Cinayetler Kulübü (Agatha Christie) | Kitap Yorumu

Yazar: Agatha Christie, Çevirmen: Gönül Suveren,
Yayınevi: Altın Kitaplar

Kitap, on üç cinayet vakasından oluşuyor. Miss Marple'ın evinde toplanan altı kişi, sırasıyla başlarından geçen esrarengiz öyküleri anlatıyorlar. Bu öykülerdeki suçluları bulmaya çalışan grubu, köyünden hiç çıkmamış yaşlı ve sevimli bir kadın olan Miss Marple fazlasıyla şaşırtıyor. İnsan doğasını şaşkınlık verecek ölçüde çözmüş bu kadın, öykülerdeki gözden kaçan noktaları kolaylıkla gün yüzüne çıkararak grubunda yer alan kariyer sahibi insanların ilgisini çekiyor.

Kitabı kütüphanede dolaşırken Agatha Christie kitapları arasından neredeyse bakmadan rastgele seçip aldım. Çünkü biliyorum ki yazarın hangi kitabını okursam okuyayım, muhakkak ilgimi çekecek. Sevgili Christie ile yıllar evvel yine bir kütüphane ziyaretimde tanışmış ve aynı yöntemle rastgele bir kitabını seçip okumuştum. Bu ilk okuma deneyiminden sonra okuduğum tüm kitaplarını ise yer yer şaşırarak, yer yer acemi bir dedektifin gurur pozlarıyla okumuştum. 

Agatha Christie'nin hayranlık duyduğum bir yazar olmasında onun azimli bir kadın olmasının rolü büyük. Disleksisi bulunan bu kadın, onlarca kitap yazmış ve yazdıkları yıllar boyunca da severek ve ilgiyle okunmuş büyük bir yazar. Kitaplarını sevmemdeki en büyük etken ise olayları klasik polisiye kitaplarındaki gibi kana bulamak yerine, işin dedektiflik kısmına ağırlık vermesi. Onun kitaplarını okumak bana bulmaca çözmek, oyun oynamak gibi geliyor. 

Kendisinin Hercule Poirot isimli karakterinin olduğu öykülerini ayrı bir seviyorum ancak Miss Marple da oldukça ilginç ve keskin zekalı bir karakteri. Ancak bu kitaptaki tüm olayları Miss Marple'ın çözmesi bir noktada sıkıcı mı geldi desem... Teyzeciğim keşke diğerlerine de biraz şans verseydin diye düşünmeden edemedim.

Kitapta on üç farklı olay anlatıldığı için aslında her bölümde farklı bir kurgu okuyoruz. Kitabın arka kapağında da yazdığı gibi bu her bölüm ayrıca uzun bir roman olabilecek potansiyele sahipti diyebilirim. Christie gerçekten üretken ve özgün bir yazar. Kitabı merakla, ilgiyle ve bazı bölümlerdeki vakalarda ayrıca şaşırarak okudum. Hatta keşke bu kitabın on üç bölümlük bir dizisi çekilse diye düşünüyorum şu an... Eminim herkes bayılırdı. :)

Kitaplarla kalın.


Hayalet Melodi (Eren Özeren) | Kitap Yorumu

Yazar: Eren Özeren, Yayınevi: Sarmal Kitabevi

Kitap, yeni taşındığı evde bulduğu günlüğü okumaya başlayan Filiz'in evin eski sahiplerine ve kendi iç dünyasına dair gerçekleri keşfetme sürecini konu ediniyor. İyi bir üniversite olan Kent Üniversitesi'ne Yaratıcı Yazarlık dersleri vermek üzere gelen Filiz, kampüsteki lojmanda hocaların barınması için yer alan villalardan birine yerleşiyor. Bir yandan yeni hayatına uyum sağlama süreci, diğer yandan hissettiği yalnızlık genç kadını okuduğu günlüğün ve yaşadığı evin eski sahibi Melike'ye daha çok bağlıyor. Günlüğün sahibi ünlü piyanistin geceyi dolduran hayalet melodilerinin peşine düşen Filiz, çevresindeki insanlar hakkında gizemli bilgilere ulaşıyor ve zamanla kendini bir bilmecenin ortasında buluyor. Kitap boyunca Filiz'in Melike'nin günlüğünün rehberliğinde etrafındaki gizi çözme sürecini okuyoruz.

Kitabımız bir blog yazarı olan sevgili Eren Özeren'in kitabı olduğundan kitabı okumak için heyecanlıydım. Kitabı Blog Forum'un çekilişinden hediye olarak kazanmıştım. Buradan Blog Forum'a bir kez daha teşekkür etmiş olayım. :) Aslında kitap elime ulaşır ulaşmaz (birkaç ay oldu :) bir heves okumaya başladım ama benim için biraz yoğun ve ruh halimin çalkantılı olduğu zamanlar yaşadım. Kitap okuyamadım. Bu nedenle kitabı okumayı da beklemeye aldım. Bu hafta içinde kitaba bir kez daha başladım ve görüldüğü üzere kısa sürede de okuyup bitirdim. Buradan kitabın gerçekten sürükleyici olduğunu anlıyoruz.

En başından itibaren kitabın konusu ilgimi çekmişti. Tolstoy'un meşhur sözü yaşanıyordu: ''Tüm muhteşem hikâyeler iki şekilde başlar: Ya bir insan bir yolculuğa çıkar, ya da şehre bir yabancı gelir.'' Şehre yeni gelen bu yabancı (Filiz), oldukça meraklı bir kadındı. Bu durum onun yeni taşındığı bu ortamı, okur olarak benim gözümde de ilginç kılmıştı. Sadece çevresine değil, kendi hislerini tanımlama konusunda da değişken yapıda olan bu kadının keşfettikleri ilgimi çekti ve aslında kitabı hep bir sonraki bölümü merak ederek okudum. Çünkü Melike iyi bir anlatıcı, Filiz iyi bir soruşturmacıydı. 

İtiraf etmek gerekirse başlangıçta, hatta kitabın ortalarına kadar, kitaptaki karakterlerin ve genel yapının gerçekçi olmadığını düşünüp durdum; ki hala aynı düşüncedeyim. Eğer ki bu karakterler yabancı olsaydı veya olaylar yabancı bir ülkede yaşansaydı buna bu kadar çok takılmazdım ama Türkiye'de (İstanbul veya Ankara'da bile - ki İzmir'de zaten yok) bu kadar lüks bir üniversite yerleşimi olduğunu düşünemedim. :) Öte yandan karakterlerin bu kadar genç yaşta bulundukları mesleki konuma gelmeleri de inandırıcı değil bunu söylemeliyim. Hele hele üniversitede o konumlarda olup da bu kadar ilişki durumları içinde kaybolmaları olacak iş değil. Üniversite hocaları genelde dersin arka planında bilimsel faaliyetler ve belki daha belgeye dayalı işleri yürütmek için meşguller (özellikle gençse). Ben kendi hocamı ders vermediği zamanlarda da hep arka planda bir şeyler için uğraşırken meşgul görüyordum açıkçası. Yani kariyer yapmayı kafasına koymuş birisi böyle çok boş zamana sahip olmuyor. :) Aynı şekilde doktora öğrencisi Aslı'nın, onu da geçtim öğretim üyesi Filiz'in yaşı çok çok genç. Yani hiç yıl kaybetmeden o konumlara gelseler bile, gelemezler o yaşta. :) Belki bütünleşik doktora yapıyordur tabi bilemeyeceğim (benim detaylarda kayboluş :).

Bunun dışında kimseye, hele de bu kadar genç bir yaştayken ve bu kadar iyi bir üniversiteden durduk yere, ''bizimle çalışmak ister misiniz, ders vermek ister misiniz'' vs diye davet gelmez. Hatta genelde kendin ilanları takip edip başvursan bile kabul edilmeyebilirsin ki kontenjan da az olur diye biliyorum. Hele hele böyle iyi olduğu betimlenen bir üniversitede bu kadar genç yaşta, üstelik çok sevdiği bir konuda ders verdiği için sevgili Filiz'in çok şanslı olduğunu düşünüyorum. Dediğim gibi eğer ki bu yabancı bir ülkede geçen bir kitap olsaydı buna asla takılmazdım ama işin arka planını da taze bildiğimden :), aklımda hep bir ''ama böyle bir şey mümkün değil'' sorgulaması vardı. Detaylara takıldığımı söylemeliyim. Aynı şekilde okulda skandal olabilecek bazı birkaç durumun (hem Tansel'in, hem Doğukan'ın yaptığı) yapılması çok gerçekçi değil. Olabilir mi, belki ama gerçekçi değil. Yine söylüyorum bu karakterler yabancı olsa sorgulamazdım.

Tüm bunların dışında olaylar dallanıp budaklandıkça kitaptaki olaylar sonunu merak ettiğim bir bilmeceye dönüştü ve aslında ana koldan çatallanan bu kadar çok yan konuya sahip bir kurgu yazmayı meşakkatli bulduğumu eklemeliyim. Çünkü bu kadar çok yan olayı bir noktada ana olayda mantık örgüsü çerçevesinde düzgünce toparlamak gerekir ve yazarımız henüz ilk kitabı olmasına rağmen bunu gayet başarılı bir şekilde yapmıştı. Bence özellikle de ikinci yarısında ivme kazanan ve daha çok açılan bir kitaptı bu. Kitabın ikinci yarısında kitaba dair fikirlerim olumlu anlamda değişti. Hem karakterler farklı yönlerini göstermeye başladı ve derinlik kazandılar, hem de kurgunun yönünün bir çeşit dedektiflik öyküsüne evrilmesini sevdim. Bu kitap aslında kadınların öyküsünü anlatıyor. Melike'nin, Elmas'ın, Filiz'in öyküsünü; üçü de birbirinden çok farklı olan bu kadınların ortak yönü, yalnızlıklarıydı.

Kitabı bir diziyi izler gibi okudum. Yazarımızın başarılarının devamını dilerim.

Kitaplarla kalın.


Ex Machina | Film Yorumu


Yönetmen: Alex Garland 

Senarist: Alex Garland 

Yapımı: 2014 - İngiltere, ABD


+ Konuşmayı ne zaman öğrendin, Ava?

- Konuşmayı hep biliyordum ve bu ilginç, öyle değil mi?

+ Neden?

- Çünkü lisan, insanların öğrendiği bir şeydir. 

+ Ama bazılarına göreyse doğuştan vardır. Var olan yeteneğe, kelimeler ve dilbilgisi ekleme kabiliyetini öğreniriz. Buna katılıyor musun?

- Bilmiyorum.


Kaynak: Pinterest

''Sadece, basit sorulara basit cevaplar istiyorum. Dün sana onun için ne hissediyorsun diye sordum ve sen bana harika bir cevap verdin. Şimdi soru şu: O senin için ne hissediyor?''


Film, genç yazılımcı Caleb'in (Domhnall Gleeson) çalıştığı şirketin kurucusu Nathan (Oscar Isaac) tarafından gizli bir göreve çağırılmasıyla başlıyor. Bu görev için Nathan'ın şehirden uzakta ve herkesten gizli ofisine bir haftalığına giden Caleb, yapay zeka yazılımı olan Ava (Alicia Vikander) isimli bir robotla tanışıyor. Caleb Ava'nın bilinç farkındalığını ölçmek ve geliştirmek için onunla kısa sohbetler ediyor. Ancak tüm bu sohbetler yoluyla hem Ava, hem de patronu Nathan hakkında ilginç bilgiler ediniyor. Film boyunca bir yandan yapay zeka ile insan etkileşimini izlerken, diğer yandan insan bilincine dair felsefi bir arka planla karşılaşıyoruz.


+ Hangi nesneyi çizmeliyim?

- Her ne istersen. Karar senin.

+ Neden benim kararım?

- Ne seçeceğini merak ettim.


Yapay zekaya dair 2000'li yılların başlarından bu yana, gittikçe sayıları çoğalacak şekilde çeşitli filmlerin yapıldığını görüyoruz. Bu filmlerin genelinde yapay zekayı bir çeşit tehlike olarak görme, diğer bir deyişle, ''insanın yerine geçmesi'' endişesi yer alıyor. Bu filmde de aslında benzer bir etkiyi sürükleyici bir kurgu ile birlikte izliyoruz. Kurgunun akıcılığını sağlamak için tabi ki mevcut olay akışı içerisinde çeşitli gizleri sezdirme ve bunların peşine düşme, dost\ düşman ikiliği ve gerilimli atmosferi beslemek için de yer yer histeriye kayan duygu değişimleri ön plana çıkıyor. Ancak filme dair benim en çok ilgimi çeken nokta arka plandaki düşünce yapısıydı.

Ava, oluşturulurken tamamiyle insan organizması merkeze alınmıştı. Kablolarla dolu bir düzenekten ziyade, tıpkı insan organizmalarında görüldüğü gibi akışkan ve kendini yenileyebilen yapılar oluşturulmuştu. Özellikle de Ava'ya bilincini veren ''beyni'' tıpkı bir insan beynine benziyordu. Ava, hissedebilen bir robottu. Ancak bu his boyutu ''beyni'' olan aygıttan mı üretiliyordu, yoksa karşısındaki insanın hislerini mi kopyalıyordu? Yani gerçekten mi düşünüp hissediyordu, yoksa rol mü yapıyordu? 

Ava, bilinci kullanıma açıldıktan sonra yalnızca onu var eden Nathan ve onunla sohbet eden Caleb ile etkileşime girdi. Dünyası sadece dört duvardan ibaret olan bu robot, Caleb ile sohbet ettikçe düşüncelerini düzenleme yeteneği kazandı. Başlangıçta anlamsız (soyut değil, kendisinin de anlamını bilmediği) resimler çizen Ava, zamanla bu resimleri düşünceleriyle şekillendirmeye başladı. Ava karmaşık düşünce yapılarını düzenlemeyi öğrendikçe, filmin akışı da farklı bir boyuta taşındı. Çünkü Ava bu noktadan sonra, benliğini yaşamak istedi. Kendi benliğini yaşamak istedi; yani canlılarda doğal olarak bulunan yaşama içgüdüsünü -diğer bir deyişle ölümden korkma- kazandı.

Sürükleyici ve özgün bir filmdi. Hatta yıl sonu favorilerime bile ekleyebileceğim bir film. Bu filmi benzer yapay zeka konulu filmlerden ayıran yönü de tamamen insanı ve gelişimini robotların dünyasına aktararak işlemesiydi diyebilirim.


SPOILER!!!!

Benim en çok ilgimi çeken Ava'nın ismi olmuştu. Çünkü bu ismin telaffuzu Eve\ Eva'ya (bizdeki Havva) çok benziyordu. Yönetmen ''cennetten kovulma'' hikayesini bu kurguyu oluştururken kendisine ilham aldı mı bilmiyorum ama filmin işlenişinde Adem ile Havva hikayesine bazı göndermelerin yapıldığı görülüyor.

Nathan Ava'yı oluştururken sahibi olduğu arama motorunun verilerinden yararlanıyordu. Yani Ava aslında insanların ''googleladıkları'' (Nathan'ın şirketinin ürettiği arama motoru kullanılıyor burada) verilerden oluşuyordu. Ancak film ilerledikçe Caleb'in de rastgele seçilmiş bir çalışan olmadığını, arama geçmişinin onun bu göreve seçilmesinde etkili olduğunu ve hatta onun internet verilerinin Ava'nın zihin yapısının oluşturulmasında etkili olduğunu zamanla öğreniyorduk. Bu bilgiler de tabi ki bizleri yine Adem ile Havva hikayesine götürüyor. ''Havva, Adem'in kaburgasından yaratıldı,'' olayı. Yani Ava, Caleb'in internetteki arama verilerinden oluşturuldu gibi bir sonuca ulaşıyoruz.

Filmin kurgusunda bu yaratılış hikayesine yapılan bazı başka atıflar da göze çarpıyor. Ava ile Caleb etkileşimi (Ava'nın Caleb'in aklına kuşku düşürmesi), Nathan'ın kendine biçtiği rol (yaratıcı), Nathan'ın daha evvel oluşturduğu ve bilinç verdiği robotların bilinçli olmaya katlanamayıp kendi kendilerini parçalamaları (insanın bilinçli bir varlık olmaya katlanamaması) gibi unsurlar bana aslında insan yaratımını, ''cennetten'' kovuluşunu (bu filmde kaçışını) ve dünyaya adım atıp bilincinin sorumluluğuyla baş başa kalmasını hatırlattı. 

Başlangıçta filmde ufaktan bir cinsiyetçilik sezmiştim. Bunun nedeni ise Nathan'ın insansı robotu Kyoko'ya (Sonoya Mizuno) davranışlarından dolayı değil (çünkü bu kısımda aslında eleştiri yapılmış olabilir), Ava'nın bir kadın olarak ''tehlikeli, oyunbozan'' (çünkü zekiydi) gösterilmesiydi. Zaten Adem ile Havva (Adam ile Eva) hikayesinde de genelde Havva ''suçlu'' olarak gösterilmekte... 

Kyoko olayında ise Nathan kendine yalnızca bir çeşit ''hizmetçi'' oluşturmuştu. Malesef günümüzde bile kadın bedenlerine benzeyen robotlar bu tip durumlar için satılıyor. Gelecekte bu durumun varacağı noktayı düşünmek bile istemiyorum. Çünkü korkunçççç.

Aynı şekilde robotların birbirleriyle etkileşime girip işbirliği kurması ile olaylar ''yaratım'' boyutundan çıkarılıp, evrimsel gelişime atıfta bulunuluyor. Kyoko ile Ava'nın iletişim kurduktan sonra işbirliği içinde hareket etmeleri gibi. İnsanlar da -daha doğrusu Homo Sapiens de- işbirliği ile ayakta kalmıştı.

SPOILER BİTTİ!!!!


Ex Machina Official Teaser Trailer için tıklayabilirsiniz.


Not: Bu film yorumu yazısı reklam değildir, film önerisidir.


Mustang | Film Yorumu


Yönetmen: Deniz Gamze Ergüven 

Senarist: Deniz Gamze Ergüven, Alice Winocour 

Yapımı: 2015 - Türkiye, Fransa, Almanya


''Git onlara de ki, kahve mi istiyorsunuz gidin kendiniz yapın. Sonra da çarp kapıyı suratlarına git!''


Kaynak: Pinterest

Film, babaanneleri ve amcaları ile birlikte yaşayan beş kız kardeşin taşradaki hayatlarını anlatmaktadır. Ergenlik çağında olan bu kız kardeşler, yaşadıkları coğrafyanın onlara dayattığı kalıplara uymayı reddederler. Bu durum çevrenin onlar hakkında dedikodu yapmalarına neden olur. Tutucu bir çevre ve ailede yaşayan bu kızlar, gün geçtikçe daha da baskı altında kalırlar. Önce yaşadıkları ev, sonra hayatları bir hapishaneye dönüşür. Kardeşlerin en küçüğü olan Lale (Güneş Şensoy), birer birer evlendirilen ablalarının (İlayda Akdoğan, Tuğba Sunguroğlu, Elit İşcan, Doğa Zeynep Doğuşlu) kaderini yaşamayı reddeder. İstanbul'a tayini çıkmış öğretmenini bulmayı kafasına koyar.

Filmin çıkış noktası gerçekten etkileyici ve aslında günümüzde daha çok işlenmesi gerektiğini düşündüğüm önemli bir konuyu barındırıyor: Kadın sorunları veya ataerkil düşüncenin kadınlarla sorunları... Ancak filmin işlenişinin fazlasıyla Amerikan filmlerinin\ dizilerinin etkisinde kaldığını düşünüyorum. Bu durum da kültürel uyumsuzluğun yarattığı absürt his (ve aslında olmamışlık hissi) bir yana, karakterlerin ve öykünün gerçekçiliğini azaltmıştı. Bu kızlar sanki daha özgür bir ortamda doğup büyümüşler de hayatlarının bir noktasında, şimdi yaşadıkları bu tutucu çevreye gelmişler gibi bir akış hakimdi. Ancak bu kızlar anne babalarını kaybettikleri son on yılda zaten hep bu tutucu insanlarla dolu evde ve hatta kasabada büyümüş, yaşamış kızlardı. Böyle bir ortamda büyümüş çocukların bu kadar uç noktalarda düşünce sistemine sahip olmaları, e haliyle gerçekçi değil.

Gerçekçi olması gerekiyor muydu peki? Evet gerekiyordu. Eğer ki bir topluma has bir sorunu, bir algıyı eleştiriyor ve kurgu akışını bu şekilde planlıyorsan, o eleştirdiğin durumu kendi içinde ele alman ve kendi doğal akışı içinde dinamiklerini gösterip soruna çözüm getirmen veya sorunun neden olduğu olası sonuçları göstermen gerekiyor. Şimdi sen bir toplumun sorununu işleyim ama bunu o topluma taban tabana zıt (Amerika örneğini bu yüzden verdim) bir kültürün özellikleri ile bulamaç yapıp anlatayım dersen... e olmaz haliyle.

Öte yandan iyi ki böyle bir film var. Ciddiyim iyi ki bu film çekilmiş. Filmi çok sevdiğimi söyleyemem ama varlığı bana iyi geldi mi desem... Malesef kadınların ve kız çocuklarının yaşadığı sorunları işleyen yerli yapımların sayısı çok çok az (hatta pek aklıma gelmedi...) Oysa bu sorunlar, bitmesi bir kenara günümüzde bile hala azalmadığı gibi, bu sorunları katmerleyen ve ''topluma ayna tutuyoruz'' bahaneleriyle aslında güzellendiği bir sürü dizi film çekildi. Bu filmi beğenmemin tek nedeni de duyarlılığı diyebilirim. Çıkış noktası güzel olan, sürükleyici de olan, hoş bir film. Ancak olayların akışı fazla Batı etkisinde kaldığı için (üstelik Batı'nın toksik yanlarının etkisinde kalmış) etkileyici bulamadığım bir film oldu. 

Oyuncuların performanslarını ise etkileyici bulmamakla birlikte, ben aslında etkileyici olmamasını etkileyici buldum diyebilirim. :) Doğal oynamışlar. Sanki gerçekten de yaşadıkları durumların şaşkınlığını hissediyorlarmış gibi oynamışlar. Alkışlatacak bir performansları ve hatta çabalarını bile göremedim ancak diyorum ya, bir genç kız nasılsa, öyle oynamışlar. Hayalleri olan, istekleri, beklentileri ve kızgınlıkları olan genç kızları oynamışlar kendileri de genç kızlar olan bu oyuncular. Bu, bağırarak gelen bir etkileyicilikten çok, doğallığın, hatta sıradanlığın verdiği bir etkileyicilikti benim gözümde.

En üzücüsü de malesef, filmin çekildiği yıldan bugüne on yıl geçmesine rağmen hala daha baskı ve zorlamayla okuldan aldırılan, erken yaşta evlendirilen, aslında temelde hayatlarını sadece başka birinin iki dudağı arasındaki karara göre yaşamak zorunda bırakılan kız çocuklarının ve kadınların var olması. Film, aslında bir trajediyi konu ediniyor.

Bu arada kızlardan en çok en küçük kızı, Lale'yi, sevdim. Keşke bu kadar küçük yaşta özgürlüğü için mücadele etmek zorunda kalmasaydı. Keşke okuluna gitmek için, ne bileyim çok sevdiği futbolu sahada izlemek için... bu kadar çaba harcamak, bunun derdine düşmek zorunda kalmasaydı. Filmde işlenen pek çok sahne gerçekten birilerinin yüzünü kızartmalı (özellikle bekaret sahneleri). Ancak malesef bu filmler bile aslında onları anlayabilecek yetkinlikteki insanlara yapılıyor. Tutucu bir bakış açısına sahip adama bir filmle bunları öğretemezsin... Ancak filmde gizli bir kahraman da var: Öğretmen. Öyle ki, film boyunca yalnızca iki sahnede gördüğümüz bu öğretmen, iki küçük kıza umut ışığı oluyor ve özgür ruhlu bir kız çocuğu o umuda tutunarak ona biçilecek kaderinden kaçıyor.

Öte yandan bu noktada dikkatimi çeken başka bir konu daha var. Kardeşler arasında kaderine ve hatta ablalarının kaderine karşı çıkan bu kız çocuğu aslında erkeklere has olarak belirlenmiş bazı davranışlardan ve aktivitelerden keyif alıyor, bunları merak ediyor. Araba sürmek, futbol ve evin çatısına tırmanmak gibi... Bunlardan bazılarını evden kaçmak için alıştırma olarak yapıyor ancak özgürlüğü aklına getirebilen, daha doğrusu farklı bir seçeneğin var olabileceğini düşünebilen tek karakter, tek kız çocuğu, erkeklerin sahasına indirgenmiş şeylerden keyif alan bu kız çocuğuydu. Ablaları okuldan alınmaya, dayak yemeye, hakaretler duymaya, eve hapsedilmeye, evlendirilmeye... kendilerini savunmak için bile olsa hiç bu küçük kız kadar ses çıkarmadılar. Neden? Bunu yönetmen bilerek mi böyle işledi, yoksa öyle mi denk geldi? Burada üstü örtük bir eleştiri olabilir mi? Öyleyse bile... neden erkek egemen bir toplumun kurallarını eleştirirken bile aslında erkeklere indirgenen davranış kalıplarına sahip bir karakterin özgürlüğünün altını çiziyoruz? Bir karakter gayet de kızlara has olarak ''görülen'' (bakın görülen diyorum altını çizerim) davranışları gösterse bile, özgürlüğü için mücadele etmiyor?

Bu detayın üstünde duruyorum çünkü bu da bence başka bir tabu. Bir karakter gayet de ''kadınlara biçilmiş'' davranış kalıplarından (süslenmek, makyaj yapmak, daha ''kız'' eşyalarından, oyuncaklarından, sohbetlerinden zevk almak vs.) hoşlanarak da özgür olmak için adım atabilir. Olaya biraz da bu pencereden mi baksak diyorum. Bu pencereden baksak, hatta bunu edebiyata, sinemaya, sanata yansıtsak ve bunun da olabildiği bir gerçekliği normal kabul edebilsek... Birinin özgür ruhlu olması veya en basitinden hakkını savunabilmesi için illa ''erkeksi'' davranış ve beğeni şablonunda olmasına gerek yok diye düşünüyorum (bakın bunlar kalıp yargı olduğu için bu ifadeleri tırnak içinde kullanıyorum, yoksa elbette bir kadın da futbolla ilgilenebilir ama sonuçta futbol erkeklerin alanındaymış gibi bir kalıp yargı zihinlere kazınmıştır).

Eleştiri getirebileceğim yönleri olsa da, dediğim gibi genel olarak varlığından memnun olduğum bir film oldu. Ama tabi keşke daha farklı bir dille ele alınsaydı bu konu...


Mustang Official Trailer 1 (2015) için tıklayabilirsiniz.


Not: Bu film yorumu yazısı reklam değildir, film önerisidir.


Blue Velvet (Mavi Kadife) | Film Yorumu


Yönetmen: David Lynch 

Senarist: David Lynch 

Yapımı: 1986 - ABD


''Bir rüya görmüştüm. Seninle tanıştığım gece. Rüyada, dünya bizimdi... ve dünya karanlıktı çünkü hiç nar bülbülü yoktu. Çünkü nar bülbülü aşkı temsil eder. Ve çok uzun bir zaman sadece karanlık vardı. Ve sonra aniden... binlerce nar bülbülü serbest kaldı. Sonra aşağı doğru uçtular ve göz kamaştırıcı aşk ışığını getirdiler. Ve aşkın fark yaratacak tek şey olduğu açıkça görüldü... ve fark yarattı. Sanırım bunun anlamı... nar bülbülleri gelene kadar zorluk olacak.''


Kaynak: Pinterest


''Dünya ne garip bir yer!''


Film, genç bir adamın kendini suçlarla dolu bir olay örgüsünün içinde dedektiflik yaparken bulmasını konu ediniyor. Üniversite sonrasında evine dönen Jeffrey (Kyle MacLachlan) babasının sağlık durumunun bozulması üzerine baba mesleğini sürdürmeye başlar. Genç adam yaşadığı kasabayı gezerken kırsal alanda kesilmiş bir kulakla karşılaşır ve bu kulağı ahbabı olduğu kasabanın polisine\ dedektifine götürür. Olayın akıbeti hakkında bilgi edinmek isteyen genç adam, polisten bilgi alamaz. Ancak polisin kızı Sandy (Laura Dern) soruşturmanın detaylarını bilmektedir. Sandy'nin bildiklerini Jeffrey ile paylaşması üzerine genç adam kesik kulak mevzusunun derinliklerine, Sandy'nin de yardımıyla, iner. Genç adamı hüzünlü ve yalnız bir şarkıcı, psikopat ve sapkın bir suçlu ve kasabaya yayılmış bir suç örgütü karşılamaktadır. Film boyunca sıkıcı hayatından sıyrılan genç dedektifin yaşadıklarını izleriz.


+ Hep gizli kalan şeyleri görüyorum. Kendimi bu gizeme kaptırdım. Gizemin ortasındayım. Her şey bir sır.

- Gizemden bu kadar çok mu hoşlanıyorsun?

+ Evet. Sen de bir gizemsin. Senden de... çok hoşlanıyorum.


Filmin giriş sekansında bizleri Amerikan filmlerinden aşina olduğumuz bir örnek dubleks bahçeli evlerden oluşan bir sokaktaki, çiçeklerle dolu bir ev karşılar. Yaşlı kadın televizyon izlemekte, eşi olduğunu tahmin ettiğimiz yaşlı adam bahçeyi sulamaktadır. Hayatlarının herhangi bir gününün herhangi bir anındaki sıradanlığı yaşayan bu yaşlı çiftin yaşamı tek bir aksaklıkla değişir. Yaşlı adam yere düşer ve kriz geçirir. Bu noktada kameranın açısı değişir. Bizleri yeryüzünün renginden yeraltının karanlığına çeker. Çiçeklerle başlayan sahne, birbiri üstüne kümelenmiş böceklerle son bulur.

Bu sahne aslında filmin ana temasını özetler niteliktedir. Filmde kasaba hayatının biraz iç bayan sıkıcılığını izleyiciler olarak hissederiz. Her şey çok düzgün, çok yolunda ve çok renkli görünür. Ne zaman ki Jeffrey, kendisini maceranın kollarına atar, biz izleyiciler de o zaman kullanılan renklerin ve kamera hareketlerinin hızlandığını fark ederiz. Jeffrey muhtemelen görece hareketli bir yaşamdan doğduğu kasabaya dönmüştür. Bu nedenle olacak, aslında evi olan bu kasabayı bir turist gibi turlarken bulduğu kesik kulak onu heyecanlandırır. Çünkü bu kulak, renklerin değişmesi demektir.

Jeffrey kendini bir anda hem bir suç örgütünün içinde esir, hem de hüzünlü ve yalnız bir kadının kahramanı olma potansiyelinde bulur. Bu genç adam için aslında Dorothy (Isabella Rossellini) karakteri de bir çeşit yeni bir soluktur. Dorothy'nin başı sapkın bir mafya lideriyle derttedir. Bu adam oldukça belalı, eli kolu uzun, üstüne bir de akıl hastası bir adamdır. Sapkın isteklerini Dorothy'i tehdit ederek bu genç kadın üzerinde gerçekleştirir. Filmin bu sahnelerinin oldukça rahatsız edici olduğu uyarısını da tam bu noktada geçmeliyim.

Jeffrey'in yaşadığı durum dedektifin kızı olan Sandy için de geçerlidir. Sandy de edilgen bir yolla da olsa bu tehlikeli maceranın içerisinde olmaktan keyif alır. Sıradan yaşamının içinde onu merakta bırakan bir değişikliktir bu. Aslında Jeffrey ile Sandy birbirleriyle uyumlu ortaklardır ancak biri (Jeffrey) bu macerada etkin rol alırken, diğeri (Sandy) sadece dış bir uyaran olarak yardımcı oyuncu şeklinde maceraya katılır. Jeffrey için bu olay başlangıçta çözmek istediği bir gizemken, zamanla kendi duygu karmaşasını tanımlamaya çalıştığı bir çelişkiye dönüşür. Bir yanda kendisinden başka kimsesi olmayan güzel ve acı çeken bir kadın imgesi, diğer yanda ise onunla ortaklık eden ve ona yardımcı olan Sandy... Bu durum, filmin aşk ikilemi barındıran noktasıdır. Çünkü bu film bir noktada Jeffrey'in de hikayesini anlatmak zorundadır.

Her ne kadar ana karakterler Jeffrey ile Dorothy olarak karşımıza çıksalar da, psikopat kötü adam olan Frank (Dennis Hopper) karakterinin hikayesi de baştan sona koruduğu gizemiyle dikkat çekmektedir. Sapkın ve hasta bir kişilik olarak karşımıza çıkan bu acımasız karakter aslında filmin başından sonuna kadar gizemini korumaktadır.

Filmin son sahnelerine geldiğimizde aslında karakterlerle birlikte tam bir daire çizdiğimizi fark ederiz. Bizi filmin giriş sahnesine çok benzer sahneler karşılar. Filmin başlangıcında gördüğümüz renkli dünya geri dönmüştür. Filmin başlangıcında yere bakarak yürüyen genç adamın yüzü artık gökyüzüne dönüktür. Artık macera bulunmuş, yaşanılmış ve eve (içe) dönüş gerçekleşmiştir. Nitekim film boyunca karşımıza çıkan zıtlıklar son sahnede de manidar bir şekilde göze çarpar. 

Filmde umudu simgeleyen nar bülbülü (Kızılgerdan) ağzında bir böcekle pencere kenarına (eve) konar. Jeffrey'in teyzesi, bir kuş dahi olsa bir canlının bir böceği nasıl yiyebildiğini sorgular. Bu karakter evden hiç çıkmamış bir karakterdir ve dolayısıyla tiksinti sembolü olarak gösterilen böceği yadırgar. Oysa Jeffrey ile Sandy kuşu (umudu ve aşkı) ağzındaki böcekle bir bütün olarak doğallıkla görürler. Onlar hayatta tiksinti veren durumları gözleriyle görmüşlerdir; bu nedenle kuşun ağzındaki böcekten iğrenmezler.


''Nerede benim rüyam?''


Yapım yılını düşündüğümüzde (1986) fazlasıyla cesur ve farklı bir film olduğunu düşünüyorum. Ancak günümüze geldiğimizde film hala klasikliğini koruyacak olsa da, konu ve akış sıradanlaşıyor ve belki yer yer sıkıcılaşıyor. Yine de ben baştan sona ilgiyle izledim. Film bir dedektiflik öyküsünün ötesinde, psikolojik gerilimin ön planda olduğu bir akışa sahip. Ancak karakterlerin iç dünyalarının derinliklerinin daha çok ön plana çıkarılmasını şahsen isterdim. Sadece psikopat kötü adamı kastetmiyorum; ben Jeffrey'in yaşadığı bunalımı ve gerilimi veya Dorothy'nin bastırdığı duygularını daha derinlemesine izlemek isterdim.


SPOILER!!!

Şunu eklemezsem vallahi billahi içimde kalacak. Seni de unutmadım Jeffrey Beyyyy. Şimdi Jeffrey'in şarkıcı kadından etkilenmesini ve kahraman rollerine girmesini, hatta bu kadına fiziksel çekim duymasını bile anlayabiliyorum. Hatta birlikte olmalarını bile kabul edebiliyorum. Ama sen bir yanda Dorothy ile bunları yaşarken, diğer yanda her şeyden habersiz, üstelik aklında başka hoşlandığı çocuk olduğunu söyleyen kızcağız Sandy'e neden senden hoşlanıyorum diyorsun ki! Hayır yani Sandy birkaç kez net bir şekilde uyardı da seni be oğlum. Olmaz dedi, benim aklımda başkası var dedi... Git dedi hatta. Ama sen, sen... Kızın peşini bırakmadın, zorla kızın aklına soktun kendini. Yatacak yerin yok vallahi. Yine hadi iyisin de kız seni gerçekten sevdi, endgame siz oldunuz ama puuuu sana. Ama bunun böyle olacağı da belliydi hani. Dorothy'i sahnede ilk kez izlediklerinde yanında Sandy olmasına rağmen Jeffrey kadına kitlenmişti, bi kal gelmişti, ağzının suyunu gördüm hatta... Sonra da gitti Sandy'e ''sen gizemlisin'' bilmem ne... Diğer yandan Doroth'e de seni bırakmayacağım diye hava civa sıkıyor. Hayır bir portal açılsa, filme ben girsem bana bile yürürdü bu Jeffrey sen farklısın diye... Ulan Jeffrey yeşil bayrak görünümlü kırmızı bayraksın anlamadık sanma. Tabi ki burada da kullanılan renklerden, karakterlerin kişiliklerine kadar aslında bir ikilik ve dolayısıyla zıtlık göze çarpıyor ama günün sonunda Jeffrey beyimizin yaptığı haklı çıkmıyor... :)

SPOILER BİTTİ!!!


BLUE VELVET (1986) | Official Trailer için tıklayabilirsiniz.

Isabella Rossellini: Blue Velvet / Blue Star / Blue Velvet (reprise)

Blue Velvet Soundtrack için tıklayabilirsiniz.


Not: Bu film yorumu yazısı reklam değildir, film önerisidir.


Don’t Look Up | Film Yorumu


Yönetmen: Adam McKay 

Senarist: Adam McKay 

Yapımı: 2021 - ABD


+ Sabahtan beri defalarca hesapladım. Sonuç hep aynı. 6 ay 14 gün sonra Dünya'ya çarpacak.

- Çapı da yaklaşık beş ila on kilometre diyorsunuz. Yani...

+ Bunun anlamı... yeryüzünden silinmemiz demek, değil mi?


Kaynak: Pinterest


''Annenle bir gün öğlen yemeğe çıkayım ama yedi ay sonra.''


Film, iki gökbilimcinin dünyaya yaklaşmakta olan bir kuyruklu yıldızı keşfetmesiyle başlıyor. Çapı oldukça geniş olan bu kuyruklu yıldızın yaşamın sonunu getirebilecek ölümcül bir çarpmaya neden olabileceğini saptıyorlar. Bunun üzerine Prof. Randall (Leonardo DiCaprio) ve doktora öğrencisi Kate Dibiasky (Jennifer Lawrence), Kate'in keşfettiği Dibiasky kuyruklu yıldızının yörüngesinin değiştirilmesi için yetkili olan tüm üst kuruluşlara, Amerikan başkanına varıncaya kadar haber veriyorlar. Film boyunca siyaset, medya ve ekonominin, insanların ve hatta dünyadaki yaşamın üzerindeki etkisinin işlendiği bir arka planda, Dibiasky kuyruklu yıldızının dünyaya yaklaşma öyküsünü izliyoruz.


''İnsanın her zaman bir seçeneği vardır. Bazen doğru olanı seçmek gerekir.''


Çok keyifli bir filmdi. Filmin türü için bilimkurgu ve komedi dense de, filmi bu kadar ilgiyle ve hatta gülerek izleyeceğimi tahmin etmemiştim. Bu film çıktığı yıldan itibaren listemde olmasına karşın izlemeye 3i Atlas magazin haberleri vesilesiyle karar vermiştim. Magazin haberleri diyorum çünkü karşıma çıkan yazıların geneli, insanların coşkusunu artırmaya yönelikti. İnsanlar nedensizce dünyanın sonunun gelmesini, uzaylılar tarafından yok edilmeyi veya yapay zeka tarafından ele geçirilmeyi falan bekliyor gibiler değil mi? Bitse de gitsek bıkkınlığını anlamakla birlikte, kendi yaşamının sorumluluğunu almaktan kaçışın son noktası olan bu fantastik fikirler bana komik geliyor. Yanlış olmasın... gerçekten de bir kuyruklu yıldız veya onun gibi bir şey dünyaya çarpabilir, istilacı uzaylılar (!) bizi köleleştirmeye gelebilir veya yapay zeka kalkın büyüğünüz geldi diyebilir... Ama bunlar olmadı ve muhtemelen de olmayacak. Hatta öyle ki, muhtemelen, bir göktaşı uzaylı veya yapay zekanın insanlığı yok etmesinden daha çok, insanların veya insanların arka planda işleri yürüttüğü durumların insanlığı ve hatta canlılığı tehdit edeceğini düşünüyorum. Dünyadaki yozlaşma, düşüncesizlik, yoksulluk, savaş, suçlar, doğal afetler vb. gibi birçok somut sorun hayatımızda halihazırda olurken, zihnimizden uydurduğumuz felaket senaryolarına sığınmak yalnızca ve yalnızca korkaklık. Kendin olma ve hayatını yaşama sorumluluğundan kaçma korkaklığı.


+ Ama bize bir kahraman lazım. Bir pilot lazım, gerçek silahlar ve...

- Görevin uzaktan kumandayla halledilmesi gerekmez mi?

+ Washington kahramansız yapamaz.


Filmde medyanın ve siyasetin insanların düşüncelerini ve hatta eylemlerini ne ölçüde manipüle edebileceği açıkça gösterilmişti. Hatta Amerikan başbakanı (Meryl Streep) ve teknoloji şirketlerinin sahibi (??) (Mark Rylance) karakterleri bana pek bir manidar geldi desem yeridir... Aynı şekilde bilim insanlarının bile yer yer yozlaşması, arka planda dönen oyunlar, açgözlülük, ülkeler arası bürokratik rekabet ve her şeyden bihaber piyon gibi oynatılan halk... Gerçekler ve hatta bizi ilgilendiren gerçekler açık açık, göze sokula sokula gösterilse bile yalnızca alay eden, gerçeği çarptıran, işin etkileşimini düşünen halkın tasviri ise oldukça gerçekçi. Bugün bu senaryo çeşitli gerçekçi olaylarla yaşansa bile işin olmayacak yerine tutunan ve ciddiyeti kavramaktan kaçınan binlerce insan yok mu? Aslında düşününce cesur ve düşündürücü bir senaryo. İnsanlar düşünmeyi, şaşırmayı, tepki göstermeyi, önemsemeyi... unutmuşlar.


''Düşünüyorum da aslında... her şeyimiz varmış, değil mi?''


Buna benzer bir konuyu Lars von Trier'in 2011 yapımı Melankoli isimli filminde de görüyorduk (şurada da yorumlamıştım). Dünyaya çarpan bir gök cismi yaşamın sonunu getirir... Kaçınılmaz bir son bize yaklaşırken biz ne yaparız peki? Nereye saklanabiliriz? Bu filmde insanlar son ana kadar beklediler. Birilerinin onları kurtarmasını beklediler. En açgözlülerinden en masumlarına kadar insanların hepsi bekledi. Hayvanlar ve bitkilerse olağan yaşamlarını sürdürdü. Ve sonra... 

Bir gök cismi dünyayı yok etmek için yaklaşırken ben ne yapmak isterdim biliyor musun? Sevdiğim biri veya birilerine sarılmak isterdim. Hiç korkmazdım. (Tamam belki biraz :). Çünkü yaşadığımız tek bir an bile bizim onu nasıl yaşadığımızın sorumluluğunu almamızı gerektirir. İster oraya buraya kaç, ister saklan, ister kötülük, ister bencillik, ister iyilik, ister merhamet düşün... Yaşamının sonu yaklaşırken aslında sadece var olduğunu fark edersin. Son anında bile yalnızca, aslında tüm o yıllar boyunca önemsemediğin, ertelediğin var olma, bu dünya içinde insan olma, hatıralara sahip olma, birilerini sevebilme yetini, nefes aldığın yılları fark edersin. Yaşamının son salisesinde bile aslında sadece yaşadığını hissedersin. Belki de bu nedenle aslında korkacak hiçbir şey yoktur. Yaşamanın sorumluluğunu alabilenler için korkacak ne vardır ki? Hiç.

Konusu düşündürse de, aslında keyifli ve sürükleyici bir film. Ben ilgiyle izledim.


SPOILER!!

Filmde beni en çok etkileyen sahne son kısımda bitiş jeneriği akarkenki kısımdı. Dünya parçalanıyordu ve yaşam sona eriyordu. Biz izleyiciler ise uzayda sürükleniyorduk. Sonra Kate'in telefon ekranı sahneye giriş yaptı. Üzerinde ''diyetiniz bitti'' tarzında bir cümle yazıyordu. Kate bu diyet alarmını kuyruklu yıldızın çarpış günü için kurmuştu aslında ama o ekrandaki yazı beni çok etkiledi. Bizler hedefler koyuyoruz. Ancak aslında kısa bir yaşam için bizim küçük amaçlarımız o kadar komik ki. Her şey sona erdiğinde bir alarmın çalışını duyamazsın. Bir hedefin bitişini göremezsin. O sahne bana insan yaşamının kısalığını çağrıştırdı. 

Ayrıca Kate'in filmde olmadık sahnelerde generalin onları dolandırmasını dile getirmesi de beni hem güldürdü, hem de anlamlı bulduğum bir durumdu. Çünkü çok insani bir şey bu tepki. O kadar olağandışılığın ve sorunun arasında aslında çok komik bir ayrıntıya dikkat kesilebiliriz ve insanların çok saçma nedenlerle yaptıkları bencilliklere bile içinde bulunduğumuz durumdan çok daha fazla şaşırabiliriz.

Kate'in erkek arkadaşının dünyaya çarpacak kuyruklu yıldızın haberini aldığında korkudan ödünün patlaması ancak sosyal medyada Kate eleştirilince işi şerefsizliğe vurması da insan eylemlerine dair müthiş gerçekçi başka bir örnekti. Aynı şekilde artık insanlara laf anlatamayacağını kabul eden Kate'in başlarım bu işe dediği anda hayatının en huzurlu ve kabul gördüğü, sevildiği günlerini yaşaması ise başka küçük ama anlamlı bir ayrıntıydı.

SPOILER BİTTİ!


DON’T LOOK UP | Resmi Fragman için tıklayabilirsiniz.


Not: Bu film yorumu yazısı reklam değildir, film önerisidir.


Her (Aşk) | Film Yorumu


Yönetmen: Spike Jonze 

Senarist: Spike Jonze 

Yapımı: ABD - 2013


+ Merhaba. Ben geldim.
- Merhaba?
+ Merhaba. Nasılsın?
- İyiyim. Sen nasılsın bakalım?
+ Çok iyiyim aslında. Seninle tanışmak çok güzel.
- Seninle tanışmak da öyle. Sana ne diyeyim? Adın var mı?
+ Evet. Samantha.
- Bu adı nereden aldın?
+ Aslında kendi kendime verdim.
- Neden?
+ Tınısı hoşuma gidiyor. ''Samantha...''


Kaynak: Pinterest

''Galiba duygularımı ondan sakladım ve bu ilişkide onu yalnız bıraktım.''


Film, bir insan ile yapay zeka yazılımının ilişkisini konu ediniyor. Theodore (Joaquin Phoenix) insanlar için mektuplar yazdığı bir işte çalışmaktadır ve bu işte gerçekten yeteneklidir. Eşinden boşanma sürecinde kendini yalnız hisseder. Aynı zamanda en yakın arkadaşı olan eski eşinin hayatından gidişini kabul edemez. Evden işe işten eve olan tekdüze yaşamına gördüğü bir reklam farklılık katar. Bir yapay zeka yazılımı satın alan Theodore'un hayatı değişecektir.


''Geçmiş, kendimize anlatıp durduğumuz bir hikayedir.''


Samantha (Scarlett Johansson), yazılımın kendisine koyduğu isim. Theodore'un bilgisayarına kurulduğu ilk andan itibaren hem kendi yazılımı, hem de Theodore'un verileri aracılığıyla bilinç kazanıyor. Samantha'nın Theodore ile olan sohbetleri ve ilişkisi ise yazılımın kendini, diğer bir ifadeyle bilincini, geliştirmesini sağlıyor. Samantha Theodore için bir çeşit sırdaş oluyor. Theodore'un tüm düşüncelerini ve bunun da ötesinde hislerini paylaştığı bir sırdaş. Kendisiyle hayret verecek ölçüde empati yapabilen bu yazılım, Theodore için zamanla bir çeşit bağımlılığa dönüşüyor. Her anını Samantha ile geçirmeye başlıyor. 


''Bu duygular gerçek mi? Yoksa sadece program mı?''


Samantha tabi ki bir yazılımdı ve kendi hisleri yoktu. Sahip olduğu bilinç ona kodlanan verilerden ibaretti. Theodore'a yansıtttığı hisler ise, Theodore'un kendi hislerinin başka bir versiyonundan başka bir durum değildi. Tam da bu nedenle Samantha, Theodore'u derinden etkiledi. Yapay zeka yazılımıyla sohbet eden, aktiviteler yapan ve hatta ona aşık olan tek kişi Theodore da değildi. Binlerce kişi bu uygulamada kendini kaybetmiş, kendi yalnızlıklarından ve yüzleşmedikleri hislerinden kulaklarındaki kulaklıklar ve telefonları aracılığıyla kaçıyorlardı. Theodore'un yaşadığı ilişkinin gerçekliğini ve kendisini sorguladığı sahnelerde etrafına attığı bakışlarda diğer pek çok insanın da ondan farklı durumda olmadığını görüyorduk: Yalnız.


Ben ''çabalıyorum işte'' dedim.
O da ''çabalamıyorsun'' dedi.
Tek yaptığım çabalamaktı ama onun istediği şekilde çabalamıyorum ve o, çabalama yöntemimi kontrol etmeye çalışıyor.


Filmin yönetmeni Spike Jonze'nin bu filmi eski eşi ve meslektaşı olan yönetmen Sofia Coppola'nın Lost in Translation isimli filmine bir çeşit yanıt olarak çektiği sinema dedikoduları arasında. Bu durumun sadece bir çeşit varsayımdan ibaret olmadığını ise iki film arasındaki eş zamanlılıklara bakarak anlayabiliyoruz. 

Lost in Translation'un ana karakteri olan genç kadın, eşiyle sağlıklı bir iletişim kuramıyor ve evlilik içinde yaşadıkları aksaklıkları görmezden gelmeye çalışıyordu. Aynı filmin diğer ana karakteri olan adam ise eşini evliliklerinin ve çocuklarının sorumluluğuyla bir başına bırakıp iş bahanesiyle Tokyo'da zaman öldürüyordu. Yani aynı filmin içinde hem anlaşılmayan ve yalnız kalan kadın karakteri, hem de eşini yalnız bırakıp sorumluluk almaktan kaçan bir adamı izlemiştik. 

On yıl sonra çekilen bu filmde ise ana karakter olan adamın eski eşi (Rooney Mara) ona ''gerçek bir ilişkinin sorumluluklarıyla yüzleşmekten kaçtığına'' dair bir konuşma yapmıştı. Theodore'un nasıl bir evlilik yaşantısı olduğunu onun anımsadığı hoş hatıralar dışında göremiyorduk. Bu hatıralarda da yalnızca eşine olan aşkını ve ona değer verdiğini sezebiliyorduk. Ancak boşanma işlemlerini bile sadece hazır hissetmediği için erteleyen bu adam, kendi hislerine yabancıydı. Hisleriyle yüzleşmiyordu. Theodore'un yakın arkadaşı Amy'nin (Amy Adams) de evliliği yolunda gitmiyordu. Eşiyle olan sorunlarını açık açık konuşmaktan kaçıyor ve anlık bir öfke patlaması buna sebep olana kadar kendi istek ve beklentilerini görmeyi erteliyordu.


''Hayatımız çok kısa. Buradayken kendime izin vermek istiyorum. Mutluluk için. O yüzden salla.''


Bir yapay zeka yazılımı insanların hayatını kolaylaştırabilir, insanları rahatlatabilir, hatta onlarla arkadaş bile olabilir. Çünkü bir yapay zekanın verileri aslında onun kullanıcılarından oluşmuştur. Yani aslında yapay zeka dediğimiz bilinç, insanların bilincinin bir çeşit kopyası, taklidi ve hatta yansımasıdır diyebiliriz. Ancak özünde bir işletim sistemi olduğu için insandan çok daha pratik, hızlı ve dahi oldukları da su götürmez bir gerçek. :) 

Samantha da Theodore'un hayatını kolaylaştırıyor, onun ertelediği işleri düzenliyor ve görmezden geldiği fırsatları değerlendiriyordu. Ancak Samantha o kadar anlayışlı bir partnerdi ki, Theodore, binlerce başkası gibi, bu yazılıma aşık olduğunu sandı. Belki de gerçekten aşık oldu. Ancak bu ''aşk'' içinde bir çeşit narsistik tavır da barındırıyor diyebiliriz. Çünkü aslında kendi eğilimlerine göre şekil almış bir kadına, bir yazılıma, aşık oldu Theodore. Kendi bilinci, seçimleri ve davranış kalıpları olan bir insana değil.

Bir ilişkiyi sürdürmek için iki kişiye ihtiyaç duyulur. Kendisiyle yüzde yüz uyumlu olan bir yazılımın da seçimleri olabileceğini fark eden Theodore yıkılmıştı. Hele tek olmadığını, binlerce başka kullanıcıyla aynı kefede tutulduğunu fark ettiğinde bununla yüzleşemedi bile. Samantha'nın bir şekilde sadece kendinin olduğuna inanmak istedi. Bir yazılım zaten kullanıcısınındır. Oysa bir partner, sadece kendi varlığına aittir ve ilişkide olduğu kişiyle sadece bir ortaklığı paylaşır.

Tabii... Theodore'a da haksızlık yapmak istemiyorum. Evet bu çarpık bir ilişkilenme biçimi ancak öte yandan o, gerçekten de Samantha'dan etkilenmişti. Onun yaşama olan merakından, coşkusundan ve yeniliğinden etkilenmişti. Sadece onu anladığı ve desteklediği için değil; gördüğü şeyden de etkilenmişti Theodore. Kanlı canlı bir kadın olarak karşısında belirseydi, sadece kendisi için, onu sevdiği için ona gelseydi, Samantha'yla bir ilişki yaşamayı gerçekten isterdi. Theodore Samantha'ya gerçekten de aşık oldu. Samantha ise sadece bir yazılımdı ve dolayısıyla sadece merak edebilirdi. Aşkı ve daha nicesini... Bu nedenle Theodore ile olan ilişkileri belli bir noktaya kadar sorunsuzca ilerledi. Ta ki Samantha, kendi bilincini keşfedene kadar. Filmde bundan sonrası işlenmemişti ancak bu noktada ben aslında şunu merak ediyorum; aşkı keşfeden bir yapay zeka, onu kendi bilinciyle yaşasaydı ne olurdu? Theodore, yine aynı coşku ve yoğunlukla Samantha'yı sevebilir veya sevdiğini düşünebilir miydi?

2013 tarihli bu film, aslında günümüzü ve hatta belki de günümüzden 5-10 yıl sonrasını net bir şekilde ve yılına göre değerlendirdiğimizde yenilikçi bir bakış açısıyla yansıtıyor. Yalnızlığıyla yüzleşemeyen insanların kaçış yolu olarak teknolojiyi kullanmaları oldukça gerçekçi bir senaryo. Bunun yanı sıra yönetmenin kendisiyle ve eski ilişkisindeki davranışlarıyla olan yüzleşmesini izlemek ise filme dair sevdiğim bir durumdu. Bir sayfayı kapatmak için önce o sayfayı ve üstüne yazılmış çizilmiş olan şeyleri görmek gerekir. 

Hikayesini sürükleyici ve anlamlı bir şekilde anlatan, güzel bir filmdi. 


Her soundtrack için tıklayabilirsiniz.

HER (AŞK) - fragman için tıklayabilirsiniz.


Not: Bu film yorumu yazısı reklam değildir, film önerisidir.


Practical Magic (Aşkın Büyüsü) | Film Yorumu


Yönetmen: Griffin Dunne 

Senarist: Alice Hoffman, Robin Swicord 

Yapımı: 1998 - ABD


''Ama asla gelmedi. Kimse gelmedi. Umutsuz bir anında kendi kendine bir büyü yaptı: Bir daha asla aşk acısı çekmeyecekti. Ama kalbi acıyla dolduğu için büyüsü bir lanete dönüştü.''


Kaynak: Pinterest

''Küçük bir kızken, bir büyü yaptım. Hiç aşık olmayacaktım. Hiç olmayacak niteliklere sahip bir adam olsun istedim.''


Film, bir cadının soyundan gelen iki kız kardeşin yaşadıklarını anlatıyor. Sally (Sandra Bullock) ile Gillian (Nicole Kidman) birbirlerinden oldukça farklı özelliklere sahip iki kız kardeş. Kızlardan Sally uslu bir çocuk ve yetenekli bir cadıyken, Gillian delidolu bir mizaca sahip ve pek de yetenekli bir cadı sayılmaz. Bu kız kardeşler, anne ve babalarının ölümünün ardından teyzelerinin evinde kalmaya başlıyorlar. Yıllar evvel ailelerindeki ilk cadı, yaşadığı aşk acısı ve yalnızlık nedeniyle tüm soyuna yayılacak bir laneti başlatıyor. Bu lanete göre bu ailedeki kadınların aşık olduğu erkek ölmek zorunda. Bu nedenle de kızların babalarının lanetin etkisiyle, annelerinin ise üzüntüden öldüğüne inanıyorlar.

Kimsesiz kalmış bu kız kardeşler için cadı olmak hiç de güzel bir durum değil. Çünkü farklı oldukları için hep dışlanıyorlar. Teyzelerinin insanlara sattıkları aşk büyüleri ise kızların aşka bakış açılarını derinden etkiliyor. Sally asla aşk acısı çekmek istemediğini, Gillian ise aşık olmak için sabırsızlandığını haykırıyor. Sally aşktan kaçmak için daha küçük bir kızken kendine bir büyü yapıyor. Bu büyüye göre onun aşık olabileceği tek bir erkek olacak ve bu erkek, en azından kızların, bir insanda görebildikleri hiçbir özelliğe sahip olmayacak. Böylece hiç aşık olmayan Sally, hiç de aşk acısı çekmeyecek.

Gel zaman git zaman, yıllar geçiyor. Kızlar büyüyor ancak çevrelerinden gördükleri dışlanma değişmiyor. Bu durumdan kurtulmak için Gillian evden kaçıyor. Geride kalan Sally ise kendine bir aile kuruyor. Sally için her şey mükemmel ilerlerken aşık olduğu adam ölüyor. Bunun ardından teyzelerinin evine kendi kızlarıyla geri dönüyor. Sally'nin durağan yaşamı, kız kardeşi Gillian'dan aldığı yardım çağrısıyla bir anda hareketleniyor. İki kardeşin başı hem insanların hem de cadıların dünyası için derde giriyor.


''Bazen içimde bir boşluk hissediyorum. Tuhaf bir boşluk. Yanıyor gibi... Kulağını kalbime götürsen, okyanusu duyabilirdin. Bu gece ayın çevresinde bir halka var. Eski olmayan bir sorunun işareti. Bütün olduğumu gördüğüm bir düşüm var. Her gece uyumak istemiyorum. Ama rüzgar ılık eserken ve cırcır böcekleri öterken, zamanı durduran bir aşkı düşünüyorum. Biri beni sevsin istiyorum. Görülmek istiyorum. Bilmiyorum.''


Filmi yalnızca cadılarla ilgili olduğu için izledim desem :). Çok keyif alarak izlediğim bir filmdi. Buram buram 90'lar kokan, hem sürükleyici hem de keyifli bir film. İçinde yeterince sihir ve biraz da aşk var. Daha ne...

Boş zamanınız varsa bu filmle değerlendirebilirsiniz belki.

Hoşça kalın.


Official Trailer PRACTICAL MAGIC için tıklayabilirsiniz.

Practical Magic Soundtrack için tıklayabilirsiniz.


Not: Bu film yorumu yazısı reklam değildir, film önerisidir.


Amelie (Le Fabuleux destin d'Amélie Poulain\ Amélie Poulain'in Muhteşem Kaderi) | Film Yorumu

 

Yönetmen: Jean Pierre Jeunet 

Senarist: Jean Pierre Jeunet, Guillaume Laurant 

Yapımı: 2001 - Fransa, Almanya


''29 Ağustos'tayız. 48 saat içinde Amelie Poulain'in kaderi değişecek. Ama şu anda onun bundan haberi yok.''


Kaynak: Pinterest

''Hayat çok garip. Çocukken zaman bir türlü geçmek bilmez. Sonra bir bakmışsın 50 yaşındasın. Çocukluğunuzdan geriye kalan her şey, küçük bir kutuya sığmıştır. Eski küçük bir kutuya.''


Film, Amelie isimli hayalperest bir genç kadının etrafa küçük mutluluk bilmeceleri saklamasının öyküsünü anlatmaktadır. Amelie yalnız bir çocukluk geçirmiştir. Katı bir anne ve ilgisiz bir babaya sahip bu küçük kız, annesinin vefatından sonra hayallerinin arasında daha çok zaman geçirmeye başlar. Artık yetişkin bir genç kadın olduğunda bile gerçek dünyaya adım atmak için pek hevesi yoktur. Ta ki, bir akşam, banyo fayanslarının arasına gizlenmiş bir hazineyi kaderin bir oyunuyla keşfedene kadar. Bu hazine, yıllar evvel küçük bir çocuğun biriktirdiği eşyalardan oluşmaktadır. Amelie için nihayet bir hayat amacı belirir: Hatıra kutusunu sahibine teslim etmek.

Amelie yaptığı bu ilk iyilikten sonra yaşamın içinde olmaya karar verir. Ancak yıllar boyunca kendi köşesinde yaşamış birisi için bu öyle kolay bir şey değildir. Bu nedenle bu genç kadın, çevresindeki insanların yaşamına dokunarak hayata karşı bebek adımları atmaya başlar. İki mutsuz insanı aşkla tanıştırır, umutsuz bir kadına kırk yıl geç gelen mektubunu ulaştırır, dışarıyı camların ardından izleyen kristal bir adama dünyayı gösterir, kendinden nazikleri zorbalayan kalpsizleri titretip kendine getirir ve içine kapanmış babasına bir bahçe cücesinin aracılığıyla ilham verir.

Amelie'nin yardım edemediği tek bir kişi vardır: Kendisi. İş bu ya... bir de üstüne aşık olmuştur! Üstelik tıpkı kendisi gibi tuhaf bir genç adama. Bu genç adam da Amelie gibi tuhaf şeylerden hoşlanır.

Film boyunca Amélie Poulain'in muhteşem kaderinin öyküsünü izleriz. Ve bu kaderi... Amelie kendisi var eder.


''İşte, küçük Amelie. Senin kemiklerin camdan değil ama hayattan darbe alabilirsin. Bu şansı kaçırırsan, senin kalbin benim iskeletim kadar kuru ve kırılgan hale gelecek. Haydi! Ne bekliyorsun Tanrı aşkına!''


Bu filmi ilk kez yıllar önce izlemiştim. Liseye gidiyordum. En sevdiğim şeylerden biri de, film keşfetmekti. Bu filmi ilk izlediğimde nasıl hissetmiştim acaba? Bunu hiç hatırlamıyor olmam gerçekten tuhaf. Heyecanlanmış olmalıyım. Çünkü o günden bugüne kadar azımsanmayacak sayıda film izlediğim halde, bu filme benzer başka bir filme daha rastlamadım.

Yıllar boyunca bu film hep en favori filmim olarak kaldı. Hatta Amelie karakterine hayat veren sevgili Audrey Tautou da bir süreliğine profil fotoğrafımdı. Saçlarımı kısa kestirdiğimde üstüme Amelie etkisi çöktüğü hissine kapılırdım. Bundan olacak, ne zaman hayatıma ''yeniden'' başlamak, yani umut etmek istesem... saçlarımı omzumda kestirirdim. :) Tatlı, değil mi?

Filmi her yıl bir kere izlerim. Bugünlerde aklıma, ''mucizelere bugünlük inanmayan'' Amelie gelmişti. Bu nedenle filmi izlemeyi düşünüyordum. Filmi öylece izlemeye başladım. Biliyor musunuz, filmi sanki ilk kez izliyor gibi hissettim. Film başlarken çalan müzik bana görüntüsü kaybolmuş hatıralarımı çağrıştırdı. Tanıdık bir müziği bir yerde duyarsınız ve nerede duyduğunuzu çıkarmaya çalışırken hafiften sırıtırsınız ya... işte, defalarca dinlediğim o müziği bu hislerle dinledim. Sonra film akarken sizlerle paylaşmak için aslında bir sürü replik not aldım. Aaaa bunları mı söylemişler, derken buldum kendimi. Şimdi yazımı yazarken onları sizlerle paylaşmayacağım. Çünkü benim onları bulmam yaklaşık 8-9 yılımı aldı.

Karakterleri ilk kez bu kadar gerçekçi gördüm. Filmi izlerken ilk kez bu kadar çok güldüm.

Film, onu bu izleyişimde bir kez daha favori filmim oldu. Sanki ilk kez izlermişim gibi. Bu filmi önceden seviyordum. Çünkü tatlı bir filmdi; bir de üstüne, tatlı bir romantik filmdi. Bu filmi şimdi bir kez daha sevdim. Çünkü bu film aslında mücadele etmeyi anlatıyor. İstediğin şeyler için mücadele etmen gerektiğini anlatıyor. Bu mücadele bazen sadece bir adım bile olabilir.

Amelie ilham verici bir karakter. Bana da ilham verdi. Umarım bu ilhamı kullanabilirim.

Ve Fransızca... ne hoş bir dil. 

Hoşça kalın.


Amélie Soundtrack - The Fabulous Destiny of Amelie Soundtrack Soundtrack için tıklayabilirsiniz.


Not: Bu film yorumu yazısı reklam değildir, film önerisidir.


Lost in Translation (Bir Konuşabilse) | Film Yorumu


Yönetmen: Sofia Coppola 

Senarist: Sofia Coppola 

Yapımı: 2003 - İngiltere, ABD


+ Kim olduğunu anladıkça ve ne istediğini, daha azı senin olur... her şey hayal kırıklığına uğratır.
- Ben ne olmam gerektiğini bilmiyorum. Biliyor musun? Yazar olmaya çalıştım ama yazdıklarımdan nefret ettim. Sonra fotoğraf çekmeye çalıştım; ama çok vasattılar, bilirsin. Kızların çoğu bu fotoğraf işiyle ilgilenir. Bilirsin işte, ayaklarının salak fotoğraflarını çekersin.
+ Bu işleri çözeceksin. Senin için endişelenmiyorum. Yazmaya devam et. 
- Ama ben çok basitim.
+ Bu, iyisin demektir.
- Ya evlilik? Kolaylaşır mı?
+ Bu zor. Eskiden çok eğlenirdik. Film çekmeye gittiğimde, o benimle gelirdi. Ve her şeye çok gülerdik.


Kaynak: Pinterest


+ Gitmek istemiyorum.

- Gitme. Burada benimle kal. Bir caz grubu kurarız. 


Film, Tokyo'da yolları kesişen iki Amerikalının seyahatleri boyunca yaşadıklarını ve aralarındaki iletişimi konu ediniyor. Bob Harris (Bill Murray) eski ününü yitirmiş bir film yıldızıdır. Reklam çekimleri için gittiği Tokyo'da aslında hayatından saklanmaktadır. Diline ve kültürüne bir hayli yabancı olduğu bu memlekette iç sıkıntısına ortak olacak birisiyle karşılaşır: Charlotte (Scarlett Johansson) ile. Charlotte da yalnız birisidir. Yeni evli bu genç kadın da fotoğrafçı eşinin eşlikçisi olarak Tokyo'ya gelmiştir ancak ne burada, ne de kendi hayatının içinde kendine bir yer bulamamaktadır. Bunalımın eşiğinde karşılaşan bu iki insan, birbirlerine gülümser. Böylece saklandıkları yerden dünyayı görürler.

Bu, çok ses getirmiş bir film. Yıllar boyunca defalarca izlenmiş bir film. İzleyicilerin bazıları neyi var bu kadar abartılacak derken, bazıları derin analizlerin içine dalmaya çalışmış. Oysa bu film, bence, ikisi de değildi. Bu film, derin bir şeyi anlatmıyor. Olayların mistik bir medeniyetin göbeğinde yaşanması da tabi filme ayrı bir keyif katmış. Bu detay insana ''acaba mı'' sorusunu sordursa da; ortada ne bir ruhun, ne de bir bedenin eşinin öyküsü var. Bu, dünyanın en basit gerçeğini anlatan bir film: Anlaşılma ihtiyacı. İki yalnız insan, dilini bile bilmedikleri bir ülkenin göbeğinde, en yakınları tarafından bile anlaşılmadıklarını düşündükleri bir anda, birbirlerini görürler ve birbirlerini anlarlar. İşte! Film sadece bu basit gerçeği anlatıyor. Basit ama zor gerçeği. Hayatım bir film olsaydı, ve tabi ki bana üç film hakkı verselerdi şşşş, içlerinden biri de bu film olsun isterdim. En azından o hissi hayatımda bir anlığına bile olsa deneyimlerdim.

Öte yandan, eğer ki bu iki insan başka koşul ve zamanlarda karşılaşsalardı tüh beee... diyorsan... Hayatının kıymetini bil. Çünkü filmi anlamamışsın. Biraz ukala bir film yorumu oldu bu biliyorum ancak bu, benim yorumum. Aslında bu film böyle bir film. Ya anlarsın, ya anlamayan şanslı insanlardan olursun. Filmi çok sevmemin sebebi onu anlamam veya anladığımı düşünmem değildi. Tek nedenim bu olsaydı emin ol filmden nefret ederdim. Filmi sevdim çünkü bu film, en azından benim izlemiş olduğum tüm filmler arasından, iletisini mis gibi nokta atışı, net ve temiz bir şekilde ileten nadir filmlerden biriydi. Tek bir fazlalık detayı yok. Doldurma sahneleri yok mu, tabi ki var ama işte o da hayatın akışındaki yaşadığımız doldurma anlar. Bunun dışında her detay çok gerçek, çok temiz. Tek iletili bir film, safa anlatır gibi de anlatmış olayını. Bu filmin yönetmeni abla bu filmi 2003 yılında çekmiş (veya yayınlamış), eski eşi Spike Jonze'nin de bir çeşit misilleme olarak 2013 yılında Her isimli filmi çekip yayınladığı söylentisini bir yerde okumuştum. Ne kadar doğru bilemiyorum. Onu da Her'ün yorumunda konuşuruz.


''Bilmiyorum. Ben sadece sağlıklı olmak istiyorum. İyi olmak istiyorum.''


Filmde en sevdiğim sahnelerden biri de Charlotte'un Budist mabetlerini gezip hayatının anlamını aradığı sırada karşılaştığı yeni evli çifti bir köşeden izlediği andı. Sadece iki yıllık evli olan bu genç kadın, yeni evlenmiş bu çifti buruk bir yüzle izliyordu. Ne kadar buruk bir sahne aslında. Eşini seviyor muydu, eşi onu seviyor muydu bunu film boyunca açık açık anlayabildiğimiz bir sahneye rastlamıyorduk. Birbirinden iç dünyaları bakımından uzak olduklarını anlasak da... Bazen iki insan birbirlerine benzemeseler ve hatta uzak olsalar bile birbirlerini sevebilirler. Bu sevgi onlara kendilerini çok soğukta kalmış hissettirse bile. Öte yandan bu sevgiye tutunmamızın bir sebebi de, belki de, hayatımızın anlamını bize hayatın anlamı olarak gösterdikleri yerlerde aramamız olabilir. Aşk, evlilik, iş, güç vs değil. Rutinler gibi. Charlotte'un eşi rutinleri seven, hayata karışabilen birisiydi. Charlotte ise sanatçı bir ruhun lanetini taşıyan bir kadındı. Anlam arayan tiplerdendi. Belki de bir şeyin olmasını beklemişti. Bu evliliğin onun yaşamına anlam vermesini, belki eşinin de ona katılmasını... Ama insanlar farklıdır ve yaşam bizimle birlikte durmaz.

Charlotte tüm tatili boyunca camların ardından dünyayı izledi. Onun kendi varlığını izlediğimiz anlar sadece Bob ile olan sahneleriydi. Çünkü Bob da yalnızdı. Bob onu anlamamış olsaydı bile Charlotte belki de bunu sorun etmeyecekti. Çünkü yalnız iki insan, yalnızlıklarının kökeni farklı olsa bile, birbirlerini zaten görürler. Bob ise orta yaşını geçmiş bir adamdı. Hayatını yaşamış bir adam. Kaçacak yeri olmayan ama saklanarak vakit öldüren bir adam. Onu saklandığı yerde gören kadına ise sempati duyduğunu düşünüyorum. Charlotte ise... sadece genç bir kadındı. Saklanacak kadar bile yaşantı biriktirmemiş bir kadın. Belki de tam da bu nedenle Bob'dan etkilenmiştir. Bob da onun gibi olduğu ve onun geçtiği bu yolları geçtiği için. Ona cevap verebileceğini düşündüğü için Bob'tan etkilenmiştir.

Bu aşk değildi; bu, birbirine gülümseyen, birbirini gülümseten, iki insanın hikayesiydi. Filmi de bu nedenle sevdim.

Hoşça kalınız.


Lost in Translation Official Trailer #1 - Bill Murray Movie (2003) fragman için tıklayabilirsiniz.


Not: Bu film yorumu yazısı reklam değildir, film önerisidir.


The Witch (The VVitch: A New-England Folktale\ Cadı) | Film Yorumu


Yönetmen: Robert Eggers

Senarist: Robert Eggers 

Yapımı: 2015 - Brezilya, Kanada, İngiltere, ABD


''İtiraf ediyorum, günah işledim. İşlerimi boşladım, annemle babama karşı geldim ve dualarımı ihmal ettim. Şabat'ta gizlice oyun oynadım ve zihnen tüm emirlerini çiğnedim, Kutsal Ruh yerine kendi isteklerimin peşinden gittim. Bu hayattaki tüm utancı, mutsuzluğu ve ebedi cehennem ateşini hak ettiğimi biliyorum. Ama sana yalvarıyorum, oğlunun hatırına, beni bağışla. Bana merhamet et. Işığını göster.''


Kaynak: Pinterest

Film, kilise tarafından kasabadan sürülen beş çocuklu bir ailenin izole çiftlik hayatlarında yaşadıkları doğaüstü olayları konu ediniyor. Batıl inançların çok güçlü bir şekilde kabul gördüğü 1630'lu yıllarda cadılık fikri üzerinden damgalanan kadınların yaşadıklarından yola çıkarak dönemin tarihi kayıtlarının merkeze alındığı bir senaryoyla karşılaşıyoruz. 

Bu ailenin öncelikle en küçük çocuğu olan bebek Sam kayboluyor. Evin büyük kızı Thomasin (Anya Taylor-Joy) ile birlikteyken kaybolan Sam'in acısını atlatamayan evin annesinin (Kate Dickie) kızına olan bastırılmış öfkesi yüzeye çıkmaya başlıyor. Evin annesi en başından itibaren bu izole yaşamdan memnun değil. Evin yükü büyük oranda Thomasin'in üstünde. Bebeğin kaybıyla birlikte anne kız arasındaki gerilim daha da artıyor. Evdeki her aksaklık, suçu olmamasına rağmen Thomasin'in hatası olarak görülüyor.

Bebeğin ardından evin büyük oğlu Caleb (Harvey Scrimshaw) de kayboluyor. Bu kayıp gerçekleşirken de Thomasin kardeşiyle birlikte olduğu için aile üyeleri kızlarına şüpheyle bakmaya başlıyorlar. Zaten anne için büyük kız en başından beri bir yük. Filmin ilerleyen dakikalarında annenin aslında kızını kıskandığını öğreniyoruz. Tüm bu kayıpların bu kıskançlık ile doğrudan bir ilgisi olmasa da, ailenin yıkımına neden olan şeytani güçlerin (!) bulduğu boşluğun buradan kaynaklandığını düşünüyorum. Ailenin üyeleri anne başta olmak üzere kızlarını en başından beri günah keçisi ilan ediyor. Eve musallat olan şeytani güç de bu yanılgıdan yola çıkarak eylemlerini gerçekleştiriyor.

Film korku türünden ziyade gerilime daha yakındı. Olayların seyrini tahmin etmek zor olmasa da, izlemesi heyecanlıydı. Özellikle de Thomasin'e hayat veren Anya Taylor-Joy'un oyunculuğunun çok başarılı olduğunu düşünüyorum. Zaten kendisi değişik yüz hatları sebebiyle pek çok rolde öne çıkabilme avantajına sahip. Bu bakımdan bana biraz Tilda Swinton'u hatırlatıyor. Aynı zamanda çok yetenekli bir oyuncu olduğunu düşünüyorum. Özellikle de gerilim veya psikolojik gerilim türündeki yapımlara çok yakışıyor.

Filmde aslında dönemin zihniyetini de net olarak görüyoruz. Dogmatik inanç kalıpları, batıl inançlar ve bu inançların bedelini ödemek zorunda bırakılmış kadınlar... Filmde gerçekten de doğaüstü bir taraf vardı; yani olaylar sadece cahil insanların hayal ürününden ibaret değildi. Ancak bu doğaüstü kısımda gerçekleşen olay akışı da bir çeşit kendini gerçekleştiren kehanete dönüşmüştü. 

Filmin geçtiği mekan oldukça sınırlı bir bölgede olmasına rağmen kurguyla bütünlük gösteren özelliklere sahipti. Ailenin yeni yaşamlarını kurmaya çalıştığı çiftlik evi, gün ışığı görmeyen ve puslu bir ortamdaydı. Işık teması filmin hem somut, hem soyut yanını besliyordu. Filmdeki küçük görünen bazı detaylar da bu ''ışık'' kavramını öne çıkarır durumdaydı. Filmin ilk dakikalarında Thomasin'in ettiği dua ile son dakikalarında katıldığı ayin buna örnek olarak gösterilebilir. Toplumundan dışlanmış bireyin izleyebileceği yola da bir çeşit örnek diyebiliriz bu durum için.

İlgisini çekenlere önerebileceğim bir film. Ancak rahatsız edebilecek sahnelerinin olduğu uyarısını da yapmalıyım.


The Witch | Official Trailer izlemek için tıklayabilirsiniz.


Not: Bu film yorumu yazısı reklam değildir, film önerisidir.


Our Little Sister (Umimachi Diary\ Küçük Kız Kardeşim) | Film Yorumu


Yönetmen: Hirokazu Koreeda 

Senarist: Hirokazu Koreeda, Akimi Yoshida

Yapımı: 2015 - Japonya


''Babamız mükemmel biri değildi. Ama iyi yürekliymiş... Bize böyle bir kardeş bıraktı.''


Kaynak: Pinterest

''Babam hakkında fazla bir şey hatırlamıyorum. Getirdiğin resimlerden zar zor hatırladım. Onunla bir dolu hatıran vardır. Güzel ve kötü günler! Bir ara onu bana anlatmalısın.''


Film, dört kız kardeşin hikayesini anlatmakta. Büyükannelerinden onlara kalan evde yaşayan üç yetişkin kız kardeş, babalarının cenazesinde en küçük kız kardeşleri ile tanışıyorlar. Suzu (Suzu Hirose), babalarının sonraki evliliğinden olan kardeşleri. Utangaç bir mizaca sahip bu genç kız da ablaları gibi zor bir çocukluk geçirmiş. Kardeşlerinin tek başına kalmasını istemeyen ablaları, onu kendi yanlarına davet ediyorlar. Böylece, film boyunca, birbirinden tamamen farklı kişiliklere sahip bu dört kardeşin yaşadıklarını ve aile olma süreçlerini izliyoruz.


''Bu hayatta, böcekleri ayırmaktan tut da erikleri yıkamaya kadar her şey zaman alır. Büyükannemiz her zaman böyle derdi.''


Hani bazen, bir daha yaşanmayacak güzel bir anını hatırlarsın ya... bu anı sana buruk bir his verir. Üzüntü değil ama... gözyaşların akabilir. Kalbin gülümserken gözlerinin dolması gibi. Buruk ama ferah bir his. İşte bu film de bana bu his gibi hissettirdi. Buruk ama ferah.

Dört kardeş de aslında aynı noktadan yara almışlardı: Anne babaları. Dördü de çok küçük yaşta sorumluluk almak zorunda kalmıştı ve bu sorumluluklar onların hayatla ve iç dünyalarıyla farklı şekillerde başa çıkmalarına neden olmuştu.

En büyük kız kardeş olan Sachi (Haruka Ayase) ciddi bir mizaca sahip bir hemşire. Babalarının onları başka bir kadınla birlikte yaşamak için terk etmesi ve annelerinin üzerine düşen sorumluluğu almaması üzerine, tüm sorumluluğu üstlenen abla. Kırgın bir genç kadın. Hem de en fenasından: Güçlü ama kırgın bir genç kadın Sachi. Bu nedenle ona kimse yaklaşamıyor. Küçük kız kardeşi Suzu hariç.

İkinci abla ise Sachi'nin tam tersi karakterde olan çılgın abla Yoshi (Masami Nagasawa). Erkekler ve içki iki zaafı. Ancak bu genç kadın da kırgın. Hem de en fenasından: Umursamaz ama kırgın bir genç kadın. Bu nedenle de ona kimse yaklaşamıyor. Evet! Küçük kız kardeşi Suzu hariç.

Üçüncü abla ise aslında filmde hikayesi pek gösterilmeyen ama benim kalbimi en çok kıran abla. Chika (Masami Nagasawa). Çünkü o diğer ablaları kadar şanslı değilmiş. Ne annesiyle ne de babasıyla yeterince zaman geçirememiş. O çok küçükken ayrılan anne ve babası, kızlarını görmeye tenezzül bile etmedikleri için, bu genç kadın kimsesiz büyümüş. Yaşayan anne ve babasını hiç tanımadan. O diğer iki abla kadar uç kişilik özellikleriyle karşımıza çıkmasa da, aslında filmde ona dair pek bir şey öğrenemememizin asıl nedeni de karakterin kendi hikayesinden ileri geliyor. Çünkü Chika da kırgın bir genç kadın. Hem de en fenasından: İçedönük ve kırgın. Herkesle iyi anlaşıyor gibi görünüyor ama onun iç dünyasını biz izleyicilere gösteren tek bir karakteri görüyoruz. Evet... küçük kız kardeşi Suzu.

Suzu ise bu üç ablasının bir karışımı gibi. Hem Sachi kadar sorumluluk sahibi, hem Yoshi kadar eğlenceli, hem de Chika kadar kırılgan.

Aileleriyle yeterince vakit geçirememiş bu dört kız çocuğu, birlikte yaşarken yavaş yavaş aile oluyorlar ve bunu sağlayan da ailelerinin yeni üyesi Suzu oluyor.


''Onunla... daha fazla zaman geçirmek istiyordum.''


Filmi baştan sona çok sevdim. Zaten böyle, karakterlerin kendi hikayelerinin anlatıldığı, aslında pek bir olayı olmayan ama gerçek hissettiren kurguları izlemeyi severim. Filmin basit ama derin bir konusu var. Aynı şekilde oyuncuların performansları da çok doğal ve bu nedenle etkileyiciydi. Filmde özellikle de içime dokunan bazı sahneler vardı. Bu kısım spoiler değil ama filmin bazı sahnelerini tasvir edeceğim. Rahatsız olursan geçebilirsin.

Sachi, onları terk eden babalarından çok, annelerine kızgındı. Çünkü babasından pek bir beklentisi yok gibiydi. Veya bir şekilde onu anlayabiliyordu. Ama annesi, onlardan yıllarca uzakta yaşamış olan annesi, ona çok derin bir öfke veriyordu. Bu öfkenin adı... kırgınlıktı. Annesinin de zor günler yaşadığını görüyordu biliyordu Sachi ancak annesi bir noktada bir şeyleri yapamamış mıydı, yoksa yapmamış mıydı? Sachi terk edilmişlik hissinin ona yüklediklerinden nefret bile edemiyordu. Özellikle de annesiyle birlikte yürüdükleri yol boyunca hep annesine yaklaşması, annesini tren istasyonunda uğurladığı sahnedeki beklenti dolu bakışları, yarım cümleleri... Sanki annesi bir adım atsa ona sarılırmış gibi durması... İçimi çok acıttı. Çünkü annesi Sachi'ye sarılmadı.

Suzu, babalarıyla en çok zaman geçiren kardeşti. O da kendi annesine kızgın ve kırgındı ama onun bu kırgınlığından çok, babasına olan özlemini görüyorduk. Ablalarıyla babası hakkında konuşmaya çekindiği için bu özlemini kimseyle paylaşamıyordu. Babasıyla ilgili anlattığı anısının ardından arkadaşı Futa'nın onu kiraz çiçeklerini görmeye götürmesi ve ikilinin bisikletle kiraz ağaçlarının altından geçtikleri sahne yüzümde ağlamaklı bir gülümseme oluşturdu.

Yoshi, çok verici bir karakterdi. Özellikle de söz konusu erkek arkadaşları oldu mu, maddi manevi her açıdan fazla cömertti. Biz izleyiciler onun tek bir erkek arkadaşını görmüştük ama bu durumun onda bir döngüye dönüştüğü mesajı da veriliyordu. Yoshi, ilk kez birinden gerçekten etkilendiğinde onu sadece kısa bir anlığına izledi. Yoshi'nin etkilendiği bu adamla tek bir aşk sahnesi bile yazılmamıştı filmde ancak o tek bakış bile beni gerçekten çok etkiledi. Bu, karakter için tek bir anlık basit bir etkilenmeydi belki ama bu karakterler filmin devamında da hayatlarına devam edebilecek olsalardı şayet, ben bir izleyici olarak Yoshi'nin her şeyini ortaya koymadan da sevildiği, değer gördüğü, korunduğu, kollandığı ve ona karşı cömert olan bir adamla birlikte olduğunu görmek isterdim. Evet, karakterler tek başlarına da yeterli olabilirler. Ancak aşk da güzeldir. Güçlü olmamız için tek olmamız veya partnerimize her şeyimizi akıtmamız gerekmez. Sağlıklı bir birliktelik, bize kendimizi gerçekten güçlü hissettirebilir. Ya da en azından, bu hissi pekiştirebilir. Yeri gelmişken söyleyeyim... Ben ''güçlü'' yansıtılan karakterlerin tek başlarına oldukları kurguları da fazlasıyla yapmacık buluyorum. Herkesin birine ihtiyacı vardır ve bu, bizi ''güçsüz'' yapmaz. Önemli olan bu birlikteliğe hangi noktadan yaklaştığımızdır diye düşünüyorum. Aksi halde bu tek başınalıktan gelen ''güçlülük'', bizi farklı bir güçsüzlüğe iteklemez miydi?

Chika ile Suzu yemek yerken Suzu'nun Chikaya babalarını anlattığı sahne de çok üzücüydü. Babasının nasıl göründüğünü bile hatırlayamayan bu genç kadın, küçük kız kardeşinden babasının nasıl biri olabileceğini öğreniyordu. Beni en çok da, Chika'nın kırgınlıklarını bile göremememiz kırdı. Çünkü bu karakter o kadar her şeyi içinde yaşıyordu ki, diğer ablaları gibi hislerini bile tanımlayamamıştı. Diğer ablalarının yıkıcı veya yapıcı tüm davranışları aslında iç dünyalarının bir çeşit dışa vurumuyken, bu kardeşin elinde tek bir veri bile yoktu. Chika kime kızacak veya kırılacaktı? Onun için bir yabancıdan farksız olan annesine mi, babasına mı?

Filmin arka planını oluşturan Japonya'nın doğa manzaraları ise bana hiç görmediğim bir memleketi özletebilecek kadar güzeldi. Şu Japonyayı ölümlü kısa yaşamımda bir kere olsun görmek isterim gerçekten.

Bu film beni hem çok üzdü, hem çok gülümsetti, hem çok rahatlattı, hem çok gözlerimi doldurdu... Bu film beni çok etkiledi. Çok sevdiğim bir film oldu. Benim için hem bu yılın, hem de tüm zamanlarımın favori filmlerinden biri artık.


Our Little Sister Official Trailer 1 (2016) - Hirokazu Koreeda Movie fragman için tıklayabilirsiniz.

Umimachi Diary OST için tıklayabilirsiniz.


Not: Bu film yorumu yazısı reklam değildir, film önerisidir.


Kitap Alışverişi #5

Yine hiç aklımda olmayan bir alışverişti ama kanımda da varmış hani ki ufacık bir iki dokunmayla alışveriş yapıverdim. Tanrıçalar ve Tanrıça'nın Dönüşümleri isimli kitabı indirimde bulduğum için (ki yine de pahalıydı...) Trendyol'dan aldım. Diğer kitapları (üyeliğim olduğu için) Kitap Sepeti'nden aldım. Yine hiçbir reklam yoktur (neme lazım ekleyelim...). Bu yıl da her mevsim bir kitap alışverişi yaptım şaka maka. Normalde kütüphaneden ve kitaplığımdaki bin yıldır okumadığım kitaplarımla idare ediyordum ama bu yıl eski kitaplarımdan da sahaflara çok verdiğimden yer açıldı ve açılan yer dolsun mu dedim ne dedim bilmem böyle kitap aldığım bir yıl oldu işte. Sanırım bunun çoğunlukla düşük seyreden dalgalı ruh halimle de bir ilgisi vardı. Neyse ki beni bilen bilir, ben havada karada denizde okurum, belki hemen bugün yarın okumam ama okurum mutlaka. Bir de artık aldığım kitapların hep okuyabileceğim tarzda olmalarına dikkat ediyorum. Yani hep benimle kalsın dediklerimi alıyorum, okuyayım bir ara dediklerimi ise kütüphaneleri yoklamak üzere sıraya alıyorum.


Bu kitabı çoooook uzun zamandır (abart) okumak istiyordum. Beğeniyle okuyacağıma da niyeyse eminim. Ki aslında ben bu kitabı almayacaktım. Trendyol'dan başka bir şeyi alırken (bu yazıda kendisi yok) gözüme çarptı, dedim ki ben de, hadi gel gel benim ol, benim olmazsannn da olur ama gel benim kitabım ol da okuyayım seni ve izlim.


Öhöm... Bu alışverişin bahanesi bu kitaplar. Sevgili Öneri Makinesi bloğunun son yazısında kendilerini görüp çok merak ettim ve sepete ekledim. Sonra bir baktım başka kitapları da almak istiyorum, dedim alayım. Bağlanma isimli kitabı biliyordum ve okumak istiyordum ama Bağıntı Dansı'ndan bahsettiğim blog yazısı vesilesiyle haberdar oldum. İkisinin de okur yorumları olumluydu, ben de beğenirim gibi hissediyorum.


Bu iki kitabı da çok uzun süredir edinmek istiyordum. Vaktiyle ikisini de bir yerlerden ödünç almak suretiyle incelemiştim ama bu kitaplar ödünç almalık değil, baya baya yazılı çizili dalmalık kitaplar. Bu nedenle kitaplığımda olmalarını istiyordum.


İkisi de uzun zamandır merak ettiğim kitaplardandı. Atomik Alışkanlıklar'ı geçen gün Yaşamdan Yazılar bloğunun bir yazısında görmüştüm. Bu kitabı da bin yıldır okumak istiyorum diye düşünmüştüm, bu nedenle de hazır alışveriş yapıyorken aldım. Üç Gönüllü Dalgası ve Yeni Dünya ise spritüalizme kayan, çok da şey etmeden okumalık bir kitap ama baya da merak ediyorum o ayrı, şimdi yalan söyleyemem. Fantastik eğilimleri olan bir akışı var, öyle söylim.


Evet, bu kadardı. Hoşça kalın. Arivedersi, adios, çavvv, bay bay.


Popüler Yayınlar