Sakura Fırtınası #4: Bir Cadının İtirafları.


Sana odamdan ve salonumuzdan bahsetmemin bir nedeni vardı. Ancak bu konuyu takip eden diğer konuları anlatma planım bana ait değildi. Blog yazarken genelde ben değil -yazdığım içeriğe göre değişmekle birlikte- küçük Ben, kalbim ve zihnimin normalde suskun yanı konuşur ve ben de onları susturmam. İşte yine öyle oldu ve şimdi sana asıl anlatmak istediğim konu bir yazı ileriye kaymış bulundu (aslında iki yazı, üç olmaz inş.).

Ben küçükken, çok küçükken, şu anki odam aslında salonumuzdu. Hatta şu anda sana bu satırları yazdığım bilgisayarımın olduğu çalışma masamın yerinde bir tekli koltuğun, karşısında da bir tüplü televizyonun (ki o televizyon yıllarca suskun bir şekilde evin gözden uzak bir köşesinde istirahat etti) bulunduğunu baya baya hatırlıyorum. Çünkü en sevdiğim şeylerden biri de nesquik içerken çizgi film veya o zamanların modası olan sihirli dizilerden birini izlemekti.

Bu odaya dair bir anım daha varmış. Ama bu o kadar eski ki, ben bile hayali geç bana söylenen meali dışında anımsamıyorum. Sanırım bir yerlerden -yine- duyduğum için (kulağım mı delik ne) bunun yaşanmış olduğunu hayal ediyorum. Çünkü aslında bunu anımsamam biraz imkansız gibi bir şey. Ben baya baya çocukken (bebeklikle çocukluk arası ara dönem olduğunu sanıyorum ama çocuk formundayım yine de) kendi halinde bir şeylerle uğraşan babamı ısır... Ama baya baya dişlerim çıkmış adamın kolunda omuzunda neyse artık... Tabi bunun suç olduğunu bilen bir yanım da var. Koş koş koş yemek yapan annemin bacaklarına yapış sonra da. Babam neye uğradığını şaşırmış sanırım. Sonra da kimseyi ısırmamış olmalıyım. Bu olay neden beni etkiledi bilmiyorum ama ilk duyduğumda şaşırmıştım. Küçükken aslında hafiften serseriydim. Biraz daha büyüdükten sonra da. Mesela bu serideki ilk yazımda kardeşime ısrarla ''prenses'' dememin nedeni de buydu. O ne olursa olsun içi prenses bir insandı. Öyle doğmuş yani. Ama ben... Bugün bile beni huzursuz eden bir serserinin ruhuyla doğmuşum. Bööö. :) Yani... sanki hanım hanımcık bir serseriymişim gibi bir his bu da. İki uç tek bir kişide buluşmuş gibi. Bilmem anlatabildim mi... Çocukken de böyleydim. Tamam her çocuğun -hemen hemen her diyelim- birilerine diş geçirme hikayesi vardır ama benim böyle küçük yaramazlık denemelerim bana hep hanım hanım yanımı sıyırma girişimi gibi gelmiştir. Mesela okulda da arada bilerek başarısız olmama izin verirdim. Yani tabii bile bile başarısız olmazdım ama bakıyorum yol başarısızlığa çıkıyor ben de amaannn olayım madem derdim ve ilginçtir bundan haz aldığım bir yanım bile olurdu. Sanırım insanlar şaşırdığı için bundan etkilenirdim. Belki de yaramaz öğrencilerin psikolojisinde de bu vardır diye düşünürüm. Birilerini şaşırtma hazzı? Tek sorun bunu benim üniversitede bile (bilinçsizce) denemiş olmam... (yl'yi kastetmiyorum ama kim bilir, belki o durumda bile bu etkilidir...).

Ne diyordum... Hah, nesquik içerken tv seyretmeye bayılırdım. En sevdiğim nesquik başlarda farklıydı. Önceleri çileklisini severdim. Ama sonra bir gün sütte kaymak birikmişti sanırım. Bu benim midemi bulandırmıştı ve bunun sütü çok ısıtmaktan değil, nesquikten kaynaklandığını düşünmüş ve keskin bir şekilde bir daha asla (ahahahha) çilekli nesquik içmemeye karar vermiştim. Öyle de yapmıştım bu arada. Tabii muhtemelen önce evdeki çilekli nesquiki bitirmek durumunda kalmışımdır, yoksa kim içecek... Ama sonra hep çikolatalısını içtim ve sebebi çikolatalıyı çok sevmem değil, çileklisinden soğumamdı. Evet ben böyle biriyim işte. :)))

Çilekli nesquiki hala içtiğim dönemde elime bardağımı alıp tekli koltuğa kurularak sihirli dizilerimden birini izlediğim anlar aklımda. Hatta biri çok net aklımda. Annem mutfakta akşam yemeğini hazırlıyordu. Odadaki tek ışık tv'den ve mutfaktan yansıyan ışıktan geliyordu. Sonra babam işten gelmişti. O sırada çilekli nesquikim bitmiş olmalı. Sen de bilirsin ki yemekten önce öyle şeyler yenmez içilmez. Ama o an zihnimde... o huzurlu an. Huzur doğru kelime mi emin değilim ama yine de, o anı bugün bile anımsıyorsam bir sebebi olmalı değil mi? Beynim o anın kısacık videosunu çekmiş, benim için saklamış; çünkü o anı arşivlemeye değer görmüş. Bugünümde sana anlatayım diye ahahhaha. Neyse babam gelmişti hatırlıyorum. Ya o gündü, ya başka bir gün... veya beynim tüm benzer günleri birleştirip tek güne indirgedi şu an... ki sanki en mantıklısı bu gibi. Her neyse, babam bir cd getirmişti. Gazeteden mi çıkmıştı, o mu almıştı bilemeyeceğim artık ama bir cd getirmişti: Karlar Kraliçesi.

Bu cd'ye dair ayrı bir yazı yazsam mı diye düşünüyorum. Çünkü görünen o ki bu gidişle araya başka anları soka soka bu yazının konusu olarak belirlediğim asıl olaya bir türlü gelemeyeceğiz... Ama varsın bir veya birkaç paragraf daha başka konuya zıplayalım. Bu cd'ye dair aslında ayrıca bir yazı yazmıştım ancak tabi ki sildim. O nedenle Karlar Kraliçesi neyi anlatıyordu özet geçmem gerekiyor... :( Bu çok eski bir yapımdı. Çok eski dediysem... 90'lardan kalma olduğunu tahmin ediyorum ama belki de 80'lerdir... (bence 90'lar). 2010 civarında yeni bir versiyonunu da çekmişler ve vaktiyle izlemiştim ama bana aynı hissi vermemişti ve bazı detaylar değiştirilmişti (bundan hoşlanmadığım aklımda).

Sana benim çocukken o cd'den izlediğim versiyonunu anlatacağım hatırladığım kadarıyla. Bu hikayede iki yakın arkadaş vardı. Kay ve Gerda. Bu iki çocuk o kadar iyi anlaşıyorlardı ki, uyuma vakitleri dışında hep birliktelerdi. Zaten ikisinin evi de karşı karşıyaydı (veya yan yana) ve bu iki evi birbirine bağlayan balkonumsu bir köprüleri vardı. İşte Kay ile Gerda bu köprüde oyun oynarlardı. Bir gün ne oldu bilinmez, bu iki çocuk, Karlar Kraliçesi'ni çok kızdırdı. Aslında alenen bir şey yapmadıklarını ama kendine iş arayan kraliçenin kafayı bu iki küçük çocuğa (ki masallarda genelde böyle olur zaten) taktığını hatırlıyorum. Belki de dostluklarını kıskanmıştı kim bilir... İşte sonra bu kraliçe, Kay'ı kaçırıyordu. Gerda da dostunu kurtarmak için zorlu bir maceraya atılıyordu.

Bu filmde beni çocukken asıl etkileyen detay o köprümsü balkondu. Öyle bir balkonumuzun olmasını ve öyle bir balkonu paylaşmak isteyeceğim, tıpkı o çizgi filmdeki gibi çok aşırı seveceğim, bir arkadaşım olsun istemiştim. Tabi ki çocukken bu kadarını düşünmemiştim ama şimdi düşününce... sanırım beni o balkona dair de asıl etkileyen şey o iki çocuğun kendilerine ait, tüm dünyadan ayrı bir dünya kurmalarıydı kendilerine. Tıpkı Karlar Kraliçesi gibi ben de en çok bu dünyadan etkilenmiştim (ve kıskanmıştım :). Karlarla kaplı soğuk bir dünyanın içinde kendi küçük sıcak oyun dünyalarını paylaşan iki çocuk... Bugün bile beni etkiler. Beni etkileyen diğer detay ise filmin sonundaydı. Onu da sana anlatmayım artık, spoiler olur falan (kimse o filmi izlemeyecek aslında sanırım neyse - zaten eski versiyonu yok piyasada, nette). Bari iki cümleyle anlatayım, spoiler istemeyen de okumasın bu paragrafın devamını, diğer paragrafa geçiversin. :) Beni etkileyen diğer detayı aslında çocukken fark etmemiştim ama o zaman bile etkilenmiştim. Tam hatırlamıyorum artık ama filmin sonlarına doğru Gerda Kay'ı buzdan bir heykele dönüşmüş olarak buluyordu. Onunla eskisi gibi konuşamayan, gülemeyen ve ona bakamayan buzdan dostuna o haliyle bile sıcacık bakmıştı sanırım. Bir balkonları olmasa da, acımasız bir kraliçenin sarayında bile, buz tutmuş dostunu görebilmişti. Dediğim gibi filmin sonunu hatırlamıyorum aslında (ki mutlu sondu) ama buzdan heykellerin arasında kaybolmuş dostundan vazgeçmeyen bir kızın varlığını anımsıyorum. Fedakar, cefakar ve kahraman arketipine girmeye müsait kişiliğime (malesef) hitap eden bir senaryoydu. Hazin bir durum ahahahah. :)

Tv'de çıkan çizgi filmlerden de sonra bahsedebiliriz tabii ancak artık geleceğim sihirli dizilerin fayda- sihirli dizileri izlediğim zamana. İşte o koltukta otururken Acemi Cadı ve Sihirli Annem gibi dizileri izlediğimi hatırlıyorum. Zaten sihirli diziler içinde en çok bu ikisini severdim. Bunu erken dönemde çıkan ilk sihirli diziler olmalarına bağlıyorum. Sonra bu yapımların izlenmesinden güç alarak üretilen (muhtemelen nedeni buydu) Selena, Bez Bebek, Prenses Perfinya ve her ne kadar o biraz yetişkinlere hitap ediyor olsa da Hayal ve Gerçek de izlediğim diğer sihirli diziler arasındaydı. Bizde zaten sihirli diziler seviliyormuş bence. Annemgil de vaktiyle Ruhsar'ı izlemiş ahahhaha.

Tüm bu sihirli diziler içinde en favorim, bugün bile, hep Sihirli Annem olmuştur. Sihirli dizileri her çocuk sever, sevmiştir sanıyorum ki. Uçsuz bucaksız çocuk dünyasını besleyen bir şeydi çünkü. Sihirli dizileri, içinde sihir imgesi bulunan çizgi filmlerden ayıran ve öne geçiren asıl durumu ise dizilerde gerçek insanların yer almasına bağlıyorum. Çizgi filmler de her ne kadar insanı heyecanlandırsa ve oyun oynarken ilham verse de, dizilerde gerçek hayatta var olan kanlı canlı insanların ve mekanların bulunması bence çocukken beni ve nicelerimizi en çok etkileyen durumdu. Çünkü böylece sihir, dünyaya gelmişti. Yaşadığımız, ''gerçek'', dünyaya.

Sana bunu da daha evvel söylemiştim. O zamanlar aslında daha çok okunuyordum bu nedenle bu yazılarımı da okumuş olma ihtimalin yüksek diye belirtiyorum. Küçükken uzun bir süre en büyük hayalim sihirli güçlerimin olmasıydı ahahhahah. Yani hiçbir zaman kendini pokemon veya süperman falan sanan çocuklar gibi olmadım, yani gerçeklikle bağım kopmadı ama işte içten içe hep sihirli güçlerimin olmasını dilerdim. Hem de durduk yere değil canım, doğum günlerimde ahhahahah. Ciddiyim, uzun bir dönem (birkaç yıl) doğum günü dileğim ''sihirli güçlerimin olmasıydı.'' Sonra baktım bu dilekle dilek haklarımı boşa kullanıyorum vazgeçtim. Komple dilek dilemekten... ahahahhaha. Açıkçası hem biraz ''küsmüş'' olmalıyım, hem de doğum gününde dileyebileceğim kadar özel bulduğum başka bir dilek kendime bulamamıştım. Ta ki liseye geçene kadar. Ama bu yazının konusu o değil.

Eski bloğumun tanıtım yazısında bile ''küçükken peri olduğunun açıklanmasını beklemiş'' yazmışım hahahahahah. Yine söylüyorum, çok çocukken bile ''gerçek'' dünyada sihrin de, perilerin de olmadığını biliyordum ancak içten içe öyle olmak isteyen bir yanım hep vardı. Bu istek sanırım şöyle başlamıştı... Çocukken saçlarım belime kadar falan geliyordu ama daha birinci sınıfa falan gitmediğim bir zamandan bahsediyorum. Sonra o kadar uzun saçlarımı neden bilmiyorum ta omzumda kestirmişiz. Bunun bir çocuk için ne kadar travmatik olabileceğini tahmin edebilirsin. Yani hadi üzücü diyelim ama küçümsemeyelim de... Çünkü çocuklar böyle şeylere üzülebilir. Ben de biraz içten içe eski saçlarımı düşünüyordum ve içim buruktu. 

Hatırlıyorum anneannemlerdeydik. Hatta şu an gözümün önüne onların o zamanki salon şekli geldi ahahhaha. Tv'de Sihirli Annem vardı. Orada bir Eda Peri var bildin mi... Siyahi bir peri kızı. Onun saçları o zaman kısa ve örgülüydü diye hatırlıyorum. Onu çok beğenirdim, ben de esmerim ya, kendimi ona benzetmiştim ahahahahha. Sonra hoplayıp zıplayarak dans ettiğimi ve bu bulduğum benzerliğin buruk kalbimi rahatlattığını, saçlarımı o an çok sevdiğimi hatırlıyorum. Bununla bir ilgisi var mı bilmem (oladabilir bak) ne zaman hayatıma yeniden başlamak istesem saçımı hep o boyda kestirdim özellikle de üniversite yıllarımda. 

Ben esmer olmayı hep sevdim biliyor musun? Ayyy üniversitede bir çocuk vardı. Aslında kafa dengi de olabiliyordu (bazen?? :) ama bazen o kadar gereksiz yerden atlayıp konuşuyordu ki... (Beni okumaz ama böyle anlarda gerilmeden edemiyorum ajajajajajja, aman neyse kötü bi' şey mi dedik sen deeee -beni okumaz o- kendimi rahatlatmam ahahahha). Neyse işte atlıyordu arada falan. Gidip muhabbet açsam kem küm eder, kankimlerle konuşurken üstüne vazife... Neyse gerilmeyelim. İşte ben göçmenim dedim ya sana (bir önceki yazımda dedim), konu oralara mı geldi bilmem. Benim baba tarafı genlerimde baya renkli göz var ama benimki çok koyu kahve (hatta siyah galiba). Neyse vah vah renkli gözlü değilmişim de bilmem ne... O an kızmamıştım ama uzatmıştı sinirlenmiştim, çünkü yani ne cevap vereyim bu şakamsı atlayışa. Yani ne diyebilirim... Gözüm görüyor hamdolsun?!? ahahahhaha. Ay galiba böyle bir şey demiştim. Harbiden odun biriyim, neyse.

Sonra ben küçükken annemgiller yanımda genelde sarışın ve beyaz tenli kızların güzel olmalarıyla ilgili yorumda bulunurlardı. Yani ortada güzel sıfatlı bir özne varsa, o sarışın veya sarışınımsıydı o kesin. Kardeşim bile sarı papatyaydı. Vallahi küçük Ben'in (hatta büyük Ben'in bile) kardeşi dahil kimseyi kıskanmamış olması mucize. Gerçekten kıskanmazdım bu arada. Sanırım bunda iki neden etkiliydi (hatta üç): İlki kendimi beğenmem (izninle ahahahhahah, hatta AHahahhAHHh), ikincisi halamın bana güzellik içeren sıfatlarla sevgisini ifade etmesi (bu beni çok etkiledi mi emin değilim ama teşekkürler hala ahhahahah), üçüncüsü ise benim beğendiğim kadın kişilerin de esmer olmasıydı. :) Yani çocukken, hatta belki ergenken, birilerine benzemek istersin veya kendinle benzeşim kurarsın ya, benim o ünlülerim hep daha esmerlerdi. Bakınız Eda Peri ahahhahaha. Ama ergenlikte de öyleydi. Genelde (narsist veya megaloman değilim :) kendime benzettiğim kişileri güzel bulurdum ahahaahha. :))

O diziye dair sevdiğim şeylerin başında gelen durum ise, bana çocukluğumun sabaha karşı veya sabahlarını anımsatması. Son yıllarda bile ne zaman kendimi iyi hissetmek ve gülmek istesem o diziden rastgele bir bölüm açıp izlemeye başlıyorum ve bana gerçekten çok iyi geliyor. Gerçekten de hiçbir sihirli dizi, hatta hiçbir çocuk dizisi, o sıcaklığı verememiş sonrasında (ki zaten sonrasında çocuk dizileri de azalarak bitmiş...). Bu dizide çocuk oyuncuların gerçekten çocuk olarak kendilerini oynaması, çocukların sihirlerden bile daha çok ilgisini çeken bir durummuş bence. Dizide yapay hiçbir şey yok, evet sihirli bir dizide yapay hiçbir şey yok... Aile, arkadaşlık, aşk, iyilik-kötülük teması, yardımlaşma, çevre bilinci... hepsi var dizide. Dizide işlenen ''kötülük'' teması bile aslında bencillik, kibir, yalan söylemek gibi istenmeyen davranışların sonuçlarıyla ilgili. Her bölüm başka bir konunun işlenmesi (üstelik dört sezon sürmüş bir dizide!) ise diziyi sürükleyici kılan diğer bir etken.

Perilerin giysileri ve yüzlerindeki simler hep ilgimi çekmiştir. Ama bugünlerde asıl ilgimi çeken perilerin giysileri değil, fanilerin kendilerine has tarzlarını yansıttıkları giysileri, evleri... Eda periyi sevme nedenlerimden biri de bu kendine özgü tarzıydı bu arada ahahhahah. Çok tatlı, sıcacık bir dizi. Yeniden izliyorum ve izlerken baya baya kahkaha falan attığımı fark ettim. Senin de böyle güvenli alanını oluşturduğunu düşündüğün, sana sıcacık sarılan bir dizin var mı?

Son olarak Sihirli Annem'in dizi müzikleriyle bir kapanış yapmak istiyorum. Dizide kullanılan müzikler bile içimde tatlı bir hüzün oluşturuyor. O hüznü seviyorum biliyor musun? Aslında tam da o hissi arada çok özlediğim için bazen sana çocukluğumdan bahsediyorum veya kendimden falan. Aslında kalbim burkuluyor gibi geliyor ama bu burkulma bazen oradan tıpkı Çilek'in ışınlanırken çıkardığı baloncuklar veya kelebekler gibi tatlı şeyler çıkarıyor. Sanki kalbim de baloncuklar çıkara çıkara anlattığım anlara ışınlanıyor gibi geliyor ve ben en çok da bu hissi seviyorum. Belki bu söyleyeceğim garip gelecek ama ben şimdiyi yaşarken de bana bu hissi veren şeyleri yaşamayı seviyorum. Böyle şeylere çekildiğimi fark ettim. Yoksa kendimi iyi hissetmediğimi. 

Bu bloğu bile Neptün'de inşa etme nedenim bu ahahhaha. Burada yazarken Neptün'e ışınlanıyorum çünkü. Aslında Plüton olacaktı (daha evvel bunu da çıtlatmıştım) ama anlamını sevmemiştim. Daha havadar, denize karşı diye Neptün'ü seçtim ahahahahha. Bir de içimde sihirli bir yan hep vardı. Tamam... peri olmasam bile, bu bana ''hiç açıklanmasa'' bile ahahahaha. Sanırım bu nedenle bir insan olarak cadı olmayı sevdim. Beceriksiz bir cadı olsam da... eh işte. (şaka yapıyorum ahahahahah)

Sen bir süper fantastik yaratık olsaydın ne olurdun ahhahahah. Söyle söyle çekinme. Dünyalılar bunu bilmeyecek veya dünyadakiler işte, neyse ne. Biz bizeyiz. 

Hoşça kaaalll.

:)


Sihirli Annem'in tümmm müzikleri için tıklayabilirsiniz (bu çalacak olan favorim :)

Sihirli Annem Jenerik 2003-2006 için tıklayabilirsiniz.

sihirli annem jenerik ama metal versiyon :)))


Sakura Fırtınası #3: Kalbimdeki İzler.


Eskiden benim odam kardeşimle ikimizindi. Daha da eskiden ise salondu. Şu anki salonumuz o zamanlar küçük Ben için fazlasıyla gizemli bir bölgeydi. Öyle ki, sanki o odaya girince fantastik bir evrene giriş yapıyormuşum gibi hissederdim. Orası sadece temizlik zamanlarında veya anne babam o odadan bir şeyler almak istediklerinde açılırdı. Bir de tabii... misafir geldiğinde. Çünkü orası, misafir odasıydı.

O odaya girmiş küçük Ben'i hayal meyal hatırlıyorum. En çok da babamla birlikte o odaya girmeyi severdim. Çünkü babam benim en favori oyun arkadaşımdı. Bugün beni en çok kıran, bunu ona defalarca belli etsem de, onun benim ve küçük Ben için olan rolünü asla kabul edememesi olabilir. Onunla oynadığım oyunları, yaptığım sohbetleri, gecenin bir yarısı bile olsa sadece küçücük bir böceği ortadan kaldırması için onu uyandırmamı mazur görmesini ve bana hep ışıl ışıl bakmasını ve tabii hayatımda gördüğüm en güzel gülümsemeye sahip olmasını, hayatım boyunca asla unutamayacağımı, ben unutsam küçük Ben'in bunu asla yapamayacağını kabul edememesi kalbimi binbir parçaya böldü diyebilirim. Birçok kez.

Bunu sana anlatıyorum sevgili okur, oradaki sana anlatıyorum çünkü senin dışında anlatmayı gerekli bulduğum biri yok. Belki de beni görmeyen sen, kalbimi bile görmeyen sen, kırık bir kalp resmini hayal edebilirsin. Kelimeler insanlara hayaller verir ya hani, işte, ben de sana kırık bir kalbin resmini çiziyorum şimdi. Merak etme canım acımıyor. Ama kırık bir kalp, kırılmamış bir kalp değildir. Hiçbir zaman da olamaz. Hem sen, kendinde beni suçlama hakkını bulmazsın. İnsanın bu özgürlüğe sahip olması kıymetli bir şey. Biri tarafından suçlanmamak. Bu nedenle hep en çok sana anlatmayı sevdim.

O odadan bahsettik madem, biraz daha içine girelim. Oradaki eşyaların çoğu bugün yok. Bir aynayı hatırlıyorum mesela, yoksa iki ayna mıydı, oradan kendimi izlediğimi... Camdan eşyalar, bugün de varlar, vitrin, koltuklar ve sanki doldurma başka eşyalar ve en sevdiğim olan yemek masası! O yemek masasını çok severdim çünkü o da benim oyun arkadaşımdı. Daha doğrusu yemek masası değil de, yemek masasını çevreleyen sandalyeler. Annem temizlik yaparken onları koridora çıkarır, sıra sıra dizerdi. Sanırım o bu işi yaparken ben de sandalyeleri taşımasında ona yardım ederdim. 

Sana daha evvel de anlatmıştım. Benim en favori hayali evrenimde (ki başka da yokmuş ahahhaha) her ev bir toplu taşıma aracıydı. Bizim evimiz uçak, anneannemlerinki gemiydi mesela. Buna neden böyle karar verdiğimi yıllar boyunca -üstünde pek düşünmedim kabul- anlayamadım. Sonra bunu bir arkadaşıma söylediğimde o bana çok gülmüştü. Yoksa kardeşime mi demiştim ya... Bilemedim bak ama o kişi beni aydınlatmıştı bu kesin (ve gülmüştü). Bizim ev biraz yokuştaydı. Bu nedenle yüksekte olduğumuzdan olacak bizim evi uçağa benzetmişim ahahhaha. Sıkı dur, anneannemlerin evine yaptığım benzetme de yaratıcı, bence. Onların evinin arkasında dere yolu adıyla bilinen bir yol vardı. Bir de anneannemlerin balkonundan o yola bakınca balkon biraz geride kaldığından kendimi güverteden ufka bakıyor gibi hissederdim ahahahah, yani oraya dere dedikleri için ben de evi gemiye, kendimi kaptana dönüştürmüşüm. Komikti bence. :)

Nedendir bilmem, küçükken kardeşime bu oyunu açmamıştım. Sadece kendi hayal dünyamda koridordaki o sandalyelerin de yardımıyla hem pilot, hem hostes (ki o zaman adını bilmezdim), hem de yolcu olurdum. O odaya dair sevdiğim bir diğer şey de babamın gençliğinden kalma kitaplarıydı. Böyle eski atlaslar. Ama içinde bir sürü dünya haritası ve açıklamalar vardı ve Bulgarcaydı. Yani onları okuyamazdım, okusam da malesef anlayamazdım çünkü babam o zamanlar iyi bildiği ama yıllar içinde kendinin bile unutacağı ikinci dilini bana da, kardeşime de asla öğretmedi. Belki benim kendi başıma öğrenme zamanım gelmiş de geçiyordur, kim bilir... Ama Bulgarcaya gelene kadar... diye diye gelmedi işte onu öğrenme zamanı.

Ben göçmenlere hiç benzemem biliyor musun? Artık biliyorsun ahahahhah. Baba tarafım genelde sarıdır. Kardeşim bile ufaktan sarıdır da ben annemgile çekmişim. Aslında eşit dağılım olmuş bence ama bana ve aileme bakış atan biri beni aslında fiziksel olarak anneme benzetir. Annemse babama ve onun tarafına. :) Babamı sevdiği için bunu olumlu bir şey olarak algılıyorum tabii. Ama geçen gün kulak misafiri olurken bir anda fark ettim. Anneme benzeyen bazı yanlarım var. Mesela bir şeyler anlatırken öyle neşeli oluyor ki bazen şaşırıyorum. Keyifli bir konuysa çok heyecanlanıyor ve arada ses tonu değişiyor falan. Ben de heyecanlı heyecanlı konuşurum. Bu yönümüz benziyormuş. Güzel bir özellik mi bilmiyorum tabi. Yeni cool dünyada zor bir özellik açıkçası. Ama kimin umurunda.

Hep ''tatlı'' bulunmaktan nefret etmişimdir. Gerçekten nefffet etmişimdir. Neden biliyorum. İnsanlar seni ''tatlı'' olarak damgaladıklarında salak falan da sanabiliyorlar veya öyle sanmasalar da, senin sınırlarını zorlayabiliyorlar. İlkay ses etmez zaten gibi. Hele de bende kredisi varsa. Ben zaten hep yanlış insanlara yanlış oranda kredi vermişim onu fark ettim. Taaaa ilkokulda başlamış bu ve yıllara yayılmış. Bir yerde ilmiği kaçırmışım da, sonra yanlış yanlış örmüşüm, anca baya ilerledikten sonra atladığım ilmeği (veya ilmekleri) fark etmişim gibi rahatsız edici bir his.

Neyse. ''Tatlı olmak'' ne demek tam olarak emin değilim aslında. Çünkü ben sadece kendimim -özellikle de birine veya bir ortama kredi vermişsem.- Ancak öte yandan bir şey olmaktan ölümüne korkan bir yanım varmış hep sanki. Sanki, bir şey olursam başka bir şey olmak için savaş vermem gerekiyormuş gibi bir his. Ben hepsiyim. Hepsi olamaz mıyım... Yani, hepsi derken... Tatlı olmak bile içinde farklı tatları barındırmaz mı? Bazen de mesela çok ciddi olurum. Yani ben, hepsiyim. Ben sadece kendim olamaz mıyım diye düşündüm uzun bir süre. Bence asıl coolluk böyle bir şey. Hayatta en çok ilgimi çeken insanları düşündüğümde onlarda hep ortak nokta görüyorum ve bu bende de olan bir şey. Ve bu, kıymetli bir şey. O zaman neden nefret ediyorum ki, diye düşündüm.

Sanırım uçlarda düşünmek yerine, her şey dediğim orta şekerli kıvama da şans vermeliyim. Sanırım bazen biraz sivri oluyorum. En azından hissedişlerimde ve bazen de bir şeyleri değerlendirirken. Bu yorucu bir şey. 


Sakura Fırtınası #2: Büyük Anneanne.


Çocukluğuma dair hatırladığım en eski görüntüler anneannemin annesinin evinde olanlar. Bunlara anı demek doğru bir ifade olur mu emin değilim ancak o yıllarda çok küçük bir çocuk olmama rağmen gerçekten de hem o evi, hem büyük anneanneyi, hem de yaşadığım bazı anları tıpkı birer fotoğraf karesi gibi sahne sahne hatırlıyorum.

Kendimi bildim bileli o ev vardı. Anneannemi ve teyzelerimi ziyaret etmek istediğimizde oraya giderdik. Hatta öyle ki ben çok uzun bir süre anneannemin evinin orası olduğunu düşünmüştüm. Hatta orada gördüğüm herkesin evinin orası olduğunu sanıyormuşum. :) O evi unutamamamın asıl sebebi bahçemsi terasıydı diyebilirim. Orada nasıl oyunlar oynadığımı hatırlamasam da, bir koşturuşumu iki kedileri hatırlıyorum. Bir de büyük anneanneyi uzaktan gördüğüm bazı anları. 

Bir bayram günüydü sanırım, yoksa değil miydi, ancak kesinlikle normale göre şık giyinmiştim o kesin. Yağmurlu bir gündü ama çok soğuk olduğunu sanmıyorum çünkü etek veya elbise giydiğim hatırımda. Çok soğuk olsa annem asla giydirmezdi ahahhaha. Daha kardeşim bile yok meydanda. Hatta ailedeki tek küçük kız (sayılı sayıdaki küçük kız) benim. Bunun sefasını sürdüm mü bilmem. Bir de bir kuzenim (sayılan biri) daha var tabii. -o konuya geleceğim.-

Ne diyordum... elbise! Elbise giydiğim aklımda. Ayağımda yanları püsküllü çizmelerim vardı çünkü. O çizmeler olmalı, çünkü onları çok severdim ve onları giyince ayaklarımı izlerdim ahahahha. Bak bir de ışıklı spor ayakkabım vardı diye hatırlıyorum. Ah yoksa o benim değil miydi... Işıklı spor ayakkabı giyen kardeşim de olabilir, şimdi bilemedim ama benim kesinlikle püsküllü bir çizmem vardı buna eminim. Suların üstünden mi hopluyordum, içine mi... Ay yok canım ben asla suyun içine hoplamam, annem gözlerini bana dikmese, ben kendim yapmam öyle şeyler... Ama belki de suların üstünden hoplamış olabilirim mi acaba... evet öyle! Annem beni uyarıyordu, o sahneyi kısacık hatırlıyorum. Sonra büyük anneannelere giderdik. Biz hep oraya giderdik. Çünkü dedim ya, orada tanıdığım herkes vardı.

Benim hatırlayamadığım ama bana söylenenlere göre büyük anneanne numaradan ya topunu, ya mendilini düşürürmüş. Benimle barışmak için yaparmış bunu sanırım. Çünkü ben dudağımı büzüp otururken benden düşürdüğü şeyi ona geri vermemi istermiş. Ben de dudağımı daha da büzer, omuzlarımı silkermişim. O zaman da büyük anneanne ''bak M.'yi çağırırım, bana o getirir'' dermiş. Benim tepemin atması ve kapris modumun açılması için de bu yeterliymiş. ''Tamam o zaman!'' dermişim, ''mendilini sana M. getirsin...'' Yani bücürken bile kapr- hayır canım, işte, inatçı falandım. -şşş-

M. annemin kuzeninin kızıydı. Benimle yaşıttı. Bir keresinde ona özel bir yazı da yazmıştım hatta, bilmem hatırlar mısın... Onu çok severdim. Çünkü hiç benimle yaşıt bir akrabam (ah bir de Ö. vardı! onu da bir ara anlatalım :), hatta arkadaşım yoktu çoook küçükken. Sonra arkadaşım oldu -pek tabii- ama akrabam pek yoktu işte. Düğünlerde, nişanlarda hep M. ile dolaşır, slow dans eder (ahahahahah :) ve göbek atardık. O zamanlar gerçekten göbek atabiliyordum. M. ile o dönemde popüler olan dizileri yeniden canlandırır, ansiklopedileri karıştırır, senaryolar uydurup oyunlar oynardık. M. benim kalbimde özel bir yeri olan çocukluk arkadaşım diyebilirim. Onu hep çok sevmişimdir. Sonra tabi büyüdük ve bağımız eskisi gibi olmadı. Ama şimdi bugün bile onu görsem mutlu olurum.

M. demişken... M. ile ilgili bazı anılarım var tabii ama şimdi uzun uzun anlatmak istemiyorum. Asıl anlatmak istediğim, yaşadığım ama benim edilgen olarak bildiğim bir anım. O nasıl oluyor değil mi? İşte şöyle... Ben küçükken gözüm aralık uyurmuşum. Ne? Hiç görmedin mi öyle uyuyan? Ben az buçuk kardeşimde gördüm bunu ama tam değil. Acaba ben nasıl uyuyordum bilemiyorum bu nedenle. Ama işte, gözüm aralık uyurmuşum. :) M. bir keresinde büyük anneannelere gelmiş. Benim yanımda bana seslenmiş seslenmiş ama ben ona cevap vermemişim, o da bana küsmüş mü nolmuş ahahhaha. Annemlere ''İlkay benimle konuşmuyor'' demiş. Oysa ben uyuyormuşum ahahahha. Bu anıyı M.'nin kendisi bile hatırlamaz herhalde ama komik. Sanırım beni güldürdüğü için ben hiç unutmadım.

Genelde beni güldüren anılarımı unutmuyorum biliyor musun? Ben bilmiyordum. Hatta şimdi fark ettim. İnsan, üzüldüğü zamanlara daha çok tutunuyor aslında ama yine de onları bırakmayı seçtiğinde aklına sadece güldüğü anlar doluşuyor. Kalbini açan anlar. Yirmi yıl sonra bile.

Büyük anneanne aklıma nasıl mı geldi... Bir dizi izliyordum. Çocukluğumdaki en en en favori dizim. Rastgele bir bölüm açtım ve izlemeye başladım. Merzuka perinin olduğu bölümler. Hatta az evvel Toprak peri büyükannesiyle telefonda konuşuyordu. Benim de aklıma, kendi büyük büyük annem geldi işte. İçinde üç tane anne taşıyan, büyük büyük annem. İsimleri açıkça yazmıyorum fark ettiğin üzere. Neden bilmem, aslında kimseye zararı yok ama... Bunlar benim zihnimden çıkan anlar ya hani... Belki bu anılardaki kişiler olayları böyle hatırlamaz diye veya burada yoklar diye... Ama yeri gelmişken şunu söylemek istiyorum; ben kendi anneannemin de, onun annesi olan büyük anneannenin de ismini çok seviyorum. Hep de çok sevdim. Başka kimsede duymadığım için seviyorum sanırım. Onlardan başka kimseyle bu isimleri eşleştiremediğim ve hep onları anımsadığım için. <3

Acaba büyük büyük anne beni bugün görse hakkımda ne düşünürdü? Onun eşi, büyük dede, beni çok severmiş. Yani bebekken. Gerçekten, bebekken beni çok severmiş. Zaten ben bebekken de vefat etti. Üzücü anıları anımsamıyorum dedim ama... Ben büyük anneannenin ölümünü anımsıyorum. Ölümü ilk kez gördüğüm andı. Çok anmak istemiyorum ama görmüştüm. O hastaydı ama ölürken, öleceğini herkes bilirken bile... yaşamdan bir şey istemişti. Su. Su istemişti. Umarım gittiği yer ismi gibi bir yerdir. Onu gerçekten hiç hatırlamasam da... sevdiğimi biliyorum. Onunla olan bütün fotoğraflarımda kıkır kıkır gülüyorum (yani çoğunda :). Acaba o da bana hiç gülmüş müydü, biraz merak ediyorum. Acaba beni tanısa sever miydi, yoksa o, zaten ben'i tanıyan sayılı kişilerden mi... Bilmiyorum.

Bir de ilk kardan adamımı onun terasında yapmıştım. Kocamandı. Sonra bir daha öyle büyük bir kardan adamım olmadı ne yazık ki. Kardan adamımla iki fotoğrafım vardı. Biri fotoğraf albümümde, diğeri zihnimde. Ama zihnimdekini uyduruyor muyum artık emin değilim. Zihnimdeki fotoğrafta ben kedileri hatırlıyorum. Cidden hatırlıyorum. Ama fotoğrafta yoklar, ne tuhaf. Acaba uyduruyor muyum, vallahi bilemiyorum. Ama bak kardan adam yapmıştım, hemi de kocamandı o kesin.

Sana bir tane de Sihirli Annem yazısı yazayım. Çok içimden geldi.

:)


Beni Asla Bırakma (Kazuo Ishiguro) | Kitap Yorumu

Yazar: Kazuo Ishiguro, Çevirmen: Mine Haydaroğlu,
Yayınevi: YKY

Bazı kitaplarla tanışıklığım eskilere dayanıyor. Bir rafın bir köşesinde karşılaşıyor veya bir ekranın ardından bir gün elbet buluşmak üzere sözleşiyoruz. Beni Asla Bırakma da tanışıklığımın yıllara yayıldığı, hatta bir keresinde hoşbeş ettiğim bir kitap. Neden bilmiyorum, kitabı bugüne kadar okumadım, biraz da okuyamadım. Hep bir şey çıktı. Başka bir kitap -üzgünüm- o anlık önceliğim oldu sözgelimi veya kütüphaneye kitap teslimi günüm geldi, sınavlarım yaklaştı, ödevlerim beni delirtti... İlginçtir, tüm bunlara rağmen kitapla aramızdaki bağ hep korundu. Ve işte bir gün, elbet buluştuk.

Kitapla tanışma hikayemi anlattım. Çünkü sana ondan bahsetmeyi geciktirebildiğim kadar geciktirmek istiyorum. İlginç bir konusu var, sürükleyici bir olay akışı var. Ancak ben sevdiğim bir şeylerden bahsederken, sevdiğim bir şeyleri anlatan türden biriyim. Sevme nedenlerini anlatan, anlatmak isteyen, elinden gelse kalbini çıkarıp göstermek isteyen biriyim. Bir şeyi çok sevmişsem, o şeyi düzgünce tanımlayamam da, hislerimi aktarırım. Ancak söz konusu hislerime şekil veren düşüncelerimden bahsedebilmem için sanırım sana biraz kitabın konusundan da bahsetmem gerekiyor. -bir zahmet, tabii.-

Kitap, Hailsham isimli bir yatılı okulun öğrencilerinin başından geçen öyküyü anlatıyor. Ancak bu okul, sıradan bir okul değil. Bu okulun öğrencileri birer klon. Yetişkin bir birey olunca organ bağışı yapacak ya da bağış yapan klonlara refakat edecek bakıcılardan oluşan klonlar. Bu yatılı okul gibi daha niceleri olmasına rağmen onlar ''şanslı'' olanlar. Sanatla ve sporla iç içe bir programı barındıran güzel bir eğitim alıyor, çocukluk yıllarını onlara biçildiği kadarınca özgür geçirebiliyorlar. Gençlik yıllarına geldiklerinde okuldan ayrılıyor ve onları bekleyen hayata atılmaya hazırlanıyorlar. Kitabın anlatıcısı olan Kathy de bir bakıcı. Biz okurlara Hailsham'da yaşadığı yıllarda başından geçen olayları anlatıyor. Onun anıları aracılığıyla başta dostları Ruth ve Tommy olmak üzere diğer öğrenciler ve gözetmenlerle tanışıyor, bu alternatif dünyanın kurallarını tanımaya çalışıyoruz.

Bu kitap en basit ifadeyle kalbimi kırdı. Çünkü kitap her ne kadar alternatif bir kurgusal evrende yaşananları anlatsa da, aslında yaşadığımız dünyayı anlatıyordu. Kitabın karakterleri bir amaç için var edilen çocuklardı. Bir komün düzeninin içine doğuyor, kim olduklarını net olarak bilmeden büyüyor ve zamanı gelince onlara biçilen kadere boyun eğiyorlardı. Hailsham öğrencilerinin diğer okullarda yetişen öğrencilere göre çok daha şanslı oldukları pek çok kez vurgulansa da, onların durumunun tam olarak bir kutunun içinde yaşarken görebildikleri dış dünyaya asla dokunamamak olduğunu düşünüyorum. Onlara özgür birer zihin veren bu gözetmenler, aslında beraberinde onlara umut, hayal, beklenti oluşturmak için alan tanıyorlardı. Ancak hepsinin kaderi aynıydı: Ölene kadar organlarını bağışlamak! Ölüm onların kaçamayacakları kaderleriydi. Acı dolu yalnız geçen bir ömrün ardından erken gelen bir ölüm...

Sadece bedenlerinden faydalanmak için klonlar üretmenin etik boyutu bir yana, gerçekten kendi bilinçlerine sahip olan kanlı canlı bu insanları, onları koruduklarını söyleyen gözetmenlerinin bile hiçbir zaman gerçekten ''insan'' gibi görmemesi ve bu nedenle onların da ''ruhu olduğunu'' durmadan kendilerine ve dünyaya kanıtlama çabaları... bu öğrencilerin hayatları boyunca ev olarak bildikleri tek yerin bu okul olması, birbirlerinden başka aile olarak görebilecekleri, tutunabilecekleri ve aslında kendi kimliklerini tanımlayabilecekleri ellerinde hiçbir şeylerinin olmaması... oradan buradan sezdikleri küçük dokundurmalarla ''ne'' olduklarını ve kaderlerini kestirme çabaları... sadece ofiste, süper markette veya otoparkta çalışmak gibi gülünç denecek kadar basit hayallerinin bile asla gerçekleşmeyecek olması ve bunu bu kadar kolay kabullenmeleri... Kalbimi o kadar çok kırdı ki. En sonunda ağladım. Kathy için, Tommy için, Ruth için... ve en çok da kaybolmuş kıymetlilerini gri düzlüklerde arayanlar için ağladım.

Bu noktada üstünde durmak istediğim birkaç detay var. Açık açık spoiler vermeyeceğim ama kitaba dair bazı detaylar üzerinden konuşacağım uyarısında da bulunmalıyım. Okuyup okumamak size kalmış... 

Madam ve gözetmenlerin dış dünyadaki insanların genetiğinden kopyalanmış ve ''klon'' olan bu öğrenciler için verdikleri çaba bile aslında kendi kırılgan umutlarının ve daha ''insancıl'' bir dünya ideallerinin bir ürünüydü. Nitekim Madam dans eden küçük bir kızı gördüğünde bile o küçük kızın kendi yaşamına dair hayalleri olabileceği fikrini aklına getirmemiş, sadece -bencil bir yerden- kendi ideallerinin kırılganlığıyla yüzleşmişti. Aynı şekilde kimlik arayışında olan, çünkü gelecekleri hakkında bir çıkış kapısı arayan bu genç öğrenciler, klon olduklarını kabullenmekle birlikte, her kim olursa olsun nasıl bir bedenden varlık bulduklarını bulma umudundaydılar. Bu kişi azılı bir suçlu veya utanç verici bir hayat yaşamış biri olsa bile... Bu öğrencilerin kim olduklarını arayış süreçleri, kendi içlerinde kendilerine yer bulma çabaları bile tek başına insanı yoran bir durum. Bu çocuklar kendi varlıklarını kendilerine kanıtlamaya çalışırken aslında kendilerine yıllar öncesinden biçilmiş ''kadere'' yürüyorlardı. Tarih kitaplarında gördükleri toplama kamplarını çevreleyen elektrikli teller ve kendi okullarını saran elektriksiz teller ile ilgili yaptıkları mizah da, diğer tüm şakaya vurma girişimleri ve kaçış yolları gibi, aslında onların kaçmaya çalışamayacak kadar bile bu kaderin içine köklendiklerini, varoluşlarını onlara söylenenden farklı yaşamayı bile düşünmediklerini gösteriyor. Yani, bu çocuklar gerçekten de hapistiler! Öyle doğdular, öyle yaşadılar ve öyle öldüler. Düşününce... kader dediğimiz ve hayat dediğimiz yapı, aslında bu bilimkurguya varan kurgudan ne kadar farklı? Bizler de bir yaşantının içinde bize biçilmiş sınırların içinde çoğunlukla kendi isteğimizle bize verilen rolü oynayıp ölmüyor muyuz? 

Kitapta Ruth'a hiç kızmadım desem... Belli belirsiz hatırladığım film uyarlamasında kendisine biraz kızdığım hayal meyal aklımda olsa da... kitabı okurken ona hiç kızmadım. Çünkü o da sadece bir çocuktu. Kaybolmuş bir çocuk. Aslında Tommy ile Kathy için de hiç üzülmedim, evet hiçbir zaman. Çünkü onlar en başından beri şanslılardı. Üçü de şanslıydı. Birbirlerini buldukları için.

Spoilerımsı kısım ve açıklamalarım bitti.

Bana buruk hissettiren diğer bir durum da, bu dört bir yanı dikenli tellerle çevrili kısa yaşamlarında birbirlerini bulan karakterler oldu. Böyle saçma bir dünyanın içinde kaçamayacakları durumları kabullenmek için birbirlerine sığınan bu karakterler bana buruk hissettirdi. Savaşları, esir kamplarını, baskı altında yaşayan nice insanı, ölümle burun buruna olan hayatlarımızı ve en çok da bir şeyleri sessizce kabullenenleri... Aslında biz insanları anlatan, bunu ilgi çekici bir konuyla yapan bir kitap. Sade bir dili olmasına karşın anlatımı etkileyiciydi. Anlatıma dair en beğendiğim durum da biz okurların kitabın anlatıcısı olan Kathy aracılığıyla en başından beri sanki bir gözlemci değil de, olayları deneyimleyen biriymiş gibi anılar arasında gezinmemiz oldu.

Kitabın ayrıca 2010 yapımı Never Let Me Go (Beni Asla Bırakma) adıyla bir film uyarlaması bulunmakta. Bu filmi de yıllar evvel bir kitaptan uyarlandığını bilmeden izlemiştim. Filme dair tüm detayları unutsam da, beni neyin beklediğini bildiğimden kitabı aslında üzülmeye hazır olarak okumaya başlamıştım. Belki de tam da bu nedenle bu buruk his daha derinden bir yerden bana dokundu. Çünkü ben, karakterlere üzüleceğimi düşünmüştüm; oysa kitabı bitirdikten sonra aslında kendime üzüldüğümü fark ederken buldum kendimi. Filmi de yeniden izlemeyi düşünüyorum.

Kitaplarla kalın.


Sakura Fırtınası #1: Kardeşim ve Ben


Bu hikayeyi önceden anlatmıştım. Ancak şimdi bir kez daha aklıma ve gündemime düşmesinde eski (??) bir mektup arkadaşım etkili oldu. Kendisi artık muhtemelen beni asla okumayacaktır (ve benden nefret etmemesini -kendimi de bu kadar önemserim- umarım). Sevgili B. veya C. (ki B. desem daha iyi olabilir), uzun zamandır kalbime sakuralar yağmadığı gerçeğini görmemi sağladı. Üstelik sakura yaprakları her yandayken! -evet kasım ayında bile- İşte ben de, bu nedenle, bir sakura fırtınasının bir anından (Bezelyecik duymasın) kalbimden bir an çıkarmaya karar verdim.

Çocukluk anılarımı net hatırlarım. Ben unutsam, elbet bana ben büyürken birisi hatırlatmıştır. İlkay çocukken böyle yapardı, şöyle derdili cümleler, çocukluğumla aramdaki güvenilmez köprünün en sağlam taşlarını oluşturuyorlar gibi geliyor bana. Bu nedenle (özellikle de yaşlandıkça, şşş) anılarımı ben mi hatırlıyorum yoksa bana hatırlatıldığı kadarını mı aklıma getiriyorum, emin olamıyorum (ve asla da olamayacağım).

Küçükken kardeş istemez(mişim)dim. Bunu ben de hayal meyal hatırlıyorum ama -dedim ya- bu hatırlamalarım kulak misafiri olduğum konuşmalardan mı ileri geliyor yoksa ben mi bizzat hatırlıyorum emin değilim. Her neyse! Günün sonunda ikisi de aynı şeydir. Ben de, işte, çocukken kardeş istemez, hatta kendimi yerlere atarmışım. İnan bana hiç de öyle bir çocuk değildim. Bence iftira :). ''Kimse benim anneme anne, babama baba diyemez,'' diye millete ayar çekermişim. İlginçtir, ailem çığıran bir veledi dinlerlermiş de. Gerçekten de ''ben kardeş istiyorum!'' diye çığırmaya başlamadan evvel bir kardeşim olmadı.

Olay şöyle gelişti... Anneannemlerin mahallesinden iki arkadaşımın peş peşe kardeşleri oldu. Ben zaten bu ikisine çok kuruluyordum. Benden bir yaş büyüktüler ve aynı yaşta oldukları için onları birbirine yaklaştıran ortak konuları vardı. Hele hele biz büyüdükçe bu konuların sayısı daha da arttı (çünkü benden bir sınıf üstteydiler). İşte şimdi de kardeşleri olmuştu! Benim de kardeşim olmalıydı. Herkesin oluyorsa benim niye olmasındı! Hemen annemlere koşup bir kardeş sipariş etmişim. Tabi bilmiyorum, kardeş öyle isteyince hemen eline gelecek bir şey sanıyorum. Bir de üstüne büyük haliyle geleceğini... (hadi yine bebek olsun ama ciyak ciyak ağlayan bir bebek olması... bu konuya da geleceğim).

Yine de bence çok beklememişim. Artık kaç zaman geçti bilinmez... Bir kız kardeşim olacağını öğrendim! Acaba ne hissetmiştim? Bak benim hafızam güçlüdür aslında. Yukarıda bir girizgah yaptım ettim ama kendi hafızam da noktaları iyi hatırlar. Sadece, boşlukları nerelerden doldurduğumu hatırlamıyorum. Kız kardeşim olacağı zaman verdiğim tepki neydi, ne hissetmiştim onu da hiç hatırlamıyorum doğrusu ama bir kız kardeşim olacağını annem dahil kimse öğrenmeden evvel bunu benim öğrendiğimi hatırlıyorum. Nasıl mı? Rüyamda :))).

Bu, benim hatırladığım eeeen eski rüyam. O da bölük pörçük. Biliyor musun rüyamı da sanki bir çocuğun pastel boyayla çizdiği bir resmin görüntüsü gibi hatırlıyorum. Rüyamda küçük bir kız çocuğu vardı. Bu çocuk sarışınımsıydı. Ben esmerken kardeşimi sarışınımsı görmüş olmam da... Bahçeli bir evde hayvanlarlaydı falan. Galiba onu Pamuk Prensesvari (biliyorum o sarışınımsı değil) bir şekilde hayal etmişim ahahahaha. Neyse böyle bir rüya görmüştüm ama rüyamı birilerine anlatmış mıydım, beni ciddiye almışlar mıydı; yoksa kız bebek isteyen büyüklerimden onay toplamış mıydım emin değilim.

Kardeşim uzun yolculuğundan aramıza katılmadan evvelki zamana (yani annemin hamileliğine) dair hatırladığım bir diğer şey de -ki zaten başka da yok- kardeşime isim seçtiğimiz zamandı. O zamanlar popüler olan dizilerden, isimler sözlüğünden ve yine -sıkı dur!- bir rüyadan ilham alınmış üç beş isim gündemimizdeydi. Anlaşılan, kardeşim gelmeden evvel bize bir çeşit telepatik mesajlar yollamış (tabii ki şaka yapıyorum). Annem rüyasında kardeşime İ. ismini vereceğini görmüş. (Evet o da İ.'li bir şey). Bu ismi bize açıkladığında ne düşündüğümden emin değilim ama benim favori ismim başkaydı. Yine de bana göre hava hoştu. Laf aramızda, o zamanki yani küçük Ben, kardeşimin isminin anlamını çok sevmişti. 

Gel zaman git zaman annem ve babam beni teyzemgile emanet edip ortadan kayboldular. Geri döndüklerinde yanlarında biri daha vardı: Ciyak ciyak... (kardeşim okur falan, şaka şaka) Su perisi kardeşim. Onun doğumundan sonrasına dair aslında belli belirsiz bir anım daha var ama bu o kadar sisli bir anı ki, gerçekliğinden şu an şüphe ediyorum. Sanırım annemler geri dönmeden evvel ben kardeşimi ziyarete gitmiştim. Tabi ki babam ve halamla birlikte. Anneme bir çiçek almak hakkındaki konuşmamız aklımda. Böyle bir şeyler. Ama sonrası yok. Kardeşimi ilk gördüğümde içime dolan his, yok. Eve döndüğümüzde zihnime dolan sorular, var.

Mesela: Kardeşim de çikolata sever mi? Ona da alabilir miyim? İki tane alsam olmaz mı? Hem İ. de sever bence... (o sırada İ. ağlamakla meşguldü).

İ. uzun bir dönem sadece ağladı. Bu beni biraz hayal kırıklığına uğratmıştı hatırlıyorum. Ben, birlikte oynayabileceğim bir arkadaşım olacağını düşünüp ''kardeşim nerrdeee!'' diye milleti darlıyordum oysa... Kardeşimle oyun oynayabileceğimiz kadar büyümesini beklerken, ben de büyümüştüm... :( Sonra da ona sinir oluyordum galiba. Eşyalarımız ortak olduğu için, meraklı olduğu için, bilgisayarda oynarken araya girdiği için... Aslında İ. çok uslu bir çocuktu. Düşünüyorum da... Ben çocukken hep çok daha şımarıktım. (Laf aramızda hala biraz öyle olduğumu düşünüyorum...)

İ.'nin çikolata yiyemeyeceği gerçeği (henüz bir haftalık falandı muhtemelen) beni üzmüştü. Bu, bir çocuk için gerçekten üzücü diye düşünmüştüm. Çikolata yiyememek! 

İ. gerçekten prenses gibi bir çocuktu. Tipi bile ahhahahah. Ben biraz daha serseri bir kızdım. Ama duuurrr... İ. çok bebekken erkek çocuğuna benzetilirdi ahahahhah. Ama tatlı diye diyorum ya. Hatta annem artık bu durumdan sıkılmıştı da, İ.'nin kız olduğunu vurgulayan şeyler ve renkler giydirirdi. Bir anı aklıma geldi bak şimdi. Ben, annem ve bebek arabasındaki elbise giymiş İ. yolda giderken iki genç İ.'yi sevmişti. İçlerinden biri ''kız mı erkek mi'' diye sorunca annem de ''ama yok artık''vari bir tepki vermişti ahahhahaha. Neyse. Ne diyordum... ben daha... daha... hah, marjinal bir tiptim. Yani çocukken.

Yani işte davranış olarak da değil de (tamam İ.'ye göre davranış olarak da)... İşte genel hava diyelim. Örneğin benim hiç düğünlerde giydiğim gelinliğim veya prenses elbisem olmamıştı. Pembe rengi çok giymezdim. Kot ceket ve kovboy çizmem, ekose eteğim, cırt renkte badilerim... Çocukluk fotoğraflarımda böyleyim. Bir de şımarık şımarık pozlar verirdim. Prenses gibi değil de... Şımarık dediysem de... İşte, tatlı anlamında. O zamanlar tabi dijital kameralar yoktu. Fotoğrafın nasıl çıkacağını bilemediğinden öylece şansa çekiverirdin. Benim fotoğraflarım bu yüzden daha çok anı yansıtıyor. Bazısında yan tarafa seslenirken, bazısında bir şeylerle uğraşırken... İ. küçükken yine bu kadar gelişmiş değildi kameralar falan filan ama yine de dijital fotoğraf makineleri çıkmıştı ve fotoğrafta nasıl çıktığını (örneğin gözün kapalı mı ahahah) görebiliyordun.

İ. ile olan en eski fotoğrafımızda ben 6 yaşında falanım. Bücürüm yani. Kucağımda benim yarım kadar bir bebek (abarttım). Ama o yaşlarda küçüktüm takdir edersin ki ve bir bebek bile bir çocuk olan küçük Ben'in kucağına büyük gelmişti. 

Oyuncak bebeklerimle oynamayı çok severdim. Oyuncaklarıma hep özen göstermişimdir, sanki canlılarmış gibi. Bahsettiğim bebekler de Barbie falan değil (genelde) daha büyük bebekler. Düşünüyorum da, benim oyuncaklarım bile bir tuhaftı hahshah. Yani bebeklerim. Çok güzel değillerdi ama bu nedenle çoook güzellerdi. Biri Ö. teyzemin çocukluğundan kalmaydı; mavi bir elbisesi vardı ve adı -tabi ki- Maviş'ti (ama bu adla birlikte bana gelmişti, ona ben isim vermedim). Bir bebeğimi A. halam yapmıştı sanırım veya o da onun çocukluğundandı ve pembe saçları vardı. Ama böyle fosforlu falan pembe gibi pembe saçlar. Tabi ki, adı da: Pembe'ydi ahahhaah. Ama ona da bu ismi ben vermemiş olabilirim. Böyle böyle bebeklerim vardı işte. Çok güzel değillerdi ama çok güzellerdi ve benim arkadaşımdılar. (Sonra kardeşim onları... Onlarla kardeşim daha dolu dolu oynadı sanırım bilmiyorum ama benden daha özenli olmadığı kesindi).

İ. ile olan fotoğrafımızı anlatıyordum. İ. oyuncak bebek gibiydi, bu nedenle aklıma oyuncaklarım geldi. Küçük Ben de İ.'yi oyuncak bebek falan gibi görmüş müydü acaba? Hiç sanmıyorum. Çünkü oyuncaklar ağlamıyordu ama İ. ağlıyordu! O fotoğrafta da arkadaki kanepeye yaslanmışım. Elimdeki kardeşimi tutmaya çalışırken halterci gibi yüz kaslarım gerilmiş. Ama iyi ki o fotoğraf var. Bazen bazı fotoğraflarım ve yazılarım için iyi ki var diyorum. Zaten benim çocukluk fotoğraflarım çok komik (ve bu nedenle güzel).

Annem evi temizleyeceği zaman İ.'yi uyuturdu ama uyanmasın diye de ona ben bakardım. İşte ana kucağını sallayayım, onu eee eee'leyim diye falan. Ama bunu tabi ki beleşe yapmazdım. Annemle ''şu kadar cd izlememe izin verirsen, ben de İ.'ye o kadar bakarım'' diye pazarlığa girermişim (ki bunu ben de hatırlıyorum). Çizgi film cd'lerimi çok severdim. Ciddiyim, tv'de çıkan çizgi filmlerden daha çok severdim cd'den izlediklerimi. Böyle, masalların uyarlamalarına dair cd'lerim vardı onu hatırlıyorum. Sonra Red Kit vardı ki en sevdiklerimde baş sıradaydı. Ama en en en favorim (ki bunu daha evvel anlatmıştım) Karlar Kraliçesi idi (en eski yapımı, sonradan çıkanlar değil). İ.'yi pışpışlama bahanesiyle onları art arda izlerdim. Zaman içinde hem dvd'imiz hem cd'ler bozuldu ne yazık ki. Ama çocukluğumu anımsadığımda beni en çok gülümseten şeylerin başında o cd'ler gelir.

İ. ile birbirimize hiç benzemeyiz. Hem de çok benzeriz. Hem aynı şeyi düşünür ve yaparız, hem de bunu farklı şekilde -kendi dilimizle- yaparız. İkimiz de inatçıyız sözgelimi. Ama İ.'nin inadı ile benim inadımın kendini gösterme şekli birbirinden çok farklıdır. İ. ile bu yaz küsmüştük. O beni, ben de onu kırmıştım. Sonra ne o yanaştı, ne ben. İ. evden gidene kadar evde soğuk savaş vardı. :) İ. evden gidince hem rahatlamış, hem buruk hissetmiştim. Laf aramızda... yine biraz kırılmıştım ama bu kırgınlığın İ. ile bir ilgisi yoktu. Hala bu kırgınlık geçmedi. Hani İ. ile ilgisi olmayan kırgınlık. Sanırım hiçbir zaman da geçmeyecek. Bu nedenle biri bana minicik soru sorunca alakasız yerden çıkıyor. Sakura yerine dolu yağdırıyorum. 

İ. ile barıştık. Çok salak olduğumu fark ettim. Hazır İ. de eve kısacık dönmüşken gittim sarıldım. O da sarıldı. Bu kadar.

Sarılmak istediğin biri varsa git sarıl sevgili okur. Zaman kıymetlidir. Her şey geri gelebilir ama salaklıklarımız bizden en çok zamanımızı alır. 

Ben de sana işte şimdi sarıldım sevgili okur. Bazen birine sarılmaya ihtiyaç duyarım. Sen de duyuyorsan, işte sana sarıldım.

Aslında bu kasım ayı benim için iyi geçti. Bir ölçüde? Alerjim geçti. Zaten çok mutsuzum diye oluyordu. Ama insan, mutsuzluğunu nasıl geçirebilirdi? Mutsuzluğum geçmedikçe alerjim olmadık yerde pırtlayacaktı... Ve ben ilaç falan içmek istemiyordum. Bir sabah uyandım ve hönkürerek ağladım. Tüm hayal kırıklıklarım tek bir noktada buluştu. Sonra odamı süpürge tutarken herkesle, kalbimle, gözyaşlarımla, belirsizliklerle ve durmadan ucu çıkan süpürgeyle kavga edip durdum. Sonra hocama yl'yi bıraktığımı söyledim. Sonra çok istediğim bir şeye başladım (ki bu bana iyi geldi). Sonra, kendime aşık olmaya başladığımı fark ettim.

Sana Kasım başlıklı yazımda bundan bahsetmiştim. Kendini sev, ''önerisi'' özellikle de sosyal medyanın yaygın kullanımıyla herkese reçetesiz verilir oldu. Önceden, ''seveyim seveyim de, gözünü seveyim bana bir de onu nasıl yapacağımı söyle,'' diye düşünürdüm. Sonra -ki uzun da bir süre- ''kendimi böyle sevebilirim!'' ile ''kendimi neden sevemiyorum!'' ikiliği arasında ayran oldum. Sonra, bunun ne kadar aptal (üzgünüm) bir söylem olduğunu fark ettim. Çünkü insan, zaten kendini sever. Bir bebek bile bir şeyleri sevme yetisiyle doğar, değil mi? Bebekler üzerinde yapılan çeşitli araştırmalar varmış. Yani ''insan iyi midir, kötü müdür'' olayı özelinde genelde. Tabi sevgi daha farklı bir şey ancak, sevgi beraberinde ve belki de öncesinde, bir şeylere sıcaklık duymayı gerektirir ve insan -bana kalırsa (ki zaten bu bilimsel bir yazı değil, dandirik bir yazı)- bu doğal sıcaklıkla doğar. İnsan, sevgiyi bilerek doğar. Hayatı severek doğar. İçgüdüleriyle doğar. Zamanla, isimleri öğrendikçe, diğerlerini de sever. Diğer insanları, canlıları, eşyaları, düşünceleri... Diğerlerinin diğerleri olduğunu, kendi benliğinden ayrı bir varlıkları olduğunu ayırt eden bebek, içinden gelen sıcaklığı (sevgiyi) diğerlerine yöneltir.

İnsan sevmeyi bilerek doğuyorsa, o zaman, neden kendini sevemediğini düşünür? Çünkü öyle düşündüğüne inandırılır. Diğerleri dediğimiz, benliğimizle yer değiştirince, biz kendimiz için ''diğeri'' oluruz ve belki de bu nedenle, sevgimizi bir kez daha (ve aslında illüzyonik olarak) kendimize yöneltmemiz gerektiğini düşünürüz. Bu sadece bir ''yanılsama''dır dediğim gibi, gerçeği yansıtmaz. Öte yandan, neye inanırsan, gerçek odur. Senin gerçeğin odur. Ancak sevgi, en temel bileşen (benim varsayımımda) zaten içindedir. İçinde olan bir şeyi dışarıda aramak ise, yaşlıca bir harekettir. Çünkü hiçbir çocuk, bu yanılgıya düşecek kadar sıkıcı olmaz. Bu nedenle de büyürken, kendimizi ''diğeri'' yapıp kendimizden uzağa koyarken, kendimizi sevmenin yollarını ararız.

Bu nedenle ben, zaten içimde olan sevgiyi gören ben, kendime yanlış soruyu sorduğumu fark ettim. Sevgi bende, kaynakta, kaynak bensem ve benden çıkıp bana dönecek bir sevginin peşindeysem, o zaman... soru şu olmalı! Benden çıkıp bana dönen sevginin ilerleyeceği yol, yani kendi sevgimi kendime gösterme biçimim, sevgi dilim, ne olmalı? Bu noktada imdadıma ''aşk'' imgesi yetişti. Aşk, bu dünyada yaratılan bir şey. Bu dünyanın dillerinde yaratılan. Sevgili Bezelyecik başlıklı öykümsü serimde bunu keşfetmiştim. Aşk, soyut bir şey gibi pazarlanır. Hayır. Aşk, görebileceğin en somut şeydir. Sadece, herkesin dili algılayış biçimi, kullanış biçimi, yani ''aşk'ı farklıdır. 

Kendime aşık olmaya karar verdikten sonra ilk önce görüntümden etkilendim. Vay be... ben de fena değilim, gibi (ki bu bana arada gelir - aşkın ilk kıvılcımı). Sonra kendim için iyi olduğunu düşündüğüm kararlar aldım ve adım attım (aşkın derinleşmesi). Çünkü sevdiğin birine ''somut'' olarak ilgini göstermek aşkın ifadesidir. Sonra kendimle kavga ettim (aşkın dipsiz kuyusu). Evet evet, aşkta bu da vardır ya hani, kendimle kavga ettim ve kendime zayıflıklarımı göstermekten bu sefer çekinmedim. Yetersiz noktalarımı, acabalarımı... Çekindiklerimi. Sonra da gittim İ.'ye sarıldım işte. ''İ...'' dedim, ''ben çok aptalım.'' İ. de duygulanmaya yer arıyormuş, beraberce duygulandık. Evin havası değişti vallahi. (İ. ile evde köşe kapmaca oynuyorduk, ilahi biz).

Bu yazı nereye bağlanacak... Bilmem. Sakura fırtınası bir rüzgarla başlar. Ve çiçekler uçar, uçar.


Cinayetler Kulübü (Agatha Christie) | Kitap Yorumu

Yazar: Agatha Christie, Çevirmen: Gönül Suveren,
Yayınevi: Altın Kitaplar

Kitap, on üç cinayet vakasından oluşuyor. Miss Marple'ın evinde toplanan altı kişi, sırasıyla başlarından geçen esrarengiz öyküleri anlatıyorlar. Bu öykülerdeki suçluları bulmaya çalışan grubu, köyünden hiç çıkmamış yaşlı ve sevimli bir kadın olan Miss Marple fazlasıyla şaşırtıyor. İnsan doğasını şaşkınlık verecek ölçüde çözmüş bu kadın, öykülerdeki gözden kaçan noktaları kolaylıkla gün yüzüne çıkararak grubunda yer alan kariyer sahibi insanların ilgisini çekiyor.

Kitabı kütüphanede dolaşırken Agatha Christie kitapları arasından neredeyse bakmadan rastgele seçip aldım. Çünkü biliyorum ki yazarın hangi kitabını okursam okuyayım, muhakkak ilgimi çekecek. Sevgili Christie ile yıllar evvel yine bir kütüphane ziyaretimde tanışmış ve aynı yöntemle rastgele bir kitabını seçip okumuştum. Bu ilk okuma deneyiminden sonra okuduğum tüm kitaplarını ise yer yer şaşırarak, yer yer acemi bir dedektifin gurur pozlarıyla okumuştum. 

Agatha Christie'nin hayranlık duyduğum bir yazar olmasında onun azimli bir kadın olmasının rolü büyük. Disleksisi bulunan bu kadın, onlarca kitap yazmış ve yazdıkları yıllar boyunca da severek ve ilgiyle okunmuş büyük bir yazar. Kitaplarını sevmemdeki en büyük etken ise olayları klasik polisiye kitaplarındaki gibi kana bulamak yerine, işin dedektiflik kısmına ağırlık vermesi. Onun kitaplarını okumak bana bulmaca çözmek, oyun oynamak gibi geliyor. 

Kendisinin Hercule Poirot isimli karakterinin olduğu öykülerini ayrı bir seviyorum ancak Miss Marple da oldukça ilginç ve keskin zekalı bir karakteri. Ancak bu kitaptaki tüm olayları Miss Marple'ın çözmesi bir noktada sıkıcı mı geldi desem... Teyzeciğim keşke diğerlerine de biraz şans verseydin diye düşünmeden edemedim.

Kitapta on üç farklı olay anlatıldığı için aslında her bölümde farklı bir kurgu okuyoruz. Kitabın arka kapağında da yazdığı gibi bu her bölüm ayrıca uzun bir roman olabilecek potansiyele sahipti diyebilirim. Christie gerçekten üretken ve özgün bir yazar. Kitabı merakla, ilgiyle ve bazı bölümlerdeki vakalarda ayrıca şaşırarak okudum. Hatta keşke bu kitabın on üç bölümlük bir dizisi çekilse diye düşünüyorum şu an... Eminim herkes bayılırdı. :)

Kitaplarla kalın.


Hayalet Melodi (Eren Özeren) | Kitap Yorumu

Yazar: Eren Özeren, Yayınevi: Sarmal Kitabevi

Kitap, yeni taşındığı evde bulduğu günlüğü okumaya başlayan Filiz'in evin eski sahiplerine ve kendi iç dünyasına dair gerçekleri keşfetme sürecini konu ediniyor. İyi bir üniversite olan Kent Üniversitesi'ne Yaratıcı Yazarlık dersleri vermek üzere gelen Filiz, kampüsteki lojmanda hocaların barınması için yer alan villalardan birine yerleşiyor. Bir yandan yeni hayatına uyum sağlama süreci, diğer yandan hissettiği yalnızlık genç kadını okuduğu günlüğün ve yaşadığı evin eski sahibi Melike'ye daha çok bağlıyor. Günlüğün sahibi ünlü piyanistin geceyi dolduran hayalet melodilerinin peşine düşen Filiz, çevresindeki insanlar hakkında gizemli bilgilere ulaşıyor ve zamanla kendini bir bilmecenin ortasında buluyor. Kitap boyunca Filiz'in Melike'nin günlüğünün rehberliğinde etrafındaki gizi çözme sürecini okuyoruz.

Kitabımız bir blog yazarı olan sevgili Eren Özeren'in kitabı olduğundan kitabı okumak için heyecanlıydım. Kitabı Blog Forum'un çekilişinden hediye olarak kazanmıştım. Buradan Blog Forum'a bir kez daha teşekkür etmiş olayım. :) Aslında kitap elime ulaşır ulaşmaz (birkaç ay oldu :) bir heves okumaya başladım ama benim için biraz yoğun ve ruh halimin çalkantılı olduğu zamanlar yaşadım. Kitap okuyamadım. Bu nedenle kitabı okumayı da beklemeye aldım. Bu hafta içinde kitaba bir kez daha başladım ve görüldüğü üzere kısa sürede de okuyup bitirdim. Buradan kitabın gerçekten sürükleyici olduğunu anlıyoruz.

En başından itibaren kitabın konusu ilgimi çekmişti. Tolstoy'un meşhur sözü yaşanıyordu: ''Tüm muhteşem hikâyeler iki şekilde başlar: Ya bir insan bir yolculuğa çıkar, ya da şehre bir yabancı gelir.'' Şehre yeni gelen bu yabancı (Filiz), oldukça meraklı bir kadındı. Bu durum onun yeni taşındığı bu ortamı, okur olarak benim gözümde de ilginç kılmıştı. Sadece çevresine değil, kendi hislerini tanımlama konusunda da değişken yapıda olan bu kadının keşfettikleri ilgimi çekti ve aslında kitabı hep bir sonraki bölümü merak ederek okudum. Çünkü Melike iyi bir anlatıcı, Filiz iyi bir soruşturmacıydı. 

İtiraf etmek gerekirse başlangıçta, hatta kitabın ortalarına kadar, kitaptaki karakterlerin ve genel yapının gerçekçi olmadığını düşünüp durdum; ki hala aynı düşüncedeyim. Eğer ki bu karakterler yabancı olsaydı veya olaylar yabancı bir ülkede yaşansaydı buna bu kadar çok takılmazdım ama Türkiye'de (İstanbul veya Ankara'da bile - ki İzmir'de zaten yok) bu kadar lüks bir üniversite yerleşimi olduğunu düşünemedim. :) Öte yandan karakterlerin bu kadar genç yaşta bulundukları mesleki konuma gelmeleri de inandırıcı değil bunu söylemeliyim. Hele hele üniversitede o konumlarda olup da bu kadar ilişki durumları içinde kaybolmaları olacak iş değil. Üniversite hocaları genelde dersin arka planında bilimsel faaliyetler ve belki daha belgeye dayalı işleri yürütmek için meşguller (özellikle gençse). Ben kendi hocamı ders vermediği zamanlarda da hep arka planda bir şeyler için uğraşırken meşgul görüyordum açıkçası. Yani kariyer yapmayı kafasına koymuş birisi böyle çok boş zamana sahip olmuyor. :) Aynı şekilde doktora öğrencisi Aslı'nın, onu da geçtim öğretim üyesi Filiz'in yaşı çok çok genç. Yani hiç yıl kaybetmeden o konumlara gelseler bile, gelemezler o yaşta. :) Belki bütünleşik doktora yapıyordur tabi bilemeyeceğim (benim detaylarda kayboluş :).

Bunun dışında kimseye, hele de bu kadar genç bir yaştayken ve bu kadar iyi bir üniversiteden durduk yere, ''bizimle çalışmak ister misiniz, ders vermek ister misiniz'' vs diye davet gelmez. Hatta genelde kendin ilanları takip edip başvursan bile kabul edilmeyebilirsin ki kontenjan da az olur diye biliyorum. Hele hele böyle iyi olduğu betimlenen bir üniversitede bu kadar genç yaşta, üstelik çok sevdiği bir konuda ders verdiği için sevgili Filiz'in çok şanslı olduğunu düşünüyorum. Dediğim gibi eğer ki bu yabancı bir ülkede geçen bir kitap olsaydı buna asla takılmazdım ama işin arka planını da taze bildiğimden :), aklımda hep bir ''ama böyle bir şey mümkün değil'' sorgulaması vardı. Detaylara takıldığımı söylemeliyim. Aynı şekilde okulda skandal olabilecek bazı birkaç durumun (hem Tansel'in, hem Doğukan'ın yaptığı) yapılması çok gerçekçi değil. Olabilir mi, belki ama gerçekçi değil. Yine söylüyorum bu karakterler yabancı olsa sorgulamazdım.

Tüm bunların dışında olaylar dallanıp budaklandıkça kitaptaki olaylar sonunu merak ettiğim bir bilmeceye dönüştü ve aslında ana koldan çatallanan bu kadar çok yan konuya sahip bir kurgu yazmayı meşakkatli bulduğumu eklemeliyim. Çünkü bu kadar çok yan olayı bir noktada ana olayda mantık örgüsü çerçevesinde düzgünce toparlamak gerekir ve yazarımız henüz ilk kitabı olmasına rağmen bunu gayet başarılı bir şekilde yapmıştı. Bence özellikle de ikinci yarısında ivme kazanan ve daha çok açılan bir kitaptı bu. Kitabın ikinci yarısında kitaba dair fikirlerim olumlu anlamda değişti. Hem karakterler farklı yönlerini göstermeye başladı ve derinlik kazandılar, hem de kurgunun yönünün bir çeşit dedektiflik öyküsüne evrilmesini sevdim. Bu kitap aslında kadınların öyküsünü anlatıyor. Melike'nin, Elmas'ın, Filiz'in öyküsünü; üçü de birbirinden çok farklı olan bu kadınların ortak yönü, yalnızlıklarıydı.

Kitabı bir diziyi izler gibi okudum. Yazarımızın başarılarının devamını dilerim.

Kitaplarla kalın.


Ex Machina | Film Yorumu


Yönetmen: Alex Garland 

Senarist: Alex Garland 

Yapımı: 2014 - İngiltere, ABD


+ Konuşmayı ne zaman öğrendin, Ava?

- Konuşmayı hep biliyordum ve bu ilginç, öyle değil mi?

+ Neden?

- Çünkü lisan, insanların öğrendiği bir şeydir. 

+ Ama bazılarına göreyse doğuştan vardır. Var olan yeteneğe, kelimeler ve dilbilgisi ekleme kabiliyetini öğreniriz. Buna katılıyor musun?

- Bilmiyorum.


Kaynak: Pinterest

''Sadece, basit sorulara basit cevaplar istiyorum. Dün sana onun için ne hissediyorsun diye sordum ve sen bana harika bir cevap verdin. Şimdi soru şu: O senin için ne hissediyor?''


Film, genç yazılımcı Caleb'in (Domhnall Gleeson) çalıştığı şirketin kurucusu Nathan (Oscar Isaac) tarafından gizli bir göreve çağırılmasıyla başlıyor. Bu görev için Nathan'ın şehirden uzakta ve herkesten gizli ofisine bir haftalığına giden Caleb, yapay zeka yazılımı olan Ava (Alicia Vikander) isimli bir robotla tanışıyor. Caleb Ava'nın bilinç farkındalığını ölçmek ve geliştirmek için onunla kısa sohbetler ediyor. Ancak tüm bu sohbetler yoluyla hem Ava, hem de patronu Nathan hakkında ilginç bilgiler ediniyor. Film boyunca bir yandan yapay zeka ile insan etkileşimini izlerken, diğer yandan insan bilincine dair felsefi bir arka planla karşılaşıyoruz.


+ Hangi nesneyi çizmeliyim?

- Her ne istersen. Karar senin.

+ Neden benim kararım?

- Ne seçeceğini merak ettim.


Yapay zekaya dair 2000'li yılların başlarından bu yana, gittikçe sayıları çoğalacak şekilde çeşitli filmlerin yapıldığını görüyoruz. Bu filmlerin genelinde yapay zekayı bir çeşit tehlike olarak görme, diğer bir deyişle, ''insanın yerine geçmesi'' endişesi yer alıyor. Bu filmde de aslında benzer bir etkiyi sürükleyici bir kurgu ile birlikte izliyoruz. Kurgunun akıcılığını sağlamak için tabi ki mevcut olay akışı içerisinde çeşitli gizleri sezdirme ve bunların peşine düşme, dost\ düşman ikiliği ve gerilimli atmosferi beslemek için de yer yer histeriye kayan duygu değişimleri ön plana çıkıyor. Ancak filme dair benim en çok ilgimi çeken nokta arka plandaki düşünce yapısıydı.

Ava, oluşturulurken tamamiyle insan organizması merkeze alınmıştı. Kablolarla dolu bir düzenekten ziyade, tıpkı insan organizmalarında görüldüğü gibi akışkan ve kendini yenileyebilen yapılar oluşturulmuştu. Özellikle de Ava'ya bilincini veren ''beyni'' tıpkı bir insan beynine benziyordu. Ava, hissedebilen bir robottu. Ancak bu his boyutu ''beyni'' olan aygıttan mı üretiliyordu, yoksa karşısındaki insanın hislerini mi kopyalıyordu? Yani gerçekten mi düşünüp hissediyordu, yoksa rol mü yapıyordu? 

Ava, bilinci kullanıma açıldıktan sonra yalnızca onu var eden Nathan ve onunla sohbet eden Caleb ile etkileşime girdi. Dünyası sadece dört duvardan ibaret olan bu robot, Caleb ile sohbet ettikçe düşüncelerini düzenleme yeteneği kazandı. Başlangıçta anlamsız (soyut değil, kendisinin de anlamını bilmediği) resimler çizen Ava, zamanla bu resimleri düşünceleriyle şekillendirmeye başladı. Ava karmaşık düşünce yapılarını düzenlemeyi öğrendikçe, filmin akışı da farklı bir boyuta taşındı. Çünkü Ava bu noktadan sonra, benliğini yaşamak istedi. Kendi benliğini yaşamak istedi; yani canlılarda doğal olarak bulunan yaşama içgüdüsünü -diğer bir deyişle ölümden korkma- kazandı.

Sürükleyici ve özgün bir filmdi. Hatta yıl sonu favorilerime bile ekleyebileceğim bir film. Bu filmi benzer yapay zeka konulu filmlerden ayıran yönü de tamamen insanı ve gelişimini robotların dünyasına aktararak işlemesiydi diyebilirim.


SPOILER!!!!

Benim en çok ilgimi çeken Ava'nın ismi olmuştu. Çünkü bu ismin telaffuzu Eve\ Eva'ya (bizdeki Havva) çok benziyordu. Yönetmen ''cennetten kovulma'' hikayesini bu kurguyu oluştururken kendisine ilham aldı mı bilmiyorum ama filmin işlenişinde Adem ile Havva hikayesine bazı göndermelerin yapıldığı görülüyor.

Nathan Ava'yı oluştururken sahibi olduğu arama motorunun verilerinden yararlanıyordu. Yani Ava aslında insanların ''googleladıkları'' (Nathan'ın şirketinin ürettiği arama motoru kullanılıyor burada) verilerden oluşuyordu. Ancak film ilerledikçe Caleb'in de rastgele seçilmiş bir çalışan olmadığını, arama geçmişinin onun bu göreve seçilmesinde etkili olduğunu ve hatta onun internet verilerinin Ava'nın zihin yapısının oluşturulmasında etkili olduğunu zamanla öğreniyorduk. Bu bilgiler de tabi ki bizleri yine Adem ile Havva hikayesine götürüyor. ''Havva, Adem'in kaburgasından yaratıldı,'' olayı. Yani Ava, Caleb'in internetteki arama verilerinden oluşturuldu gibi bir sonuca ulaşıyoruz.

Filmin kurgusunda bu yaratılış hikayesine yapılan bazı başka atıflar da göze çarpıyor. Ava ile Caleb etkileşimi (Ava'nın Caleb'in aklına kuşku düşürmesi), Nathan'ın kendine biçtiği rol (yaratıcı), Nathan'ın daha evvel oluşturduğu ve bilinç verdiği robotların bilinçli olmaya katlanamayıp kendi kendilerini parçalamaları (insanın bilinçli bir varlık olmaya katlanamaması) gibi unsurlar bana aslında insan yaratımını, ''cennetten'' kovuluşunu (bu filmde kaçışını) ve dünyaya adım atıp bilincinin sorumluluğuyla baş başa kalmasını hatırlattı. 

Başlangıçta filmde ufaktan bir cinsiyetçilik sezmiştim. Bunun nedeni ise Nathan'ın insansı robotu Kyoko'ya (Sonoya Mizuno) davranışlarından dolayı değil (çünkü bu kısımda aslında eleştiri yapılmış olabilir), Ava'nın bir kadın olarak ''tehlikeli, oyunbozan'' (çünkü zekiydi) gösterilmesiydi. Zaten Adem ile Havva (Adam ile Eva) hikayesinde de genelde Havva ''suçlu'' olarak gösterilmekte... 

Kyoko olayında ise Nathan kendine yalnızca bir çeşit ''hizmetçi'' oluşturmuştu. Malesef günümüzde bile kadın bedenlerine benzeyen robotlar bu tip durumlar için satılıyor. Gelecekte bu durumun varacağı noktayı düşünmek bile istemiyorum. Çünkü korkunçççç.

Aynı şekilde robotların birbirleriyle etkileşime girip işbirliği kurması ile olaylar ''yaratım'' boyutundan çıkarılıp, evrimsel gelişime atıfta bulunuluyor. Kyoko ile Ava'nın iletişim kurduktan sonra işbirliği içinde hareket etmeleri gibi. İnsanlar da -daha doğrusu Homo Sapiens de- işbirliği ile ayakta kalmıştı.

SPOILER BİTTİ!!!!


Ex Machina Official Teaser Trailer için tıklayabilirsiniz.


Not: Bu film yorumu yazısı reklam değildir, film önerisidir.


Mustang | Film Yorumu


Yönetmen: Deniz Gamze Ergüven 

Senarist: Deniz Gamze Ergüven, Alice Winocour 

Yapımı: 2015 - Türkiye, Fransa, Almanya


''Git onlara de ki, kahve mi istiyorsunuz gidin kendiniz yapın. Sonra da çarp kapıyı suratlarına git!''


Kaynak: Pinterest

Film, babaanneleri ve amcaları ile birlikte yaşayan beş kız kardeşin taşradaki hayatlarını anlatmaktadır. Ergenlik çağında olan bu kız kardeşler, yaşadıkları coğrafyanın onlara dayattığı kalıplara uymayı reddederler. Bu durum çevrenin onlar hakkında dedikodu yapmalarına neden olur. Tutucu bir çevre ve ailede yaşayan bu kızlar, gün geçtikçe daha da baskı altında kalırlar. Önce yaşadıkları ev, sonra hayatları bir hapishaneye dönüşür. Kardeşlerin en küçüğü olan Lale (Güneş Şensoy), birer birer evlendirilen ablalarının (İlayda Akdoğan, Tuğba Sunguroğlu, Elit İşcan, Doğa Zeynep Doğuşlu) kaderini yaşamayı reddeder. İstanbul'a tayini çıkmış öğretmenini bulmayı kafasına koyar.

Filmin çıkış noktası gerçekten etkileyici ve aslında günümüzde daha çok işlenmesi gerektiğini düşündüğüm önemli bir konuyu barındırıyor: Kadın sorunları veya ataerkil düşüncenin kadınlarla sorunları... Ancak filmin işlenişinin fazlasıyla Amerikan filmlerinin\ dizilerinin etkisinde kaldığını düşünüyorum. Bu durum da kültürel uyumsuzluğun yarattığı absürt his (ve aslında olmamışlık hissi) bir yana, karakterlerin ve öykünün gerçekçiliğini azaltmıştı. Bu kızlar sanki daha özgür bir ortamda doğup büyümüşler de hayatlarının bir noktasında, şimdi yaşadıkları bu tutucu çevreye gelmişler gibi bir akış hakimdi. Ancak bu kızlar anne babalarını kaybettikleri son on yılda zaten hep bu tutucu insanlarla dolu evde ve hatta kasabada büyümüş, yaşamış kızlardı. Böyle bir ortamda büyümüş çocukların bu kadar uç noktalarda düşünce sistemine sahip olmaları, e haliyle gerçekçi değil.

Gerçekçi olması gerekiyor muydu peki? Evet gerekiyordu. Eğer ki bir topluma has bir sorunu, bir algıyı eleştiriyor ve kurgu akışını bu şekilde planlıyorsan, o eleştirdiğin durumu kendi içinde ele alman ve kendi doğal akışı içinde dinamiklerini gösterip soruna çözüm getirmen veya sorunun neden olduğu olası sonuçları göstermen gerekiyor. Şimdi sen bir toplumun sorununu işleyim ama bunu o topluma taban tabana zıt (Amerika örneğini bu yüzden verdim) bir kültürün özellikleri ile bulamaç yapıp anlatayım dersen... e olmaz haliyle.

Öte yandan iyi ki böyle bir film var. Ciddiyim iyi ki bu film çekilmiş. Filmi çok sevdiğimi söyleyemem ama varlığı bana iyi geldi mi desem... Malesef kadınların ve kız çocuklarının yaşadığı sorunları işleyen yerli yapımların sayısı çok çok az (hatta pek aklıma gelmedi...) Oysa bu sorunlar, bitmesi bir kenara günümüzde bile hala azalmadığı gibi, bu sorunları katmerleyen ve ''topluma ayna tutuyoruz'' bahaneleriyle aslında güzellendiği bir sürü dizi film çekildi. Bu filmi beğenmemin tek nedeni de duyarlılığı diyebilirim. Çıkış noktası güzel olan, sürükleyici de olan, hoş bir film. Ancak olayların akışı fazla Batı etkisinde kaldığı için (üstelik Batı'nın toksik yanlarının etkisinde kalmış) etkileyici bulamadığım bir film oldu. 

Oyuncuların performanslarını ise etkileyici bulmamakla birlikte, ben aslında etkileyici olmamasını etkileyici buldum diyebilirim. :) Doğal oynamışlar. Sanki gerçekten de yaşadıkları durumların şaşkınlığını hissediyorlarmış gibi oynamışlar. Alkışlatacak bir performansları ve hatta çabalarını bile göremedim ancak diyorum ya, bir genç kız nasılsa, öyle oynamışlar. Hayalleri olan, istekleri, beklentileri ve kızgınlıkları olan genç kızları oynamışlar kendileri de genç kızlar olan bu oyuncular. Bu, bağırarak gelen bir etkileyicilikten çok, doğallığın, hatta sıradanlığın verdiği bir etkileyicilikti benim gözümde.

En üzücüsü de malesef, filmin çekildiği yıldan bugüne on yıl geçmesine rağmen hala daha baskı ve zorlamayla okuldan aldırılan, erken yaşta evlendirilen, aslında temelde hayatlarını sadece başka birinin iki dudağı arasındaki karara göre yaşamak zorunda bırakılan kız çocuklarının ve kadınların var olması. Film, aslında bir trajediyi konu ediniyor.

Bu arada kızlardan en çok en küçük kızı, Lale'yi, sevdim. Keşke bu kadar küçük yaşta özgürlüğü için mücadele etmek zorunda kalmasaydı. Keşke okuluna gitmek için, ne bileyim çok sevdiği futbolu sahada izlemek için... bu kadar çaba harcamak, bunun derdine düşmek zorunda kalmasaydı. Filmde işlenen pek çok sahne gerçekten birilerinin yüzünü kızartmalı (özellikle bekaret sahneleri). Ancak malesef bu filmler bile aslında onları anlayabilecek yetkinlikteki insanlara yapılıyor. Tutucu bir bakış açısına sahip adama bir filmle bunları öğretemezsin... Ancak filmde gizli bir kahraman da var: Öğretmen. Öyle ki, film boyunca yalnızca iki sahnede gördüğümüz bu öğretmen, iki küçük kıza umut ışığı oluyor ve özgür ruhlu bir kız çocuğu o umuda tutunarak ona biçilecek kaderinden kaçıyor.

Öte yandan bu noktada dikkatimi çeken başka bir konu daha var. Kardeşler arasında kaderine ve hatta ablalarının kaderine karşı çıkan bu kız çocuğu aslında erkeklere has olarak belirlenmiş bazı davranışlardan ve aktivitelerden keyif alıyor, bunları merak ediyor. Araba sürmek, futbol ve evin çatısına tırmanmak gibi... Bunlardan bazılarını evden kaçmak için alıştırma olarak yapıyor ancak özgürlüğü aklına getirebilen, daha doğrusu farklı bir seçeneğin var olabileceğini düşünebilen tek karakter, tek kız çocuğu, erkeklerin sahasına indirgenmiş şeylerden keyif alan bu kız çocuğuydu. Ablaları okuldan alınmaya, dayak yemeye, hakaretler duymaya, eve hapsedilmeye, evlendirilmeye... kendilerini savunmak için bile olsa hiç bu küçük kız kadar ses çıkarmadılar. Neden? Bunu yönetmen bilerek mi böyle işledi, yoksa öyle mi denk geldi? Burada üstü örtük bir eleştiri olabilir mi? Öyleyse bile... neden erkek egemen bir toplumun kurallarını eleştirirken bile aslında erkeklere indirgenen davranış kalıplarına sahip bir karakterin özgürlüğünün altını çiziyoruz? Bir karakter gayet de kızlara has olarak ''görülen'' (bakın görülen diyorum altını çizerim) davranışları gösterse bile, özgürlüğü için mücadele etmiyor?

Bu detayın üstünde duruyorum çünkü bu da bence başka bir tabu. Bir karakter gayet de ''kadınlara biçilmiş'' davranış kalıplarından (süslenmek, makyaj yapmak, daha ''kız'' eşyalarından, oyuncaklarından, sohbetlerinden zevk almak vs.) hoşlanarak da özgür olmak için adım atabilir. Olaya biraz da bu pencereden mi baksak diyorum. Bu pencereden baksak, hatta bunu edebiyata, sinemaya, sanata yansıtsak ve bunun da olabildiği bir gerçekliği normal kabul edebilsek... Birinin özgür ruhlu olması veya en basitinden hakkını savunabilmesi için illa ''erkeksi'' davranış ve beğeni şablonunda olmasına gerek yok diye düşünüyorum (bakın bunlar kalıp yargı olduğu için bu ifadeleri tırnak içinde kullanıyorum, yoksa elbette bir kadın da futbolla ilgilenebilir ama sonuçta futbol erkeklerin alanındaymış gibi bir kalıp yargı zihinlere kazınmıştır).

Eleştiri getirebileceğim yönleri olsa da, dediğim gibi genel olarak varlığından memnun olduğum bir film oldu. Ama tabi keşke daha farklı bir dille ele alınsaydı bu konu...


Mustang Official Trailer 1 (2015) için tıklayabilirsiniz.


Not: Bu film yorumu yazısı reklam değildir, film önerisidir.


Blue Velvet (Mavi Kadife) | Film Yorumu


Yönetmen: David Lynch 

Senarist: David Lynch 

Yapımı: 1986 - ABD


''Bir rüya görmüştüm. Seninle tanıştığım gece. Rüyada, dünya bizimdi... ve dünya karanlıktı çünkü hiç nar bülbülü yoktu. Çünkü nar bülbülü aşkı temsil eder. Ve çok uzun bir zaman sadece karanlık vardı. Ve sonra aniden... binlerce nar bülbülü serbest kaldı. Sonra aşağı doğru uçtular ve göz kamaştırıcı aşk ışığını getirdiler. Ve aşkın fark yaratacak tek şey olduğu açıkça görüldü... ve fark yarattı. Sanırım bunun anlamı... nar bülbülleri gelene kadar zorluk olacak.''


Kaynak: Pinterest


''Dünya ne garip bir yer!''


Film, genç bir adamın kendini suçlarla dolu bir olay örgüsünün içinde dedektiflik yaparken bulmasını konu ediniyor. Üniversite sonrasında evine dönen Jeffrey (Kyle MacLachlan) babasının sağlık durumunun bozulması üzerine baba mesleğini sürdürmeye başlar. Genç adam yaşadığı kasabayı gezerken kırsal alanda kesilmiş bir kulakla karşılaşır ve bu kulağı ahbabı olduğu kasabanın polisine\ dedektifine götürür. Olayın akıbeti hakkında bilgi edinmek isteyen genç adam, polisten bilgi alamaz. Ancak polisin kızı Sandy (Laura Dern) soruşturmanın detaylarını bilmektedir. Sandy'nin bildiklerini Jeffrey ile paylaşması üzerine genç adam kesik kulak mevzusunun derinliklerine, Sandy'nin de yardımıyla, iner. Genç adamı hüzünlü ve yalnız bir şarkıcı, psikopat ve sapkın bir suçlu ve kasabaya yayılmış bir suç örgütü karşılamaktadır. Film boyunca sıkıcı hayatından sıyrılan genç dedektifin yaşadıklarını izleriz.


+ Hep gizli kalan şeyleri görüyorum. Kendimi bu gizeme kaptırdım. Gizemin ortasındayım. Her şey bir sır.

- Gizemden bu kadar çok mu hoşlanıyorsun?

+ Evet. Sen de bir gizemsin. Senden de... çok hoşlanıyorum.


Filmin giriş sekansında bizleri Amerikan filmlerinden aşina olduğumuz bir örnek dubleks bahçeli evlerden oluşan bir sokaktaki, çiçeklerle dolu bir ev karşılar. Yaşlı kadın televizyon izlemekte, eşi olduğunu tahmin ettiğimiz yaşlı adam bahçeyi sulamaktadır. Hayatlarının herhangi bir gününün herhangi bir anındaki sıradanlığı yaşayan bu yaşlı çiftin yaşamı tek bir aksaklıkla değişir. Yaşlı adam yere düşer ve kriz geçirir. Bu noktada kameranın açısı değişir. Bizleri yeryüzünün renginden yeraltının karanlığına çeker. Çiçeklerle başlayan sahne, birbiri üstüne kümelenmiş böceklerle son bulur.

Bu sahne aslında filmin ana temasını özetler niteliktedir. Filmde kasaba hayatının biraz iç bayan sıkıcılığını izleyiciler olarak hissederiz. Her şey çok düzgün, çok yolunda ve çok renkli görünür. Ne zaman ki Jeffrey, kendisini maceranın kollarına atar, biz izleyiciler de o zaman kullanılan renklerin ve kamera hareketlerinin hızlandığını fark ederiz. Jeffrey muhtemelen görece hareketli bir yaşamdan doğduğu kasabaya dönmüştür. Bu nedenle olacak, aslında evi olan bu kasabayı bir turist gibi turlarken bulduğu kesik kulak onu heyecanlandırır. Çünkü bu kulak, renklerin değişmesi demektir.

Jeffrey kendini bir anda hem bir suç örgütünün içinde esir, hem de hüzünlü ve yalnız bir kadının kahramanı olma potansiyelinde bulur. Bu genç adam için aslında Dorothy (Isabella Rossellini) karakteri de bir çeşit yeni bir soluktur. Dorothy'nin başı sapkın bir mafya lideriyle derttedir. Bu adam oldukça belalı, eli kolu uzun, üstüne bir de akıl hastası bir adamdır. Sapkın isteklerini Dorothy'i tehdit ederek bu genç kadın üzerinde gerçekleştirir. Filmin bu sahnelerinin oldukça rahatsız edici olduğu uyarısını da tam bu noktada geçmeliyim.

Jeffrey'in yaşadığı durum dedektifin kızı olan Sandy için de geçerlidir. Sandy de edilgen bir yolla da olsa bu tehlikeli maceranın içerisinde olmaktan keyif alır. Sıradan yaşamının içinde onu merakta bırakan bir değişikliktir bu. Aslında Jeffrey ile Sandy birbirleriyle uyumlu ortaklardır ancak biri (Jeffrey) bu macerada etkin rol alırken, diğeri (Sandy) sadece dış bir uyaran olarak yardımcı oyuncu şeklinde maceraya katılır. Jeffrey için bu olay başlangıçta çözmek istediği bir gizemken, zamanla kendi duygu karmaşasını tanımlamaya çalıştığı bir çelişkiye dönüşür. Bir yanda kendisinden başka kimsesi olmayan güzel ve acı çeken bir kadın imgesi, diğer yanda ise onunla ortaklık eden ve ona yardımcı olan Sandy... Bu durum, filmin aşk ikilemi barındıran noktasıdır. Çünkü bu film bir noktada Jeffrey'in de hikayesini anlatmak zorundadır.

Her ne kadar ana karakterler Jeffrey ile Dorothy olarak karşımıza çıksalar da, psikopat kötü adam olan Frank (Dennis Hopper) karakterinin hikayesi de baştan sona koruduğu gizemiyle dikkat çekmektedir. Sapkın ve hasta bir kişilik olarak karşımıza çıkan bu acımasız karakter aslında filmin başından sonuna kadar gizemini korumaktadır.

Filmin son sahnelerine geldiğimizde aslında karakterlerle birlikte tam bir daire çizdiğimizi fark ederiz. Bizi filmin giriş sahnesine çok benzer sahneler karşılar. Filmin başlangıcında gördüğümüz renkli dünya geri dönmüştür. Filmin başlangıcında yere bakarak yürüyen genç adamın yüzü artık gökyüzüne dönüktür. Artık macera bulunmuş, yaşanılmış ve eve (içe) dönüş gerçekleşmiştir. Nitekim film boyunca karşımıza çıkan zıtlıklar son sahnede de manidar bir şekilde göze çarpar. 

Filmde umudu simgeleyen nar bülbülü (Kızılgerdan) ağzında bir böcekle pencere kenarına (eve) konar. Jeffrey'in teyzesi, bir kuş dahi olsa bir canlının bir böceği nasıl yiyebildiğini sorgular. Bu karakter evden hiç çıkmamış bir karakterdir ve dolayısıyla tiksinti sembolü olarak gösterilen böceği yadırgar. Oysa Jeffrey ile Sandy kuşu (umudu ve aşkı) ağzındaki böcekle bir bütün olarak doğallıkla görürler. Onlar hayatta tiksinti veren durumları gözleriyle görmüşlerdir; bu nedenle kuşun ağzındaki böcekten iğrenmezler.


''Nerede benim rüyam?''


Yapım yılını düşündüğümüzde (1986) fazlasıyla cesur ve farklı bir film olduğunu düşünüyorum. Ancak günümüze geldiğimizde film hala klasikliğini koruyacak olsa da, konu ve akış sıradanlaşıyor ve belki yer yer sıkıcılaşıyor. Yine de ben baştan sona ilgiyle izledim. Film bir dedektiflik öyküsünün ötesinde, psikolojik gerilimin ön planda olduğu bir akışa sahip. Ancak karakterlerin iç dünyalarının derinliklerinin daha çok ön plana çıkarılmasını şahsen isterdim. Sadece psikopat kötü adamı kastetmiyorum; ben Jeffrey'in yaşadığı bunalımı ve gerilimi veya Dorothy'nin bastırdığı duygularını daha derinlemesine izlemek isterdim.


SPOILER!!!

Şunu eklemezsem vallahi billahi içimde kalacak. Seni de unutmadım Jeffrey Beyyyy. Şimdi Jeffrey'in şarkıcı kadından etkilenmesini ve kahraman rollerine girmesini, hatta bu kadına fiziksel çekim duymasını bile anlayabiliyorum. Hatta birlikte olmalarını bile kabul edebiliyorum. Ama sen bir yanda Dorothy ile bunları yaşarken, diğer yanda her şeyden habersiz, üstelik aklında başka hoşlandığı çocuk olduğunu söyleyen kızcağız Sandy'e neden senden hoşlanıyorum diyorsun ki! Hayır yani Sandy birkaç kez net bir şekilde uyardı da seni be oğlum. Olmaz dedi, benim aklımda başkası var dedi... Git dedi hatta. Ama sen, sen... Kızın peşini bırakmadın, zorla kızın aklına soktun kendini. Yatacak yerin yok vallahi. Yine hadi iyisin de kız seni gerçekten sevdi, endgame siz oldunuz ama puuuu sana. Ama bunun böyle olacağı da belliydi hani. Dorothy'i sahnede ilk kez izlediklerinde yanında Sandy olmasına rağmen Jeffrey kadına kitlenmişti, bi kal gelmişti, ağzının suyunu gördüm hatta... Sonra da gitti Sandy'e ''sen gizemlisin'' bilmem ne... Diğer yandan Doroth'e de seni bırakmayacağım diye hava civa sıkıyor. Hayır bir portal açılsa, filme ben girsem bana bile yürürdü bu Jeffrey sen farklısın diye... Ulan Jeffrey yeşil bayrak görünümlü kırmızı bayraksın anlamadık sanma. Tabi ki burada da kullanılan renklerden, karakterlerin kişiliklerine kadar aslında bir ikilik ve dolayısıyla zıtlık göze çarpıyor ama günün sonunda Jeffrey beyimizin yaptığı haklı çıkmıyor... :)

SPOILER BİTTİ!!!


BLUE VELVET (1986) | Official Trailer için tıklayabilirsiniz.

Isabella Rossellini: Blue Velvet / Blue Star / Blue Velvet (reprise)

Blue Velvet Soundtrack için tıklayabilirsiniz.


Not: Bu film yorumu yazısı reklam değildir, film önerisidir.


Don’t Look Up | Film Yorumu


Yönetmen: Adam McKay 

Senarist: Adam McKay 

Yapımı: 2021 - ABD


+ Sabahtan beri defalarca hesapladım. Sonuç hep aynı. 6 ay 14 gün sonra Dünya'ya çarpacak.

- Çapı da yaklaşık beş ila on kilometre diyorsunuz. Yani...

+ Bunun anlamı... yeryüzünden silinmemiz demek, değil mi?


Kaynak: Pinterest


''Annenle bir gün öğlen yemeğe çıkayım ama yedi ay sonra.''


Film, iki gökbilimcinin dünyaya yaklaşmakta olan bir kuyruklu yıldızı keşfetmesiyle başlıyor. Çapı oldukça geniş olan bu kuyruklu yıldızın yaşamın sonunu getirebilecek ölümcül bir çarpmaya neden olabileceğini saptıyorlar. Bunun üzerine Prof. Randall (Leonardo DiCaprio) ve doktora öğrencisi Kate Dibiasky (Jennifer Lawrence), Kate'in keşfettiği Dibiasky kuyruklu yıldızının yörüngesinin değiştirilmesi için yetkili olan tüm üst kuruluşlara, Amerikan başkanına varıncaya kadar haber veriyorlar. Film boyunca siyaset, medya ve ekonominin, insanların ve hatta dünyadaki yaşamın üzerindeki etkisinin işlendiği bir arka planda, Dibiasky kuyruklu yıldızının dünyaya yaklaşma öyküsünü izliyoruz.


''İnsanın her zaman bir seçeneği vardır. Bazen doğru olanı seçmek gerekir.''


Çok keyifli bir filmdi. Filmin türü için bilimkurgu ve komedi dense de, filmi bu kadar ilgiyle ve hatta gülerek izleyeceğimi tahmin etmemiştim. Bu film çıktığı yıldan itibaren listemde olmasına karşın izlemeye 3i Atlas magazin haberleri vesilesiyle karar vermiştim. Magazin haberleri diyorum çünkü karşıma çıkan yazıların geneli, insanların coşkusunu artırmaya yönelikti. İnsanlar nedensizce dünyanın sonunun gelmesini, uzaylılar tarafından yok edilmeyi veya yapay zeka tarafından ele geçirilmeyi falan bekliyor gibiler değil mi? Bitse de gitsek bıkkınlığını anlamakla birlikte, kendi yaşamının sorumluluğunu almaktan kaçışın son noktası olan bu fantastik fikirler bana komik geliyor. Yanlış olmasın... gerçekten de bir kuyruklu yıldız veya onun gibi bir şey dünyaya çarpabilir, istilacı uzaylılar (!) bizi köleleştirmeye gelebilir veya yapay zeka kalkın büyüğünüz geldi diyebilir... Ama bunlar olmadı ve muhtemelen de olmayacak. Hatta öyle ki, muhtemelen, bir göktaşı uzaylı veya yapay zekanın insanlığı yok etmesinden daha çok, insanların veya insanların arka planda işleri yürüttüğü durumların insanlığı ve hatta canlılığı tehdit edeceğini düşünüyorum. Dünyadaki yozlaşma, düşüncesizlik, yoksulluk, savaş, suçlar, doğal afetler vb. gibi birçok somut sorun hayatımızda halihazırda olurken, zihnimizden uydurduğumuz felaket senaryolarına sığınmak yalnızca ve yalnızca korkaklık. Kendin olma ve hayatını yaşama sorumluluğundan kaçma korkaklığı.


+ Ama bize bir kahraman lazım. Bir pilot lazım, gerçek silahlar ve...

- Görevin uzaktan kumandayla halledilmesi gerekmez mi?

+ Washington kahramansız yapamaz.


Filmde medyanın ve siyasetin insanların düşüncelerini ve hatta eylemlerini ne ölçüde manipüle edebileceği açıkça gösterilmişti. Hatta Amerikan başbakanı (Meryl Streep) ve teknoloji şirketlerinin sahibi (??) (Mark Rylance) karakterleri bana pek bir manidar geldi desem yeridir... Aynı şekilde bilim insanlarının bile yer yer yozlaşması, arka planda dönen oyunlar, açgözlülük, ülkeler arası bürokratik rekabet ve her şeyden bihaber piyon gibi oynatılan halk... Gerçekler ve hatta bizi ilgilendiren gerçekler açık açık, göze sokula sokula gösterilse bile yalnızca alay eden, gerçeği çarptıran, işin etkileşimini düşünen halkın tasviri ise oldukça gerçekçi. Bugün bu senaryo çeşitli gerçekçi olaylarla yaşansa bile işin olmayacak yerine tutunan ve ciddiyeti kavramaktan kaçınan binlerce insan yok mu? Aslında düşününce cesur ve düşündürücü bir senaryo. İnsanlar düşünmeyi, şaşırmayı, tepki göstermeyi, önemsemeyi... unutmuşlar.


''Düşünüyorum da aslında... her şeyimiz varmış, değil mi?''


Buna benzer bir konuyu Lars von Trier'in 2011 yapımı Melankoli isimli filminde de görüyorduk (şurada da yorumlamıştım). Dünyaya çarpan bir gök cismi yaşamın sonunu getirir... Kaçınılmaz bir son bize yaklaşırken biz ne yaparız peki? Nereye saklanabiliriz? Bu filmde insanlar son ana kadar beklediler. Birilerinin onları kurtarmasını beklediler. En açgözlülerinden en masumlarına kadar insanların hepsi bekledi. Hayvanlar ve bitkilerse olağan yaşamlarını sürdürdü. Ve sonra... 

Bir gök cismi dünyayı yok etmek için yaklaşırken ben ne yapmak isterdim biliyor musun? Sevdiğim biri veya birilerine sarılmak isterdim. Hiç korkmazdım. (Tamam belki biraz :). Çünkü yaşadığımız tek bir an bile bizim onu nasıl yaşadığımızın sorumluluğunu almamızı gerektirir. İster oraya buraya kaç, ister saklan, ister kötülük, ister bencillik, ister iyilik, ister merhamet düşün... Yaşamının sonu yaklaşırken aslında sadece var olduğunu fark edersin. Son anında bile yalnızca, aslında tüm o yıllar boyunca önemsemediğin, ertelediğin var olma, bu dünya içinde insan olma, hatıralara sahip olma, birilerini sevebilme yetini, nefes aldığın yılları fark edersin. Yaşamının son salisesinde bile aslında sadece yaşadığını hissedersin. Belki de bu nedenle aslında korkacak hiçbir şey yoktur. Yaşamanın sorumluluğunu alabilenler için korkacak ne vardır ki? Hiç.

Konusu düşündürse de, aslında keyifli ve sürükleyici bir film. Ben ilgiyle izledim.


SPOILER!!

Filmde beni en çok etkileyen sahne son kısımda bitiş jeneriği akarkenki kısımdı. Dünya parçalanıyordu ve yaşam sona eriyordu. Biz izleyiciler ise uzayda sürükleniyorduk. Sonra Kate'in telefon ekranı sahneye giriş yaptı. Üzerinde ''diyetiniz bitti'' tarzında bir cümle yazıyordu. Kate bu diyet alarmını kuyruklu yıldızın çarpış günü için kurmuştu aslında ama o ekrandaki yazı beni çok etkiledi. Bizler hedefler koyuyoruz. Ancak aslında kısa bir yaşam için bizim küçük amaçlarımız o kadar komik ki. Her şey sona erdiğinde bir alarmın çalışını duyamazsın. Bir hedefin bitişini göremezsin. O sahne bana insan yaşamının kısalığını çağrıştırdı. 

Ayrıca Kate'in filmde olmadık sahnelerde generalin onları dolandırmasını dile getirmesi de beni hem güldürdü, hem de anlamlı bulduğum bir durumdu. Çünkü çok insani bir şey bu tepki. O kadar olağandışılığın ve sorunun arasında aslında çok komik bir ayrıntıya dikkat kesilebiliriz ve insanların çok saçma nedenlerle yaptıkları bencilliklere bile içinde bulunduğumuz durumdan çok daha fazla şaşırabiliriz.

Kate'in erkek arkadaşının dünyaya çarpacak kuyruklu yıldızın haberini aldığında korkudan ödünün patlaması ancak sosyal medyada Kate eleştirilince işi şerefsizliğe vurması da insan eylemlerine dair müthiş gerçekçi başka bir örnekti. Aynı şekilde artık insanlara laf anlatamayacağını kabul eden Kate'in başlarım bu işe dediği anda hayatının en huzurlu ve kabul gördüğü, sevildiği günlerini yaşaması ise başka küçük ama anlamlı bir ayrıntıydı.

SPOILER BİTTİ!


DON’T LOOK UP | Resmi Fragman için tıklayabilirsiniz.


Not: Bu film yorumu yazısı reklam değildir, film önerisidir.


Popüler Yayınlar