Çiçeklenmeler (Melisa Kesmez) | Kitap Yorumu

Yazar: Melisa Kesmez, Yayınevi: İletişim Yayınları

Çiçeklenmeler, karanlıkta bekleyen bir potansiyelin toprağı yarıp yeryüzünde var olma hikayesini anlatıyor. Türkan, yirmi dört yıllık eşi Orhan'ın ölümüyle birlikte büyük bir boşluğa düşer. Bu zor zamanlarında yanında ona yoldaşlık eden bir görümcesi Ayşe, bir de anıları vardır. Bu anılar Türkan'ı rahatlatmaz; aksine onu sıkar, kafasını karıştırır, bunaltır. Tam bu noktada, daha fazla böyle yaşayamayacağına karar verir Türkan; çünkü zaten çok uzun bir süre böyle yaşamıştır. Bekleyerek, neyi beklediğini bile unuttuğu bir ömrü yıllarca yaşamıştır.

Türkan henüz çocukken annesi vefat eder. Yeniden evlenen babası, Türkan'ı teyzesi ve eniştesinin evlerine bırakır ve bir daha kızını görmeye hiç gelmez. Türkan'ın yeni evi artık burasıdır. Hem annesini, hem de babasını kaybeden Türkan, içindeki boşluğu Orhan'a olan hayranlığı ile doldurmaya çalışır. Orhan Türkan'ın çocukluk aşkıdır. İlk görüşte aşık olmuştur Orhan'a. Genç kızlık hayranlığı hayalleriyle süslenir ve büyür de büyür içinde Türkan'ın. 

Orhan kendine bir yaşam kurar, aşık olur, hatta evlenir. Türkan da bir hayat kurmak ister ama içinin bir yanı hep Orhan'dadır. Bir gün kader onları bir araya getirir. Orhan ikinci evliliğini Türkan ile yapar. Ancak bu onun için yalnızca mantık evliliğidir. Yıllar boyunca çok iyi anlaşır bu ikili ancak hiçbir zaman bir aile olamazlar. Orhan'ın vefatıyla birlikte en yakın arkadaşını, hayatta içinde en büyük payı verdiği kişiyi yitirmenin üzüntüsünü yaşar Türkan. Bir de... yaşamına başlama zorunluluğunu duyar içinde. Artık hissettiği en büyük his beklenti değil, hüsrandır. Çünkü Türkan artık kırk sekiz yaşındadır. Aynı sokaklarda, aynı insanlarla, hiç çiçeklenmeden geçmiş koca bir ömür sürmüştür.

Bu boğucu his ile birlikte Orhan'ın yıllarca tamir etmeye çalıştığı karavana atlar, yollara çıkar. Her yenilik gibi, yolda başlar Türkan'ın öyküsü de. Bu yolda hem kendini, hem de ona yoldaşlık edecek insanları bulur. Çiçeklenmeler, tomurcuk veren bir yaşamın öyküsünü anlatır biz okurlara.

Kitabı çok sevdim. Zaten sevgili Melisa Kesmez, bana çok tanıdık gelen hisler ve kelimeler kullanan bir yazar. Son iki kitabında uzun öykü ve ufaktan roman tadında kurgular yazıyor. Hala daha kendisinin öykü türüne daha yakın olduğunu düşünmekle birlikte, kurgularını daha detaylıca ve karakterlerini hem daha uzun süre hem de daha derin ve detaylı okuyabildiğim için mutluyum. Bu kitapta da ana karakter olan Türkan'ın hikayesi ön planda olsa da, onun yaşamıyla yolu kesişen Ulaş başta olmak üzere diğerlerinin hikayesini de okumak güzeldi. 

Yazarın bu kitabında beni ayrıca şaşırtan durum ise, kitaptaki bazı sahne ve düşüncelerin çok benzer şekilde bizzat benim de gerek buradaki yazılarımda, gerek bazı kurgularımda yer almasıydı. Sanırım bağ kurduğumuz yazarlarla aramızda his ve düşünce anlamında dünyayı algılayış benzerlikleri de olabiliyor. Melisa Kesmez de benim için böyle, düşünce dünyasını kendi düş dünyama çok yakın bulduğum, bir yazar. Belki de bu aşinalık nedeniyle ne yazsa okuyabilirim.

Sade bir anlatım, tanıdık bir hikaye. Ancak derin ve okurda yeni pencereler açabilme potansiyelinde, bir öğleden sonra kahvesi gibi insana iyi gelen bir kitap Çiçeklenmeler. Ben çok sevdim.

Hoşça ve kitaplarla kalın.


Tekrardan, merhaba.

 

Son yazımda bloğum çağ atladı demiştim, hatırlıyor musun? İşte, gerçekten öyle oldu. Yenilenmiş evimden herkese merhaba. :)

Öncelikle bu süreçte gerek eski adresimdeki sorunu tespit etmeye çalışırken, gerekse şimdi alan adı alıp taşıma işlemlerinde bana yardımcı olan ve hatta süreci tek başına alıp götüren Blog Forum yazarlarından sevgili Sinan Bey'e veya Sinan abiye teşekkür ediyorum. Gerçekten çok emek harcadı ve zamanından verdi. Hala burada olmamı sağlayan da kendisi. Bana kalsa kapıyı pencereyi kapatıp gidecektim. Sonra da pişman olurdum artık.

Benim asıl sorunum yazılarımın Google'da görünmemesi değildi bu arada. Evet bu bir sorundu ve neden olabileceğini merak ediyordum. Sorunu çözmek için Sinan Bey uğraştı dediğim gibi ama bir sonuç alamadık. Bu durumun sebebini bilememek canımı sıkmıştı ancak böyle de olsa yazmaya devam edecektim. Sonra bloğumun Google'ın kara listesinde olduğunu öğrendim. Sen de beni okuduğuna göre biliyor olmalısın ki benim yazılarım dünyanın en minnoş yazılarından olabilir... Hatta bu durum da bir ara canımı sıkmıştı! Neyse. :)

Velhasıl kelam, bloğum kara listeye alınmış. Bu ne demek başta anlamadım. Çünkü bana hiçbir uyarı maili falan gelmedi. İnsan önce uyarır ama değil mi? Ben nereden bilebilirim kusurum nerede... Blogger'ın ve hatta Google'ın topluluk kuralları var biliyorsun ki. İşte biz tüm bu taşıma ve yeni adrese geçme işini tamamlayınca (ki bu süreçte benim pek bir katkım da olmadı *-*) bana bir mail geldi. Bir film yorumu yazım topluluk kurallarını ihlal etmiş. Yazımı da bir buçuk yıl evvel yazmışım! Hayır, o zaman bana mail atsalar yayından kaldırırdım ve sorun çözülürdü. Tek sorun o yazım mıydı bilmiyorum ama bana aylaaarr sonra gelen mail'e göre bahsi geçen yazım ihlal taşıyormuş. Ben de yayından kaldırdım tabi ki. Zaten erişim engeli de almış. Gerçekten çok ama çok ilginç. Bu durumun fotoğraflardan kaynaklanabileceğini düşünüyorum ama filmin kendisi bile minnoş; değil yazım, değil fotoğraflar yani... (film Roman Holiday). 

Benim çok fazla bot okurum vardı. Dönem dönem gelip gidiyorlardı. Size bu sorunumdan da bir yazımda biraz bahsetmiştim. Organik okur kitlem çok az olmasına rağmen bazen bazı yazılarım günlük olarak çok okuma alıyordu. Ben bunu merak ederken yazılarımın tarayıcılara düşmediğini fark ettim. Sonra da işte bu durumun nedenini araştırırken bloğumun engellendiğini keşfettik...

Bütün bunlar geride kaldı diyelim. Alan adı alan bloggerlar görüyordum ama kendim hiç bu işe girişmeyi düşünmemiştim açıkçası. Çünkü kitap\ film yorumları gibi genel içerikler yazsam ve bunların geniş kitlelerce okunmasını istesem de (çünkü buna zamanımı veriyorum en başta, blog yazmak gerçekten emek isteyen bir şey siz de biliyorsunuzdur ki), kişisel yazılarım faydacı bir tarza sahip olmadığından yani sadece benim kişisel his ve düşüncelerimden ibaret olduklarından ve kimsenin hayatına pratik bir getiri sağlamayacağını düşündüğümden alan adı almayı da düşünmedim. Ancak şimdi gereklilik doğunca, biraz da yön gösterilmesiyle (bana kalsa burası kapı duvar olacaktı...) kendi ismimde bir sitem olmuş oldu.

O halde, Sinan Bey'e son bir teşekkür ederek herkese güzel bir gün diliyorum.

Hoşça kalın.



Adanmışlık (Patti Smith) | Kitap Yorumu

Yazar: Patti Smith, Çevirmen: Seda Ersavcı,
Yayınevi: Domingo Yayınevi

Adanmışlık Patti Smith'in yaptığı bir yolculuk boyunca bulduğu ilhamlardan ortaya koyduğu kısa öyküsünün parçalarını bir araya getirme sürecini anlatıyor. Kitap için, yazarın öyküsünü nasıl ve nelerden beslenerek oluşturduğunun öyküsü diyebiliriz. Kitap; Zihin Nasıl Çalışır, Adanmışlık, Düş Değildir Bir Düş, Trende Yazılanlar olmak üzere dört bölümden oluşuyor.

Zihin Nasıl Çalışır başlıklı ilk bölümde yolculuk öncesine gidiyoruz. Paris'e yazmak konulu bir röportaj vermek üzere yıllar sonra gidecek olan Patti, biz okurlarına yazamadığından yakınıyor. Yazamayan bir yazar, yazmak hakkında ne söyleyebilir ki... diye düşünüyor. Sonra, kağıttaki sembollere dönüşmeden zihinde başlayan yazma sürecine odaklanıyor Patti. İlham kıvılcımlarını topluyor bir bir. İzlediği filmden sahneler, anılarındaki bir tv programından fırlamış genç bir patenci ve pek tabii kitaplar, yollar, yaşam ve ölüm. Bunlar zihninde köşe kapmaca oynuyor yazarın. Yazar da bu oyunu yazıyor biz okurlarına: Zihin Nasıl Çalışır diyerek.

Adanmışlık başlıklı ikinci bölümde, etraftan topladığı imgelerden bir öykü oluşturuyor yazar. Estonyalı genç bir patenci kızın yaşamının bir bölümünü anlatıyor. Bu kız, doğduğu topraklarda yaşanan karışıklıklardan korunması için daha küçük yaşta teyzesiyle birlikte gurbete göçüyor. Onun için hayatta varlığını bulduğu tek yer buzun üstü. Çünkü o bir patenci. Bir gün bu rüyasının içinde kaybolma fırsatını elde ediyor ancak karşılığında kendisinden eksilecek şeyler çok daha fazla. Adanmışlık, kendini bir tutkuya adayan bu karakterin öyküsünü işliyor.

Düş Değildir Bir Düş başlıklı üçüncü bölümde yazarın Paris'te yaşadıklarını okuyoruz. Yıllar evvel genç bir kızken kız kardeşiyle ilk kez gezdiği tüm mekanlar bu sefer başka bir şekilde etrafında beliriyor. Patti Smith neden yazarız sorusunu irdelerken, Albert Camus'nun evine davet ediliyor ve yazarın fikir kıvılcımlarının serpildiği çalışma odasında el yazmalarını inceliyor. Şanslı biri.

Kitabın Trende Yazılanlar başlıklı son kısmında ise yazarın aldığı notların fotoğraflarına yer verilmiş. Bu notlar direkt orijinal haliyle; yazarın kendi el yazısı ve İngilizce olarak kitaba konulmuş. Yazarın el yazısının fazlasıyla yayvan olduğunu eklemeliyim...

Daha kapağına baktığımda seveceğimi anladığım bir kitaptı. Patti Smith olduğu gibi bir yazar. Aynı zamanda bir müzisyen de olduğu için olacak, kendisi müzik yapar gibi yazıyor. Bu kitabında da tüm düşüncelerini, hislerinden yola çıkarak anlatmış. Kısacık, belki biraz dağınık ama keyifli (bulduğum) bir kitap oldu.

O halde, kitaplarla kalın.


ALINTILAR

''Öngörülemeyen niceliktir ilham, esrarengiz bir vakitte taarruz eden esin perisidir. Oklar uçuşur ve kişi vurulduğunu, bir dolu farklı katalizörün kendi sistemini oluşturmak için gizlice birleştiğini, aynı anda hem melun hem de kutsal olan onulmaz bir hastalığın -şiddetli bir hayal gücü- titreşimleriyle sarıldığını anlamaz bile.''


''Doğru kitap bir tür rehber görevi görebilir, yolculuğun gidişatını belirleyebilir, hatta seyrini değiştirebilir.'' (Sayfa 9 - Zihin Nasıl Çalışır)


''Belli bir insan sesinin yankılanımının yarattığı atmosferin yönlendirdiği bir hikaye yazmayı hayal ediyorum. Onun sesinin.'' (Sayfa 10 - Zihin Nasıl Çalışır)


Daha eski bir mezar taşı dikkatimi çekiyor sonra, kenarına çapraz bir şekilde kazınmış DEVOUEMENT kelimesini fark ediyorum. Alain'a ne demek olduğunu soruyorum. 

''Adanmışlık,'' diyor gülümseyerek. (Sayfa 22 - Zihin Nasıl Çalışır)


''Durup o dar sokağa -Visconti Sokağı'na- bakıyorum. İlk gördüğümde o kadar heyecanlanmıştım ki sokağın sonuna kadar koşup havaya zıplamıştım. Kız kardeşim bir fotoğraf çekmişti; bu fotoğrafta kendimi neşeyle dolu bir anda sonsuza dek donmuş olarak görüyorum. Küçük bir mucize gibi geliyor tüm o adrenalinle, tüm o arzuyla yeniden bağ kurmak.'' (Sayfa 27 - Zihin Nasıl Çalışır)


''Eve gitmek istiyorum diye sızlandım. Oysa evdeydim zaten.'' (Sayfa 33 - Zihin Nasıl Çalışır)


gözyaşı dökülmeyecekti artık 

kalp aç kalmayacaktı (Sayfa 35 - Ashford)


''Yine de bana veda ettiği zamanki tavrım konusunda birtakım endişelerim var. Hayli duyarsız davrandım. Belki de korkuyordum...'' (Sayfa 48 - Adanmışlık)


''Günler geçti ve adam gelmedi. İşin aslı kız onun kendisine tuhaf bir biçimde ilham verdiğini düşündüğü varlığını özlemişti. İşte bir kez daha yalnızca kendisi için kayıyordu.'' (Sayfa 52 - Adanmışlık)


''Anneni bende arama,'' derdi. ''Onu kendi içinde bulmalısın.'' (Sayfa 57 - Adanmışlık)


''Geçmişe değil geleceğe bak Eugenia.'' (Sayfa 57 - Adanmışlık)


''Bir şeyleri paramparça etmenin insan doğasının güçlü bir yanı olduğunu anlamıştı.'' (Sayfa 63 - Adanmışlık)


''Hepimiz kökenimizin salt kendimize dayandığına, tüm jest ve hareketlerimizin yalnızca bize ait olduğuna inanmak isteriz. Ama sonra muhtemelen tıpkı bizim gibi özgür olmayı dilemiş olan canlıların uzayıp giden şeceresinden geldiğimizi, onların geçmişini ve kaderini paylaştığımızı öğreniriz.'' (Sayfa 88 - Adanmışlık)


''Sadece kendim olmak istiyorum.'' (Sayfa 89 - Adanmışlık)


''Beyhude çabalarla geçen yıllardan, sönüp giden neşeden, amansız bir tempoyla akıp giden sahnelerden bahseden bir yığın defter var.'' (Sayfa 101 - Düş Değildir Bir Düş)


''Neden yazıyoruz? Hep bir ağızdan haykırıyor koro. Çünkü öylece yaşayıp gidemeyiz.'' (Sayfa 108 - Düş Değildir Bir Düş)



Not: Bu kitap yorumu yazısı reklam değildir, kitap önerisidir.



Kırmızı Zaman (Mine Söğüt) | Kitap Yorumu

Yazar: Mine Söğüt, Yayınevi: YKY

Kitap tam olarak adını yansıtıyor diyebilirim. Kırmızıya boyanmış bir zamanın içinde hareket eden karakterlerin öykülerini. Bu karakterlerin arasında hiçlikten çıkıp Haliç'e demir atan Zaman Dayı, evveli bilinmeyen meczup Halat Niyazi, yaşamı mutluluk dolsun diye Hüsran adına hapsedilmiş küçük bir kız çocuğu, babasının izini ararken kaybolan genç Botan ve kendi yolunu kazan Deli Gavur Leon... Tüm bu karakterler garip... zamanın içinde asılı kalmış hikayeleri daha garip. Hepsi de kırmızı; insanı delirten, kendine çeken ve yok eden: Kan kırmızı.

Bu kitabı yıllar evvel okumuş, yazarın anlatımından çok etkilenmiştim. Öyle ki, kitabın içeriğinde neler yaşandığını unutsam da yazarın anlatımına olan beğenimi yıllar boyunca içimde taşıdım. Şimdi kitaba dair hiçbir fikrimin kalmadığı geçtiğimiz günlerde, onu sanki ilk kez okuyacakmışım gibi heves dolu bir hisle kitaba başladım. Yine beğendim, en çok da -yine- yazarın özgün anlatımını sevdim. Ancak bu kitabı ilk kez okuyan yedi yıl önceki İlkay ile aynı şeyleri düşünmemiş olacağım ki, bu seferki beğeni seviyem çok daha aşağılarda kaldı. Çünkü kitabı ilk okuduğumda gerçekten çok etkilenmiştim. Liseden yeni mezun olmuştum ve edebiyatın içinde kaybolmak kaybolmak kaybolmak arzusundaydım. Bu kitap o zaman bana farklı bir dünyanın varlığını hissettirmiş olmalı. Kendi sesimi bulabileceğim konusunda bana cesaret vermiş olmalı. Bu bakımdan, şimdiki okumamda ilk okumama nazaran kitaptan daha az etkilenmiş olsam da, bende yer etmiş bir kitap olmuş Kırmızı Zaman.

Mine Söğüt kendine has bir dünyası olan yazarlardan. Yine yıllar önce okumuş olsam da yazardan Beş Sevim Apartmanı isimli kitabı okumuş, onun da anlatımına hayran olmuştum. Özgün bir ses olmak edebiyat dünyası için mühim diye düşünüyorum. En azından bir okur olarak bende, sesini duyabildiğim yazarlara ve kitaplara karşı farklı bir ilgi oluşuyor. Yazar önce, masalsı bir anlatımla okurunu kurgusuna davet ediyor. Baya baya kapıdan içeri buyur ediyor. Ne olacağını kestiremeyen okurlarına (en azından bana), tam da kurgunun olağanüstülüğünde kaybolmuşken, bir anda yüzüne çarparak gerçeği söylüyor. Yazar kurgularında gerçeküstücü bir dille toplumun gerçekliklerini işliyor diyebilirim. Bu kitapta ayrıca her bölüm başında o bölümün odak noktası olan kelimeye dair özel bir sayfaya yer verilmiş. Kelimenin anlamı, terimsel kullanımı vs açıklanmış. 

O halde, kitaplarla kalın.

Ve iyi bayramlar.


ALINTILAR

Küçükken anneannem bana, sonsuz zaman algısından bahseden bir masal anlatmıştı: Çocuklar zamanı algılayamadıkları yaşlarda, tüm evrene hakim olan o tanrısal sonsuzluğu hissedebilirlermiş. Bu onları huzurlu ve korkusuz yaparmış. Zamanı algılayamadıkları için zamanın geçişini de fark etmez ve kendilerini ölümsüz bilirlermiş. ''Sen,'' demişti, ''şimdi o sınırsız zaman algısının büyüsündesin; zamanın geçip gittiğini fark ettiğin an büyüyeceksin.'' (Sayfa 9)


Hayat tuhaflıklar doludur ve katlanılabilir olmasını bu tuhaflıklara borçludur. (Sayfa 11 - Tuhaf)


Onun aç bir kedi yavrusunun mama tasına kafasını sokuşu gibi kafasını kitaplara gömdüğünü ve içindeki kelimeleri, cümleleri, öyküleri büyük bir iştahla okuduğunu görünce seviniyor... (Sayfa 35)


İnsanoğlu gerçeklerden kaçar, çünkü efsanelere inanmaya meyyal doğar. (Sayfa 37 - Efsane)


Hepsi masal bunların... Sakın ola bulutlardan, topraktan korkmayasın... Korkacaksan sadece kötü niyetli insanlardan bir de Allah'tan korkacaksın. (Sayfa 50)


İnsan eğer asılsız korkulara kendini kaptırırsa gerçekten korkması gerektiği zaman, korkuya gafil avlanırdı. O yüzden korkunun üstüne gitmeyi bilecekti. Geceleri çekyatın altından sesler mi geliyor, korkup büzüleceğine eğilip çekyatın altına bakacaktı. Korkuyu gözlerini kapayarak değil ancak açarak alt edebilirdi... (Sayfa 74)


Delirtmek birinin aklını yitirmesine neden olmaktır. (Sayfa 107 - Deli)


Becerebiliyorsan, sen kendinden özür dile. Affedebilirsen, sen kendini affet. (Sayfa 111)


Başlayıp biten bir sürü geçmiş, aynı zamanda başlayıp bitecek bir sürü de gelecek demektir. (Sayfa 125)


Olağanüstü güzel şeylere rüya gibi denir. (Sayfa 129 - Rüya)


Yaşamanın ilk şartı bir gün mutlaka ölmektir. (Sayfa 147 - Ölmek)


Şair, sözü kendince söyleyendir. (Sayfa 181 - Şair)


Divan edebiyatında sevgilinin gözleri ve gamzesi aşığın ölümüne neden olacak kadar güzel sayıldığından cellat diye tanımlanır. (Sayfa 211 - Cellat)


Hayat, oyuncu bir kedi, 

Ne zaman pıta atacağı nereden belli! 

Marifet tadı alarak yaşamakta, 

Bazen akıllı bazen deli. (Sayfa 213)



Not: Bu kitap yorumu yazısı reklam değildir, kitap önerisidir.



Kitap Alışverişi #2

 

Kitap alışverişi yaptım. Bayramı da bahane ettim. İsteyene bahane çok tabii. Bu da öyle oldu. Aslında kitap fiyatları çok sinirimi bozuyor ama bazen hislerimi kaybediyorum ve aman be bi daha mı gelcem dünyaya duygu boşalmasıyla sepet oluşturuyorum. Bu sefer o sepeti sipariş de ettim.

Yine kitap sepeti'nden aldım. Hayır, reklam yok. Hiç yok. Yine paramı kitaplara gömdüm. Kitap Sepeti'ni seçme sebebim bu siteye üyeliğimin olması ve diğer sitelerde beni üye olmaya itecek indirimi şu anlık görmemiş olmam. Neyse bu sefer yine böyle oldu.

Cumartesiyi pazara bağlayan gece sipariş vermişim ve bugün elime ulaştı. Hiç acelem yoktu ve bence normal bir sürede de ulaştı. Gözüme bir hasar çarpmadı. Ama insan yalandan iki ayraç hediye eder bari... Çok içerliyorum hiç bilmiyorsunuz sayın satıcı firma.

Neyse kitaplara geçelim. Sırtını gördünüz kitapların ama neyi neden aldım iki lakırtı edeyim.


Bütün alışverişi şu kitaplar için yaptım. Geçen paylaştığım Karışık Alıntılar #2 (tık tık!) yazımda Bu Beden Benim Evim'den bir alıntıya yer vermiştim. Bu kitabı kütüphaneden okumuş, çok beğenmiş, hatta vaktiyle sevdiğim birine hediye etmiştim. Dedim niye kendime hediye etmiyorum? Güneş ve Onun Çiçekleri'ni ise kitapçı turlamalarımda birkaç sefer incelemiş, beğenmiştim. Süt ve Bal zaten şairin en bilindik ve bir dönem popüler olmuş kitabı idi. Hal böyle olunca üç kitabı da aldım. Set halinde alınca çok da aaamannnn bir indirim olmadı ama üç beş daha uyguna geldi. Rupiciğimi severim. Hisli yazıyor, çünkü hislerini yazıyor. Şiirlerine bazıları şiir demez belki ama ne bileyim... onun dizelerini ben seviyorum. 


Celil Sadık ilgiyle takip ettiğim ve başarılı bulduğum bir sanat tarihçisi. Uygarlığın Ayak İzleri ise onun beş kitaplık bir serisi. Daha evvel yazardan da, bu seriden de bloğumda bahsetmiştim. Hatta bu serinin ilk ve üçüncü kitaplarını okudum ve blogda yorumladım:

Uygarlığın Ayak İzleri: Rönesans'tan Barok Dönem'e Sanat Dehaları kitap yorumu için tıklayabilirsiniz.

Uygarlığın Ayak İzleri: Batı Resminde Aşk ve Bazı Küçük Felaketler kitap yorumu için tıklayabilirsiniz.


Gördüğünüz üzere daha evvel serinin ilk ve üçüncü kitabını okumuşum. Yani bu seriyi sırayla okumak gerekmiyor bana kalırsa. Çünkü zaten her kitap kendi içinde bir başlığa odaklanıyor ve o başlıkla ilgili eserlere yer veriliyor ve o eserler ve sanatçıları hakkında bilgilere yer veriliyor.

Bu alışverişimle birlikte şu anda elimde serinin beş kitabı da var. Şimdi serinin ikinci kitabı olan Krallar ve Tanrılar ile dördüncü kitabı olan Batı Resim Sanatında Mitoloji'yi aldım. Beşinci kitabı daha önceki bir alışverişimde almıştım ancak henüz okumadım.

Bu seriyi sevme sebebim baskısının çok derli toplu, içeriğinin zengin, anlatımının anlaşılır olması. Bir eserden bahsedilirken eserin fotoğrafı ile açıklaması hemen yan yana veriliyor ve eğer o eseri açıklayan bir referans varsa hemen açıklamayla birlikte ona da değiniliyor. Hiç kafa karıştırmadan, tık tık anlatıyor neyin ne olduğunu. Sanat deyince insanın gözünü korkutabilecek terimsel ifadelerin içinde de kaybolmuyor. Herkesin anlayabileceği bir dil ile hiiiiç kasmadan bilgilendiriyor okuru. Akademik bir anlatımdan ziyade, halktan olan meraklılara da sanat tarihini açıklıyor bu kitaplar. En çok da bu nedenle seviyorum. Seriyi tamamladığım için de çok mutluyum.


Bu kitabı okumayı asırlardır istiyorum. Bakın abartmıyorum, yıllardır bu kitabı okumak istiyorum. O zaman neden okumadım bilmiyorum. Üstelik aynı isimli film uyarlamasını da (Stardust\ Yıldız Tozu) bayılarak izledim ve önerdim orda burda ama kitabını okumaya sıra gelmedi. Bunda pek tabii kitap fiyatlarının nirvanaya ermesi de etkili hiç de bunu göz ardı edemeyeceğim... Neyse ben okuyana veya kitabı edinene kadar Neil Gaiman'ın kitaplarının kapakları değişmiş! Nasıl bir hayal kırıklığı yaşadığımı anlatamam ama gösterebilirim...

Benim aşık olduğum eski kapak:



Ve yeni kapak *-* :



Ay neyse bu yeni kapağın da seveni vardır belkiii. O yüzden eleştirilerimi yutacağım. 

Öhöm öhöm, işte neyse, bu hayal kırıklığını yaşayıp bir yandan da eski kapağının satıldığı bir siteyi bir umut ararken (ki Nadir Kitap dışında bulamadım :( kitabın çizgi roman şeklindeki baskısıyla karşılaştım. Pek tabii fiyat farkı vardı ama amannn dedim, bir kere alcam şu kitabı dedim, bari içime azıcık sinen bir kapağı olsun dedim... Hem çizgi roman baskısındaki kapak da kitabın eski baskısındaki kapağına çok benziyor. Neyse bu yüzden yukarıda da yer verdiğim üzere kitabı kitap olarak değil de çizgi roman olarak aldım. Ama bununla da bitmedi. Aldığım kitap çizgi roman değilmiş de resimli bir baskıymış. Yani benim için sorun yok aslında ama masal kitabı gibi bir düzeni olan çizimli bir kitap çıktı. Yine de özel baskı tabi. Çizimler de anime filmlerinin çizimlerini anımsatıyor. Ay hadi üşenmeyim de senin için de üç beş örnek fotoğraf koyayım. Hadi yine iyiyim (tamam).


Tamam çok da anime değilmiş ama şu paylaştığım ilk fotoğraftaki kadın çizimi bana biraz o etkiyi vermişti (Ponyo'daki deniz altındaki kraliçeyi anımsatıyor). Neyse güzel güzel, sevdim.


Yani ülkede küçük çaplı cadı avı başlamışken cadılarla ilgili bir kitap almam çok da akıllıca değildi sanki ama işte. Bu kitabı daha önce ınstagramda cadılık ve şamanizm ile ilgili kitapların önerildiği bir postta görmüştüm. Aslında bu kitap yerine yine o gönderide gördüğüm Joseph Campbell'ın Tanrıçalar ve Tanrıça’nın Dönüşümleri isimli kitabı alacaktım ve o kitabı eğer ben alana kadar baskısı tükenmezse yine alacağım. Ama bu alışverişimde almam için farklı bir siteden daha alışveriş yapmam gerekecekti çünkü Kitap Sepeti'nde bu kitap yoktu. Farklı bir siteden alayım almasına ama tek kitap için ek olarak kargo parası ödemek istemedim. Bu yüzden başka bahara kaldı.

Çiçeklenmeler ise çok sevdiğim bir yazar olan Melisa Kesmez'in son kitabı. Bu nedenle tabi ki aldım ve okumak için sabırsızlanıyorum.


Evet, bu kadardı.



Sen Aydınlatırsın Geceyi | Film Yorumu


Yönetmen: Onur Ünlü

Senarist: Onur Ünlü

Yapımı: 2013 - Türkiye


+ Sen daha evvel hiç uçmuş muydun?
- Haaa, uçtum ben bir kez. Uçakla İstanbul'a gittiydim.
+ Nasıl döndün ki?
- Trenle.
+ Bence trenle daha güzel. 
- Bence trenle çok uzun. Ben uçakları seviyom.
+ Beni?
- Efendim?
+ Beni seviyon mu?


Kaynak: Pinterest


''Yarayla alay eder yaralanmamış olan. Bak nasıl da sararıp soluvermiş tanrıça kederlerden. Sen çok daha parlaksın çünkü. Sen tüm göklerdeki yıldızların ilki. Sen aydınlatırsın geceyi.'' (Shakespeare)


Cemal (Ali Atay), babası (Ahmet Mümtaz Taylan) ile birlikte yaşayan genç bir adamdır. Daha filmin ilk sahnelerinden kendisinin pek de iyi bir ruh halinde olmadığını fark ederiz. Cemal depresyondadır ve bu depresyonu onu bileklerini kesme davranışına kadar götürür. Doktoru dahil çevresindeki hiç kimse tarafından anlaşılmayan, dahası nasıl olduğu bile umursanmayan bu genç adam, bir gün kasabasından bir kıza, Yasemin'e (Demet Evgar), aşık olur ve ikili hızla evlenirler.

Cemal'in sık sık annesini ve kardeşlerini hatırladığını görürüz. Annesi ve kardeşleri bir yangında ölmüştür ve geriye yalnızca babasıyla kendisi kalmıştır. Alakasız bir konuşmanın ortasında Cemal yaşadığı kayıp ve yasıyla ilgili düşüncelerini ifade eder. Hislerini bir türlü dışa vuramayan bu genç adamın seçtiği intihar yöntemi bile aslında annesinin ve kardeşlerinin yokluğunun altını çizer niteliktedir. Kendini işine ve hayatın akışına bırakan berber babasının dükkanında son nefesini vermek ister Cemal, ancak bu olmaz. 

Aşık mısın len, derler Cemal'e her konuşmasında, her dalmasında. O da çok geçmeden aşık olur. Aşık olduğu bu köylü kızının da yaşamı zordur. Ancak Cemal bununla ilgilenmez. İlgilendiği, daha doğrusu acısının ortasında ilgilenebildiği, tek şey; nefes almaktır. Yasemin ile art arda antidepresan içip uçtukları sahne bunu gösterir. Küstüklerinde karısına şiir kitabı aldığı sahne, ona yetişmek için yine uçmaya çabaladığı sahne... Yasemin Cemal'in dikkatini dağıtır. Yasemin ile birlikte Cemal, kendisinden dışarı çıkar ve uçar uçar. Ta ki yine bir kayıp yaşayacağına inanana kadar. Yine yalnız kalacağına, yine bırakılacağına... Belki de annesinin kaybına dair hissettiği kederin altında yatan da budur: Terk edilmiş hissetmek. 

Film boyunca Cemal karakteri ekseninde aslında tüm kasaba halkının yaşamına ortak oluyoruz. Herkesin derdi, yaşam bulantısı, vardır. Çok çeşitli ifade yolları vardır ancak Cemal bunu kavrayamaz. Kendi acısında kaybolmuştur. Filmin konusu aslında Cemal değil bana kalırsa; film, değişmeyen ve tekrar tekrar yaşanan bir meseleyi anlatır: İnsan olmak. İnsanlar acı çeker, insanlar acı çektirir, insanlar yaşar, insanlar ölür, insanlar aşık olur, insanlar aldatır, insanlar hayal kurar, insanlar hayal kırıklığı yaşar, insanlar kurtarıcı olur, insanlar kurtarıcı arar. İnsanlar düşünür, insanlar düşünmez, insanlar hisseder, insanlar hissedemez. İnsanlar, insanlar... Film aslında şiirlere, efsanelere bile konu olmuş bu basit konuyu anlatır: İnsan olmak.


+ Bizim derdimiz daha büyük. Öyle tanrıçayla manrıçayla geçecek gibi değil. Değilmiş yani.
- Aman iyi be sen de. Gencebay'ı beğenme, Şekspir'i beğenme.
+ Başka bir şey lazım bize. Daha önce hiç bilmediğimiz bir şey. 
- Senin işin zor hacı. Mal bu. İstediğin kadar evir çevir, aynı terane işte. Kimin hikayesini dinlersen dinle. Aynı laflar, aynı tipler, aynı sıkıcı planlar... 
+ Diyon ki yani, senden de bana hayır yok gayri.


Film, hikayesini büyülü gerçekçi bir anlatımla anlatmış. Yani, gerçekdışı görünen olay ve durumlar film boyunca sanki gerçek yaşamda yaşanması çok olağan durumlarmış gibi ele alınmış. Örneğin karakterlerin uçması, duvarlardan geçmesi, görünmez olması, normal insan boyutundan büyük olması... gibi. Bu durumu salt fantastik bir etki olarak nitelendirmek doğru değil. Çünkü fantastik anlatımlardaki fantastik unsur ve durumların hizmet ettiği bir art anlam olmasına gerek duyulmaz; daha doğrusu bu zorunlu değildir. Yani fantastik anlatılarda bir karakterin uçması için bunun ardında psikolojik bir mana olması gerekmez. Çünkü o karakterin doğasında\ kaderinde zaten uçmak vardır. Bir süper kahraman neden uçuyor diye sorgulamayız. Belki somut bir olay yaşanır ve uçma yetisi kazanır ancak aşık oldu diye uçuyor demeyiz. Oysa büyülü gerçekçilikte gördüğümüz fantastik unsurların alt metninde aslında psikolojik bir anlam veya gerçek dediğimiz dünyamızın olağan akışında gerçekleşen durumlara karşı çeşitli gönderimler bulunur.


!!! UYARI UYARI UYARI!!!

Yazımın bu kısmında ifade ettiğim ''bu gönderimler'' neler olabilir filmin sahneleri ve karakterleri üzerinden örnekler vererek anlatacağım, yani SPOILER alabilirsiniz.


Karakterin yalnızca hoşlandığı kadın ile birlikte uçabilmesi ama tek başına bunu yapamaması (Filmin başında Yasemin ile hap içtikten sonra Cemal sevdiği kadınla birlikte uçuyordu ancak filmin sonunda bunu tek başına denediğinde tüm adımları aynı şekilde uygulamasına rağmen uçamadı çünkü artık aşık olduğu kadın onunla değildi ve olmayacaktı\ ya da artık Yasemin'e aşık değildi), 

Abartılı bir şekilde kanayan karakterler (Doktor buna örnek - yaşadığı coğrafyadan ve etrafındaki insanlardan hoşlanmadığını ifade etmişti ve hep gözü kanıyordu. Cemal'in ise sadece bilekleri değil kalbine doğru tüm bedeni kanıyordu; bunu ilk etapta para bozdurmaya gelen çocuk fark etmedi çünkü dikkati Cemal'de değil işini görüp -para bozdurup- gitmekteydi), 

Cemal'in öğretmeninin gözlemci bakış açısıyla çekilen sahnelerde görünmez olması ama Cemal'in gözünden yani karakter bakış açısıyla çekilen sahnelerde görünmesi (hatta bu sahnelerin ilkinde Cemal anlattığı dertlerinden sıyrılıp öğretmenini konuşma sonunda anca ilk kez fark ediyordu ve ''hala aynı görünüyorsunuz'' derken kameraya öğretmenin görüntüsü yansıyordu, diğer tüm sahnelerde öğretmen görünmezdi),

Kitapçı kızın ellerini birleştirip zamanı dondurması (Kız, Cemal'i ilk öptüğünde zaman donuyordu ve Cemal buna şaşırdığını söylediğinde kız ona ''bana aşık oluyorsun'' demişti),

Cemal'in karısı ile arası kötüyken kitapçı kız ile öpüştüğü sahnede başlarına taş yağması (çünkü Cemal aslında yaptığının doğru olmadığını biliyordu),

Filmin sonlarında kitapçı kızın yalanını anlayan Cemal ile kızın yüzleşme sahnesinde kızın kolları kopuyordu ve Cemal bu kolları alıp birleştirerek zamanı dondurabiliyordu (Cemal kitapçı kıza aşık olduğu için değil, içinde bulunduğu ''hayat bulantısından'' onu kurtaracak bir 'kurtarıcı' olarak kızı görmesinden dolayı kız zamanı durdurabiliyordu. Ya da belki de bu noktada ''aşk aslında nedir ki'' sorusunu sorgulayabiliriz. Cemal için kızdan akıl almak, dertlerini durdurmak veya her şeyin hallolabileceği, anlaşılabileceği umudu olabilir. Sonrasında kızın da bir yalancı olduğunu fark ettiği için ona değil, onun süper gücü olan zamanı durdurma yetisine sahip olmak istedi ve kızın kollarını da beraberinde götürüp sevdiği kadının uçağının kalkacağı yere gitti.)

Kuyumcu adamın dev boyutunda olması (bu adam Cemal'in annesinin kolyesini vaktiyle tamir etmişti ve bu kolye Cemal için önemliydi, ayrıca Cemal'in nasıl olduğuyla az da olsa ilgilenen tek karakterdi. Buna ek olarak, kadınlara değer veren ve olması gerektiği gibi düşünen, davranan tek erkek karakterdi. Bu açıdan bakarsak aslında bu karakterin büyük boyutta görünmesi değil, diğer erkeklerin küçük boyutta olması daha yerinde olabilirmiş.)


!!! SPOILER BİTTİ!!!


Filmin en sevdiğim yanı bu alışılagelmedik anlatım biçimi oldu diyebilirim. Bu aslında oldukça riskli bir anlatım yolu. Çünkü sahneler arasında kopukluk durumu yaşanabilir. Filmin özellikle sonlarına doğru sıkıldığımı itiraf etmeliyim ancak filmin bütününe baktığımda oldukça özgün bulduğum bir yapım oldu. Filmin siyah beyaz olması ise hoş bir tat katmıştı. 

Filme dair olumsuz eleştirilerim de var. Bu eleştiriler filmin yapısına ve anlatımına yönelik değil; anlattığı şeylere yönelik. Filme cinsiyetçi bir dil ve bakış açısı hakimdi. Kadınların hep aldatan ve savunulmaya muhtaçmış gibi (tamam eril hakimiyet ve kurtarıcı metaforu coğrafyamızla da ilişkili ve gerçekçi bir yönden ele alınmak istenmiş olabilir ama...) ele alınması, evlenilecek - eğlenilecek kadın ikileminin altının çizilmesi (oysa üstünü çizmek gerek!), filmdeki tüm erkek karakterlerin evlat olsa sevilmez tiplerden oluşması ve tek bildiklerinin bel altı sohbetler olması gibi durumlar hoş değildi. Aynı şekilde dayak sahneleri çok kötüydü! Gerçekçi olmak demek, bu olmamalı. Burada yaşamda istenmeyen bir durumu eleştirmek amaçlanmış olsa bile (ki hiç öyle durmuyordu), bir kadını dövme sahnesini olağan bir durummuş gibi filme yerleştirmek pek de olumlu mesajlar içermiyor sanki!! Sırf bu nedenle, bu olumsuz düşüncelerim nedeniyle, bu filmi yorumlamayacaktım ama öte yandan bilmiyorum... Bir de bu filmi bir kadın yönetmen çekseydi nasıl işlerdi diye de merak etmeden duramıyorum. Filmin yönetmeninin bir erkek olduğu o kadar belli ki. 

Film çok özgün bir film. Hatta Türk sinemasında böyle bir anlatımla işlenmiş bir film izlemeyi hiç beklemiyordum. Çünkü filmin çoğu yorumunda da gördüğüm kadarıyla bu tip anlatımlar yadırganır. Bizde büyülü gerçekçilik anca yerli edebiyatta şöyle böyle kendine yer bulabilmiş gibi gibidir, o da belli iyi yazarların kalemiyle. Ama sinema... riskli bir alan. Bu bakımdan yönetmeni cesareti dolayısıyla tebrik etmek gerek bile diyebilirim. Kadro desek çok iyi, zaten komple Leyla ile Mecnun dizisinin kadrosu oynamış. :) Bu arada bahsettiğim büyülü gerçekçi anlatım Leyla ile Mecnun dizisinde de karşımıza çıkıyor. O diziyi izleyenler neyi anlattığımı daha iyi anlayacaklardır.

Anlatım güzel, hatta konunun çıkış noktası bile güzel... ancak anlattığı şeyler değil. Bu anlatılanlar malesef gerçek yaşamda kendine yer bulmuş durumlar, bunu da ifade etmeliyim bu arada. Evet gerçekten de üzülerek yazıyorum ki kadınlara bakış açısı çoğu yerde böyle... bu filmdeki gibi. 21. yüzyılda bile evet! Ancak sanatın, sinemanın, önemli sorumlulukları vardır. Gerçeği kabak gibi işlemek değil, dönüştürmektir sorumluluğu. Bu filmde bu yoktu. Olmasına gerek de yoktu tabii dümmmdüz yorumlarsak... ancak ne oluyorsa bu dümmmmdüz bakışımızdan, bu izle geç işte yhhaaaa yorumlarımızdan olmuyor mu? Oluyor! Bu nedenle hayal kırıklığı yaşadım. Yine de ilginizi çektiyse bir bakın tabii.

Hoşça kalın.


Sen Aydınlatırsın Geceyi | Fragman için tıklayabilirsiniz.

Şiir sahnesi için tıklayabilirsiniz.


Not: Bu film yorumu yazısı reklam değildir, film önerisidir.



Toplu Öyküler 1 (Nezihe Meriç) | Kitap Yorumu

Yazar: Nezihe Meriç, Yayınevi: YKY

Kitap, Nezihe Meriç'in 1950'li ve 60'lı yıllarda kaleme aldığı öykülerin bir derlemesi. Toplu Öyküleri başlıklı bu ilk ciltte yazarın Bozbulanık, Topal Koşma ve Menekşeli Bilinç isimli kitaplarındaki öykülere yer verilmiş. Bu öykülerin genelinde toplumun geleneksel yapısının içinde kendini bulan, arayan, kaybeden ve var etmek isteyen aydın ve genç nesil karakterler yer ediniyor. Bu da tabi ki arka planda kuşak çatışması, köy-kent, gelenek-modernite zıtlığı vs gibi temaların oluşmasını sağlamış.

Kitap Nezihe Meriç'ten okuduğum ilk kitaptı. İtiraf etmek gerekirse Türk Edebiyatı'ndan, özellikle de öykücülerinden, çok çok az okuma yaptım. Bu eksiğimi kapatmak için kütüphanede Türk Edebiyatı kısmında dolanırken karşıma Nezihe Meriç'in bu eseri çıktı. Nezihe Meriç, çağdaş Türk öykücülüğünün öncülerinden kabul edilen bir isim. Bu nedenle kitabı özellikle de yazarı dolayısıyla okumak için heyecanlanmıştım. Nitekim, kitabı okurken çok da lezzet aldım.

Gerçekten, bazı kitaplar böyledir. Özellikle de usta bir kalemin elinden çıkmışsa. Okuruna lezzet verir anlatımı. O tadı resmen alırsın yani. Karakterden mi, olaydan mı diye ayıramazsın. En başta anlatım içine işler. Dersin ki, insanlar neler yazıyor. Böyle yazabilmek için gerçekten o öykünün havasını solumak gerekiyor. Resim yapmak, nakış işlemek gibi... ince ince işlemiş yazar öyküsünü, çizgi çizgi çizmiş. Karakter gerçek, diyaloglar gerçek, düşünceler gerçek. Yoldan birini çevirsen, işte onu görüyorsun öykülerde. Yaşanmışlık mı desek... Yaşamayan biri böyle yazamaz. Ben hep böyle düşünüyorum bazı ustaları okurken. İmrenemiyorum bile; sadece hissede hissede okuyorum.

Kitaptaki öyküleri genel olarak çok sevdim. İyi ki okudum dediğim bir kitap, iyi ki anlatımıyla tanıştım dediğim bir yazar oldu.

Hoşça ve kitaplarla kalın.


ALINTILAR

''Ama bütün bu eşyalarda, sevilmemekten gelen bir donukluk vardı. Bir şey anlar gibi oldu. İşin sırrı - o eksikliğin - buradaydı galiba. Okşanmamış, çiçekleri öpülmemiş Kütahya vazoları; bir kadın yanağının sıcağını duymamış aynalar; tavanın, uzun uzun seyredilip düşlere dalınmamış oymaları; kilimlerin nakışları, ''galiba galiba... boşuna bir güzellik, renklilik, aydınlık, ferahlık.'' Her şey kendi kendine, konduğu yerde duraduruyordu.'' (Sayfa 24 - Bozbulanık\ Boşlukta Mavi)


''Bir şey susuyordu. Uzun uzun, geniş geniş, güneşli, hafiften esintili bir şey -insanı deli edercesine vınlayarak- susuyordu.'' (Sayfa 24 - Bozbulanık\ Boşlukta Mavi)


''Bizim kuşak erkekleri niye böyle?.. Hiç çelebisine rastlamadım. Çoğu Amerikan işi Jön rolünde! Biz neyiz ya? Geç Allah aşkına.'' (Sayfa 36 - Bozbulanık\ Bozbulanık)


''O şarkıyı duyduğum zaman heyecanlanıyorum. Gözlerimi kapayarak dinliyorum. İnsanın içine işleyen bir ses bu. İçinden uçuk sarı ışıklar geçen esmer bir ses. Bana, bazı bazı güneybatıdan esen, o mahzun rüzgarı hatırlatıyor. O, benim sevgilimin sesi değil. Ne söylediğini bile bilmiyorum. Gözlerimi kapıyorum. Ben sessiz ve önemsiz bir kızım. Yalnız. Çilli burnum ve soluk yanaklarımla... O, Kaliforniyalı genç bir adam herhalde. Ya da başka bir yerden. Belki Kansaslı. Belki de Filadelfiyalı. Buğday renkli ve dalgın bakışlı. Yalnız ve üzgün. Bana dokunan bu işte. Onu kendime yakın buluyorum. ''Mona Lisa'' dediği zaman ağlamak istiyorum. Bir kıza seslendiğini, bir aşk şarkısı söylediğini anladığım halde, başka şeyler geçiyor içimden.'' (Sayfa 68 - Bozbulanık\ Narin)


''Kadınlar bilirim, kabadayı ve yırtıcı görünüşlerinin, boyaların, kokuların altında ürkek, yalnız kadınlar.'' (Sayfa 70 - Bozbulanık\ Narin)


''Belki de bende bir sanatçı yaradılışı var, ama bir sanatçı değilim.'' (Sayfa 92 - Bozbulanık\ Kurumak)


''Üstelik ben o güzel kızı da beğenmedim de. O kız 'Dergi' eve geldiği zaman kapının arkasına saklanıp korkutmasını ve o yara izine bir öpücük kondurmasını da bilemez. İşte böyle bacak bacak üstüne atıp kurulur.'' (Sayfa 102 - Bozbulanık\ Keklik Türküsü)


''Aşkı, neden sevinçle, neşeyle karşılamıyorlar? - Neden sevinçten birbirlerinin boyunlarına sarılmıyorlar? - Beraber olunca kentin değişeceğini, gece vakti havagazı ile yarı aydınlatılmış yokuşların masal havası estireceğini, geceleri gökyüzüne çizilen ışıklı pencerelerin çok güzel görüneceğini, kentin, büyük, yok edilemez gücüyle onları koruyacağını düşünemiyorlar mı? - Ne fena, ne fena - somurtuyorlar? Neden böyle yapıyorlar?'' (Sayfa 116 - Topal Koşma\ Susuz 1)


''Yıllar, birçok şeyi beraber götürerek, dönmemecesine geçip gitmiştir bir kez. Yeniden de kurulamaz çünkü... Böylece herkes, her kuşak kaderini yaşar.'' (Sayfa 118 - Topal Koşma\ Susuz 2)


''Herkesin büyük yeteneği yoktur ki Ahmet. Büyük olan, yeteneğini ölçüp biçip kullanabilmektir belki.'' (Sayfa 126 - Topal Koşma\ Susuz 3)


''Kendindeki yeteneğin bilincinde olup da toplumdaki yerini bulamadın mı b*ku yedin demektir.'' (Sayfa 127 - Topal Koşma\ Susuz 3)


''Düşünme düşünme şekerim. Dünya bu işte, neylersin.'' (Sayfa 133 - Topal Koşma\ Susuz 4)


''Meli'nin bir aşk tanımlaması var. Sanırım şöyle: Aşk kadınla erkek arasında, fizik ve ruh bakımından, yaşama bağlanış ya da yaşamı anlayıştaki anlam birliğidir. Yanlış bu. Aşk tanımlanamaz bence. Bu evliliktir.'' (Sayfa 139 - Topal Koşma\ Susuz 5)


''Halden anladıkları yerde ben, anlayışsızlıklarında boğuluyorum.'' (Sayfa 167 - Topal Koşma\ Susuz 7)


''Duygular içindesin. Mariz bir duygusallık. Hala liseli kız romantizmi. Duygulanışlar! Hayır. Duygularını düzene koymayı, onlara sahip olmayı bilmiyorsun. Kader-kısmet demek kolay geliyor...'' (Sayfa 185 - Topal Koşma\ Susuz 8)


''İşte diyelim hiç kimseyi sevmedim. Sevmek benim hakkım değil mi? Kimse de çıkıp beni sevmedi. Niçin? Bunu nasıl irademle elde edebilirim? Peki niçin? Kader işte bu.'' (Sayfa 187 - Topal Koşma\ Susuz 8)


Arkadaşım, ''Sen sulugöz olmuşsun'' dedi. Bunun sinirden olduğunu söyledi. Sonra gazetede okuduğu bir yazıyı anlattı. Ağlamak gözlere iyi geliyormuş. Yazıyı yazan, ''Ağla ağla da için açılsın'' sözünün de doğru olduğunu yazmış. Burnumu çekerek, ''İyi'' dedim ben de. (Sayfa 213 - Menekşeli Bilinç\ Varım Diyorum İnanmalısınız)


''Çocukluğumdan bu yana sürdü geldi benim yabanlığım.'' (Sayfa 235 - Menekşeli Bilinç\ Giderek Daha Güçlü)


''Onlara, ileri hayvanlar olmaktan çıkıp insan olmalarını öğütledim.'' (Sayfa 238 - Menekşeli Bilinç\ Giderek Daha Güçlü)



Not: Bu kitap yorumu yazısı reklam değildir, kitap önerisidir.



Kiraz Çiçekleri (Yasunari Kawabata) | Kitap Yorumu

Yazar: Yasunari Kawabata, Çevirmen: Hüseyin Can Erkin,
Yayınevi: Can Yayınları

Kütüphanede karşıma yazarın iki kitabı çıktı. Biri Karlar Ülkesi, diğeri şimdi yorum yazısını yazdığım Kiraz Çiçekleri. Aslında Karlar Ülkesi hava durumuna çok daha uygundu ama bu kitabı gördüğümde onu okurken Japonya'nın o pembe beyaz kiraz çiçekleriyle açmış ağaçlarının altında yürüdüğümü düşleyebileceğimi düşündüm ve bu düşünce bile başlı başına kalbime sakuralar yağdırdı.

Kitaba kiraz çiçeklerinin açtığı bir günde giriş yapıyoruz. Dallarda çiçekler belirmişken, Chieko onları içindeki hüzünle karışmış bir hayranlıkla izler. Chieko genç bir kızdır ve içinde tüm varlığında hissettiği bir hüzün sızlar. Bu hüznün adı, yalnızlıktır. Chieko bebekken terk edilmiş ve onu bulan kimono ustasının evlatlık kızı olarak büyümüştür. Bu ailenin tek çocuğu olan Chieko, gerçekten de özenle yetiştirilmiş çok güzel, becerikli ve duyarlı bir kızdır. Ancak terk edilmiş olma hissini bir türlü yüreğinden söküp atamaz. Bir gün bir arkadaşıyla yine kiraz çiçeklerini seyre dalmışken, ona tıpatıp benzeyen bir kızla karşılaşır. Bu kız, Chieko'nun ikizi Naeko'dur. Kitap boyunca Chieko'nun iç dünyasıyla iç içe geçmiş hikayesini okurken, arka planda ise Batı'nın getirdiği yeniliğin kimono zanaatine yansımasının etkilerini okumaktayız.


Kitabı çok sevdim. Bunun en önemli nedeni, bana tam da o umduğum hissi vermesi ve içimde sakura fırtınası çıkarmasıydı. Hatta itiraf etmek gerekirse, kitabı bu kadar çok beğeneceğimi ve elimden bırakmak istemeyeceğimi düşünmemiştim. Kiraz Çiçekleri, Yasunari Kawabata'dan okuduğum ilk kitap olduğu için yazarın anlatımına dair bir düşüncem yoktu. Ancak o nasıl canlı betimlemelerdi öyle... Tüm o zamanın akışıyla değişen doğa manzaralarını çok net bir şekilde, adeta karakterin gözlerinden bu kurgusal evrene bakarak görebildim desem abartmış olmam. Sade ama lezzetli betimlemelerle okuru olan beni adeta Kyoto'ya çekip Japonya'nın havasını soluttu yazar.

Karakterler ise detaylı ama sıkmayan, her yönüyle görebileceğimiz şekilde ancak gereksiz uzatmalara yer vermeden anlatılmıştı. Çok iyi veya kötü, kahraman veya kurban yoktu bu kurguda. Aslında şu ana kadar okuduğum her Japon Edebiyatı'ndan eserde olan durum bu kitapta da karşıma çıktı: Karakterler sıradan insanlardı. Sıkıntıları, zaafları, hayalleri olan insanlar! Bir kurtarıcı gelmiyordu, ancak iyi talih ümidi hep kalplerindeydi. Ve Chieko ile Naeko... Farklı iki dalda açmış bahar menekşelerim. Belki de en çok da onlar için sevdim bu kitabı, bilmiyorum. Keşke arkadaşım olsalardı diye bile düşündüm.

Ayrıca kitabın en büyük özelliklerinden birisi, Japon kültürünü çok net ve kurguya yedirilmiş bir şekilde detaylıca anlatmasıydı diyebilirim. Japonya'daki, Kyoto'da gerçekleşen, önemli festivaller ve önemli gezi noktaları karakterlerin gezileri şeklinde, tabi ki kitabın basıldığı yıl olan 1962 yılını gözeterek, okura anlatılmaktaydı. Batılılaşmanın getirdiği endüstrileşme ile birlikte kimono üretiminin de zanaat olmaktan yavaş yavaş çıkıp seri üretime dönmesi yazarın eleştirdiği noktalardan birisiydi. Chieko'nun babası Takichiro bu zanaatçilerden biri olarak seri üretim faaliyetlerinin tasarımların ruhunu kaybetmesine neden olduğunu savunmaktaydı. Kitabı okurken ona hak vermeden edemediğimi söylemeliyim. Japon kültüründe yer alan bu hislere dayalı ve biraz da mistisizme kayan soyut durumlara verdikleri değeri gerçekten takdir ediyor ve seviyorum. Bu değerleri ile gerçekleştirdikleri işlerin, mekanların ve etkinliklerin ruhu olduğuna ise kesinlikle katılıyorum.

Hoşça ve kitaplarla kalın.


ALINTILAR

''Chieko tapınağın girişinden geçtiği anda kiraz çiçeklerinin kızıla çalan sıcaklığının yüreğinin derinliklerine işlediğini hissetti.'' (Sayfa 17)


''Ben mi mutluluk saçıyorum?'' dedi Chieko. Bir an gözlerinde hüzün belirip kayboldu. Başını aşağıya eğmişti, sadece göletin suyu gözlerine yansımış da olabilirdi. (Sayfa 22)


''Hislerini bastırıp köreltmek niyetinde misin?'' (Sayfa 28)


''Babamı anlayabiliyor musun?'' 

''Pek değil.'' (Sayfa 40)


''İnsan böyle bir yerde yaşayınca kendini Heian Tapınağı'nın çiçekleri altında bile yalnız hissedebilir.'' (Sayfa 41)


''Eski meseleleri kurcalama artık. Bu dünyada ne zaman nereye mücevher düşeceği belli olmaz.'' (Sayfa 47)


''Ben Batılı sözcüklerle ifade edilen şeylerden nefret ederim. Japonya'da Eskiçağ'dan beri sözcüklerle ifade edilemeyecek renkler var işte!'' (Sayfa 51)


''Omuro'nun şafak çiçekleri olarak bilinen sekiz katmerli kiraz çiçekleri geç açar. Belki de Kyoto'nun ilkbahar çiçeklerinin vedası gibidir.'' (Sayfa 57)


''Çiçekler canlıdır. Kısa bir ömürleri olur gerçi. Ertesi yıl tekrar tomurcuk verirler... Ama gerçekten canlıdırlar, tüm doğanın canlı olduğu gibi...'' (Sayfa 61)


''Servilerin hepsi eğilip bükülmeden dimdik yükseliyor. İnsanların karakteri de keşke öyle olsa diyorum kendi kendime.'' (Sayfa 78)


Chieko yüzünü iç bahçeye çevirip bir süre suskun kaldıktan sonra, ''Bu akçaağacınki gibi bir güç değil benimki...'' dedi, sesi hüzün yüklüydü. ''Olsam olsam akçaağacın gövdesinde açan menekşe olurum. Menekşeler ne zaman döküldü, farkına bile varamadık.'' (Sayfa 79)


''Asla unutmayacağım, ömrüm boyunca unutmayacağım... İnsan dediğin sahiden de yüreğiyle yaşar.'' (Sayfa 89)


''O iki menekşenin hiç buluşamayacağını sanmıştı, bu akşam onlar da yan yana gelmişler miydi acaba? Chieko fenerin aydınlattığı iki menekşeye bakarken yine ağlamaklı oldu.'' (Sayfa 104)


''İnsan neden çıkmış ki ortaya? İnsanlar çok korkutucular...'' (Sayfa 123)


''...hangi çiçek olursa olsun, baktığın zamana ve yere göre içinde bazı duygular canlandırabilir.'' (Sayfa 137)


''Bir hayali ne tekmeleyebilir ne ayağının altına alabilir ne de kovabilirsin. Ancak, kendin yıkılır kalırsın.'' (Sayfa 178)


''Mutsuz musun Naeko?'' 

''Değilim, sadece yalnızım.'' (Sayfa 187)


''Naeko, sen bu hayal sözcüğünü çok kullanıyorsun.'' (Sayfa 188)



Not: Bu kitap yorumu yazısı reklam değildir, kitap önerisidir.



Hayalperestler (Patti Smith) | Kitap Yorumu

Yazar: Patti Smith, Çevirmen: Emre Ülgen Dal,
Yayınevi: Domingo Yayınevi

Patti Smith, kendi dilini anlatan bir yazar. Evet, kendine has bir dili olan bir yazar demedim; kendi dilini anlatan bir yazar dedim. Hayal dünyasını, kelime ve imge dünyasını ve nihayetinde tüm bunların oluşmasını sağlayan benliğini, anıları aracılığıyla içtenlikle anlatıyor. Hayalperestler isimli bu kitabında ise kendisinin çocukluk yıllarına, henüz tam zamanlı bir çoban olduğu o hayal toplayıcı özgürlük zamanlarına yolculuk yapıyoruz. Yazar İngilizce ''woolgatherers'' sözcüğünün çift anlamlılığını kullanarak aslında okurlarına anlattıklarına dair bir perspektif sunmuş. Bu kelime hayalperest kişi ve yün toplayıcı anlamlarına geliyor. Çoban olan atalarının deneyimlerini iç dünyasında kendini gösteren bir çeşit hüzün ve özlem hisleri ile keşfeden Patti Smith, bu özlemini yazdıkları ve çizdikleri yoluyla dışa vurduğunu söylüyor.

Bazen içimizde ne olduğunu tanımlayamadığımız bir kaybolmuşluk,  aslında derinlerde, olmayan bir şeye özlem hissini hissedebiliriz. En azından ben de aynı yazar gibi bu gerçekten şudur denilerek net çizgilerle tanımlayamadığım hissi yaşamım boyunca hissettim. Belki de bu, bir ''yün toplayıcı'' olmanın getirdiği bir özelliktir; bilmiyorum. Yün toplayıcılar, gerçekten de havada uçuşan bir şeyleri toplarlar. Toplamak şart değildir; ancak bu şeyler o kadar parıltılı, o kadar ilgi çekicidir ki, bir yün toplayıcının çocuksu bir heyecanla ona çekilmemesi mümkün olmaz, olamaz. Çünkü bir yün toplayıcı, belki de, sadece anımsayan kişidir. Özlemlerini, hüzünlerini ve gökteki akşam yıldızını ilk keşfettiği anı... Çocukluğunu başka biri olarak görmeyen kişidir.

Bu kitabıyla birlikte Patti Smith'e bir kez daha hayran oldum. Kitabında çocukluğundaki bazı anlarına yer veriyor aslında. Bunların bazıları anı diyebileceğimiz gibi daha çizgileri belli olmakla birlikte, bazıları biraz daha dağınık ve daha çok his-düşünce temelli yazılmış. Bu nedenle belki bazı okurlar kitabın anlatımını veya anlatım düzenini dağınık bulabilirler. Oysa benim kitabı sevme nedenlerimden biri de buydu. Çünkü olayın özüne de uyan bir anlatım düzeni bu. Sonuçta bir yün toplayıcı (hayalperest), anlar arasında gezintiye çıkabilen bir gezgindir. Ayrıca kitapta Patti Smith'in çocukluğundan ve dünyasından çeşitli fotoğraflara yer verilmiş. Kitabın kapağının içeriğine olan tatlı dokundurmasına bayıldığımı ise eklemeliyim.

Hoşça ve kitaplarla kalın.


ALINTILAR

''Hep bir kitap yazacağımı hayal etmişimdir; kısacık da olsa, insanı kendi dünyasından çekip alacak, ölçülüp biçilemeyen, hatta sonradan hatırlanamayan bir diyara taşıyacaktı.'' (Sayfa 3)


''...aniden korkunç güzel bir şeye dönüşüveren küçük şeyler için gözümü dört açmıştım.'' (Sayfa 4)


''Ben bazen kendimi otların arasına bırakıverir, oradan uzun uzun gökyüzüne bakardım. Yaratılışın tüm öyküsü sanki gökyüzüne çizilmiş gibiydi.'' (Sayfa 9)


''Hayalperestin tam olarak ne olduğundan emin değildim, ama kulağa önemli bir görev gibi geliyordu; tam bana göre işti yani.'' (Sayfa 12)


''Görevim, bir tutam yün gibi uçuşan düşünceleri rüzgarın pençesinden kurtarmaktı.'' (Sayfa 12)


''Küçükken, başka bir yerlerden gelme duygusu ile coşkuya kapılıp etrafı gözetleriz. İçimize bakar, inceler, yabancı olanı çekip çıkartırız. Göz alabildiğine açık, altından bir alana varırız. Ya da çoğu kez bir buluta rast geliriz; bulutlarda yaşayanlardan bir ırka. Bunlar, çocukkenki düşüncelerimizdir.'' (Sayfa 15)


''Belli bir şey için dilek tutmak ya da sadece bilmeyi istemek. Üzerine üflersiniz; mumlara, yıldızlara... Her neyi arzuluyorsanız.'' (Sayfa 16)


''Saçma sapan bir şeydi, ama ona bayılırdım.'' (Sayfa 28)


''Kendi yoluma gittim; ancak bir şey kalbime dokunur gibi oldu.'' (Sayfa 35)


''Gecenin ortasında uyandım. Başımın üzerinde, tavandaki pencerenin arkasında ay duruyordu; capcanlı, altın rengindeydi. Korksa da, kararlılığını yitirmemiş bir savaşçının kalkanı gibiydi.'' (Sayfa 37)


''bir kase suda yüzen çiçekler gibiydim.'' (Sayfa 38)


''KİMSE, OLMADIĞI BİRİNE DÖNÜŞMEZ.'' (Sayfa 48)


''Bir an, içimde ne varsa kurtulmak istedim. Hiçbir şey olmak... Çığlık atmak istedim, ama yapamadım. Nefesimin bir dili vardı, konuşuyordu, ama hiç ses gelmiyordu.'' (Sayfa 49)


''Mahallemizin ardındaki küçük ormanı keşfe çıkar, Bambi'yle birlikte uzun saatler geçirirdik. Ne görsem isimlendirirdim. Kırmızı Kil Dağı. Gökkuşağı Deresi. Punk Bataklık. Her yer hayat doluydu; merak uyandırıcı, enerjik... Zamanla çevremizi takdir etmeye başladım. Üzgün bakışlı peri köpeğim Bambi'yle birlikte Peter Pan tarzı yaşayıp gidiyorduk.'' (Sayfa 56)


''Ağlamadım. Duygularım öylesine yoğundu ki, beni gözyaşlarının ötesinde bir yere taşıdı.'' (Sayfa 58)


''Ama ne zaman ki büyüdük, birbirimizden ayrılmak zorunda kaldık, yolculuklarımı anlatacak kimsem kalmadı. Ben de ya yazdım, ya çizdim, ya da uçup gitmelerine izin verdim. Onlar için büyük planlarım olmadı; tek isteğim, indikleri yerde ufak şeylere de değer veren bir hayalperest tarafından hemen fark edilip toplanmalarıydı.'' (Sayfa 70)


''Zaman geçiyor ve onunla birlikte bazı duygular da kayboluyor.'' (Sayfa 70)



Not: Bu kitap yorumu yazısı reklam değildir, kitap önerisidir.



Köpek Kalbi (Mihail Bulgakov) | Kitap Yorumu

Yazar: Mihail Bulgakov, Çevirmen: Uğur Büke,
Yayınevi: Can Yayınları

Kitap, aç ve yaralı sokak köpeği Şarik'in çılgın bir bilim adamı ile karşılaşmasının ardından değişen yaşamını konu ediniyor. Bu cerrah ve ortağı olan başka bir doktor, Şarik üzerinde etik olmayan ve fantastik bir deney yaparak köpeğin epifiz ve er bezlerini ölmüş bir mahkumun (bir insanın) epifiz ve er bezleriyle değiştiriyorlar. Bu değişim, köpek Şarik'in yavaş yavaş bir insana dönüşmesine neden oluyor. Poligraf Poligrafoviç Şarikov adını alan ve artık bir insan olan Şarik, toplumun bir ferdi olmaya başlıyor. Kitap boyunca, Victor Frankenstein'ın canavarını anımsatacak bir şekilde üzerinde yapılan deneyler sonucunda başka bir varlığa evrilen ve kontrolden çıkan Şarik'in yaşadığı değişimi ve kitabın yazarı Bulgakov'un ülkesi olan Rusya'da gerçekleşen Bolşevik Devrimi'ni Şarik'in değişimi ekseninde eleştirisini okumaktayız.

Kitabın başlangıcında bizleri bir sokak köpeğinin anlatısı karşılıyor. Ona zalimce davranan bir insandan bahsedip okurlara acısını ve çaresizliğini tarif etmeye çalışıyor. Sonra bir an geliyor, bir adam onun karnını doyuruyor. Bu adam, köpek Şarik'in gözünde adeta bir melek konumunu alıyor. Köpek Şarik, başına geleceklerden bihaber olarak kurtarıcısının peşinden gidiyor. Bu kurtarıcı elbette doktor Filipp Filippoviç'ten başkası değil. Bu doktor, ilk önce Şarik'in bakımını üstleniyor. Onu en güzel yiyeceklerle besliyor, yarasını tedavi ediyor ve ona sıcak bir ev veriyor. Köpek Şarik'in bir tasması bile oluyor: Yani Şarik artık bir sokak köpeği değil, ayrıcalık sahibi bir köpek. Ancak bu doktor, bir meslektaşı ile birlikte giriştiği deney sonrasında Şarik'i başka bir şeye dönüştürüyor.

Köpek olduğu günlerdeki izlenimleri, Şarikov isimli bir insana dönüşen bu yaratığın kişiliğini oluşturmasında etkili olsa da, o artık başka bir şey: Bir insan. Üstelik, epifiz ve er bezlerini aldığı mahkumun bazı kişilik özelliklerini de ediniyor Şarikov. Hem köpek dürtüleri, hem de mahkumun alışkanlıkları birleşerek; ona buna sataşan, kadınları taciz eden ve kedilere saldıran Şarikov'u oluşturuyor. Kontrolden çıkmış eserini gözlemleyen Filipp Filippoviç her ne kadar hatasını anlasa da, herhangi bir suçluluk ve pişmanlık hissettiğini göremiyoruz. Onun için önemli olan tek şey, bu çılgın deney. Hatta doktorun belki de onun Şarikov veya Şarik olarak ne kadar ileri gidebileceğini merak ettiğini bile söylemek mümkün.

Mihail Bulgakov aslında tıp mezunu. Ancak birkaç yıl yaptığı doktorluğu bırakıp yazarlık mesleğine geçiş yapıyor. Yazdıkları Sovyet rejimine yönelik eleştiriler taşıdığı için oyunları sahnelenmiyormuş. Köpek Kalbi isimli bu romanı da aynı gerekçeyle ülkesinde uzun süre yayınlanmamış. Kitap 1925 yılında yazılmış olsa da ancak 1987 yılında SSCB'de yayımlanabilmiş. Yazar devrimden önce ve sonrasında işçi sınıfının yaşadıklarını köpek Şarik'in deneyimleri üzerinden anlatmış. Kitapta aslında çok açık eleştiriler yapılmış ancak tüm bu eleştirilerin köpekten insana evrilen bir karakter üzerinden mecazlaştırılarak anlatılması kitabı hem ilgi çekici, hem de mesajlarını etkileyici kılmış. 

Hoşça ve kitaplarla kalın.


ALINTILAR

''Alın işte ezilmiş, hırpalanmış ve insanların fazlasıyla hor gördüğü bedenime bakın.'' (Sayfa 10)


''Çaresizliği onu ezmişti.'' (Sayfa 13)


''Ancak gözler yanıltmaz; ister yakından ister uzaktan bakın gözler yanıltmaz. Göz önemli bir konu. Barometre gibidir. Kimin ruhu çöle dönmüş, kim ortada hiçbir şey yokken tekmeyi basar, kim her şeyden korkar, bunların hepsini gözlerden anlarsın.'' (Sayfa 13)


''Kardeşler, canavarlar neden kıydınız bana?'' (Sayfa 23)


''...ne halt yediğinizi anlamaya çalışmayacağım, nasıl olsa anlayamam.'' (Sayfa 30)


''Hiç acelesi olmayan her yere yetişir.'' (Sayfa 46)


''Beni düşünüyor,'' dedi köpek içinden, ''çok iyi adam. Kim olduğunu biliyorum. Köpek masallarından çıkma bir büyücü, bir sihirbaz... Gördüklerimin hepsinin rüya olması mümkün değil. Ya rüyaysa? (Köpek rüyasında irkildi.) Şimdi uyanacağım... Bunların hiçbiri kalmayacak. Ne abajuruyla lambalar, ne bu sıcaklık, ne karın tokluğu. Yeniden avlu kemerinin altı, akıldışı soğuk, buz gibi asfalt, açlık, kin dolu insanlar... Yemekhane, kar... Tanrım, nasıl da zor olacak!'' (Sayfa 47)


''Hiç kimse dövülmemeli,'' dedi heyecanla Filipp Filippoviç, ''bunu hiçbir zaman unutma.'' (Sayfa 49)


''Neden yaşamama izin vermiyorsunuz? 'Babacım' konusunda ise haksızsınız. Ameliyat yapmanızı ben mi istedim?'' diye havladı adam. (Sayfa 78)


''Bilin ki korkunç olan, artık onda köpek değil, insan kalbi olmasıdır. Hem de doğada bulunan en berbatından!'' (Sayfa 114)


''Dövmeye hakkınız yok!'' diye bağırdı boğulmaktan zor kurtulan ve bu sırada yere çöküp yavaş yavaş kendine gelen Şarikov. (Sayfa 115)


Not: Bu kitap yorumu yazısı reklam değildir, kitap önerisidir.




Kadersizlik (Imre Kertesz) | Kitap Yorumu

Yazar: Imre Kertesz, Çevirmen: İlknur İgan,
Yayınevi: Can Yayınları

Kitap, Gyurka isimli 15 yaşında Yahudi bir gencin bir yıl boyunca önce Auschwitz, sonra Buchenwald toplama kamplarında yaşadıklarını konu ediniyor. Kitabın başında babasını bir ''çalışma kampına'' yolcu etmek zorunda kalan bu genç, babasının gidişinin ardından üvey annesiyle birlikte evin geçimini sağlamaya çalışıyor. Bu, karakterlerin gündelik yaşamlarını okuduğumuz kısımlarda, Yahudilere uygulanan kısıtlama ve yaptırımları görüyoruz. Yahudiler, Yahudi olduklarını belli edecek sarı yıldızlar takmak zorundalar. Bu ayrım ise Yahudi olmayanlar tarafından kötü muameleye maruz kalmalarına ve ötekileştirilerek yemek, çalışma vb gibi pek çok, yaşamın devamlılığında önemli olan alanda zorluk çekmelerine neden oluyor. Bir gün Gyurka'nın işe giderken bindiği otobüs durduruluyor; o ve onun gibi Yahudi olan diğerleri ayıklanıp toplama kamplarına gönderiliyorlar. Kitap boyunca da ailesini, yaşamını ve ismini ardında bırakan bu çocuğun toplama kampında yaşadıklarına dair izlenim ve düşüncelerini okuyoruz.

2. Dünya Savaşı temasını konu alan okuduğum ve izlediğim tüm kurgular içinde beni en çok etkileyen Kadersizlik isimli bu eser oldu. Çünkü daha evvel karşılaştığım tüm kurgularda, tüm o kan dondurucu vahşetin içinde romantizm yakalamaya çalışan bir yan mutlaka vardı. Oysa Kadersizlik isimli bu eserde yazar, çıplak gerçeği tokat gibi savurmuş. Muhtemelen amacı okuruna tokat atmak bile değildir. Çünkü eserinde yazar sadece, ''ben bunları yaşadım,'' diyor. Evet, kitabın karakteri değil; bizzat yazarın kendisi bunları diyor.

Kadersizlik fazlasıyla otobiyografik özellikler içeren, aslında belgesel roman diyebileceğimiz tarzda bir kitap. Kitabın ana karakteri gibi Yahudi bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen yazar, 1944 yılında henüz 15 yaşındayken önce Auschwitz Toplama Kampı'na, daha sonra Buchenwald'a gönderilmiş. Orada dehşeti yaşayan yazar, 1945 yılında evi olan Macaristan'a geri döndüğünde geriye ailesinden kimsenin kalmadığını öğrenmiş. 1948'de gazeteciğe başlasa da yine çeşitli siyasi nedenlerle işsiz kalmış ve fabrikalarda veya yayın servislerinde çalışarak geçimini sağlamış. Kadersizlik isimli bu kitabını on yılda yazmış ancak kitabı bastırmak konusunda da çok sıkıntı çekmiş. Macaristan Devlet Bakanlığı'nın basmayı reddettiği bu kitap, ilk basımını Almancaya çevrilip yapabilmiş. Evet, kitap ilk basımını yazıldığı ana dilde bile yapmamış. 2002 yılında Nobel Edebiyat Ödülü'nü kazanan yazara Kadersizlik isimli bu kitabı ödülü kazandırmış.

Gördüğüm bir yoruma göre Macaristan'da kitabın basılmasının reddedilme gerekçesi olarak, ''yazarın soykırım kurbanlarıyla alay ettiği'' düşüncesi öne sürülmüş. Yazar kitabında herhangi bir ajitasyona, herhangi bir suçlu\ kurban tiplemesine veya duygusal dışavurumlara yer vermiyor. Anlattığı tek şey, henüz 15 yaşında bir delikanlının toplama kamplarında gördüğü şeyler. Pislik, açlık, dayak, eziyet, ölüm... Gaz odalarında can veren insanlar... Tüm bunları hangi empatik yolla dile getirebilirdi ki? Tüm bu soykırımı gerçeği lap diye anlatmak dışında nasıl izah edebilirdi? Üstelik tüm bu vahşeti bizzat deneyimleyen biri olarak! 

Kitabı en çok da bu ''soğuk'' bakış açısı nedeniyle sevdiğimi söylemeliyim. Zaten kitabın ana karakteri olan genç de bizzat yazarın bu fikrini özellikle de kitabın son sayfalarında ifade ediyor. Sadece ilerleyebildiğini, onlara, tüm o işe yarar veya işe yaramaz olarak ''toplanılacak'' ve sadece bir sayıdan ibaret görünen insanlara, tüm o günler boyunca hiçbir şeyin gelmediğini, sadece kendilerinin ilerlediğini, çünkü ilerlemekten ve hep bir sonraki esareti deneyimlemekten başka çarelerinin olmadığını anlatıyor. Çünkü, başka çareleri yoktu! Özgür kaldığında bile, ki bu kitabı yazabildiğine göre özgür kalması gerekiyor zaten! (yani spoiler değil...), özgürlüğün ve bundan sonraki hayatında ilerleyeceği yolların çatışmalarını içinde taşıyor. Bunları kendi iradesiyle mi yapacak, yoksa tüm bu hayat, kader dediğimiz o tuhaf oluşumla mı şekillenmiş? Bir gün bir mesleği olduğunda, tüm o kötü günleri ''unutmayı'' seçtiğinde; mutlu mu olacak? Peki zaten böyle bir şey mümkün mü? Karakter bunları sorguluyor, bir adım ve bir adım daha ilerlerken.

Özetle, çarpıcı bir kitaptı bence. Yazarın bizzat kendi deneyimlerini içermesi ise kitabı etkileyici yapan ana etken gibi görünüyor. Ama kitabı ruhsuz bulanlar da çıkabilir tabii; bilemiyorum. Öte yandan, yaşadıklarını anlatan birine ''etkileyici'' olmamış da diyemezsin sonuçta; değil mi? Çünkü bizim okuduğumuz bu satırları, yazar zaten yaşamış!

Her neyse. Hoşça ve kitaplarla kalın.


ALINTILAR

''Ve bir şekilde, öfkeli bakışları ve becerikli el hareketi sayesinde onun düşünce tarzındaki mantığı anladım, yani gerçekten Yahudilerden hoşlanmasının niçin mümkün olmadığını: Aksi takdirde onları dolandırdığı gibi tatsız bir duyguya kapılacaktı. Oysa böylece görüşlerine uygun davranmış oluyordu ve davranışını yönlendiren de görüşünün tutarlılığı oluyordu, fakat bence başka bir görüşe sahip olması da mümkündü elbette.'' (Sayfa 17)


...ayrıca sevginin ''sözlerle değil, yapılanlarla'' gösterildiğini söyleyerek yanıtladı. (Sayfa 33)


''Bir dilenci ve bir prens, bu farkın dışında, görünüm ve yapı olarak karıştırılacak kadar birbirlerine benzerler. Sırf meraktan kaderlerini değişirler. Sonunda prens gerçek bir dilenci, dilenci gerçek bir prens olur.'' (Sayfa 38)


''Okul için değil, yaşam için öğreniyoruz.'' (Sayfa 100)


''Bekliyor ve bekliyorduk ve yanılmıyorsam beklediğimiz olmayan bir şeydi.'' (Sayfa 105)


''Ayrıca kiremithaneye götürüldüğümden beri ilk kez burada bir mucizeyle karşılaştım, susadığım zaman su içebiliyordum, hatta sadece canım istediği zaman bile.'' (Sayfa 112)


''Şunu söyleyebilirim ki, insanın kendisinden neyin ne kadar eksildiğini günbegün hesap etmesinden, günbegün izlemesinden daha fazla acı verici bir başka şey olamaz.'' (Sayfa 144)


''Diğer yandan, o günün akşamında içimde bir şeylerin bir daha onarılmaz biçimde bozulduğunu hissettim...'' (Sayfa 148)


''Anlaşılan eski alışkanlıklarımızı da sürekli olarak yeni yerlere taşıyorduk...'' (Sayfa 152)


''Onlara toplama kampında genelde insanların bir adı olmadığını söyledim. Bunun üzerine yakınlarının dış görünümünü, yüzünü, saç rengini, özelliklerini tarif etmeye çalıştılar. Onlara insan toplama kampında çok fazla değiştiği için bunun bir anlamı olmadığını anlatmaya çalıştım.'' (Sayfa 208)


Gaz odalarını görüp görmediğimi merak ediyordu - elimde olmadan gülümsedim. ''Görmüş olsaydım şu anda konuşuyor olamazdık,'' dedim. (Sayfa 209)



Not: Bu kitap yorumu yazısı reklam değildir, kitap önerisidir.


Popüler Yayınlar