Vahşi Kitap (Juan Villoro) | Kitap Yorumu

Yazar: Juan Villoro, Çevirmen: Bülent Kale,
Yayınevi: Can Çocuk Yayınları

Bazen hiçbir şeyin yolunda gitmediğini düşünürüz. Tam da böyle anlarda pek de hoşlanmadığımız durumlara sabretmek, üstümüze düşen görevleri yerine getirmek ve şikayet etmemeye çalışmak elimizdeki tek seçeneklermiş gibi görünür. 

Juan için de böyleydi. Babasının apar topar evden ayrılması ve annesinin olumsuz ruh hali bir şeylerin ters gittiğini açıkça gösteriyordu. Anne babası boşanan arkadaşları olsa da, bu düzen değişikliği ve gülümsemesini çok sevdiği annesinin üzgün hali, onun için kafa karıştırıcıydı. 

Juan, yaz tatilini tuhaf dayısı Tito'nun evinde geçirmek üzere evden uzaklaştığında asıl garipliklerin başlayacağından bihaberdi. Tito dayı, tüm evi kitaplarla kaplı ve tuhaf alışkanlıkları olan, aslında kimsenin gerçekten tanımadığı bir akrabaydı Juan için. Onunla koca bir yaz tatilini geçirecek olmak hayatı pek de yolunda gitmeyen Juan'a kötü bir sürpriz olmuştu.

Tito dayının evi de tıpkı kendisi gibi tuhaftı. Yer değiştiren kitaplar, kitaplıklardan oluşmuş labirentler ve karanlık okuma odaları... Keşfedilecek bir sürü köşesi bulunan bu evde geçirdiği zaman boyunca Juan, aslında çok önemli bir görevi gerçekleştirmek durumundaydı: Vahşi Kitap'ı bulmak.

Vahşi Kitap kendini yalnızca prinseps okurlara gösteren, henüz yazılmamış bir kitap. Prinseps okur olmak, kitapların sihrini görmeye hazır olmayı ifade ediyor. Tito dayı bu yetenekten yoksun olduğu için Juan'dan yardım istiyor. Juan yaz tatili boyunca Vahşi Kitap'ı bulmak, Korsan Kitap'ı alt etmek ve anne babasının ayrılığı üzerine düşünmek gibi zorlu görevlerle karşı karşıya kalıyor. Neyse ki bu serüvende yalnız değil. Dayısı Tito, kardeşi Carmen, güzel Catalina ve kendini yeniden ve yeniden bıkmadan yazan değişen öyküler hep onunladır.

Kitabı hep bir ''acaba ne olacak'' merakıyla okudum. Özgün bir kurgu, farklı ve gerçekçi karakterler barındıran, macerası bol bir kitaptı. Her ne kadar bazı olayların zorlama bir şekilde ilerlediğini ve gereksiz ayrıntıların olduğunu düşünsem de, dediğim gibi kitabın sonunun nereye bağlanacağını o kadar merak ettim ki, ilgim de canlı kaldı. 

Kitabın değindiği noktaları da genel olarak sevdim. Okuma eylemi ile hayat iç içedir ve aslında bizler yaşantılarımızda edindiğimiz düşünce ve düş gücü kadarınca bir kitabı okuyabiliriz. Diğer bir deyişle bir kitap aslında okurlarının onları anlamlandırdığı ölçüde yazılmıştır ve belki de her seferinde yeniden yazılır. Çünkü bizler zaman içinde değişiriz. Bazen bir metinden anladıklarımızı veya o metnin bize verdiği hisleri, metni okurkenki ruh halimiz bile etkiler. Bu nedenle aynı metni okuyan iki farklı okur bile her ne kadar aynı dil bilgisel girdileri alsalar da, aynı düşünceleri algılayamazlar. Belki kişilerin zevkleri, düşünceleri vs benzerlik gösteriyorsa anlamlandırma biçimleri de benzer olur ama tıpatıp aynı olmaz. Aynı şekilde daima okuyan birisi, yeni bir şeyler üretemez. Yaşamak da gerekir.

Zorlama kısımları olduğunu düşünsem de, genel olarak beğendiğim bir kitap oldu. Kitabın bir film uyarlaması olsa, onu da merakla izlerdim.

Hoşça ve kitaplarla kalın.


Bir Yaz Gecesi Gerçeğinin Rüyası.

 

Yıldızları özlemişim.

Yıldızları izlerken aklımda seninle paylaşabileceğim bir sürü cümle belirdi. O an birkaç cümleyi not aldım bile. Önceden olsa bir koşu yazı yazardım. Neden bilmiyorum. Oysa o not alınmamış cümleler içimde eritilmiş halde, başka şekillerde varlar ve elbet var olacaklar. Belki sözcüklerde, belki eylemlerde, belki bende.

Bir önceki yazımda dolunaya iyi sallamıştım ahahahha. Bu akşam hava hafiften aydınlıktı. Çok karanlık karanlık değildi yani. Bunu Ay'ın ışığına yormuştum ancak ay bir türlü yüzünü bana göstermedi. Onu aradığım yoktu ama göğe bu denli çok ışık veren şeyi görmek istiyordum. Aynı şarkıyı bin beş yüzüncü kez başa sararken evlerin ardından beliren parlaklığa gözüm takıldı. Oydu, güzel Ay.

Sanırım yine özel bir konumunda (öyleymiş, çilek dolunayı diyoolar). Rengi bana pek bir parlak geldi. Belki sen de dolunayı izlemişsindir veya en olmadı görmüşsündür, çevresinde renklerin iç içe geçtiği bir hare var gibiydi sanki değil mi sevgili okur? Pembemsi gibi ama değil de. Böyle hoş bir ışıltı. Yaaa tamam! Seninle inatlaşmıyorum sevgili Dolunay. Bakalım yine bizleri nasıl etkileyecek, içimizde ne medcezirler oluşturacaksın...

Bana bir yıl çok hızlı geçmiş gibi geldi. Yine de sanki yıldızları uzun uzun izlememin üstünden bir asır geçmiş kadar farklı hissettim. Ne garip. Bir şeyin hem bu kadar yakın hem de bu kadar uzak olması.

Yıldızlarla eski günleri yad ettik. Bayram oturması gibiydi. Geç bayram oturması? Ya hani falanca zamanda şunu anlatmıştım size hatırladınız mı? Hani şu zamanlar gözümü kapatıp şuraya gitmiştim, şu anı yaşamıştık birlikte? Şu kişi\ olay vardı hani, bu his vardı, o düşünceleri de mi hatırlamadınız yok artık! 

Ben hatırladım. Ama yıldızlar hatırlamadı. Çünkü düşünerek hatırlamak ile hissederek hatırlamak farklı şeylerdir.

Yine bir yıldız yolculuğu yaptım tabii. Bir yıldız seçtim, kulaklarımda bir müzik. Sonra yoğunlaştım ve gözlerimi kapattım. Hop, o andaydım. Bunu yapmayalı uzun zaman olmuştu. Bu şekilde yapmayalı da. Bu sefer farklı bir şey düşündüm. Acaba yıllar önce bunu düşünmeyi isteseydim ne olurdu? Acaba sorusu geçmiş zaman için sorulduğunda hoş değil. Geçmiş zaman şimdinin çitlerinden başka bir şey değil. İnsan uçsuz bucaksızlığı merak etmeli ve onlar için çabalamalı.

İçimdeki bazı şeylerin kurumasının beni tüketeceğini sanırdım. Oysa belki de kuruyan şey bir yanardağdır! Ve soğumuş yanardağım benim için artık sadece turistik bir mekandır. İçimde aktif volkanlar yok. Bu, önceden olsa kafamı karıştırırdı. Ben yaşamın böyle bir şey olduğunu düşünmüştüm. Böyle olmalı gibi gelmişti. Oysa bu da sadece zamanın bir sonucuymuş. Hareketin bir sonucu. Yaşamanın bir sonucu. Yaşamın bir haresi.

Sanırım tutkunun pek çok parçası var. Ruhun pek çok parçası var. Hareketli, durgun, aç, tok, neşeli, sıkılgan... Ruh hepsinin parçalarının toplamı. Onu yaşamak için çabaladığın sürece, yıldızlar hep parlar. İçinde, dışında. Bir sürü yıldız.

Yıldızlara sorular sorma huyum hala geçmemiş. İnsan bir anda değişemiyor tabi. Bu soru oyununu yanlış zamanda oynadım ben. Meteor yağmuru zamanını denk getirip soracaktım. 

Yaz akşamlarını seviyorum. İnsana güzel bir şeylerin hayalini anımsatıyorlar. Tabii serinse, esiyorsa ve bir sürü yıldızlıysa!


Bulut Delisi (Leyla Ruhan Okyay) | Kitap Yorumu

Yazar: Leyla Ruhan Okyay, Resimleyen: Merve Atılgan,
Yayınevi: Günışığı Kitaplığı

Kitap, Çağla ve arkadaşlarının okulun son aylarında yaşadıklarını konu alıyor. Çağla neşeli, duygusal ve olgun bir çocuk. Bulutları çok seviyor. Hayallerinin arka planını mutlaka bulutlar süslüyor. Çağla ve arkadaşları yıl sonunda Kars'a yapacakları gezi için çok heyecanlılar. Çünkü hayatlarında ilk kez trene binecekler! Bu heyecanla kendi mekanları olan parklarında planlar yapıyor, sohbetler ediyor ve gezi gününü iple çekiyorlar. 

Çağla biz okurlarını arkadaşlarıyla da tanıştırıyor. Kerem, Kiraz, Azad, Esma, Defne, Deniz... Çağla, arkadaşları vesilesiyle hayatı keşfediyor. Başkalarının hayatlarının kendi hayatından ne kadar farklı olabileceğini kavrıyor. Azad ile Kiraz savaş olan topraklardan göç eden çocuklar. Başta sınıfta ayrımcılık ve hatta zorbalığa uğrayan bu çocuklar, Çağla ve arkadaşlarının onları aralarına almasıyla sosyalleşiyor ve kendilerini ifade edebilme alanı buluyorlar.

Kitapta arkadaşlık başta olmak üzere pek çok tema ve konuya yer verilmiş. Çevreye ve doğaya karşı duyarlı olma, topluluk içinde saygılı ve dikkatli olma, yalan söylememe, haksızlığın karşısında doğru tepkiyi gösterebilme, ayrımcılığın ayrımcılığa uğrayan kişiye verdiği zarar, köy ve şehir yaşamı arasındaki farklılıkların kişilere kattıkları ayrı ayrı zenginlikler, farklı kültürlerin tanıtımı ve onlara saygı, herkesin kendine has becerilerinin olabileceği, yardımlaşmanın önemi, farklılıklara karşı saygılı ve açık olmak gibi gibi daha pek çok durum, Çağla'nın günlük yaşamına yayılmış bir şekilde anlatılmıştı. 

Böyle anlatımlar, anlatılanları daha etkileyici ve hatırda kalıcı yapıyor. Bir kazanımı veya öğretiyi çocuklar ve hatta yetişkinlere kazandırmak için direkt olarak ''bu budur'' şeklindeki ifadeler benim fikrime göre bir noktaya kadar etkili oluyor. Ancak yaşanabilir durumlar içinde bu istendik davranışların anlatılması empati kurmayı, yani duygudaşlık yapabilmeyi, sağladığından daha etkili oluyor. Çocuk kitaplarında bu duruma dikkat edilmesinin özellikle önemli olduğunu düşünüyorum. 

Kitaptaki en sevdiğim durum da, kitabın tamamen bir çocuğun algı ve bakışıyla anlatılmış olmasıydı. Özellikle de bir çocuğun gözlerinden anlatılan çocuk kitaplarının bir yetişkinin bakış açısıyla katı ifadelerle ve didaktik yönü ağır basacak şekilde anlatılmasının inandırıcılık faktörünü sağlamadığını düşünüyorum. Aynı zamanda okurlara da neyin doğru neyin yanlış olduğunu anlama ve fikir yürütme alanı tanımadığı fikrindeyim. 

Bu kitap Çağla'nın dilinden anlatıldığı için, onun karakteri ve yaşı göz ardı edilmeden olaylar anlatılmıştı. Olayların ve diğer karakterlerin aktarılış biçiminde Çağla'nın çocuksu neşesini görüyoruz. Büyüyünce bir yönetmen olmak isteyen Çağla, yaşadıklarını bizlere bir film çekermiş gibi aktarıyor. En önemlisi de, kendi özgün filmini çekermiş gibi anlatıyor. Bu ayrıntı benim için kitapta üstünde durmaya değer en önemli durumdu. Çocuklar, bir birey olma yolunda doğru davranış ve erdemleri öğrenmeli ve bunları kendi özgünlükleri ve bireysellikleri göz ardı edilmeden yaşantılarına yansıtmayı öğrenmeliler. Çünkü her insan, her çocuk, biriciktir.

Okurken çok eğlendiğim, hatta keşke ben de yeniden on yaşında olup Çağla ve arkadaşlarının grubunda olsam diye düşündüğüm, tatlı mı tatlı, aynı zamanda öğretici bir kitaptı. Kurgusu, karakterleri ve çizimleriyle kitabı bir bütün olarak çok sevdim. Hatta öyle çok sevdim ki, aşağıda yer verdiğim kitaptan alıntıları ancak bu kadar azaltabildim!

Hoşça ve kitaplarla kalın.


Doğaya Fısıldayan Çocuklar (Luigi Ballerini) | Kitap Yorumu

Yazar: Luigi Ballerini, Çevirmen: Tülin Sadıkoğlu,
Resimleyen: Morena Forza, Yayınevi: Günışığı Kitaplığı

Bazı kitaplar bizi bir arkadaş gibi güldürür. En beklemediğimiz, en ummadığımız anda bizi dürtükler, bizimle konuşur, şakalaşır, duygulandırır ve işte bizi, bir arkadaşımızmış gibi güldürür. Bu kitap da benim için öyleydi.

Kitapta bir dostluğun başlangıç öyküsü anlatılıyor. Nico ile Andrea'nın dostluğunu okuyoruz kitap boyunca. Bu iki çocuğun hayatlarında iz bırakacak arkadaşlıkları bir yaz tatilinde başlıyor. Nico ve ailesi şehirden uzaktaki bir kasabada Andrea'nın ailesinin kiralık evlerine yaz tatili için yerleşiyorlar. Andrea ve Nico birbirinden tamamen zıt karaktere sahip iki çocuk. Nico ne kadar arkadaş canlısı ve dışa dönükse, Andrea bir o kadar içe kapanık ve önyargılı. Kızlarla arkadaş olamayacağına inanan Andrea'nın önyargılarını Nico daha tanıştıkları anda yıkıyor. Tüm yaz tatilini bir arada daima bir şeyler keşfederek geçiren ikili, birbirlerinin yaşamlarını derinden etkiliyor. Özellikle de Nico, Andrea'nın hayatında iz bırakıyor. Çiçeklerle konuşabildiğini söyleyen bu tatlı kız, Andrea'nın kabuğunu kırmasında ve kendine güvenmesinde ona yardımcı oluyor. Üstelik bunu sadece güzel dostluğuyla yapıyor. Nico'nun özel gücü aracılığıyla mutluluk çiçeğinin peşinden giden iki arkadaş, mutluluğun ve çiçeklerin dilini çözmeyi öğreniyor. 

Kitabı baştan sona yüzümde kocaman bir gülümseme ve itiraf ediyorum arada yükselen kıkırtılarımla okudum. Andrea'nın somurtukluğu, Nico'nun itiraz kabul etmezliği, çocukluğun verdiği o coşkun, pervasız ve gerçek hal... En çok da kitapta tamamen gerçekçi karakterlerin oluşturulmasını sevdim. Hiçbir karakter mükemmel değildi. Bir süper kahraman da. Kahramanlar süperliklerini süper olmamalarından ama kendileri olarak güzel şeyler oluşturmalarından alıyordu. Nico'nun süper gücü çiçeklerin dilini anlaması değildi; onun süper gücü, sevgi dolu kalbiydi. Andrea disleksi tanısı almış bir çocuk. Bu nedenle okuldaki derslerinde ve arkadaşlık ilişkilerinde çekingendi. Ailesi tarafından anlaşılmadığını, yaptığı yararlı işlerin görülmediğini düşünmesi onu üzüyordu. Ta ki Nico, Andrea'yı gerçekten görene ve bunu çabasız bir şekilde yapana kadar. Andrea yetenekli olabileceği bir şeylerin varlığını, insanlarla rahatça arkadaşlık edebileceğini ve gönlünce koşup oynayabileceğini Nico'nun arkadaşlığı ile keşfetti.

Çocukların gözünden yetişkinlerin dünyasına da değinilmişti. Andrea ve Nico'ya göre kendilerini harap edene kadar çalışan ve tatillerinin bile keyfini çıkaramayan aileleri, çocukların dünyasına has bazı şeyleri çoktan unutmuşlardı. Bu noktada ebeveynlerin çocukların güçlü ve zayıf yanlarını diğerleri penceresinden değil, çocuğun da bir kişiliği olduğunu unutmadan değerlendirmeleri çok önemli. Yoksa Andrea gibi cesaretleri kırılabilir. Nico'nun ailesi hakkında fazla bir bilgi verilmese de, babasının bizim ikiliye uçurtma yaptığını görüyoruz. Öte yandan onlar, birlikte tatile gidip zaman geçiren bir aile. Nico'nun rahatça sosyalleşebilmesi ve kendini ifade edebilmesinde bu durumun da etkili olması çok muhtemel.

Bizim ikili her yerde mutluluk çiçeğini ararken, mutluluğu çoktan unuttuklarına inandıkları meşgul ebeveynleri ile bu durumu konuşmamışlardı bile. Bunun yerine daha yaşlı olan komşularının ağzını aramaya karar vermişlerdi. Çünkü yaşlılığın da mutluluk gibi elle tutulamayan ama hissedilen şeyleri anlayabileceğimiz bir dönem olduğunu düşünmüşlerdi. Komşuları olan büyükanne onlara mutluluk çiçeğinin papatya olabileceğini, çünkü papatyaların uyumaya yardımcı olduğunu söylemişti. Huysuz komşularının ağzını aramaya gittiklerinde kötü muamele görmüşlerdi. Ancak Nico empatik bir çocuktu ve büyüklerin dünyasına has yalnızlık hissini anlamıştı. Yalnızlığın zamanla öfkeye dönüşebileceğini biliyordu. Mutluluk çiçeği, yalnız kalplerde açmazdı.

İçinde güzel mesajlar olan, kısacık ama dolu dolu, benim okumaktan büyük keyif aldığım bir kitap oldu. Çok sevdim.

Hoşça ve kitaplarla kalın.


Pinokyo'nun Serüvenleri (Carlo Collodi) | Kitap Yorumu

Yazar: Carlo Collodi, Çevirmen: Eren Cendey,
Resimleyen: Sedat Girgin, Yayınevi: Can Çocuk Yayınları

Pinokyo ile tanıştığımda küçük bir kızdım. Zaten kitap okuma eylemi başlı başına büyülüydü benim için. Ancak içerisinde böyle maceralar olan ve ana karakteri benim gibi bir çocuk olan hikayeleri okumaktan ayrıca keyif alırdım. Pinokyo'yu ilk kez resimli bir kitaptan okumuştum. Onun hikayesini, okuduğum o kitabın çizimleri aracılığıyla anımsıyorum. Yaşlı bir adam ve uzun burunlu bir çocuk... Bu çocuğun gittiği her yerden bir çizim vardı. Panayır yeri, dolandırıcılarla karşılaşması, eşeğe dönüşmesi, bir balinanın ağzından kaçışı... Bu, yaramaz bir kuklanın iyi bir çocuğa dönüşme öyküsü.

Pinokyo aslında kötü bir kukla değil. O da her çocuk gibi çok meraklı ve oyuncu. Ancak o, odundan yapılmış bir çocuk. Bir beyni ve kalbi yok. Yaşlı babası Geppetto Usta'yı ve peri annesini çok sevse de, onları hep üzüyor ve hayal kırıklığına uğratıyor. Yolculuğu boyunca talih hep ondan yana oluyor, etrafında hep ona yardım eden ve uyaran canlılar bulunuyor ancak Pinokyo onları hiç önemsemeden kendi keyfine göre safça adımlar atıyor. Kolayca kandırılıyor, sorumluluklarından kaçmak için kolay yolları seçiyor ve sonunda hep üzülüyor.

Pinokyo kitabın başlarında sorunlarını ağlama ve sızlanma yoluyla çözmeye kalkışıyor. Ancak zamanla, yaptığı her davranışın bedelini kendisi ödemeye başladıkça, ağlamaları da kesiliyor. Aslında buradan çıkaracağımız bazı mesajlar var. Bir çocuk yaptığı davranışların sonuçlarını kestiremeyebilir veya onun yerine yaptıklarının sorumluluğunu alan bir başkası olursa, kolay yolu rahatlıkla tekrar seçebilir ve doğru yanlış muhakemesi yapmayı öğrenemez. Bir vicdanı ve aklı kullanmayı bir insan en güzel sorumluluk alarak öğrenebilir. Aslında Pinokyo'nun maceralarında da bunu görüyoruz. Kitabın başında söz dinlemez bir afacan olmanın da ötesinde bencil, sorumsuz, saygısız bir kukla olarak başkalarının peşinden kolayca sürüklenen Pinokyo, kitabın ilerleyen kısımlarında sorumluluk almayı, diğerlerini önemsemeyi ve hatalarından ders çıkarmayı öğrenmiş bir çocuğa dönüşüyor.

Kitabın çevirmeni olan Eren Cendey'in kaleme aldığı ''Geppetto Usta'yı ve Pinokyo'yu Yutan Köpekbalığı'' başlıklı önsöz yazısında ise benim için yeni olan bir bilgi ile karşılaştım. Benim de hatırladığım üzere Pinokyo ile Geppetto Usta'yı yutan bir balinaydı. Ancak o balina aslında orijinal hikayede bir köpekbalığıymış. Bir çeviride hatalı veya değiştirilmiş bir çeviri olması sonucu peşinden gelen tüm çevirilerde de aynı şekilde köpekbalığı yerine balina ifadesi kullanılmış. Bu belki bazı okurlar için pek de büyük bir değişiklik anlamına gelmez ama bence çevirilerin hepsinde aynı hatanın olması çok ilginç bir durum.

Kitapta ayrıca bazı sayfalarda illüstrasyonlar yer alıyor. Biraz karanlık çizimler bunlar. Hatta bana Neil Gaiman'ın Koralin isimli kitabındaki çizimlerin hissini verdiler. Ancak Pinokyo'nun kendisi eğlenceli bir çocuk. Belki hikayesi daha gotik bir temayla yazılmış olsaydı veya bu şekilde bir animasyonu vs çekilse, tamam derdim bu çizimler on numara beş yıldız. Normalde bu tarz farklı dokunuşlara zaten bayılırım. Ancak bu kitapta olmamıştı, pek de hoşuma gitmedi. Bu hoşuma gitmeme durumunda muhtemelen çocukken okuduğum kitabın çizimlerindeki sevimli Pinokyo'nun hatırımda kalışı etkiliydi.

Pinokyo benim için bir çeşit çocukluk arkadaşı. Onunla yıllar sonra yeniden karşılaştığım için mutlu oldum. Ancak kitapta özellikle hayvan karakterlere karşı şiddet içeren ifadeler bulunuyordu. Örneğin; cırcır böceğine, sıpalara, kediye karşı karakterlerin gösterdikleri davranışlar çok yanlıştı. Çocuk kitaplarını okudukça konusu eğlenceli görünen ve aslında yıllar boyunca elden ele dolaşan tüm kitapların masum olmayan yönlerini görür oldum. 

Pinokyo'da masal türünün özelliklerini de görüyoruz. Örneğin olayların sonunda iyilerin ödüllendirilmesi, kötülerin cezalandırılması buna bir örnek. Bu özellik, iyi kötü zıtlığının katı bir şekilde vurgulanması şeklinde kurgu içinde kendini gösteriyor. Bir üst paragrafta bahsettiğim şiddet içeriği ise ''kötülerin şiddet uygulaması'' ve ''kötülere şiddet uygulamak'' şeklinde masum bir kılıfın altına gizleniyor. Yazarın amacının kötü olduğunu da düşünmüyorum. Zaten kitap çok eski bir ilk basıma sahip, yani geçmiş yılların hatalı bakış açılarını içerisinde taşıyan bir kurgu olması olası bir durum ancak bu içerikleri normal karşılamak gerekmiyor. Bir karakter kötü bile olsa (örneğin dolandırıcı kedi) ona şiddet uygulamayı normal kabul edemeyiz. Aynı şekilde bir karakter kötü diye (örneğin Eğlence Ülkesi'nin sahibi kötü adam) onun başka canlılara açık açık şiddet uygulamasına bir çocuk kitabında yer vermek doğru değil. Bunları örneklerle açıklayarak bahsettiğim konuyu da netleştirmek istedim ki havada kalmasın.

Hoşça ve kitaplarla kalın.


Andersen Masalları (Hans Christian Andersen) | Kitap Yorumu

Yazar: Hans Christian Andersen, Çevirmen: Behçet Necatigil,
Yayınevi: Can Çocuk Yayınları

Kitap, kitabın çevirmeni Behçet Necatigil'in kızı Ayşe Sarısayın'ın kaleme aldığı ''Andersen'e, Necatigil'e ve çocukluğumun masallarına dair...'' başlıklı bir önsöz ve on üç masaldan oluşuyor. Bu masallar; Parmak Kız, İmparatorun Yeni Elbiseleri, Bezelye Üstündeki Prenses, Çirkin Ördek Yavrusu, Gelin Güvey, Çoban Kızıyla Ocak Süpürücüsü, Küçük Denizkızı, Yaban Kuğuları, Çam Ağacı, Yiğit Kurşun Asker, Domuz Çobanı, Küçük İda'nın Çiçekleri, Kibritçi Kız'dır.

Hans Christian Andersen, Danimarkalı bir yazar ve şairdir. Yazarın geleneksel masallardan ilham alarak yazdığı masallar, tüm dünyada nesiller boyu dilden dile dolaşmıştır ve aslında bugün de etkisini sürdürmektedir. Aslında yazarın çocukluktan itibaren zor bir yaşamı olmuş. Asıl hayali tiyatro oyuncusu olmakmış. Maddi olanaksızlıklar nedeniyle bu hayalini gerçekleştiremese de üniversite öğrenimi görmüş, pek çok ülke gezmiş ve tüm bu hayat deneyimlerinden ilham alarak okurlarını farklı diyarlara götürecek pek çok masal kaleme almış. Eserleri dünyada en çok dile çevrilen yazarlardan olan Andersen, günümüzde çocuk edebiyatının Nobel'i olarak ifade edilen Hans Christian Andersen Ödülü'ne de ismini vermektedir.

Kitapta yer alan masalların çoğunu birçoğunuz zaten biliyorsunuzdur. Ben de birkaç tanesi dışında hepsini biliyordum. Masallar, bir toplumun kültürünü depolayan ve öğreten önemli bir araç. Aynı şekilde bu kitaptaki gibi farklı bir kültürden çıkan masallar da çeşitli erdemleri aktarmak ve hayal gücünü geliştirmek için yararlı olan bir edebi tür. Masallar günümüzde artık dinleme veya okuma odaklı olmaktan çıkıp daha izleme becerisine hitap eder bir konuma geldi. Animasyon şeklinde kurgulaştırılmış masallar sanıyorum ki daha fazla dikkat çekiyor. Bu durumun da tabi ki hayal gücünü sınırlama, dil becerilerinin kullanımını azaltma ve belki aile üyeleriyle daha az vakit geçirme gibi olumsuz sonuçları olabilir.

Masallar eğitici-öğretici özelliklerinin yanı sıra düş gücümüze iyi gelen, bu nedenle okurlarında genellikle pozitif hisler bırakan bir edebi tür. Bir masalda yaşanan olaylardan dolayı üzüntü, kızgınlık, hayal kırıklığı gibi hisleri anlık olarak hissetsek bile, masalın tümünü düşündüğümüzde pozitif hislere kapılma olasılığımız daha yüksek. Bu kitabı okurken de temelde hissettiğim hisler böyleydi. Masallar tabi daha çok çocukluğumuzla bağdaştırdığımız bir tür olduğu için onları değerlendirirken bazen belki de bu hislere sığınıp onları okuyan yetişkin halimizin gördüğü olumsuz durumları halı altına süpürmeye yakın olabiliyoruz. Ancak ben öyle yapmayacağım.

Kitapta yer alan masalların düş gücünü harekete geçirmek gibi çok önemli bir olumlu özelliği olsa da, masallarda yer alan cinsiyetçilik, sınıf ayrımı ve belki de bu masallar geçmişte yazıldığı için o dönemin düşünce yapısına göre oluşturulmuş neden sonuç ilişkileri pek de sağlıklı değillerdi. Tüm bu masallarda aslında olumsuz örnek ve davranış oluşturan başlıca durumlar mevcut. Güzelliğe yüklenen önem, iyiliğe yüklenen kendi hakkını savunmama davranış kalıbı, kadınların her türlü cefayı çekmesi, kadınların kaderlerinin ve mutlu sonlarının hep kaderin veya bir otorite figürünün ellerinde olması gibi gibi. En mutlu sonların güzel olmak, saray mensubu bir ünvan sahibi olmak, evlenmek vs olması... Tüm bunların özellikle de bilinçaltına sünger gibi her şeyi çeken çocuklarda hatalı ve kısıtlı inanç kalıpları oluşturabileceğini düşünüyorum. Kahraman veya mağdur arketipine bürünmüş insan, günümüzde zaten fazlasıyla mevcut. Tabii tv ve sosyal medya şovlarını düşündüğümüzde masallar çok masum görünüyor ancak bir yanlışı başka yanlışla aklamaya çalışmak da manasız. Çünkü masallar da biraz eleştirel bir gözle onları okuduğumuzda öyle göründükleri gibi ponçik (zararsız) değiller.

Bunun dışında tabi ki masallar çok önemli duygu aktarıcılar aynı zamanda. Tam da bu nedenle zaten kişide olumsuz inanç kalıpları oluşturma durumu güçlü olur. Bir düşünce kalıbı en kalıcı olarak hisle kişide yer bulacaktır. Ancak tam bu noktada, masallarda yer alan zıtlıklardan yararlanarak aslında çok çeşitli etkinlikler oluşturulabilir. Bu etkinlikler ile dinleyicilerin\ okuyucuların karar verme becerilerini geliştirmek üzerine alıştırmalar yapılabilir. Örneğin masalı etkileşimli bir şekilde okumak, yazma etkinliklerinde kullanmak, yaratıcı drama ve tiyatro çalışmaları yapmak gibi etkinliklerde masallardan yararlanılabilir. 

Velhasıl kelam, masallar hayatımızda yolumuzun bir şekilde kesiştiği ve içimizde yer eden edebi bir tür. Benim de çok sevdiğim bir tür. Ancak masalların ardında yatan anlamları da göz ardı etmemek lazım yukarıda da açıkladığım gibi. Bunun dışında bu kitap güzel bir derleme. Başucu kitabı şeklinde de okunabilir. Çocuklara okuturken ise dediğim gibi bir kendi süzgecimizden geçirmekte fayda var. Çünkü çocuklar doğru yanlış ayrımını kolaylıkla yapamayabilirler. Hatta yetişkin okurlar bile yapamayabilirler. Ama derseniz ki bir şey olmaz amannn, yani güzel bir derleme ve çeviri. :)

Hoşça ve kitaplarla kalın.


Kitap Alışverişi #3

Bilir misiniz ki bir marşmiyav, aman marşmelov, deneyi vardır. Buna göre, çocuklara öncesinde bir marşmelov verilir ve marşmelovu veren kişi çocuğa, ''şimdi odadan ayrılacağını geri dönene kadar eğer tabağındaki marşmelovu yemez ise ona ikinci bir tane marşmelov daha vereceğini'' söyler. Deney sahibi odadan ayrılır ve bir süre dönmez. Bu süre zarfında tabağındaki marşmelov ile tek başına kalan çocuğun davranışları incelenir. Deneye katılan bazı çocuklar ikinci marşmolov vaadini reddedip önlerindeki tek marşmelovu yerler. Bazıları bir marşmelovdan daha iyi olan şey iki marşmelovdur fikriyle beklerler. Burada temel amaç iradeyi ölçmekmiş. Yan amaçlar olarak ise hazzı erteleme becerisi, kendini kontrol edebilme, duyguları kontrol edebilme vs gibi durumları ölçüyormuş. Oysa bence sadece kıtlık bilinciyle ilgili bu deney ya! Vallahi bakın... ben bu deneydeki ikinci grup yani bekleyen, sabırlı çocuk olduğumu sanarak yıllarca büyüdüm bu yaşa geldim. Oysaaaa, cık cık cık. Ben, önündeki marşmelovu kaybetmekten inanılmaz, bakın söylesem inanamazsınız o kadar inanılmaz, korkan bir insan olduğum için bu alışverişi kendime ön ödül olarak yaptım. Aahhahahah, böyle de olmadı. Tamam! Biraz da ciddileşelim. Yaniii... normalde bir şeyi başarınca kendimizi ödüllendiririz ve sonrasında bak bunu bunu yaparsan sana şunu alacağım kendim deriz ya, hah işte, ben tersini yaptım. Neyse işte biraz yaşama heyecanım gelsin (evet kipat, aman kitapla, diye) diyeeee şey ettim, alışveriş yaptım.

O zaman toplu bir gülümseme:


Marşmelov deneyinden öğreneceğimiz çok şey var. Ama onu kenara bırakıp kitaplara geçelim. Hangi kitabı neden aldığımı yakın merceğe alıp açıklayacağım ama bir ön açıklama yapar isem... Şurada Sihirli Kız Emekli Oluyor isimli bir kitap var ya, hah işte o kitap ınstagramda karşıma çıktı. Daha evvel de uzaktan görmüşlüğüm vardı kendisini. Ancak almam herhal, kader bizi buluşturursa bir rafta belki derdim. Sonra ne oldu, işte sonra o gün bu kitabı çok istedim ve aman dedim. Zaten birkaç gün öncesinden de yeni kitap isteğiyle dürtülmüştüm. Son olaylardan sonra kendim için keyfi olarak aldığım ilk şey de bu kitaplardı.

Kitapları, yine, Kitap Sepeti'nden aldım. Bazı kitaplarda güzel indirim de vardı, aldıklarım içinde de vardı, ama ben sanki çok zengin biriymişim gibi buna dikkat etmeden paşa keyfime göre çat çat aldım. Yazıda reklam bulunmuyor (zaten üç kişinin okuduğu yazıya neden reklam alayım aaaaa ama işte yine de söylemek gerekiyor imiş aman neyse). Teslimat hızlı oldu, hatta bir tık şaşırdım. 

Peki neyi neden aldım?


Bu iki kitabı alma nedenim tamamen isimleri. Çıtır çerez kitaplar olduğu ilk bakışta belli. Ama çok tatlış değiller miiii? Bir de benim meslektaşlar bakalım nasıl bir cemiyet kurmuşlar da beni çağırmamışlar aaaaa alındım :(


Sevme Sanatı kendimi bildim bileli okumak istediğim bir kitap. Şaka şaka o kadar olur mu yok artık. İşte üniversiteye başladığımdan beri (biteli bile yıllar olmuş peh) okumak istediğim bir kitap. Erich amcama değişik bir sempatim de var nedense (tamamen temelsiz). Okuyayım da temel atayım, sempatime (daha evvel bir buçuk kitabını okudum, o kadar da temelsiz değil biline).

Sanat 101 de o kadar olmasa da bir süredir aklımdaydı. Sonra instagramda iki farklı hesapta karşıma çıktı meraklandım almışım. Aldığımın farkında değildim dermişim... yok yok. Ama ben sepet oluşturuyordum, sonra bir baktım sepetimde bu kitap. Dedim otur otur rahatını bozma. Onu da almış bulundum.


Ölmek İstiyorum Ama Tteokbokki de Yemek İstiyorum tamamen popüler kültürün karşıma çıkardığı ve aslında çok da merak etmediğim ama sitede yüzde elli indirimli görünce sonra ben bunu almam şimdi alayım dediğim bir kitap. Hem zaten Uzak Doğulu yazarlardan okumak istiyordum (kütüphanedekileri yemişim).

Japon Çocuk Öyküleri'ni niye aldığımı açıklamayayım artık. Bloğumu okuyan biri kitaba bakınca anlar aahhahahah.


Bu kitabı spritüel işleri bilinçli olarak araştırmaya başladığım ilk zamanlardan beri merak ediyorum. Pdf'ini bulmuştum ama eski Türkçe miydi artık neydi içimi baymıştı, öylece kalmış. Sonra yine geçen gün instagramda bir hesapta bu kitabı görünce dedim bu bir işaretttt vuhuuuuuuu ahahhahah. Ay neyse merak ediyordum zaten, ben siparişimi verirken son dakikaya kadar da hep bir ben bunları alıyorum ama bir şeyi unuttum hissi vardı. Bu kitap o zaman sepetimde yoktu. Tam, ödeye basıyordum valla. Neyse sonra dur dur bu kitap vardıııı, dedim ve o kadar adımı başa almayı göze alıp çıktım sayfadan bu kitabı da sepetime aldım. Yaaaa kıymetimi bil sevgili kitap da, senden etkileneyim lütfens. 


Vooohh. Vallahi yazarken kendimden yoruldum. Sen iyisin inşallah.

Bu arada alışverişim amacına ulaşmış gibi görünüyor. Kendimi daha iyi hissediyorum. İşte ilk marşmelovu yiyen çocuklar hep böyledir...

Ariversiiiii.


The Scent of Green Papaya (Mùi Du Du Xanh\ Yeşil Papaya’nın Kokusu) | Film Yorumu

 

Yönetmen: Anh Hung Tran 

Senarist: Anh Hung Tran 

Yapım: 1993, Fransa-Vietnam


''Benim... bahçemin... içinde... bir... papaya... ağacı... var... Papaya... dallarda asılı... Olgun papaya... solgun sarı renkli. Olg... olgun papaya... bal gibi tatlı.''


Kaynak: Pinterest

Film, 1950'li yıllarda varlıklı bir ailenin hizmetinde çalışan küçük bir kızın etrafında gelişen olayları konu ediniyor. Mui, ailesinden uzakta varlıklı ama huzursuz bir ailenin hizmetçiliğini yapan on yaşında küçük bir kızdır. Bu aile üç erkek çocuğu, anne baba ve bir büyükanneden oluşur. Evin dedesi yıllar önce ölmüştür, babası ise belli aralıklarla evin tüm parasını (ç)alıp ailesini terk eder. Ailenin küçük kızları yedi yıl evvel aniden ölmüştür. Bu yas, evin her köşesine sinmiştir. Mui, vefat eden bu küçük hanım ile aynı yaştadır. Bu nedenle evin hanımı bu küçük kıza zamanla kendi kızıymışçasına bağlanır. Yine de canayakın, merhametli ve çalışkan bu küçük kız için günler pek de kolay geçmez. 

Filmin ikinci yarısında küçük Mui'nin artık genç bir kadın olduğunu görürüz. Aradan on yıl geçmiştir. Geçen yıllar yaşadığı evi büyük oranda değiştirir. Mui de bu değişimden etkilenir ve başka bir evin hizmetinde çalışmak üzere evden ayrılır. Bu yeni işindeki evin beyi, Mui'nin çocukluk aşkıdır. 

Film, izleyicisine yağmurlu bir günün manzaralarını sunarmışçasına dingin, loş ve bazıları için ferahlatıcı, bazıları için bunaltıcı, yavaş bir akışa sahipti. Filmin her sahnesi adeta bir fotoğraf karesi estetiğindeydi, izlemelere doyamadım. Bu sahnelere eşlik eden kuş cıvıltıları, yağmur ve rüzgarın sesi dinginlik vericiydi. Diyalogların azlığı ve olayların doğal yaşam akışında yavaş anlatılması belki kimi izleyicide sıkılma hissi oluşturabilir ancak bu tip bir akışı sevenler için eşsiz bir izleme deneyimi olacaktır. Uzak Doğu kültürünü yansıtan filmlerde kullanılan renk paletini seviyorum. Bu filmde kullanılan renkler de filmin hüzünlü, nostaljik ve karakterlerin her şeye rağmen ümitli bekleyişlerinin hissini izleyicisine geçiriyordu.

Uzun zamandır bu tarz bir film izlemediğimden mi bilmem, ben filmi izlemelere doyamadım. Karakterler, mekanlar, sessizliğe sinmiş hisler... Hepsi çok gerçekti. Evin hanımının çaresizliği, büyükannenin yalnızlığı, küçük beylerin babalarının yokluğu sonrasındaki kırgınlığı, dostane yaşlı adamın heyecanı... Zamanla birlikte değişen yaşamların yanı sıra, karakterler de değişmişti. Küçük bir kız olan Mui nasıl tedirgin ve ürkekse, genç bir kadın olan Mui öyle pratik ve kendinden emindi. Aynı zamanda Mui karakterine hayat veren her iki oyuncu da (küçük Mui ile yetişkin Mui) bir prensesin güzelliğine sahipti. Sadece bu karakterlerin çizilmiş gibi görünen yüzlerini izlemek bile insanda masalsı bir uçuculuk hissi uyandırıyor. Erkek karakterlerin daima derli toplu, ütülü gömlekler ve kumaş pantolonlar ile etrafta dolanmaları ise kalbimi çalan bir diğer detaydı.

Ve filme de ismini veren papaya... Kader, küçük sembollerle bize yıllar öncesinden kendini gösterir mi yoksa bizler mi semboller bulup onu kaderimiz yaparız bilinmez ama... Papaya meyvesi, Mui'nin kalbinde on yıl boyunca yer etti. Tıpkı meyvenin içindeki küçük çekirdekler gibi, Mui'nin hisleri de yayıldı yayıldı. 

İlgilisine önerebileceğim, çok güzel bir film.


The Scent of Green Papaya | Official Trailer | Lumière izlemek için tıklayabilirsiniz.


Not: Bu film yorumu yazısı reklam değildir, film önerisidir.


Beş yıl sonra kendini nerede görüyorsun?

 

İçimde boşluk hissetmediğim bir yerde.



Mavi Ok (Gianni Rodari) | Kitap Yorumu

Yazar: Gianni Rodari, Çevirmen: Eren Yücesan Cendey,
Resimleyen: Sedat Girgin, Yayınevi: Can Çocuk Yayınları

Befana Bayramı'nın arifesinde Barones Befana oyuncak dükkanının vitrininde en yeni ve havalı oyuncaklarını sergiler. İlk kez günışığı ve insanlarla tanışan bu bilmiş grubumuzun dikkatini üzgün bir çocuk çeker. Bu çocuğun üzgünlüğü oyuncaklar için günışığından bile daha ilgi çekicidir. Bu çocuk Francesco'dur. Mavi Ok isimli treni çok ister ancak ne onu, ne de herhangi bir oyuncağı almak için parası yoktur. Francesco küçük yaşta ailesini geçindirme sorumluluğunu almak zorunda kalmış yoksul bir çocuktur ve Bayan Befana'nın dükkanındaki oyuncaklara erişemeyen nice yoksul çocuk gibi bu oyuncakları hüzünle izler. Bu olay oyuncakları derinden etkiler ve ani bir kararla dükkandan firar ederler. Niyetleri, gördükleri anda dostları olmasına karar verdikleri Francesco'yu bulmaktır. Kitap boyunca, oyuncakların bildikleri tek dünya olan oyuncak dükkanından kaçıp karla kaplı sokaklarda onları çok sevecek dostlarını arama öyküsünü okuyoruz.

La Befana (Epifani) geleneği olarak bilinen olayda, bir cadının çocuklara hediyeler dağıttığı rivayet edilmekte. Befana, çocuklara oyuncak hediye ettiğine inanılan bir cadıyı simgeliyor. Evet, tıpkı Noel Baba gibi bu cadı da sürpriz bir şekilde evlere hediyeler bırakıyormuş. Bu cadının oyuncaklar hediye ettiği gün olarak kabul edilen 6 Ocak ise İtalya'da Befana Bayramı olarak kutlanıyor. Efsaneye göre bu cadı Noel zamanı bilge adamlarla birlikte bebek İsa'yı görmeye gitmemiş, ancak sonradan çok pişman olmuş. Bilgelerin ardından çocuk İsa'yı arasa da, onu hiçbir yerde bulamamış ve hediyelerini iletememiş. Bu nedenle de hediyelerini diğer çocuklara dağıtmış. Bu efsane İtalya'da bir bayrama dönüşmüş. Konu hakkında daha detaylı bilgiler edinmek için şuraya ve şuraya göz atabilirsiniz.

Kitaptaki oyuncak dükkanı işleten yaşlı kadın da bu efsanede geçen cadı ile benzer özellikler göstermekte. Barones Befana da bir cadı ve süpürgesine atlayarak geceleri çocuklara hediyeler dağıtıyor. Ancak onun efsanedeki karakterden farkı, verdiği oyuncakların maddi karşılığını alması. Oyuncakçı Befana bir esnaf. Bu nedenle maddi karşılık almadan hiçbir şey vermiyor. Onun için bir çocuğun yeterince uslu, yeterince iyi veya yeterince çalışkan olmasının bir önemi yok. Bu nedenle de yoksul çocuklara hediyeler vermiyor. Ancak Barones Befana da taş kalpli birisi değil. Sadece, her cadı gibi, bir insan. İnsanların bir şeyi verirken karşılığını alması gerektiğine inanıyor ve en azından kitabın başlarında bu değeri para olarak ölçüyor.

Kitabın konusunu okuduğum anda çok heyecanlanmıştım. Bana Oyuncak Hikayesi (Toy Story) serisini anımsatmıştı. Bu nedenle oyuncakların yaşayacakları maceraları okumak için sabırsızdım. Ancak kitapta bu heyecanımı doyuracak karşılığı bulamadım. Evet cesaret, azim, kararlılık, dostluk ve nicesi güzel duygu ve erdeme değinen bir kurgu ancak bir şeyler eksik. Karakterler yüzeysel işlenmiş. Özellikle de kitabın ilk kısmında o uzaklığı net olarak görüyoruz. İkinci yarıda daha sıcak hisler veren sahneler mevcut ancak yine de bana vaov dedirtecek kadar etkili değildi. 

Ayrıca kitapta cinsiyetçi bazı söylemler yer yer tekrarlanmakta. Kız çocuklarının sadece bebeklerle ilgilenmesi, kadınların fazla konuşmamasının gerekliliği (!) gibi bazı yargılar dile getirilmiş. Sonradan bazı karakterler aracılığıyla bu kalıp yargıları sorgulatacak karşıt düşünceler (Kara Bebek'in Yarım Sakal ile atışması ve bir ''kız bebek'' olarak fikirlerini ifade etmesi gibi) ileri sürülse de, genel olarak cinsiyetçi bir hava hakimdi. Zaten malesef cinsiyetçi düşüncelerle oluşturulmuş kalıp yargıların fazla olduğu bir toplum ve hatta dünyada yaşıyoruz... Bu tip dar yargılara özellikle de bir çocuk kitabında yer vermemek bir gereklilik.

Özetle tatlı, eğlenceli bir kitap. Beni beklediğim ve istediğim kadar etkilememiş olsa da, bazı noktalarında (cinsiyetçi söylemler gibi) değişimler gerçekleştirerek çeşitli tiyatro ve drama etkinliklerinde kullanılmaya uygun bir kurguya sahip.

Hoşça ve kitaplarla kalın.


Yağmurun Sesi.

 

Yağmur sesini dinlemeyi severim. Onun kendince soluklanma biçimleri vardır. Bazen sanki çok hızlı koşmuş da hızlı hızlı nefes alıp vermek istermiş gibi havayı yara yara zemine çarpar. Böyle anlarda sesini takip etmek zordur. Harareti dinleyicilerine de bulaşır. Dışarıda olanlar sabırsızca yağmurun dinmesini bekleyerek bir yerlere sığınır, evde olanlar evin sıcaklığının güvenliğinde ama yine de nereden geldiği belli olmayan tedirgin bir hal ile sağanağın yere ulaşan son öpücüğünün sesini duymayı beklerler. Bu bekleyiş kısa sürer; çünkü sağanak anlatacaklarını bir çırpıda haykırır.

Bazen, sanki rutin bir işi yerine getirir gibi akar taneler. Her bir tane, aslında birlikteliklerini tekrarlar: Biz yağmuruz. Taneler tek başına yeryüzüne indiğinde tenimize değen çisentiler bize bazen keyif verir, bazen tedirginlik. Bazen yavaşlatır, bazen hızlandırır. Bazen gülümsetir, bazen yüz ekşitir. Yağmurda yürümek, çisentilerin dürtüklemelerini hissetmek, insana canlılık verir. Yerküre bile canlanır, rahatlar, mayışır. Banyodan yeni çıkmış biri gibi güzelce kokar ve etrafa dinginlik bulaşır. Yağmurdan sonra hava dinlenmiştir.

Bazense hiç acelesi olmadan ama yine de bir amacı varmışçasına yerkürenin topraklarına yerleşirler ardı sıra. O zaman bu ses, tıpkı rahat bir koltuğa veya yumuşak bir yatağa ilk oturma anımızdaki gibi gelir. Gözlerini kapatmışsın da, bu sesin vücudundaki tüm kasılma ve tutulmaları esnetmesine izin verirmişsin gibi. Bu ses, hem çok dingindir hem de kararınca hareketli. Sana hareketin doğasını anlatır usul usul. Bak, der, sadece duy, dinlemek için çabalama, zaten duyacaksın rahat bırak ve böylece duy... Bu sesi dinlemek bana ayrı bir huzur verir. Çünkü doğaldır; tıpkı hareketin doğası gibi, kendiliğinden.


Yakından, yakından.

 

Malesef yaz gelmiş gibi hissediliyor... 

Arada sırada tatlı bir esinti yettim diye şöyle bir dokunup geçse de, yazın o bunaltıcı, bayıltıcı, sıkıcı ve nefes kesen havası etrafa yayılmış gibi. Yazlar bana hep mi böyle hissettirirdi emin değilim ama şimdiden sonbahar ne zaman gelecek diye düşünür oldum. Neyse ki zaman hızlı geçiyor.

Bu sıralar çocuk kitapları okuyorum. Bu konuda eksikliklerim olduğunu fark edince hemen çalışmalara başladım. İnsan sevdiği bir şeyi yaparken resmen canlanıyor. Bu hissi deneyimlemeyeli bin asır geçmiş olabilir. Evet asır, evet bin tanesi. En azından öyle hissettirdi. 

Dün kütüphaneye gitmiştim. Önce bir yetişkin bölümünde dolandım. İlgimi çeken bir kitap olursa alabileceğim kitap sayısı miktarını çocuk ve yetişkin bölümü kitapları olarak pay edecektim. O yüzden bir çeşit ön keşifti benimki. Yetişkin bölümünde çok okumak istediğim bir şey bulamadım. Uzak Doğulu yazarların kütüphanedeki çoğu kitabını okumuşum. Keşke yeni kitap gelse de okusam. :) Şiir kısmında üç beş kitabı inceledim. Rastgele sayfa açıp çıkan şiirde kendi hayatımdan mana aramak en büyük hobilerimdendir. Yine öyle yaptım, eğlendim. Ta lise yıllarımdan hatırımda kalan bazı şiirleri okudum. Nostaljik ve eğlenceliydi; eğlenceli nostaljikti. Nostalji deyince ince bir hüzün sezerim bu kelimede ama eğlenceli de olabiliyormuş, deneyimlemiş oldum. Zaten artık bana yaşadığım değil de, yaşamadığım şeyler nostaljik hissettiriyor ilginç bir şekilde. Yaşamadığım bir zamana özlem tabirindeki gibi. Yani şimdiden başlayan gelecekte yaşarım demek oluyor bu. :)

Dün çocuk kitaplarını incelerken yeni gelen kitaplar bölümüne de baktım. Heyecanımı görmeliydin. Ben resmen bir ara karşıdan kendimi görmüş gibi durakladım. Çünkü o his... ah o his. Hani özellikle de çocukken çok istediğimiz (genellikle basit) bir şey olduğunda veya sevdiğimiz (genellikle basit) bir şeyi yaparken hissettiğimiz saf, katıksız ve coşkulu bir his var ya... bildin mi, hah işte o hissi hissettim. Sonra da bu hissi yakaladım diye sevindim. Bu hissin kendisi sevinç değil tabi; bu his daha kendiliğinden vardır, sevinçten farklı bir şey. Kendinden bir şey, basitliğinin nedeni de bu zaten. Ben de bu kendilik coşkusunu nihayet hissedebildiğim için, kısa bir anlığına o parıltıyı yaşadım diye sevindim işte. 

Bu his aslında bir nevi pusula bence. Birinin yanındayken bu hissi hissediyorsak, o kişi bize iyi geliyordur. Bir işi yaparken bu his de içimizdeyse, o işi tüm varlığımızla yapıyoruzdur. İçimizden gelerek yapma olayı, işte bu histe saklı bence. Malesef her zaman mümkün olmuyor, keşke olsa. Bu mümkün mü? Nasıl mümkün olabilir?

Çok güzel kitaplar vardı. Birini alıp ötekini bıraktım. Hangisini alacağıma bir türlü karar veremedim. Çocuk bölümü genelde kalabalık olmuyor. Okurlar da genelde çocuk. Neden yetişkinler çocuk kitabı okumuyor acaba? Oysa insana öyle iyi geliyor ki.

Geceleri yine uyuyamıyorum. Bu seferkiler huzursuz uykusuzluklar değil ama yine de gece uykusu başkadır. Güzellik uykusu diye de bir şey var bence ve o işte gece uyulan uyku. Uykumu aldığımda gözüme daha güzel gelirim, doğal olarak. Gözüme güzel geldiğimde hayat da güzel geliyormuş bunu fark ettim. Yani bazen kendimizi kendi içimizde olmamız gerektiği yerde hissederiz ya, bahsettiğim böyle bir güzellik. Yoksa normal bir günde de aynı görünüyorum ama... doğru kelime ışıltı mı acaba ki bilemedim. Sen bildin mi?

Bir süredir üst katımızda bitmeyen bir tadilat var. Benim dışımda kimse bu sesten şikayetçi değildi gibi görünüyor... Çok ilginç. Ah tabi kuşumuz dışında. O da bu durumu sevmemiş olabilir.

Kardeşimin kuşu adını söylemeyi öğrenmiş. Sanırım en çok babamı seviyor. Kendi adını da babamın söyleyiş şekli gibi söylüyormuş sabahları. Ben daha duymadım. Çünkü günün diğer saatleri konuşmuyor?? Bazen ona bir şeyler anlatıyorum. Usulca bana yanaşıyor ve dinliyor sanki. Bazen ilgisi dağılıyor bakmıyor. Bazen yargılayıcı bakıyor ahahahhah. Kuşların bakışları zaten hep komiğime gider. Uçtuğunda korkuyorum, biraz çılgın biri. Balığımız da böyleydi, çılgındı. 

Karşı evin yavru bir köpeği var. Öyle güzel ki. Ama onunla yeterince ilgilenmiyorlar bence. Yani zaman geçirmek anlamında diyorum. Yoksa bakımını falan iyi yapıyor gibiler. Keşke onunla daha çok ilgilenseler. Yalnız hissediyor gibi hissediyorum.

Bir süre yıldızları izlememiştim. Birkaç gecedir yine kısacık da olsa izliyorum. Onlarla içimden iki lafın belini kırıyorum. Bu rahatlatıcı. Çünkü sonra her şeyi yıldızlar gibi görüyorum. Uzaktan, uzaktan.

Kendine iyi bak.


Işık Huzmem.

 

Bugün ilk kez sadece kendim için yazdım. Bir amacı olmadan. Uzun zamandan sonra ilk kez mi, yoksa ilk kez mi emin değilim. Önce bir kurgu başlangıcı olsun dedim. Sonra bir baktım, içimdeki incecik bir şey, bir ışık, kelimelere dönüşmüş. Benim ışığım değil, sakladığım bir şeyin ışığı. En içime sakladığım, tatlı bir şeyin. Belki de uzak, çok uzak bir yıldızın ışığı. 

Ne oldu da birden o yıldız zihnimde parladı bilmiyorum. İnanır mısın, varlığını bile unutmuştum. Madem parladın, sen gel benim ilhamım ol, dedim. Ama o, o kadar uzaktı ki, onu olduğu haliyle betimleyemezdim. Onu herkesin yapamazdım. Belki de yapmazdım, bilmiyorum. Tamam... biliyorum. O benim tatlı küçük yıldızımdı. Artık ölmüş olan uzak bir yıldızın ışığı gibi kalbimden doğdu. Bu nedenle aniden parladı sandım. Kalbimden yükseldiği için, nereden geldiğini kestiremedim işte bir an. 

Çok kısacık bir yazıydı. Başına bugünün tarihini not düştüm. Sonra adına Günlük dedim. Uzun zamandır defterime günlük yazmıyorum. Defterim anca yarılandı gibi. Beni bilirsin, ben hiçbir defterimi bu kadar uzun süre kullanamam. Ama bunu kullandım. Çünkü bazı şeyleri kelimelere dökmenin anlamsız olduğunu düşündüm sanırım. Geçip gitmeleri daha cazip geldi bana. Onları bazen keyifle izlemek, bazen sadece göz atmak. Rüzgarla şekilleri değişen bulutları izlemek gibi, harflere dönüşmemiş kelimelerimi izledim. Uzun uzun, kısa kısa; ama sadece izledim. Bu nedenle, uzun zamandan sonra ilk kez yazdığım için, tuhaf hissettim. Çünkü fark ettim ki, bu kısacık yazı aslında yazdığım en narin şeydi. Tıpkı yol kenarında pis taşların arasında çıkan incecik bir çiçek gibi içimden süzüldü.

Başta bunun bir edebi değeri yok diye düşünüyordum. Sonra bu benim zaten, sadece benim boşversene diye düşündüm. Zaten en azından o satırların bir edebi değeri olması gerekmiyor. Sadece minicik bir baş kaldırma ve bulutları izleme... sadece, güzelliği izleme. En içinden gördüğün, en içinden hep bildiğin güzelliği. Aşkla doğanlar bunu bilirler. Sen de bilir misin sevgili okur? Kalbinde o kadar çok bu his vardır ki... bunu tanımlamak, daraltmaktır. Aslında anlamını daraltmanın bile bir anlamı yoktur. Bu his, kalbindedir ve sen bir simyacı gibi onu başka başka şeylerden değerli bir madene, aşka (sevgiye), dönüştürürsün. Bunu kolayca yaparsın. Bu senin varlığında vardır. Belki de bu nedenle bu becerinin değerini bilmezsin. Bu nedenle kafanı aşağı çevirmek ve bunu senin olmayan bahanelerle örtmek kolayına gelir. Ama sonra bir an, ama mutlaka bir an, bir ışık süzülür. Bu, güneşi ellerinle kapatmaya çalışmak gibidir. İmkansız.

Aslında yazdıklarının bile bir değeri kalmaz yazınca. Değeri vardır ama o kelimeler bile hislerinin aslında sadece bir anıdır. Belki de seni çıldırtan budur. Ben bütün anları taşırken nasıl sadece tek bir ana sığmam beklenebilir... Nasıl hislerimin sadece minicik, noktacık bir ışık huzmesi süzülebilir! Oysa o noktacık ışık, bir delik açar içinden dışarıya. Bilmezsin ama anlarsın. İnsan bazen bilmez, anlamak ister... belki de yaşamak budur, bilmediklerimizi  anlamak.

Geçen gün bulutların rengi çok hoşuma gitti. Ben tam kadrajı ayarlamaya çalışırken önümden kuşlar geçti. Biri hatta hepimize selam verdi. Sana o selamı iletmek boynumun borcudur, sevgili okur.



-müziğimiz ne olsun, sen seç.-


Kraliçeyi Kurtarmak (Vladimir Tumanov) | Kitap Yorumu

Yazar: Vladimir Tumanov, Çevirmen: Mine Kazmaoğlu,
Yayınevi: Günışığı Kitaplığı

Matematik kimimiz için bulmaca çözmek gibi keyifliyken, kimimiz için bir kabus kadar bunaltıcı olabilir. Aleks bu ikinci gruba girenlerden. Matematikle arası iyi olmayan Aleks, bir gün ilginç bir kalem buluyor. Bu kalemi ilginç kılan sadece üzerindeki sayılar veya baş ucundaki saray değil; bu kalem matematik sorularını, evet en ter döktürenlerini bile, kolaylıkla çözebiliyor. Aleks bu kalemle girdiği tüm matematik sınavlarından tam not alıyor. Kalemin gücünü yalnızca Aleks ve dostları Sam ile Vanessa biliyor. Bu ilginç kalemi denemek için matematik kitaplarındaki en zor soruları çözüyorlar. Ancak bu kalemin de ucunun sivriltilmeye ihtiyacı var. Kalem kullanıldıkça küçülüyor ve Aleks onsuz matematikle baş edemeyeceğine inandığı için kalemi sadece kendine saklamak istiyor. Arkadaşlarına kalemin kaybolduğu yalanını söyleyen Aleks'in yalanı gerçek oluyor.

Sahibini matematik dehası yapan kalemin kaybolmasının ardından Aleks, kitaplarının arasında daha evvel hiç görmediği bir kitap buluyor: Kraliçeyi Kurtarmak. Bu kitapta kötü bir büyücü kral tarafından esir alınmış iyi yürekli kraliçenin masalı anlatılıyor. Büyücünün evlilik teklifini reddeden kraliçe Jayden bir gün büyücü tarafından kaçırılıp yer altındaki bir mahzene kapatılıyor. Bu mahzenden çıkmasının tek yolu ise dört yüz matematik probleminin cevabının bulunmasına bağlı. Aleks ve dostları ellerinde sihirli bir kalem olmasa da bu soruları çözmek için kafa kafaya veriyorlar. Her sorunun yanıtlanmasıyla birlikte mahzen kapıları ve kitabın sayfaları tek tek açılıyor. Kitap boyunca Aleks ve arkadaşlarının kraliçeyi kurtarma maceralarını okuyoruz.

Bu kitabı ortaokula giderken okuduğum hayal meyal aklımda. Aslında daha sonra tekrar okumak da aklımdaydı ancak son zamanlarda yaşadığım bir olay olmasaydı eminim ki bu okuma sürecimi daha da ertelerdim. Bir iş görüşmemde bana sorulan sorulardan biri çocuk kitabı önerileriydi. Beni biliyorsundur belki sevgili okur, aslında çocuk kitabı okumayı severim ve bu bloğumda pek olmasa da, özellikle de eski bloğumda çocuk kitaplarını yorumladığım zamanlar olmuştu. Ancak o an aklıma sadece bu kitabın karakterleri ve içeriği geliyordu. Yani ismi dışında her şeyi! Ah... Aklıma güçlükle de olsa okuduğum başka kitaplardan getirdim ama bu kitap, özellikle de ismini hatırlayamadığım için, o an resmen beynimi oymuştu. Ancak oradan ayrıldıktan sonra ismi aklıma geldi! Bunun üzerine kitabı yeniden okumaya karar verdim.

Bu kitabın aklıma bu kadar takılma sebebi aslında içeriğiydi. Kitapta disiplinlerarası bir geçiş var. Kitabın karakterleri bir kurguyu okurken matematik sorularını çözüyor ve sayısal becerilerini geliştiriyorlar. Bu nedenle hem kurgunun akıbetinin verdiği heyecanla sorulara olan önyargıları kırılıyor, hem de hevesle problemleri çözüyorlar. Fantastik kitaplar okumayı çok seven, hatta tam bir kitapkurdu olan Aleks, matematiği anlayamayacağına çok eminken, kitap boyunca görüyoruz ki soruları farklı bakış açısıyla ele alıp çözüme ulaşan da kendisi oluyor. Hatta kitabın bir bölümünde, arkadaşlarının ulaştığı çözüm yolunu anlamadığını düşünüyor ve kendisi ikinci bir yol ile doğru sonuca ulaşıyor. Kitap, matematiğin aslında kelimelerle işbirliği yaparak da öğrenilebilineceğini, farklı disiplinlerden yararlanarak öğretim yapmanın yararlarını bizlere gösteriyor.

Kitap aynı zamanda kitabın yazarı Vladimir Tumanov'un ilk çocuk kitabıymış. Yazar, Modern Diller ve Edebiyatlar Bölümü'nde öğretim üyesiymiş. Çocuklar için bir kitap yazma fikri ise kendi oğlu Aleks'in matematiğe olan bakış açısını değiştirmek istemesiyle olmuş. Yazarın oğlu Aleks de tıpkı kitabın ana karakteri Aleks gibi kitap okumayı çok severken, matematikten kaçıyormuş. Yazar da fantastik bir öyküyle matematiği buluşturmaya karar vererek bu kitabı yazmış. Ana karaktere kendi oğlunun ismini vermesi ise çok tatlı bir hareket.

Özetle, büyük küçük her okurun keyif alacağını düşündüğüm güzel bir kitap. Özellikle de ortaokul dönemi için uygun olabilir.

Hoşça ve kitaplarla kalın.


Dilek Şurubu (Michael Ende) | Kitap Yorumu

Yazar: Michael Ende, Çevirmen: Leman Çalışkan,
Yayınevi: Pegasus Yayınları

Dileklerin gücüne inanır mısınız? Bu kitaptaki en zalim karakterler bile buna inanıyor. Dilek şurubu, tümmm tüm tüm dilekleri gerçekleştiren özel bir tarife dayanıyor. 

Olaylar, Büyücü İblis Şarlatan'ın borcunu ödeyememesi sonucu başının derde girmesiyle başlıyor. Yeraltından aldığı gücü dünyada kötülükler oluşturmak için yeterince kullanamayan Şarlatan ile teyzesi Zalime Vampirsoy, yıl sonuna kadar borçlarını kapatamazlarsa haczedileceklerinin ve bunun onlar için hiç de iyi olmayacağının uyarısını alıyorlar. Bunun üzerine her dileği gerçek kılan dilek şurubunu dünyayı kötülüğe boğmak için hazırlamaya başlıyorlar.

Tüm bu hazırlığa şahit olan iyi taraftaki dostlarımız şövalye kedi Mauro ile zeki karga Yakup, Hayvanlar Yüksek Şurası'nın onlara verdiği ajanlık yetkisine dayanarak bu kötü ikilinin planlarını tersine çevirmek için işe koyuluyorlar. Her cesur kahramanın yardımına koşan iyi talih, bizim iki ajanı da yalnız bırakmıyor. Kitap boyunca gizemli dilek şurubunun hazırlanış öyküsünü okuyoruz.

Bu kitap Michael Ende'den okuduğum üçüncü kitap oldu ve bu kitabını da sevdim. Çocuk kitabı yazarlarının okurlarla iletişim halinde olan anlatımlar yapmalarını seviyorum. Böylece bir okur olarak sanki ben de o maceraları karakterlerle birlikte yaşıyormuş gibi hissediyorum. Baştan sona çok eğlenceli bir kitaptı. Okurken kendimi gülerken yakaladığım anların sayısı da fazlaydı. Sade ve akıcı bir dili, sürükleyici bir anlatımı olan hafif bir kitaptı diyebilirim. İyi vakit geçirmek ve kafa dağıtmak için yetişkin okurlarca da okunabilir. Hatta yazarın kitaplarından daha evvel hiç okumadıysanız bu kitapla okumaya başlamanız iyi olabilir. Çünkü bu kitabın konusu ve anlatımı okuduğum diğer kitaplarına göre daha basitti. Basitten karmaşığa gitmek insanda tatmin olma hissi uyandırıyor. Bu kitabı sonra okursanız, yazarın başka bir kitabıyla (örneğin şu anda en popüler kitabı Momo gibi görünüyor ve çok da beğendiğim bir kitap olmuştu) karşılaştırıp da kitaptan normalden daha az keyif alabilirsiniz.

Kitabın Dilek İksiri (Wunschpunsch) isimli iki sezonluk bir çizgi film uyarlaması da bulunuyormuş. Bu bilgi beni çok mutlu etti, çünkü kitabı da sanki animasyon izlermiş gibi okudum. 

Hoşça ve kitaplarla kalın.


Çocuk Kalbi (Edmondo De Amicis) | Kitap Yorumu

Yazar: Edmondo De Amicis, Çevirmen: Meryem Mine Çilingiroğlu,
Yayınevi: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları

Kitap, üçüncü sınıf öğrencisi Enrico'nun bir okul yılı boyunca yazdığı günlükten oluşuyor. Bu satırlarda bir çocuğun duygu ve düşünce dünyasına yer verildiği gibi, aslında didaktik bir yaklaşım öne çıkarılmış. Enrico'nun yaşadığı her olayın arka planında yer alan ders açık açık ifade ediliyor. Dürüstlük, çalışkanlık, sorumlulukları yerine getirmek, paylaşmak, merhamet, saygı, milli değerler vb. gibi unsurların önemi vurgulanmış. Ayrıca kitapta Enrico'nun tuttuğu günlük notlarının yanı sıra derste işlenmiş yine didaktik yönüyle öne çıkan metinler ve Enrico'nun anne babasının nasihat verdiği mektuplar yer alıyor.

Çocukken okuduğum kitapları yıllar sonra tekrar okurken içimde tatlı bir heyecan hissi oluşuyor. Bu kitabı raflar arasında görmemle ellerimin arasında tutmam bir olmuştu. Aaaaa bu kitap, diyerek kitabı bir arkadaşımla karşılaşmış gibi benimsedim. Aynı tatlı heyecan kitabı okurken de devam etti. Ancak çocukken eleştirel bir gözle bakmadığım noktaları, şimdiki okumamda fark edebildim. Benim çocukken okuduğum baskı kısaltılmış bir versiyonu olmakla birlikte, kitabın içeriğinde o zaman hangi noktalar ilgimi çekmişti şu an anımsayamıyorum. 

Kitap zaten bir klasik. Büyük küçük her yaştan okuru etkileyebilecek ve bir şeyler öğretebilecek nitelikte. Öte yandan eleştiri getireceğim bazı noktaları da bulunuyor. Kitabın çocuk edebiyatı ürünlerinde bulunması gereken bazı nitelikleri karşılamadığını düşünüyorum. Kitap bir çocuğun bakış açısından değil de, yetişkin birinin gözlerinden yazılmıştı ve bu çok belliydi. Oysa çocuk edebiyatı ürünlerinde bulunması gereken temel ilkelerden biri olan çocuğa görelik ilkesi, çocuğun duygu, düşünce ve algılayış biçimlerini yadsımamayı, çocuk gerçekliğini ön planda tutmayı ifade eder. Çocuklar, birer kaşiftir ve elbette onlara doğruyu anlatmalıyız; ancak ''bu budur'' şeklindeki bir anlatım yalnızca kelimelerde anlam bulur, yaşantıda değil diye düşünüyorum. Bu bakımdan, kitapta ifade edilen değerlerin yaşantıya aktarımını sağlamak, diğer bir deyişle çocuğun başlıca erdemleri benimsemesini, kendi gerçekliğine kabulünü sağlamak için onun keşiflerine alan tanıyan örtük bir anlatımın olması gerektiğini düşünüyorum.

Bu noktada kitabın 1886 yılında yayınlanmış bir kitap olduğunu ifade etmemde de yarar var tabii. Kitabın yazıldığı yılları düşündüğümüzde böyle katı bir yaklaşımla kaleme alınmış olması anlaşılır oluyor. Ayrıca kitap, İtalyan Edebiyatı'nın bir ürünü olduğu için de kitapta vurgulanan milli değerler İtalya'ya aitti. Milli bayramlar, milli simgeler, ülkenin tarihi ve değerleri doğal olarak İtalya üzerinden anlatılıyordu. Benim okuduğum bu kitap 2013 tarihli eski bir baskı; yani sonraki baskılarda çeviride veya editörün düzeltilerinde bazı değişimler oldu mu bilmiyorum. Ancak bu okuduğum baskıda milli değerler İtalya vurgusu ile ifade ediliyordu. Bunu özel olarak belirtme sebebim ise, yaşı daha küçük okurlar bunu direkt olarak ''milli değerlerin önemi'' şeklinde kafasında kendi ülkesine göre uyarlayamayabilir. Her ülkenin değerlerinin olduğu ve saygı duyulması gerektiği fikri bir yana, bu kitapta vurgulanan asıl fikir olan milli değerleri yaşatmak kazanımı bu şekilde tam olarak uygulanmayabilir; aslında anlatmak istediğim buydu. Yani direkt olarak yazıldığı şekliyle ''İtalya'nın milli değerleri'' şeklinde algılayabilir çocuklar. 

Kitabı okumakta bu denli hevesli olmamın bir diğer sebebi ise kitabın günlük türünde yazılmış olmasıydı. Günlük yazmaya ne denli önem verdiğimi belki biliyorsunuzdur. Çocukken de çeşitli başarısız günlük yazma girişimlerim olmuştu. Ben kitabın ana karakteri olan Enrico gibi çeşitli olaylar barındıran günlükler yazamamış olsam da, yaşadıklarımı bir yere aktarmanın düşüncelerimi anlamlandırmamda ve ifade becerimin gelişmesinde bana yardımcı olduğunu düşünüyorum. Öğrencilerin bu tip gerek kurgusal metin içerisinde, gerek direkt olarak farklı edebi türlerde yazılmış kitapları okumalarının bakış açılarını ve yazma becerilerini geliştireceğini düşünüyorum.

Hoşça ve kitaplarla kalın.


Süt ve Bal (Rupi Kaur) | Kitap Yorumu

Şair: Rupi Kaur, Çevirmen: Elif Tozlu,
Yayınevi: Pegasus Yayınları

Kitap; sancımak, sevmek, kırılmak ve sağalmak olmak üzere dört kısımdan oluşuyor. Şair her bir bölümde aslında hislerinin dönüşüm sürecini kaleme almış. Bu hislerinin doğduğu yer olan ailesinden başlayarak aşk hayatına, insan olmaya, kadın olmaya ve nihayetinde kendisi olmaya dair düşüncelerini şiirleri aracılığıyla aktarmış.

Serbest nazımla yazılmış şiirleri severim. Sevgili Sylvia Plath vesilesiyle bilgi edindiğim gizdökümcü (itirafçı) şiir ismiyle bilinen ve şairin şiirlerinde kendinden ve kendiyle ilgili itiraflarından bahsettiği, şiir ile şairin fazlasıyla özdeşleştiği şiirler ise en çok ilgimi çekenlerdir. Rupi Kaur da bu akımın özelliklerini gösteren, şairi olan kendisinin yaşadıklarını anlatan şiirler yazan bir şair. Ancak... Her ne kadar şiirin bu esnetilmiş halini okumaktan keyif alsam da, şiir türünün edebi zevk vermesi gerektiğini düşünüyorum. Bir şiiri okuduğumda kelime kullanımı beni etkilemeli. Şiir sade bir dil ile kaleme alınabilir ancak benim önemsediğim nokta, o kelimelerin birbirleriyle paslaşması, adeta dans etmesi. Şiir benim için biraz da budur: Kelimelerin ve hislerin dansı.

Rupi Kaur'un dizeleri de onun düşünce ve his dünyasından izler taşıyan, kendi içinde basit ama hoş bir ahengi olan dizeler barındırmakla birlikte, benim için yetersizdi. Bu dizeleri okurken sanki şiir değil de birisinin günlüğünü okuyormuşum gibi hissettim. Hatta keşke bu dizeler tamamen düzyazı formunda yazılsaydı da, kendisinin düşünce yazılarını okusaydım diye düşündüm. Şair, hislerini etkileyici bir şekilde anlatmakla birlikte, bir şaire değil de bir yazara benziyordu.

Beni etkileyen bir kitap olmadı ancak okuduğum için de memnunum. Başucu kitabı tadında ara sıra okunabilecek bir kitap. Özellikle bazı dizeler ise kişinin kendini önceliklendirmesini aklından çıkarmaması için hatırlatıcı özelliğinde. Hatta sırf bu özelliği nedeniyle kitap benden geçer not aldı.

Hoşça ve kitaplarla kalın.


Uçan Sınıf (Erich Kästner) | Kitap Yorumu

Yazar: Erich Kästner, Çevirmen: Şebnem Sunar,
Yayınevi: Can Çocuk Yayınları

Kitap iki önsöz ve bir ana öyküden oluşuyor. Bu önsözlerde yazar kitabı yazma serüvenine yer vermiş ve bu serüven hiç de ana kurgudan bağımsız değil diyebilirim. Kitapta bir Noel öyküsü anlatılmasına karşın yazar bu kitabı yaz aylarında yazmış. Annesinin de yardımı ve diretmesiyle bir tren istasyonuna gitmiş ve yılın o sıcak zamanlarında dünyanın en soğuk yerlerinden birine gidip inzivaya çekilmek üzere bilet istemiş. Aldığı yanıta göre kutuplar dışında soğuk bir yer seçeneği malesef yokmuş... Yazar da soğuk olmasa bile uzaktaki daimi karlı dağlar olan Zug Dağı'nı izleyebileceği bir yere, Yukarı Bavyera'ya, bilet istemiş. Böylece yaz aylarında bir Noel yolculuğuna çıkacağı öykü yazma süreci başlamış.

Kitapta ortaokul ve lise çağlarındaki çoğu yatılı okuyan bir grup öğrencinin yaşadıkları olaylar anlatılmakta. Bazıları akıllı, bazıları cesur ancak hepsi daha hayatın çok başında ve ışıl ışıl bu öğrencilerin yanı sıra coğrafya öğretmeni Bay Bökh, okulun hobi bahçesinde eski bir tren vagonunda yaşayan Sigara İçmez ve diğer bazı renkli, bazı sıkıcı öğretmen, veli ve son sınıf öğrencileri ile yaşanan olaylar anlatılıyor. Kitaba da ismini veren Uçan Sınıf, ana karakterlerimiz olan öğrencilerin dönem sonunda sergileyecekleri tiyatro oyununun ismi. Bu oyunda aslında ''ders yerinde keşfe dönüşür'' ilkesinden yola çıkarak yeni bir eğitim modeli ortaya konuluyor. Fantastik etkiler de barındıran bu oyunda öğrenciler tarih, coğrafya vb gibi dersleri bizzat yerlerine giderek ve kendileri keşfederek öğreniyorlar.

Kitapta öğrencilerin yaşadığı çeşitli maceralar bulunuyor ancak tüm bu maceraların ortak noktası aslında büyüme süreci. Zaten kitabın önsözlerinde yazarın değindiği ve eleştirdiği durumlardan biri de, artık büyümüş ve özellikle de çocuklarla ilgili işlerde çalışan insanların (önsözde eleştirdiği kişi bir çocuk kitabı yazarıydı) kendi çocukluk yıllarından bihaber, çocuklar ve gençler ile hiç empati yapmaksızın, onların duygu düşünce ve ihtiyaçlarına tepkisiz kalarak kendi varsayımlarıyla hareket etmeleriydi. Bu bakımdan aslında kitabın hem yaşı küçük, hem de yetişkin çağdaki okurlara hitap eden yanlarının olduğunu söylemek mümkün. Özellikle de eğitimcilerin bu kitabı okumasının onlara farklı bakış açıları sunabileceğini düşünüyorum. Zaten bence öğrencilere ve çocuklara bir kitabı önermeden önce her öğretmen ve veli önce o kitabı kendisi okumalı.

Velhasıl kelam, benim okurken hem eğlendiğim hem de bana ilham veren noktalar bulduğum bir kitap oldu. Kitapta karakterler arasındaki dostluk ve dayanışma durumları, özellikle de gruplaşmalar ve bu gruplar arasındaki kavga ve çatışma durumu, bana bu kitap ile Ferenc Molnár'ın Pal Sokağı Çocukları isimli kitabı arasında benzerlik kurdurdu. Bu kitabı seven, o kitaba da göz atabilir veya o kitabı seven, bu kitaptan da hoşlanabilir belki.

Son sınıf öğrencilerinin okul işleyişinde ek sorumluluklar alması ve küçük sınıfların düzen ve korunmasında rol alması Harry Potter kitap serisindeki sınıf başkanlarının sorumluluklarını bana anımsattı. Bir ortamdaki kıdemin ve elde edilmiş hakların getirdiği sorumlulukların altının çizilmesi önemli bulduğum bir diğer durum oldu. 

Kitabın sade bir dili bulunuyor. Anlatım yalın olmakla birlikte, kurgu sürükleyici. Kitap belki 4. sınıf ve sonrası için uygun olabilir. Ayrıca dediğim gibi yetişkin okurların ve eğitimcilerin de ilgisini çekebilir.

Hoşça ve kitaplarla kalın.

-ve yazarın da dediği gibi: çocukluğunuzu unutmayın!-


Yetenekler doğuştan mıdır, yoksa sonradan öğrenilir mi? | Ağaç Ev Sohbetleri 294

 

"Yetenekler doğuştan mıdır? Yoksa, müzik, spor gibi yetenekler sonradan öğrenilir veya çocukken okulda veya evde öğretilebilir mi?"

Aslında bu konuda bir yazı yazmayı düşünmüyordum. Zaten bu konu geçtiğimiz haftanın konusuydu. Ancak başka blogların yazılarını okurken bir bloğa bu konuyla ilgili bir yanıt yazmıştım ve o yanıtımdan ilham alarak kendi bloğuma da bir şeyler not düşmek istedim.

Belki bildiğiniz, belki şimdi öğreneceğiniz üzere ben Türkçe Öğretmenliği bölümü mezunuyum. Okuduğum alan genel olarak eğitim, özel olarak dil eğitimine yönelik olduğu için bu konuda pek tabii bazı düşüncelere sahibim.

Gerek lisans, gerek yüksek lisans sürecimde aldığım derslerimde aslında genel olarak eğitim öğretim sürecini nasıl daha etkili hale getirebileceğimize yönelik ders içerikleri ile karşılaştım. Bazı derslerimde bu yöntem teknikler, daha vurgulu ve konu alanına göre değişmekle birlikte, dersin geneline yayılmış bir şekilde ifade ediliyordu.

Zaten tüm öğretim yöntem ve tekniklerinin esas amacı öğrencileri derse kazandırmak, dersi daha etkili anlatabilmek ve konuyu somutlaştırmak, konuyu hayata yansıtmak üzerine kuruludur. Ancak özellikle de yapılandırmacı yaklaşım dediğimiz öğretim yaklaşımının benimsendiği 2000'li yıllar ve özellikle de son yıllardaki gerek öğrenci profilinin gerek çağın gerekliliklerinin değişmesiyle birlikte güncellenen anlayışlar, bizlere öğrenci temelli bir öğretim sürecini verdi. Evet aslında bu, her yaklaşım gibi, süreçteki ihtiyaca göre şekillendi. Örneğin eskiden daha öğretmen merkezli ve tek tip modellere dayalı eğitim anlayışları merkezdeyken, şimdi öğretmenin de seçimlerine ve kabullerine göre değişmekle birlikte, tercih edilen durum öğrenci merkezli modeldir. Bu da pek tabii öğrencilerin zihin yapılarına yönelik araştırmaların çoğalmasıyla gelişen bir durumdur veya bu durum, öğrencilerin zihin yapılarını araştırma ihtiyacını doğurmuştur.

Ben şimdi sizlerle Gardner'ın çoklu zeka kuramı isimli bir düşünce biçiminden bahsedeceğim. Howard Gardner dediğim gibi bu kuramı ortaya çıkaran bir bilim insanı, psikologdur. Bu kurama göre zihin ve yetenekler tek tip değildir. Her insanın belli alanlara daha çok veya daha az yatkınlığı olabilir. Gardner, kuramında bu zeka türlerini; sözel-dilsel zeka, matematiksel-mantıksal zeka, görsel-uzamsal zeka, bedensel-kinestetik zeka, ritmik-müzikal zeka, sosyal zeka, içsel zeka ve doğasal zeka olmak üzere sekiz alt başlıkta sınıflandırmıştır. Bu alt başlıklara ek olarak varoluşsal zeka alt başlığıyla dokuzuncu bir zeka türü de araştırılıyormuş.

Bunlar nedir peki? Zeka dediğimiz kavram aslında düşüncelerimizi nasıl, ne yolla düzenleyebildiğimizi bizlere gösteren bir kavramdır. Zekamız ile elde olan verileri alır, kavrar, anlar, işler ve düşünmenin daha üst boyutlarında da onu başka düşüncelere dönüştürürüz. Bu dönüştürme işlemi de bizleri eleştirel düşünme, yaratıcı düşünme gibi üst düzey düşünme yolları dediğimiz daha karmaşık, daha zihni kullandığımız ve nihayetinde yeni veriler\ düşünceler ürettiğimiz durumlara götürür. Ancak tüm bunları yapabilmek için öncelikle verileri işleme yöntemimizi sorgulamalıyız. 

Yetenek, bir işi belli bir düzeyde ve yeterlilikte yapabilme, işleyebilme işidir. Yeteneklerimizi kullanırken aslında normalde yaptığımız işlerde harcadığımız işlerden daha az enerji harcadığımızı fark ederiz değil mi? İşte bu aslında o işe yönelik yatkınlığımız olduğunu gösterir. Bu yatkınlık çeşitli yollarla kişide var olabilir. Belki genetik, belki küçük yaşlardan itibaren o işe duruma maruz kalmak (yabancı dillerin konuşulduğu bir ortamda yetişmek veya resim\ müzik gibi sanat dallarının merkezde olduğu ortamda büyümek, kitaplarla iç içe yetişmek vs vs neyse artık örnek verilebilir) veya bir iş konusunda eğitilmek (erken çocukluk döneminde sadece maruz bırakılmayıp bilinçli olarak çocuğun eğitilmesi - örneğin keman, piyano gibi müzik aletlerini çok küçük yaşlarda çalmayı öğrenmek örnek verilebilir) gibi etkenler belki bu yetenek gelişiminde etkili olabilir. Bu konudaki çalışmaları derinlemesine araştırmadığımı, bunun sadece benim kendi fikrim olduğunu belirtmeliyim.

Yetenek, pek tabii yaşamdaki her hareketimizde olduğu gibi, zekamızı kullanarak yaptığımız işleri kapsar. Yani bir işe, duruma yatkınlığa sahip olmak veya süreç içinde bu yatkınlığı geliştirmek öyle havadan gerçekleşmez. Zekanın eğitilmesi ile gerçekleşir. Çoklu zeka kuramının çıkış noktası da aslında budur. Her öğrenciye doğru eğitim metodu ile bir bilgi öğretilebilir. Doğru öğretim yolunu bulmak önemlidir. Örneğin ritmik zekası gelişmiş bir çocuk sadece müzisyen olsun değildir buradaki mesele. O çocuğun sayısal zekası diyelim ki ritmik zekası kadar gelişmemiş olsun, işte bu noktada eğitim ile çocuğun yatkın olduğu alanı kullanarak yatkın olmadığı alan ve konuları ona öğretebiliriz. Matematik derslerini ritmik zekayı aktive edecek bir işleyiş planı ile işlersek, o öğrencinin o derse yönelik ilgisi en başta artacağı için tabi ki ilk etapta derse yönelik motivasyon ve güdüsü artmış olacaktır. Bunun dışında sayısal zekasının gelişmediğine yönelik önyargısı kırılacağı gibi, daha yatkın olduğu alandan bir işleyiş gerçekleştiği için dersin konularını kafasında daha rahat oturtabilecektir. 

Ben tabii Türkçe öğretmeni olduğum için bunu ana dilini öğretmeye yönelik düşünmeliyim. Bir kişinin sözel-dilsel zekası çok gelişmemiş olsa bile, yani dili kullanımı yeterli düzeyde etkin olmasa bile, bu durumun sadece kitap okuyarak geçmesini beklemek yerine (ki okumak bu noktada en ama en etkili yollardandır ve gereklidir - ayrıca, kitap okuma alışkanlığının kazandırılmasında da bu yöntemden faydalanılabilinir; çünkü zaten eğitim öğretim süreci özünde bir bütündür), öğrencinin duygu ve düşünce dünyasını harekete geçirecek ve farklı zeka tiplerini kullanmasını sağlayacak bir ders planı oluşturmalıyım. Bir öykü yazımı etkinliği planlıyorsam sözgelimi, burada sadece kelimeler ön planda olmamalı. Öğrencinin kelimeleri bulabilmesi için belki görsel-mekansal zekasını harekete geçirmeliyim, belki içsel, belki doğasal zekasını. 

Kaldı ki bu durum sadece ana dili öğretimi olarak değil, yabancı dil olarak Türkçe öğretimi özelinde de bu şekilde düşünülebilir. Ya da direkt olarak yabancı dil öğretimi konusunda gramer temelli bir öğretime takılıp dil gibi akışkan bir yapıyı kalıba sokmaya çabalamak yerine, yine aynı akışkanlığı öğrencinin yönetebilmesi, yani yatkın olduğu zeka türünü aktif edecek bir ders işleyiş planı ile dili akış içinde öğrenmesini (ki bu noktada dil öğretim yöntemleri de devreye girecektir) sağlamak daha faydalı bir yol olacaktır diye düşünmekteyim. Yabancı dile yatkınlık, diğer bir adıyla ''yetenek'', bir öğrencide başka bir öğrenciye göre daha baskın olabilir belki ancak her öğrenci uygun yolla dil becerisini (gerek ana dili, gerek yabancı dil) geliştirebilir.

Özetle, kişinin belli başlı alanlara çeşitli nedenlerle yatkınlığının bulunması durumunu yetenek olarak isimlendiriyoruz. Ancak yetenekler tıpkı kaslar gibi geliştirilebilirler. Bu da kişinin farklı zeka alanlarına yönelik yatkınlığı merkeze alınarak ortaya konulacak etkinlikler ve düzenli çalışmalar ile gerçekleşebilir. Yetenek doğuştandır ancak herkes her şeyi uygun ve çeşitlendirilmiş öğretim yolu ile (bana göre ve bazı yapılmış çalışmalara göre) öğrenebilir.


Popüler Yayınlar