annesi Sachi'ye sarılmadı.

Suzu, babalarıyla en çok zaman geçiren kardeşti. O da kendi annesine kızgın ve kırgındı ama onun bu kırgınlığından çok, babasına olan özlemini görüyorduk. Ablalarıyla babası hakkında konuşmaya çekindiği için bu özlemini kimseyle paylaşamıyordu. Babasıyla ilgili anlattığı anısının ardından arkadaşı Futa'nın onu kiraz çiçeklerini görmeye götürmesi ve ikilinin bisikletle kiraz ağaçlarının altından geçtikleri sahne yüzümde ağlamaklı bir gülümseme oluşturdu.

Yoshi, çok verici bir karakterdi. Özellikle de söz konusu erkek arkadaşları oldu mu, maddi manevi her açıdan fazla cömertti. Biz izleyiciler onun tek bir erkek arkadaşını görmüştük ama bu durumun onda bir döngüye dönüştüğü mesajı da veriliyordu. Yoshi, ilk kez birinden gerçekten etkilendiğinde onu sadece kısa bir anlığına izledi. Yoshi'nin etkilendiği bu adamla tek bir aşk sahnesi bile yazılmamıştı filmde ancak o tek bakış bile beni gerçekten çok etkiledi. Bu, karakter için tek bir anlık basit bir etkilenmeydi belki ama bu karakterler filmin devamında da hayatlarına devam edebilecek olsalardı şayet, ben bir izleyici olarak Yoshi'nin her şeyini ortaya koymadan da sevildiği, değer gördüğü, korunduğu, kollandığı ve ona karşı cömert olan bir adamla birlikte olduğunu görmek isterdim. Evet, karakterler tek başlarına da yeterli olabilirler. Ancak aşk da güzeldir. Güçlü olmamız için tek olmamız veya partnerimize her şeyimizi akıtmamız gerekmez. Sağlıklı bir birliktelik, bize kendimizi gerçekten güçlü hissettirebilir. Ya da en azından, bu hissi pekiştirebilir. Yeri gelmişken söyleyeyim... Ben ''güçlü'' yansıtılan karakterlerin tek başlarına oldukları kurguları da fazlasıyla yapmacık buluyorum. Herkesin birine ihtiyacı vardır ve bu, bizi ''güçsüz'' yapmaz. Önemli olan bu birlikteliğe hangi noktadan yaklaştığımızdır diye düşünüyorum. Aksi halde bu tek başınalıktan gelen ''güçlülük'', bizi farklı bir güçsüzlüğe iteklemez miydi?

Chika ile Suzu yemek yerken Suzu'nun Chikaya babalarını anlattığı sahne de çok üzücüydü. Babasının nasıl göründüğünü bile hatırlayamayan bu genç kadın, küçük kız kardeşinden babasının nasıl biri olabileceğini öğreniyordu. Beni en çok da, Chika'nın kırgınlıklarını bile göremememiz kırdı. Çünkü bu karakter o kadar her şeyi içinde yaşıyordu ki, diğer ablaları gibi hislerini bile tanımlayamamıştı. Diğer ablalarının yıkıcı veya yapıcı tüm davranışları aslında iç dünyalarının bir çeşit dışa vurumuyken, bu kardeşin elinde tek bir veri bile yoktu. Chika kime kızacak veya kırılacaktı? Onun için bir yabancıdan farksız olan annesine mi, babasına mı?

Filmin arka planını oluşturan Japonya'nın doğa manzaraları ise bana hiç görmediğim bir memleketi özletebilecek kadar güzeldi. Şu Japonyayı ölümlü kısa yaşamımda bir kere olsun görmek isterim gerçekten.

Bu film beni hem çok üzdü, hem çok gülümsetti, hem çok rahatlattı, hem çok gözlerimi doldurdu... Bu film beni çok etkiledi. Çok sevdiğim bir film oldu. Benim için hem bu yılın, hem de tüm zamanlarımın favori filmlerinden biri artık.


Our Little Sister Official Trailer 1 (2016) - Hirokazu Koreeda Movie fragman için tıklayabilirsiniz.

Umimachi Diary OST için tıklayabilirsiniz.


Not: Bu film yorumu yazısı reklam değildir, film önerisidir.


Kitap Alışverişi #5

Yine hiç aklımda olmayan bir alışverişti ama kanımda da varmış hani ki ufacık bir iki dokunmayla alışveriş yapıverdim. Tanrıçalar ve Tanrıça'nın Dönüşümleri isimli kitabı indirimde bulduğum için (ki yine de pahalıydı...) Trendyol'dan aldım. Diğer kitapları (üyeliğim olduğu için) Kitap Sepeti'nden aldım. Yine hiçbir reklam yoktur (neme lazım ekleyelim...). Bu yıl da her mevsim bir kitap alışverişi yaptım şaka maka. Normalde kütüphaneden ve kitaplığımdaki bin yıldır okumadığım kitaplarımla idare ediyordum ama bu yıl eski kitaplarımdan da sahaflara çok verdiğimden yer açıldı ve açılan yer dolsun mu dedim ne dedim bilmem böyle kitap aldığım bir yıl oldu işte. Sanırım bunun çoğunlukla düşük seyreden dalgalı ruh halimle de bir ilgisi vardı. Neyse ki beni bilen bilir, ben havada karada denizde okurum, belki hemen bugün yarın okumam ama okurum mutlaka. Bir de artık aldığım kitapların hep okuyabileceğim tarzda olmalarına dikkat ediyorum. Yani hep benimle kalsın dediklerimi alıyorum, okuyayım bir ara dediklerimi ise kütüphaneleri yoklamak üzere sıraya alıyorum.


Bu kitabı çoooook uzun zamandır (abart) okumak istiyordum. Beğeniyle okuyacağıma da niyeyse eminim. Ki aslında ben bu kitabı almayacaktım. Trendyol'dan başka bir şeyi alırken (bu yazıda kendisi yok) gözüme çarptı, dedim ki ben de, hadi gel gel benim ol, benim olmazsannn da olur ama gel benim kitabım ol da okuyayım seni ve izlim.


Öhöm... Bu alışverişin bahanesi bu kitaplar. Sevgili Öneri Makinesi bloğunun son yazısında kendilerini görüp çok merak ettim ve sepete ekledim. Sonra bir baktım başka kitapları da almak istiyorum, dedim alayım. Bağlanma isimli kitabı biliyordum ve okumak istiyordum ama Bağıntı Dansı'ndan bahsettiğim blog yazısı vesilesiyle haberdar oldum. İkisinin de okur yorumları olumluydu, ben de beğenirim gibi hissediyorum.


Bu iki kitabı da çok uzun süredir edinmek istiyordum. Vaktiyle ikisini de bir yerlerden ödünç almak suretiyle incelemiştim ama bu kitaplar ödünç almalık değil, baya baya yazılı çizili dalmalık kitaplar. Bu nedenle kitaplığımda olmalarını istiyordum.


İkisi de uzun zamandır merak ettiğim kitaplardandı. Atomik Alışkanlıklar'ı geçen gün Yaşamdan Yazılar bloğunun bir yazısında görmüştüm. Bu kitabı da bin yıldır okumak istiyorum diye düşünmüştüm, bu nedenle de hazır alışveriş yapıyorken aldım. Üç Gönüllü Dalgası ve Yeni Dünya ise spritüalizme kayan, çok da şey etmeden okumalık bir kitap ama baya da merak ediyorum o ayrı, şimdi yalan söyleyemem. Fantastik eğilimleri olan bir akışı var, öyle söylim.


Evet, bu kadardı. Hoşça kalın. Arivedersi, adios, çavvv, bay bay.


Ekim.

 

Eylül ayında kendimi kabuk değiştirmiş gibi hissettim. Somut olaylar olmayınca da insan ne oldu şimdi oluyor. Ama içimde bir şeylerin değiştiğini biliyorum yani. Şiirsel bir yazı yazacaktım ama gerek yok. Geçen ayın başında yazdığım yazı (ki sildim) eylülümü tanımladı. Sanırım bilinçaltımdan gelen düşünceler ve aslında ihtiyaçla yazmıştım o yazıyı. Sonra da yazdığım şeyi yaşadım.

O yazımda kendimle barışmak istediğimi söylemiştim. Eylül ayında bunu yaşadım. Sanırım içimde zayıf gördüğüm bir yan vardı ve o görülmek için yüzeye çıkıp duruyordu. Beni hep pinekleten ve korkaklaştıran da bu oluyordu. O yanım değil. O yanıma olan nefretim. Her neyse burada terapide değilim neticede ama... Bunu yazmak istedim işte.

Eylülde birini çok özlediğimi kendime itiraf ettim. Onunla konuşmamaya başladıktan sonra burada anlatmaya başladım sanırım. Daha dürüstçe anlatmaya başladım. Bir deftere yazmak çok daha özel ama... Ve bunu da denedim ama... Fark ettiğim bazı şeyleri canlı bir varlığa aktarmak istedim sanırım. Yani okurlarıma. Bir kedim olsaydı ona da anlatabilirdim tabi. Mesela arada kuşumuza anlatıyorum ama çok da anlatamam (sır tutamaz :). Zaten sır da anlattığım yok da. 

Ben hep kendimi anlatıyorum. 

Bu yıl farklı olur sanmıştım. Oldu sanırım. Ama ben artık içimin değişmesinden de sıkıldım. Dışımı değiştirecek tek kişi de benim tabi. Ekim bunun için güzel bir ay. 

Sana en yakın ay neyse, sen de onu dene (yatırım tavsiyesi değil).

Ekimi severim. En sevdiğim ikinci aydır. Geçiş mevsimleri her ne kadar hapşırık ve burun çekmeyle gelse de (iptal iptal iptal :), ara mevsimleri daha çok seviyorum. Baskın şeyleri sevmiyorum sanırım. Üşümek ve terlemek... ikisini de tercih etmem.

Baharlar hep en güzelidir.

Bu aydan bir beklentin var mı? Veya kendinden? Veya veya, bu ay ile kendinin orta noktada buluşmasını umduğun bir şey var mı?

Ben bu aya düşüncelerimden çıkarak giriyorum. Yeter be ooofff :) Zaten sorgulanacak her şeyi sorguladım sanırım gereksizce. Geriye sadece hayatımın sorumluluğunu almak kaldı ahhahahah *-* Her neyse, bunlar teferruat. Her şey hallolur. Biliyorum.

Güzel bir ay dilerim.


bir şeyler dinlemek için tıklayabilirsiniz.


Ben yeterliyim.


Bu sefer kendimle değil, hayatımla ilgili kararlar aldım. Sanırım takıldığım ve beni beklentide tutan nokta hep buymuş. Kendimi çok fazla kurcaladım. Bu süreçte değerli farkındalıklar kazansam ve bu farkındalıklar somut dünyamda da yapıcı rol (nihayet) oynamaya başlasa da, beni belli bir noktadan sonra bunaltmaya başladı. Sanırım insanın inandığı değer, yargı ve hayallerin değişmesi biraz çatırtılı bir süreç. Yine de şimdi, kendimi normal hissediyorum. Hafif serin bir sonbahar akşamında bir insan kendini nasıl hissederse öyle. Sıradan.

Sanırım sıradan akışlar birbirlerinin ardına eklendiğinde aslında bir noktaya çıkıyorsun ve süreç böyle işliyor. Kendimi hiçbir şey için şartlandırmamaya karar verdim. Karar değil aslında bu. Karar dediğimiz şey daha maddeler halinde olan, yapılacaklar listesi, atılacak adımlar gibi bir şeydir. Onlar da var ama dediğim gibi, kendi içimdeki motivasyonu kırmamak için bir şeyleri gerçekleştirmeden buraya yazmak istemedim. Yine de, kendim için adımlar atmak güzel. Böyle olduğunda ilerleyeceğime ve uzaktan izlediğim yıldızlarıma ulaşacağıma dair inancım artıyor. Çünkü aslında ulaşılacak bir yer yok. Sadece adımlar var. İyi niyetli de olsa, bana iyi geleceğine inandığım saplantılı tüm inançlarımı bırakıyorum. Çünkü ben onlar olmadan da yeterliyim.

Ben yeterliyim. Sonunda bunu kabul ediyorum. Yeterli olmak için başka biri veya ''kendim'' olmama gerek yok. Yeterli olmak için birisine ya da bir şeye ihtiyacım yok. Ben yeterliyim ve bu yeterli halimle attığım her adımda yanımda bana iyi gelen kişilerin ve şeylerin olmasına karar verdim. Çünkü ben bunu hak ediyorum. Hep bunu hak ediyordum, bu nedenle bu yani. :)

Sanırım bu, bana hizmet etmeyen her şeye veda yazımdı. Bunu somut olarak görmek için bir yazıya ihtiyacım vardı. Nihayet bunu yapabildiğim için mutluyum.

Artık biraz rahatlamak, cesurca hayal kurmak ve planlı adım atmak zamanı.

Bunu unuttuğum her an buraya uğrayacağım.


Klein ve Wagner (Hermann Hesse) | Kitap Yorumu

Yazar: Hermann Hesse, Çevirmen: Kamuran Şipal,
Yayınevi: YKY


''...direksiyon başında oturmak tüm tehlikelere karşın doğrusu hoşuna gitmiş, içini bir mutluluk, bir esenlik duygusuyla doldurmuştu. Evet, direksiyonu bir başkasının kullanıp bir başkası tarafından götürülüyor olmasından direksiyonun kendi elinde bulunması daha iyiydi, isterse araba yolda parçalanıp dağılsındı.'' (Sayfa 11)


Klein saygın bir memur, iyi bir eş ve babayken; zimmetine geçirdiği parayla birlikte hiç bilmediği bir ülkeye kaçak olarak gidiyor. Ona yabancı olan bu yeni mekanda yeni bir yaşam yavaş yavaş etrafını kuşatırken, Klein'in peşini eski yaşamından getirdiği hayallerle iç içe geçmiş hatıraları bırakmıyor. Bu hatıraların arasında karakterin tüm benliğini sarsacak denli güçlü bir etkiye sahip bir isim var: Wagner.

Wagner ismi Klein için iki zıt karakterde olan iki farklı insanı ifade ediyor. Biri, Klein'ın gençlik yıllarında hayranı olduğu ve onun için iyiliği, güzelliği, sanatı simgeleyen ünlü opera bestecisi Richard Wagner iken; diğeri, ismini yıllar evvel vahşi bir haber vesilesiyle duyduğu ailesini katletmiş suçlu bir adam olan Wagner. Bu iki uç karakter tek bir isimde birleşerek Klein'ın zihninde kanlı canlı tek bir varlığa dönüşüyor. Bu varlık günler ve geceler boyunca Klein'ın peşini bırakmıyor.

Teresina isimli bir kadınla tanışıyor Klein. Teresina genç ve güzel bir kadın. Yaşama, hatta ölüme dahi, aldırmazlık içinde olan Klein'ın içinde kıvılcım yakıyor Teresina. Tüm öfkesini geride bırakmaya çalıştığı eşinden alıp Teresina'ya aktarıyor bir anda Klein. Ama bu kontrolsüz öfke sık sık şekil değiştiriyor. Klein için bazen bir şeytan bazense bir melek olan Teresina, karakterin içindeki karanlığı dışarı kusmasında da etkili oluyor.


Kitabın yazarı olan Hermann Hesse hayatının bir döneminde intihar girişimiyle sonuçlanacak ağır bir bunalım geçiriyor. Bu dönemde yatırıldığı enstitüde Carl Jung'un öğrencisi Lang tarafından tedavi ediliyor. Bu süreçte Jung'un öğretilerine ve ruhbilime ilgi duymaya başlayarak kendini bu alanda geliştiriyor. Yazarın bu eserinde de Jung tarafından ortaya atılan bir kavram olan persona (maske) kavramı ele alınmış. Kitabın ana karakteri olan Klein kendi yarattığı bir anti kahraman yoluyla geçmişinden kaçmaya çalışıyor. Kitap boyunca karakterin içsel çatışmalarını okuyoruz.

Hayalle gerçeği iç içe geçirmek bana kalırsa en zor anlatım yöntemlerinden birisi. Burada devreye gözlemlerini aktarabilme yetisi giriyor. Hermann Hesse'nin bir yazar olarak en çok beğendiğim yönü de gözlemlerini ustalıkla aktarabilmesi oldu.

Kitaplarla kalın.

(30.07.22)


Not: Bu kitap yorumu yazısı reklam değildir, kitap önerisidir.


Psikanaliz ve Zen Budizm (Erich Fromm) | Kitap Yorumu

Yazar: Erich Fromm, Çevirmen: Nurdan Soysal,
Yayınevi: Say Yayınları

Kitap altı bölümden oluşuyor. İlk bölümde ruhsal bunalımın, psikanalizin amacının ne olduğu gibi konulardan bahsediyor Erich Fromm. Bunu yaparken de insanın doğasına, dünyayı algılayış biçimine yüzeysel olarak, ancak önemli noktalarını es geçmeyerek değiniyor. İkinci bölümde Freud'un psikanaliz kavramları genel olarak açıklanıyor. Üçüncü bölümde esenlik nedir, insanın ruhani gelişimine neler etki etmiştir vb. gibi konulara değiniliyor. Dördüncü bölümde bilinç\ bilinçli ve bilinçdışı\ bilinçsiz kavramları üzerinde duruluyor. Beşinci bölümde Zen Budizm'in prensiplerinden bahsediliyor. Son olarak altıncı bölümde ise, Zen ve psikanaliz ilişkisi ortaya konuyor. 

Yazarın amacı Zen'i ve psikanalizi derinlemesine açıklamak değil. Kitabın asıl ifade etmek istediği durum, bu iki anlayışın birbirlerine temas ettikleri noktaları tespit etmek. Zaten kitabın önsözünde de Zen Budizm etüdünün psikanaliz öğrencileri için hayati öneme sahip olduğu ifade ediliyor. Buradan hareketle, her ne kadar iki alan birbirinden farklı yöntemlere sahip olsalar da; amaçlarının ortak olduğu, insanın ruhsal olarak özgürleşmesini hedeflediği söylenebilir. 

Kitapta Zen-psikanaliz, birey-toplum, bilinç-bilinçdışı,  dil-bilinç ilişkileri gibi pek çok konuda açıklamalar bulunuyor. Bu açıklamalar da oldukça akıcı bir dille ifade edilmiş. Kitabın neredeyse her sayfasına post-it yapıştırdım desem yeridir. Hatta kitabın çizmediğim yeri yok gibi bir şey. 88 sayfalık kısa bir kitap. Ancak doyurucu ve ufuk açıcıydı benim için.

(26.02.21)


Bir Çift Yürek (Marlo Morgan) | Kitap Yorumu

Yazar: Marlo Morgan, Çevirmen: Eren Yücesan Cendey,
Yayınevi: Klan Yayınları

'Farklı' olanlar tarih boyunca öyle ya da böyle bir şekilde hep ötekileştirilmiş ve 'aynı' olanlar tarafından himaye altına alınmaya çalışılmıştır. Uygar toplum tarafından ötekileştirilen Avustralya yerlileri olan Aborijinler de, toplum dışına itilen topluluklardan biridir. Toplumda azınlığı oluşturan bu halkla ilgili çalışmalarda bulunan kitabın yazarının yolu bir gün Avustralya'nın çöllerine düşer. Bu çölde, medeniyetten uzakta yaşamlarını sürdüren bir grup yerliyle tanışan yazar, beklemediği bir yolculuk teklifi alır. Bunun üzerine Aborijinler ile birlikte Avustralya çöllerinde dört ay sürecek uzun ve zorlu bir yürüyüşe çıkar. Yazar bu yürüyüşe çıkmadan evvel bedensel tüm yüklerini geride bırakır ki, yolculuk süresince ruhsal yüklerinden de arınabilsin. 

Kitapta kendilerine Gerçek İnsanlar Kabilesi ismini veren bu yerliler, uygar toplumlarda yaşayan insanlara 'mutant' diyorlar. Mutant, yani özünden uzaklaşmış insanlar, özlerinden gelen gerçeklik yerine kendilerine sahte gerçeklikler yaratarak yaşamlarını maddesel dünyaya bağımlı bir şekilde geçiriyorlar. Bu halka göre 'öteki' kavramı bulunmuyor. İnsanlar birdir ve Tanrısal birliğin bir parçasıdır. Her şey yaşamın içinde uyum içinde varlığını sürdürür. İnsanlar da bu uyumun içinde bir yere sahiptir. Ancak kendi doğasına yabancılaşan mutant insanlar bu uyumu bozarlar. Bu uzun yürüyüşte onlara eşlik eden yazarın, mutant olarak geçirdiği yaşamının yüklerini geride bırakıp kendi özüyle, dolayısıyla yaşamın özüyle, birlik içinde ilerleyebilmesi için kendi öğretilerini kendisinin bulmasını sağlıyorlar. 

Kitapta olaylar gerçekten yaşanmış gibi anlatılıyor. Yazar yıllarca kitapta anlatılanların doğru olmadığı yönünde baskılara maruz kalmış. Sonrasında kitabın genel hikayesinin sahte olduğunu itiraf etmiş. Kitap genel olarak anlamlı mesajlar veriyor. Sahip olmaktansa var olma düşüncesi, yaşamda varlığımıza kattığımız şeyler için şükran duyma, doğadan geleni doğaya geri bırakma, doğanın bir parçası olduğumuzu unutmama gibi kitapta aktarılan düşünceleri hayatımıza gerçek anlamda uyumlayabilirsek, yaşamımızda pozitif bir değişim gözleyeceğimiz bir gerçek.

(27.12.21)


Açlık (Knut Hamsun) | Kitap Yorumu

Yazar: Knut Hamsun, Çevirmen: Behçet Necatigil,
Yayınevi: Varlık Yayınları

Açlık, açlık çeken bir yazarın kendini var etme mücadelesini anlatan bir roman. Bu açlık hem akla ilk gelen anlamıyla fiziksel bir açlık, hem de bir diğer boyutuyla karakterin bilincinde duyduğu psikolojik açlık. Psikolojik olarak hissettiği açlığı doyurmak için fiziksel açlığı deneyimlemek zorunda kalıyor karakter. En büyük tutkusu yazmak. Bunun dışında özel bir bilgimiz yok karakter hakkında. Aynı zamanda kitabın da anlatıcısı olan bu karakterin adını, hayatını, neden o durumda olduğunu; hiçbirini bilmiyoruz. "Yumruğunu yemedikçe kimsenin bırakıp gitmediği o garip şehir Kristiania'da aç açına sürttüğüm günlerdeydi..." cümlesiyle başlıyor roman. Sonra da anlatıcının his ve düşüncelerini merkeze alarak bu yoksul yazarın başından geçen zor günleri okuyoruz. 

Bu öyle bir karakterdi ki, hakkı olan azıcık bir yiyecek yardımını almayı bile gururuna yediremeyip günlerce aç kalmayı göze alabilirdi. Öyle bir karakterdi ki, yeri geldiğinde ağzında ağaç kabuğu çiğnemekten, yeri geldiğinde köpeğime vereceğim diye aldığı kemiklerin kenarlarındaki çiğ etleri yemekten gocunmayıp; üzerine giydiği eski pantolondan utanırdı. Öyle bir karakterdi ki, gerçekten de yumruğunu yer ama yine de düşkün durumda olduğunu kimseye belli etmemek için çırpınırdı. 

Kitabı Behçet Necatigil'in çevirisinden okudum. Bir kitabın çevirisinin ne kadar önemli olduğunu bu kitapla bir kez daha gördüm. Çünkü böyle edebi metinleri çevirmek de bir yerde yazarlık yapmak. Yazarın kendine özgü anlatımının dinamiklerini bozmadan çeviri yapmak en zoru olmalı. Her şeyden öte, kitabın dilinden aşırı tat aldım. Daha ilk sayfalarından itibaren büyüledi kitap beni. Karakterin içinde bulunduğu çaresizlik ve coşkunluğunu ben de derinden hissettim. 

Kitaptan gerçekten çok etkilendim. Gerek dil ve anlatım, gerek kurgu ve işleyiş bakımından çok başarılı olduğunu düşünüyorum. Buna karşın, tam da kitabı okuduğum sırada, yazarın nazi sempatizanı olduğunu öğrendim. Açlık kitabında yazar bu konudaki görüşlerine yer vermemiş. Ancak yazarın dünya görüşü benim kendisine bakış açımı pek tabii etkiledi ve hayal kırıklığı yaşattı diyebilirim.

(03.01.23)


Dracula (Bram Stoker) | Kitap Yorumu

Yazar: Bram Stoker, Çevirmen: Niran Elçi,
Yayınevi: İthaki Yayınları

Karpat Dağları’nın üzerinden azametle yükselen eski şatoya ayak basan genç avukat Jonathan Harker’ın hayatı o günden itibaren değişir. Kont Dracula isimli soylu bir beyefendi olan tuhaf ve ürkütücü ev sahibi, Londra’ya taşınmak üzere işlemler başlatmıştır. Jonathan ise bu işlemlerle ilgilenen avukattır. Bu şatoda tutsak olarak geçirdiği günler boyunca korkutucu deneyimler edinir. Bu sırada da Dracula Londra’da yeni yaşamına adım atar. 

Jonathan’ın Londra’daki nişanlısı Mina, Jonathan’ın yolunu gözlerken arkadaşı Lucy’nin yanına ziyarete gider. Evlilik hazırlıkları yapan Lucy’nin iki büyük sıkıntısı vardır. Lucy’nin annesi çok hastadır. Kalbinden hasta olan bu kadın, alacağı ani bir haberle bile ölebilir. Bunun dışında Lucy uyurgezerdir. Yine bir gece yatağından kalkar ve dışarıya çıkar. Dracula’nın öpücüğüyle tanışan Lucy, arkadaşı Mina tarafından kurtarılsa da o geceden sonra bir daha eskisi gibi olmaz. Van Helsing isimli tuhaf ve zeki bir adam ise Lucy’i iyileştirmek üzere karakterlerimizin hayatlarına girer ve Kont Dracula’nın yüzyıllara yayılmış karanlık hükümdarlığını sona erdirmek üzere karakterlerimiz birlik olurlar. 

Kitap Mina Murray, Jonathan Harker, Dr. Seward ve Lucy Westenra’nın günlüklerinden, bazı gazete haberleri ve kısa notlardan oluşmaktadır. 

Kitaba başlarken beğeneceğimi düşünmüştüm. Ancak kitap düşündüğümden çok daha sürükleyici bir olay örgüsüne sahip çıktı. Dizi izlermişçesine bir bölüm daha diye diye kitabı okudum. İlgisini çekenlere kitabı öneririm. Hem, korku edebiyatında yer etmiş bu vampirlerin atasını daha yakından tanımak heyecanlı olabilir.

(05.09.22)


Kumadam (E. T. A. Hoffmann) | Kitap Yorumu

Yazar: E. T. A. Hoffmann, Çevirmen: Anıl Alacaoğlu,
Yayınevi: İthaki Yayınları

Benim okuduğum İthaki Yayınları'nın çıkardığı baskıda Hoffmann'ın iki öyküsü yer alıyor. Bunlardan ilki kitaba da ismini veren Kumadam, diğeri ise Issız Ev isimli öykü. 

Kumadam isimli öykü üç mektupla başlıyor. Bu mektuplarda öykünün ana karakteri olan Nathanael’in duygu durumundan haberdar oluyoruz. Sonrasında sözü yazar alıyor ve biz okurlara Nathanael’in çocukluk yıllarından başlayan öyküsünü anlatıyor. Nathanael için kum adam, çocukken annesinin ona uyuması için anlattığı korku hikayelerine hapsolmuş uyumayan çocukların gözlerini çalan bir yaratıktan çok daha fazlası. Her akşam belli bir saatten sonra annesinin çocukları apar topar yatağına yatırıp uyumasını söylemesi ve babasının tüm gece odasına kapanıp tuhaf sesler eşliğinde çalışması, Nathanael'in zihnindeki yaratık imgesini kanlı canlı bir karakter olarak düşünmesi için bir nevi kıvılcım oluyor. 

Nathanael her gece evlerine gelen korkunç misafirin hiç de haz etmediği tanıdıkları yaşlı avukat Coppelius olduğunu görüyor. Bu şokla birlikte kendini belli etmesi üzerine Nathanael için yetişkin bir insan olduğunda bile gizemini koruyan bir dizi olayın fitili ateşlenmiş oluyor. Bu olayların en sarsıcı olanı ise babasının ani ölümü. Bu ölümden kum adamı sorumlu tutan Nathanael'in yolu bir kez daha kum adam karakteriyle kesişiyor ve bu tetiklenme ile birlikte Nathanael'in yaşamında değişimler meydana geliyor. 

Kitapta yer alan ikinci öykü olan Issız Ev'de de yine ürkütücü bir karakterin başrolde olduğu gizemli ve gerilimli bir öykü okuyoruz. Bu öyküde Theodor’un bir seyahatinde başından geçen tuhaf olayları anlatıyor. Theodor’un ilgisini lüks binaların arasında kalmış derme çatma bir bina çekiyor. Her gün bu binayı gözlemleyen Theodor, bu binaya ve içindekilere karşı koyamadığı bir güle çekiliyor. 

Her ne kadar kitabın arka kapağını kapattığımda istediğim tatmin olma hissine sahip olamasam da, her iki öyküyü de genel olarak beğendim. Her iki öyküyü de kurgu olarak sürükleyici, anlatım olarak akıcı buldum. İlgisini çekenlere öneririm.

Kitaplarla kalın.

(12.09.22)


Not: Bu kitap yorumu yazısı reklam değildir, kitap önerisidir.


Kanını Satan Adam (Yu Hua) | Kitap Yorumu

Yazar: Yu Hua, Çevirmen: Erdem Kurtuldu,
Yayınevi: Jaguar Kitap

Xu Sanguan, küçük yaşta babasını kaybetmiş ve annesi tarafından terk edilmiş genç bir adam. Köyüne gittiği bir gün kan satmaya dair söylentiler duyuyor. Bu köydeki insanlara göre kan satmak insanın sağlıklı olduğunu gösteren bir işaret. Hatta kan satmayan gençler sağlıksız olarak görülüyor ve evlenmek dahil pek çok konuda zorluk yaşıyor. Xu Sanguan da bu öğrendikleri üzerine kanını satıyor. Eline bol miktarda para geçince bu parayla şehirdeki yaşamına dönüp Xu Yulan isimli genç bir kadınla evleniyor. 

İkilinin üç erkek çocuğu oluyor. Ancak çocuklar büyüdükçe en büyük çocuk olan Yile'nin Xu Yulan'ın eski sevgilisine benzediği dedikoduları çıkıyor. Bunun üzerine Xu Sanguan, dokuz yıl boyunca kendi çocuğu gibi baktığı çocuğun başkasının çocuğu olmasıyla yüzleşiyor. İlk aile draması da bu oluyor. Bu olayı takip edecek başka ailevi meseleler de oluyor. Tüm bu kişisel olayların etrafında ise dönemin Çin'inde gerçekleşen toplumsal olayları görüyoruz. 

1949'daki iç savaş sırasında başa geçen Çin Komünist Partisi ve Komünist Ordu, Mao Zedong liderliğinde Çin yönetimini ele geçiriyor. Akabinde Kültür Devrimi adını verdikleri hareket ile halk büyük bir sefaletin içine düşüyor. Savaş ve kıtlık zamanlarında pek çok vatandaş gibi Xu Sanguan ve ailesi de zor günler geçiriyor. 

Bu zor dönemde tek sorun kıtlık da değildi. Dönemin baskıcı rejimi, insanları küçücük sebeplerden bile ağır bir şekilde yargılayabiliyordu. İnsanlar kolayca birbirlerine iftira atabiliyor ve bu iftiraların aslı astarı bile araştırılmıyordu. Bu durumdan Xu ailesi de payını alıyor. 

Daha evvel yine aynı yazarın Yaşamak isimli kitabını okumuş ve çok beğenmiştim. Kanını Satan Adam kurgu ve anlatım yönünden bana göre daha hafif bir kitaptı. Ancak Kanını Satan Adam'ı okurken daha çok eğlendim diyebilirim. Her iki kitapta da Mao Dönemi'nde Çin'de halkın yaşadıklarını bir ailenin üzerinden görüyorduk. Bu da tarihsel olayların sonuçlarını çarpıcı bir şekilde görmeyi sağlayan bir durumdu. İlgisini çekenlere kitabı öneriyorum. Ben çok sevdim.

(04.03.22)


Not: Bu kitap yorumu yazısı reklam değildir, kitap önerisidir.


Genç Bir Doktorun Anıları (Mihail Bulgakov) | Kitap Yorumu

Yazar: Mihail Bulgakov, Çevirmen: Tuğba Bolat,
Yayınevi: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları

Kitap, tıpkı adında da ifade edildiği üzere yeni mezun olmuş genç bir doktorun anılarından oluşuyor. Bu doktor ilk görev yeri için yetersiz olanaklar ve kötü iklim koşullarıyla çevrili, şehirden uzakta bir yerde bulunuyor. Ancak fiziki koşullardaki bu yetersizlikler bir yana; bu genç doktor, hem doktorluğun verdiği sorumluluk ve vicdan yüküyle hem de yerel halkın cehaletiyle savaş vermekte. Kitap boyunca da karakterin karşılaştığı dokuz farklı vakayı okuyoruz. 

Kitabın yazarı aynı zamanda bir doktor. Kitabın ana karakterinin de bir noktaya kadar yazarın kendisi olduğunu düşünüyorum zaten. Karakterin duygu durumu öyle güzel yansıtılmıştı ki, kitabı okurken sanki ben de o ücra yerde onun yanı başında bulunuyordum. Doktorluğun çok zor bir meslek olduğu su götürmez bir gerçek. Bir de hiç deneyimi olmayan yeni mezun bir doktorun en zor koşullarda, üstelik herhangi bir konuda fikir alabileceği kimsenin olmadığı bir yerde çalışmaya başladığını düşünün. Üstelik tüm bunlara ek olarak yerel halk da kendi bildiği doğrulardan (!) şaşmayan, çoğu durumda tedaviye dudak büken hastalardan oluşuyor. Ancak tüm bu zorlukların arasında her ne kadar içsel çatışmalar ve tereddütler yaşasa da, ana karakter olaylara cesurca yaklaşıyor ve iç dünyasındaki belirsizlikleri kararlı duruşuyla bir kenara itiyordu. 

Kitaptaki vakaları ilgiyle okudum. Kitaptaki akış bir dizi\ film akışı gibi okurun zihninde görüntüleri bir araya getirerek ilerliyordu. Bu da kitabı sürükleyici kılan bir özellikti. Bunun yanı sıra, kitabın dilini de çok başarılı buldum.

(10.04.22)


Not: Bu kitap yorumu yazısı reklam değildir, kitap önerisidir.


Kelt Şafağı (William Butler Yeats) | Kitap Yorumu

Yazar: William Butler Yeats, Çevirmen: Ali Karabayram,
Yayınevi: Dedalus Kitap


''Umut ve Belleğin bir kız çocuğu vardır ve onun adı Sanat'tır ve insanların giyitlerini savaş sancağı olarak çatallı dallara astığı umutsuz düzlüklerden uzakta kurmuştur yurtluğunu. Ey sevgili kızı Umut ve Belleğin, biraz benimle kal.'' (Sayfa 13)


Kitap kırk beş bölümden oluşuyor. Bu kısa kısa bölümlerde Kelt kültüründe yer etmiş ve başrolünde çeşitli doğaüstü yaratıkların bulunduğu masallar yer alıyor. Yazar, kitapta yer alan masalların birçoğunu Paddy Flynn isimli bir adamdan dinlediğini kitabın ilk bölümlerinde ifade etmiş. Açıkçası bu adamın da gerçek bir insan mı yoksa yazarın düş gücünün bir ürünü mü olduğu konusunda şüphelerim var. Ancak zaten bu önemli bir ayrıntı da değil. Kitabın karakterleri her bölümde değişiyor. Her bölümde farklı kişilerin veya toplulukların başından geçen doğaüstü olayları okuyoruz. 


''Zaman yok olup gider 

Sönmüş bir mum gibi...'' (Sayfa 9)


Yazar kendisine anlatılmış olağanüstü öyküleri biz okurlarına anlatıyor. Bu öykülerin ilginç olmakla birlikte kendi içinde kopmalara sahip olduğunu düşünüyorum. Bu nedenle kitabı okurken dikkatimi toplamam zor oldu. Her ne kadar kitabın bölümleri kısacık olsalar da, olaylar arasındaki bağlantıyı kaybetmemem için kitabı sessiz bir ortamda, kendimi tam olarak vererek okumam gerekiyordu. Kitabın bölümleri birbirinden bağımsız olmakla birlikte, bir bölümün içinde anlatılan hikayede de birbirinden farklı karakterlerin başından geçen olaylara atlamalar yapılmıştı. Bu da dediğim gibi bende odaklanma sorunu oluşturdu. Ancak bunun dışında yazarın gerek dili kullanım biçimini, gerekse hikayeleri anlatırken aralara serpiştirdiği kendi fikirlerini okumak güzeldi. Yazar gerçek dünyayla hayal dünyamızı birbiri içerisinde eritebildiğimizde iyilik ve güzelliği hissedebileceğimizi ve kendi gerçekliğimizle uyum içerisinde olabileceğimizi sezdiriyor gibiydi.

(22.08.22)


Not: Bu kitap yorumu yazısı reklam değildir, kitap önerisidir.


Büyülü Kuş (Italo Calvino) | Kitap Yorumu

Yazar: Italo Calvino, Çevirmen: Meryem Mine Çilingiroğlu,
Yayınevi: YKY


''Gökten üç elma düşmüş yuvarlanmış, 
Herkes payına düşen elmayı almış.'' (Sayfa 241)


Kitabı gördüğüm an vurulmuştum. Daha kapağıyla bile beni alıp başka başka diyarlara götürmüştü. İtalyan masallarını okumak ise hoş olacaktı. İçimde kıpır kıpır bir hevesle kitabı kütüphaneden ödünç aldım. Kitap, İtalo Calvino'nun derlediği İtalyan halk masallarından oluşuyor. Yazar, büyük ölçüde aslına sadık kalarak derlediği bu masallara kitabında yer vermiş. 

Kitaba büyük bir hevesle başlamıştım. Ancak kitabın ilk bölümlerindeki masallar beni hayal kırıklığına uğrattılar. Masallar eğlenceli olmasına eğlencelilerdi ancak elle tutulur bir olay akışı olmadığı gibi, içeriğinde absürt bir şekilde dile getirilmiş ceza sistemleri vardı. Ödül\ ceza sisteminde belli bir işleyiş yoktu. 

Kitaptaki başlıklar ise olumsuz eleştiri yönelteceğim bir diğer konu. Kitapta Kız Çocuklara Masallar başlıklı bir alt bölüm yer alıyor. Masalların cinsiyete bağlı olarak ayrıştırılmasını doğru bulmuyorum. Cinsiyetlere bağlı olarak gelişen toplumsal rolleri belirginleştirici bir ayrıştırma yapılması hoşuma gitmedi. 

Olumsuz eleştirilerim bunlardı. Neyse ki eleştirilerimin olumlu olanları da var. Özellikle de Acıklı Masallar başlığı altında yer alıp asla acıklı olmayan masalları beğendim. Bu masalların ortak noktası ise olay akışının sistemli bir şekilde ilerlemesi, iyi-kötü dengesinin sağlanması; dostluk, sevgi, cesaret, eğlence, macera ve biraz da aşkın yer almasıydı. 

Masallar kısa kısa olduğu için kitabı okuması da kolay. Ayrıca kitabın içerisinde yer alan çizimlere de bayıldığımı söylemeden geçemeyeceğim. Hatta belki de kitaba dair en çok sevdiğim özellik çizimleriydi. İnsana yeni masallar yazmak için bile ilham verebilecek denli güzel çizimlerdi. 

Özetle, okuduğum için memnun olduğum ancak her masalını beğenmediğim bir kitaptı. Masalların çocuklar üzerinde etki gücü bulunduğunu düşünüyorum ve bu nedenle de içerisinde her türlü ayrımcılık, haksızlık ve şiddeti içeren unsurların yer almaması, verilen mesajlara dikkat edilmesi gerektiğini düşünüyorum. Bu masalların bu nedenle de çocuklardan ziyade yetişkinlere hitap edeceği kanısındayım. 

Kitaplarla kalın.

(Ocak, 2023)


Not: Bu kitap yorumu yazısı reklam değildir, kitap önerisidir.


Masallar (Hermann Hesse) | Kitap Yorumu

Yazar: Hermann Hesse, Çevirmen: İris Kantemir,
Yayınevi: Can Yayınları

Kitapta yazarın kaleme aldığı yirmi beş masal yer alıyor. Bakmayın masal dediğime, bu masallar öyle çocukken dinlediklerimize hiç mi hiç benzemiyor. Bu masallar belki içlerinde köle cüceler, uzak diyarlardaki yorgun krallar, efsanevi kuşlar, her dileği istisnasız yerine getiren büyücüler ve daha nicelerini barındırıyor; ama okura mutlu sonlar vadetmiyor. Hatta bu masallar için acımasız masallar desek... Yok hayır; bu tanımlama, söz konusu bu masallar için acımasız bir yaklaşım olurdu. Daha ziyade gerçek demeliyiz sanırım. Bu masallar, masal türünün olağanüstülüklerini bünyesinde barındırsa da; gerek dil anlatım olarak, gerekse olayların akışı olarak tipik masal formuna uymuyorlar.

İyinin ve kötünün zıtlığı bu masallarda da ön plana çıkıyor. Tabii şu ödül ve ceza mevzusu da. Ancak burada yazar, bana kalırsa, kendi bakış açısını da dahil etmiş. Ödül ve cezalar -bazen tüm olağanüstülüklerine karşın- hayattan kopmadan, gerçekliği yansıtarak yerini buluyordu. Zaten kitabın dili de masallarda kullanılan duyulan, yani mış'lı, geçmiş zaman ekiyle yazılmamış durumda. Tüm bu nedenler dolayısıyla, kitabı okurken masal değil de, içine fantastik unsurlar serpilmiş hikayeler okuyor gibi hissettim kendimi.

Kitaptaki masallarda merak unsuru ön planda olduğu için sürükleyicilik korunmuştu. Kitap akıcı olmasının yanı sıra, dilin kullanımı bakımından oldukça zengindi. Yazar öyle bir dil kullanmış ki, her yeni masalda kendimi başka bir mekanda buldum desem yeridir. Kitapta anlatılanların da yanı sıra, yazarın anlatım biçimini fazlasıyla beğendim. En beğendiğim masallar ise; Augustus, Ozan, Faldum, Devlet, Bir Sobayla Söyleşi, Kuş, İki Kardeş oldu.

Yazar bazı masallarda tamamiyle olağanüstülükleri ön planda tutarken; bazı masallarda bu olağanüstülüklerin arasına toplumsal eleştirilerini de katmış. Örneğin savaş karşıtlığına, savaşın ve sevgisizliğin bireyler ve toplumlar üzerindeki yıkıcı etkilerine yer vermiş. Bunu salt bir didaktiklikle de yapmamış; olaylara yedirerek, olayların bir parçası, bir arka planı olarak okurlarına sunmuş.

Kitaplarla kalın.

(06.07.22)


Not: Bu kitap yorumu yazısı reklam değildir, kitap önerisidir.


Dalgaların Sesi (Yukio Mişima) | Kitap Yorumu

Yazar: Yukio Mişima, Çevirmen: Zeyyat Selimoğlu,
Yayınevi: Can Yayınları

Olaylar Uta-Jima isimli bir adada geçiyor. Kitabın daha ilk sayfalarında tuvaldeki bir resme bakar gibi hissediyoruz kendimizi. Yazar mekanın kuşbakışı görüntüsünü anlatmakla başlıyor. Sonra yavaş yavaş adanın içine giriyor ve biz de mekanı daha detaylı okuyoruz. En sonunda bu mekandaki asıl kahramanımız karşılıyor bizi: Şinji. Şinji balıkçılık yapan genç bir denizci. Babasının ölümünden sonra annesi ve kardeşinin geçimini o üstlenmiş. Bir gün sahilde daha önce adada görmediği bir kıza rastlıyor: Hatsue'ye. Hatsue ise adanın en zengin kişisinin kızı. Üstelik Hatsue'nin babası adada sözü geçen, herkesin çekindiği, sert bir adam. Zengin kız Hatsue ile fakir oğlan Şinji'nin birbirlerine kavuşmak için önlerinde bir sürü engel var. Ancak kararlılıkları ve aşkları onların pusulası. Kitap boyunca bir yandan Hatsue-Şinji aşkının hikayesini okurken, diğer yandan ada halkının yaşamını kelimeler aracılığıyla adeta izliyoruz. 

Bazı yazarlar\ kitaplar okuruna adeta yazarlık dersi veriyor. Dalgaların Sesi Mişima'dan okuduğum ilk kitap olmasına karşın yazarın kendine has tarzını daha ilk satırlarda dahi hissettim. Öyle bir mekan betimlemesi yapmış ki yazar, sanki kitap boyunca okur olarak ben de o mekanda geziniyor gibi hissettim kendimi. Diğer yandan, kitap adeta denizi anlatıyor okura. Hatta bahsi daha da arttırıyorum ve diyorum ki; kitap sanki Hatsue ve Şinji'nin aşkının değil de, daha ziyade denizin öyküsünü anlatıyor gibiydi. 

Aslına bakarsanız, Şinji ve Hatsue'nin aşkıyla deniz arasında benzerlik kurmak da mümkün. Onların aşkı da tıpkı deniz gibi kimi zaman ne getireceği bilinmezken, kimi zaman sakin ve huzurluydu. Aynı zamanda deniz, ada halkının geçim kaynağı, yaşamlarının doğal bir parçası. Öyle ki, adada yaşayan kadın-erkek, genç-yaşlı herkes gerek fiziksel, gerekse ruhsal olarak adeta denizle bütünleşmiş durumdalar. Diğer cepheye yani Hatsue-Şinji aşkına döndüğümüzde de benzer bir durum görüyoruz; onlar için de aşkları tıpkı ada halkının denizle olan bağı gibi güçlü bir şekilde onları sarıp sarmalamış, onlarla adeta bütünleşmiş durumda. 

Kitabın hikâyesinden de ziyade, hikâyenin anlatılış biçimi etkiledi beni. 

Kitaplarla kalın.

(30.03.22)


Not: Bu kitap yorumu yazısı reklam değildir, kitap önerisidir.


Bitmemiş Hikayeler Kütüphanesi (Sachiko Kashiwaba) | Kitap Yorumu

Yazar: Sachiko Kashiwaba, Çevirmen: Levent Toksöz,
Yayınevi: Kelime Yayınları

Bazen bazı kitap karakterlerine çok bağlanırız. Onların yolculuğunun bir kısmına okuduğumuz kitap aracılığıyla tanık oluruz. Peki ya sonrası? O karakterler, biz kitabın arka kapağını kapattıktan sonra ne yaparlar? Bunun cevabını her zaman için tam olarak bilemesek de, bazen o karakterler aklımıza düşerler. En sevdiğim karakter! deriz. Veya... Nefret ettiğim karakter! Peki ya onlar, evet evet karakterler, onlar okurları hakkında ne düşünürler acaba? Okurlarını severler mi, nefret mi ederler? Peki ya onlar da sonrasında okurlarının yaşamlarında neler olduğunu merak ederler mi? 

Momo, kırklı yaşlarında yalnız yaşayan bir kadın. Çalıştığı şirketin batmasının ardından hayatı tepetaklak oluyor. Tam da o sırada, çocukken yaşadığı kasabadan bir telefon alıyor. Yıllardır hiç görmediği halasının çok hasta olduğuna dair bir telefon. Momo hiçbir bağ hissetmediği bu akrabasının yanına gitmeyi başta düşünmese de, aldığı telefonların ardı arkası kesilmediği için daha fazla bahane üretemeyerek çocukluğunun geçtiği kasabaya yıllar sonra dönüyor. Amacı halasını ziyaret edip hemen eve dönmek olsa da, evdeki hesap çarşıya uymuyor ve bu kasabada kendine yeni bir hayat kurmaya başlıyor. Küçük bir kasaba olan bu yerde, çok küçük ve çok da gizemli bir kütüphanede çalışmaya başlıyor. Herkesin çığlık çığlığa kaçıp işi bıraktığı bu kütüphanede Momo da garip olaylara tanık oluyor. 

Bu garip olayların ana kahramanları ise sırasıyla; Çıplak Kral masalından Çıplak Kral, Kurt ve Yedi Küçük Oğlak masalından Kurt Kral Lobo, Prenses Uriko masalından haylaz peri çocuk Amanocaku ve İkisi de Arkadaşça masalından Hayalet Ben oluyor. Bu karakterlerin hepsi kütüphane görevlisi Momo Hanım'dan onların masallarını okuyan ve sonrasında hayatlarının nasıl ilerlediğini çok merak ettikleri bir okurlarını bulmalarını ve hikâyelerinin devamını öğrenmeleri için yardım etmesini istiyorlar. Kitapta dört bölüm yer alıyor ve her bölümde bir masal karakterinin okurunu arayış sürecini okuyoruz. 

Kitapta her an bir macera vardı ve sayfaları merakla çevirdim. Ama bunun da yanı sıra en sevdiğim durum, Momo Hanım ile masal kahramanları arasında gelişen dostluk oldu. 

Kitaplarla kalın.

(22.12.22)


Yabana Doğru (Jon Krakauer) | Kitap Yorumu

Yazar: Jon Krakauer, Çevirmen: Taylan Taftaf,
Yayınevi: Siren Yayınları


''Yaşadığım bu hayat benim seçimim.''

- Christopher McCandless


Kitap Christopher McCandless isimli genç bir gezginin biyografisini konu alıyor. Dışarıdan bakan biri için mükemmel bir hayatı var. Orta üst sınıf bir ailede büyümüş, öğrencilik yaşamı boyunca hep başarılı olmuş, potansiyeli yüksek görülen birisi. Belki de tam da bu nedenle, öncelikle ondan beklenenleri yapıyor. Başarılı bir öğrencilik yaşamının ardından en iyi dereceyle üniversiteden mezun oluyor. Sonrasında ise bir gün her şeyi bırakıyor. Banka hesabındaki tüm parayı bir hayır kurumuna bağışlıyor, tüm eşyalarını satıyor ve son olarak kendine Alexander Süperberduş takma adını vererek Alaska'da yaban hayatını deneyimlemek üzere yollara düşüyor. Kitap boyunca Alex kimliğindeki Chris'in yaban hayatına yaptığı bu yolculukta yaşadıklarını okuyoruz. 

Kitabın içeriği için yalnızca Chris'in yabani hayattaki yaşamını anlattığını söylemek yeterli olmayacaktır. Kitabı kaleme alan yazar da bir dağcı. Chris'in ölümü bu nedenle kendisinin ilgisini çekmiş ve bir dergide bu ölümle ilgili bir makale yayınlamış. Sonrasında dergiye bu makaleyle ilgili iyi ve kötü pek çok mesaj gelmiş. Kimisi Chris'in cesaretini överken, kimisi yaptığını eleştirmiş ve bu konunun dergide işlenmesini gereksiz olarak nitelendirmiş. Makalenin yazarı da hem bu nedenle, hem de Chris'in eylemlerini şekillendiren nedenleri bulmak amacıyla onun Chris ve Alex olarak iletişimde bulunduğu insanlardan öğrendiklerini bir biyografi olarak kaleme almış. 

Ben Chris'in ilgi çekmek isteyen bir gezgin veya cesur bir genç olduğunu düşünmüyorum. Ben onun kendini aradığını veya dünyanın adaletsizliğine başkaldırdığını da düşünmüyorum. Chris'in kendinden kaçan bir insan olduğunu düşünüyorum. Aynı zamanda kararlarının getirdiği sonuçların ardında durmasını önemli buluyorum. İlgisini çekenlere hem kitabı, hem de kitaptan Into the Wild ismiyle uyarlanmış filmi öneririm.

(02.01.23)


Bir Çöküşün Öyküsü (Stefan Zweig) | Kitap Yorumu

Yazar: Stefan Zweig, Çevirmen: Regaip Minareci,
Yayınevi: İş Bankası Kültür Yayınları

Kitap XV. Louis Dönemi'nde geçiyor. Fransız sarayında sözü geçen Madame de Prie isimli aristokrat bir kadın, gözden düşmesi sonucunda Normandiya'ya sürülüyor. Kırsalda köylü insanlarla geçirdiği bu yeni yaşam ilk zamanlar ona çekici geliyor. Ancak bu kendini oyalama hali fazla uzun sürmüyor ve Madame de Prie Paris'teki göz önündeki yaşamını özlüyor. Bu özlem hissiyle birlikte kendini yalnız ve çaresiz hissederek yataklara düşüyor. Yeni hayatında da onu oyalayacak yeni eğlenceler üretmeye çalışıyor ama insanlar tarafından unutulduğunu düşünmek bile onu çileden çıkarıyor. Bunun için de kendine yeni bir plan hazırlıyor. Artık hayattaki tek amacı bu son oyununu kusursuzca oynamak oluyor. Kitap boyunca da ana karakterin yaşadıklarını ve içinde bulunduğu duruma verdiği tepkileri okuyoruz.

Stefan Zweig, karakterlerinin iç dünyasını yansıtma konusunda çok başarılı bulduğum bir yazar. Bu kitabında da karakterin duygusal çalkantılarını tüm netliğiyle okuruna yansıtabilmişti. Kitap çok kısa bir kitap olmasına karşın, her bir sayfasında ana karakterin içinde bulunduğu sıkıntılı ve değişken ruh halini tüm yoğunluğuyla hissettim. Kitabı benim gözümde asıl ilgi çekici kılan durum ise, kitabın konusunun gerçek yaşama dayanması oldu.

Kitapta, aslında tüm hayatı boyunca kendi dahil herkese yalan söylemiş bir kadının elinden ün, mevki, entrika, kaos, eğlence vb. gibi varlığını tanımladığı şeyler alındığında büyük bir boşluğa düşmesini ve o boşluktaki çırpınmalarını okuyorduk. Yaşamı boyunca taktığı maske çatladıktan sonra bile o maskeyi yüzünde tutmak için tüm yaşamını ortaya koyduğu bir uğraş içine girmişti.

Genelde yalnızlığın insana iyi gelen bir durum olduğuna yönelik anlatımlara rastlıyorum. Bu kitaptaysa tam tersiydi. Karakter kendini o denli yalnız hissediyordu ki, bu yalnızlığı gidermek için her şeyi yapabilecek kadar gözü dönmüştü. Yalnızlığın insana tanıdığı boş alanı doldurabilecek içsel güce sahip olunamadığında, bu his insanı tıpkı kara delikler gibi dipsiz ve bilinmez bir boşluğa mı sürüklüyordu? 

Kitap, yazardan okuduğum kitaplar içinde çok başarılı bulduğum kitaplardan biri oldu.

(09.12.21)


Not: Bu kitap yorumu yazısı reklam değildir, kitap önerisidir.


Cam Kapının Ardı (Natsume Soseki) | Kitap Yorumu

Yazar: Natsume Soseki, Çevirmen: Zeynep G. Baloğlu,
Yayınevi: Africano Kitap

''Endişeliyim, kararsızım, mutsuzum!.. Eğer bütün bir ömür böyle sürüp gidecekse!.. İnsan olmak ne kadar zormuş!''


Natsume Soseki, modern Japon edebiyatının öncü yazarlarından kabul ediliyor. Bu kitabında ise kendi anılarına yer vermiş. Kitap otuz dokuz kısa bölümden oluşuyor ve her bölümde bazen birbirleriyle bağlantısı olan, bazen olmayan anılar mevcut. Bu anıları aracılığıyla yazarı yakından tanımak mümkün. Yazar altı çocuklu bir ailenin son çocuğu olarak dünyaya gelmiş. O doğduğunda anne ve babası çok yaşlıymış. Hatta annesi bu kadar geç yaşta bir kez daha çocuk sahibi olmaktan utandığını sıkça dile getiriyormuş. Soseki, iki yaşına basmadan bir aileye evlatlık olarak verilmiş. Biyolojik anne ve babasından ilgi görmeden büyüdüğü için bu durumun yüreğinde açtığı yaraları hayatı boyunca hissetmiş yazar. 

Kitabı okumaya başladığımda tanımadığım birisiyle karşılıklı oturmanın gerginliğini üstümde hissettim. Bu tanımadığım insana kitabı okudukça aşina olmaya, zamanla da alışmaya başladım. Zaten anladığım kadarıyla yazar da kendi halinde, hatta yer yer çekingen olabilen bir mizaca sahip. Her ne kadar anılarında kendini açıklıkla ifade etse de, bu çekingen hali kelimelerin arasından hissediliyor. 

Kitap, yazarı yakından tanımak için güzel bir tercih olabilir. 

Kitaplarla kalın.

(02.04.22)


Not: Bu kitap yorumu yazısı reklam değildir, kitap önerisidir.


Rüzgarın Şarkısını Dinle (Haruki Murakami) | Kitap Yorumu

Yazar: Haruki Murakami, Çevirmen: Ali Volkan Erdemir,
Yayınevi: Doğan Kitap


''Sonunda, zor cümleler kurmaya gerek olmadığını öğrendim - insanları güzel cümlelerle etkilemeye çalışmama gerek yoktu.'' (Sayfa 159)


Kitap, ana karakteri olan biyoloji bölümü öğrencisi bir gencin evine döndüğü kısa tatil sürecinde yaşadıklarını konu ediniyor. Aslında bu süreçte büyük maceralara atılmıyor karakter. Daha ziyade kendisini tanıtmadan kendisini tanımamızı sağlıyor. Karakterin hayatına giren insanlar aracılığıyla edindiğimiz izlenimler sonrasında onun olaylara ve insanlara bakış açısını kavrıyoruz. 

Rüzgarın Şarkısını Dinle aslında bir roman olmaktan ziyade novella özelliği taşıyan kısa bir kitap. Aynı zamanda yazarın yazdığı ilk kitap. Ancak yazar kitabın çevrilmesine yıllar sonra izin vermiş. Kitap iki kısımdan oluşuyor. İlk kısımda romanı okuyoruz, ikinci kısımda ise yazarın yazarlığa başlayış sürecini anlattığı sunuş yazısını. Açıkçası kitabın ikinci kısmı daha çok ilgimi çekmiş durumda. 

Kitabın en büyük sorununun dağınıklık olduğunu düşünüyorum. Aslında yazarın birbirinden bağımsız gibi görünen pek çok konuya ve düşünceye başka kitaplarında da yer verdiğini görüyoruz; ancak burada önemli olan nokta, bu farklı olay ve durumların iç içe geçip geçmemesi. Bu kitapta olaylar birbirleriyle kaynaşmamıştı; dahası, kitaptaki zaman atlaması sonrasında olaylar arasında kurulan bağlantı zayıf kalmıştı. Bu da anlatımda kopukluk oluşmasına neden olmuş. Sanki yazarın aklında olanlar tam olarak kitaba yansımamış gibiydi. Biz okurlar da yazarın aklını okuyamadığımız için bir şeyler -en azından benim nazarımda- eksik kalmıştı. 

Kitabın ikinci kısmında ise yazarın kendisine ve yazarlık yönüne dair pek çok bilgi elde edebiliyoruz. Bu bakımdan yazara dair bir şeyler öğrenmek için güzel bir tercih olabilir Rüzgarın Şarkısını Dinle.

Kitaplarla kalın.

(20.06.22)


Not: Bu kitap yorumu yazısı reklam değildir, kitap önerisidir.


Popüler Yayınlar