Sakura Fırtınası #5: Neyi Sevdiğimi Hatırlıyoruz.


Bu serideki yazılarımın hepsine bayıldım. Hatta blog tarihimde en çok içime sinen yazı dizilerimden biri oldu. Ancak öte yandan yine onları yok etme dürtüsüyle karşı karşıya kaldım. Bu sefer hadi silmeyim de kuliste kalsın öylece beklesinler diye de düşündüm. Sorun acaba yazılarım değil de, mektupvari yorum yanıtlarım mı diye de düşünmüyor değilim ama hayır... Sorun, çok da okunmayan gariban bloğumu okuyan azınlığın benim duygusal biri olduğuma inanacağına dair kök inancım. Ay aman bence kimse de üstünde o kadar düşünmeyecek ama bilmiyorum. Öyle düşünüyorsan söyleyim sevgili okurcuğum, duygusal biri değilim. Duygusal olmak yerine... zeki falan olmayı tercih ederim! Gerçi... zeki biri de duygusal olamaz mı? Sanırım bir şeyleri kategorize eden kişi, şey, aslında benim beynim. Bir şeyleri bütün olarak algılamaya dair öncelikle ben alıştırma yapmalıyım!

Dün gece sevgili Roza'nın şu yazısını okurken uzun zamandır sevdiğim şeyleri sahiplenmediğim gerçeğiyle yüzleştim. Aslında bir anı serisi başlatma nedenim de tam olarak buydu. Ben neyi severim bilemiyorum veya sevdiğim o şeyler gerçekten de önemli mi veya bir şeylere bu çeşit bağ geliştirmek... romantize etmek falan... Benim kişiliğim gerçekten duygusal değil bak gerçekten inan bana nolursuuunn ahahahah. Ancak öte yandan duyguları derinlemesine hissedebilme yetisine sahibim evet. Bu duygusallık oluyor mu emin değilim, çünkü duygusallık deyince aklıma ''ezikçe'' şeyler geliyor. Yani olmadık şeylere sulugöz olmak, dudak bükmek gibi. Kaldı ki bir şeyin olmadıklığına kim karar veriyor o da tartışılır. Belki gözlerimde vana kaçağı yapan (??) şey benim için önemli bir şeydir. Zaten önemli bulmasam duygularımın bir dışavurumuyla ağlamam değil mi! Neyse, böyle şeyler düşünüyorum işte. Öncelikle aslında kimsenin dillendirmediği bir önyargıyı ele alıyorum ve sonra ona karşıt bir önyargı geliştiriyorum ve etraf önyargı yumağıyla doluyor. Oy yoruldum. Bak işte beennn, zihin insanıyım. Benim Hogwarts binam bile Ravenclaw. Ya seninki ne? :)

Küçükken, ortaokuldayken, -aslında öncesinde de- çok çalışkandım. Yani böyle ''inekvari??'' bir çalışkanlık değil ama zekiyim işte naparsın ahahahha. Şaka. Ama çalışıyordum. Zaten o sıralar çalışmak dışında yapabileceğim pek bir şey yoktu. Normal çalışıyordum ama hep sınıf birincisi falan olurdum, bak şu işe. İnsan o kadar başarılı geçmiş bir çocukluktan sonra gözleri parlatan bir akademik kariyer bekliyor ama işte... Sanırım sonrasında hep ortalamaya oynadım. Yani ortalamanın iyisi olmak gibi. Ya da kafam matematiğe basmamaya başladı ahahhah, tamam doğrusu buydu beni yakaladın!

İşte ortaokulda en çalışkan olduğum zamanlar... Harry Potter serisiyle tanışmışım, vaoovv, vooooaaa, aboovvvv falan olarak tenefüslerde olsun, hocanın bakmadığı ders boşluklarında olsun, sıra altından sıra altından kitapları götürüyorum. Cadılık kariyerimin temelleri de o sıralar atılmış olabilir tabii, yeri gelmişken belirtelim. İşte neyse okuyorum ediyorum. Orada bir bilmiş kız var Hermione, bildin mi, işte kendimi özellikle de bazı derslerde o kıza benzetirdim ahahahah. Cidden ama ne sinir bozucuymuşum aslındaaa... Yani eski sınıf arkadaşlarıma sorsak belki sinir bozucuydu demezler (sağ olsunlar) ama ben mesela o sıralar kendimle sınıf arkadaşı olsaydım kendimi sinir bozucu bulabilirdim. Çünkü özellikle de fen bilgisi dersinde elim hiç inmezdi ama bak hiç. Artık hoca bana söz hakkı vermiyordu öyle diyim. Tatlı bir kadındı. Genç, hoş ve bağırmadan da sınıfı idare edebilen birisiydi. 

O sıralar bana en sevdiğim dersi sorsanız kesinlikle... Fen bilgisi diyeceğimi sandın değil mi? İlginçtir, bak gerçekten çok ilginçtir, fen bilgisi demezdim ya... Neden acaba? Oysa şu anki büyük Ben olarak ortaokuldaki halime bakınca en çok fen bilgisi dersinde eğlendiğimi hatırlıyorum. Bunun nedeni muhtemelen öğretmenden kaynaklıydı. Beni gören bir öğretmendi. Derse ilgimi, heyecanımı gören bir öğretmen olduğu için ben de onun dersinde kalbimin atışını duyar ve ilgimi hiç kaybetmezdim. Türkçe dersi öğretmenim de genç ve hoş bir kadındı. Sınıf öğretmenimiz oydu hatta. O sıralar ona sempatim vardı ama dersindeki ennnn -evet yine ben- başarılı öğrenci ben olmama rağmen beni pek sevmiyordu sanırım. Neden bilmem... Hatta bir keresinde bana laf sokmuştu beynime kazınmış... Ona bugün sorsak eminim, aaaa evet çalışkan bir kızdı falan der, ama hayır! ben dersinizi seviyordum hocam. Hatta sizi de.

Genelde şevkimi kırmaya yatkın hocalarım olmuş düşününce... Buna rağmen veya bundan ötürü ben hep çocukların şevkini artıran bir öğretmen olmayı hayal etmiştim. Sonra bir noktada öğretmenlikten soğudum gibi hissettim. Tabi ki bunun da nedenleri var ama yani... Konumuz bu değil ve bu konuda yorum gelmesini de istemiyorum aslında. Öğretmenliği seviyorum tabi ki. Benim kendi kişiliğimde zaten ''öğretmen arketipi\ özelliği (??)'' gibi bir şey var bence. Mesela... ay neyse kimin umurunda ahahhahah. Ama işte, öğretmenliğe dair en güzel şey öğrenciler bak. Öğrenciler ve onları görmek ve... onların kendilerini görmelerini sağlamak. Herkes iyi bir öğretmen olamaz. Bu nedenle de çaba isteyen bir şey öğretmen olmak. Uzaktan göründüğü gibi değil. Belki benim eleştirdiğim öğretmenlerim de yorulmuşlardır falan filan. Hayır. Bir öğretmen... Neyse ne.

Ortaokulda herkesle konuşabilirdim ama sessizdim de. Bilmiyorum. Çalışkan falandım ya... günün sonunda her şey bu özelliğime bağlanıyor gibiydi ve bundan hep nefret etmişimdir. Yani birileriyle ders çalışmaktan nefret etmişimdir, birilerinin sınav zamanı kankası olmaktan nefret etmişimdir... 6. sınıfta arkadaş olmak istediğim kişilerin soğuk yapıp 8. sınıfta kankam olmalarından da nefrreet etmişimdir. Bundan olacak, hep herkesle yakın ama mesafeli durmuşum. Lisede bile... Ah! Tabi başka nedenler de var ama ana sebep buymuş gibi görünüyor. Sanırım tek bir şey olmaktan nefret etme nedenlerimden biri de bu. Tek bir sıfatla tanımlanmaktan en basit ifadeyle iğrenirim. Çünkü o ben değilim. Gerçi dedik ya... aslında kimin umurunda ahahhaha.

Sanırım ben çalışkandan ziyade gerçeği yansıtacak bir şekilde ''meraklı'' veya ''öğrenmeye çok istekli'' olan kişilik özelliklerimle tanımlanmayı tercih ederdim. Küçük bir kızken bile. Çünkü ben aslında sevdiğim için, sevdiğim şekilde ders çalışırdım. Bana sevmediğim bir şeyi hiçbir zaman hiç kimse yaptıramamıştır. Neyse ki çalışmayı severmişim işte. :) Küçükken matematiğim de çok iyiydi. Hatta ortaokul son sınıfta bile. Sonra ne olduysa ipin ucunu asla yakalayamadım. İngilizcem bile çok iyiymiş vay be. Lisede de fena değildim aslında. Sonra bana ne olmuş acaba? Puuu, nazar nazar :).

Özellikle yüksek lisansın bir noktasında tembel ve sorumsuz birine dönüşmüştüm. Ayrıca çok mutsuzdum. Oysa her ne kadar öyle anılmayı sevmesem de, evet, hep ''çalışkan'' olmuşumdur. Evet evet çalışmayı sevdiğim için falan. Oysa sonra... koptum. Bu nedenle zamanla, neyi sevdiğime dair edindiğim tüm izlenimler uçtu gitti sanki. Blog yazmak beni, parçalarımı, bir arada tutuyor gibi hissediyorum. Acaba blog yazmasaydım nasıl bir kız olurdum? İnan bilmiyorum. Blog yazmaya nasıl karar verdiğimi de anlatayım ister misin? İstemezsen yazının kalanını okuma aahahahahah. (Bu da 2000'ler sitcom kahkaha efekti sinir bozuculuğuna evrildi ama n'apayım, bayılıyorum nihahahaha :).

Ortaokula giderken, o sıralar evimize bilgisayar da alınmıştı ve daha çok evde kalırdım (bu konuyu anlatmayacağım ki bir olayı da yok aslında), kitap bloglarını ve facebooktaki kitap gruplarının paylaşımlarını okumayı çooookkk ama bak çooook severdim. En az Sanalika veya Stardoll oynamak kadar, hatta daha bile fazla ahhahahah. İşte takip ettiğim ama hani sıkı takipçisi falan olduğum üç beş kitap bloğu vardı. İsimleri bile hala aklımda. Mesela... Büyülü Ayraç, ki hala çok severim ve instagramdan takipleşiyoruz. Küçük Ben'e bunu söylesem çok mutlu olurdu ahhahahah ya çok komiğim gerçekten, küçük ergen halim komik yani. Buna sevinirdi işte şapşirik. Sonra mesela Kitab-ı Sevda bloğu da vardı, ki kendisini çoook net hatırlıyorum Hangi Vampirleri Okumuşum başlıklı yazısıyla keşfetmiştim ahahahahah :) O da bıraktı galiba blog işlerini. Kitap Aşığı vardı son olarak, ki kendisi bak gerçekten ilkti, ilk booktuberdı yani youtube'da kitap içeriği çeken benim gördüğüm (ki ben başka görmemişsem yoktur ahahahha) ilk kişiydi. Sonra onu takiben o yıllarda ufaktan aşık olduğum Eren Nadir Akşamoğlu (fanıydım diyorum hahahah, hala pek severim bu arada hele video girişlerinii <3), Asena, Yiğit, Sıla vs vs geldi. Sonra tabi bu instagram popüler olunca bookstagramlar (ınstagramda kitap içeriği paylaşan sayfalar) çoğaldı, booktuberlar da arttı falan filan. Ecmel Soylular bile yoktu o zamanlar, bak diyorum o kadar maziye ışınlandık birlikte. Ki Ecmel'in Thinbooks zamanlarındaki ilk videosundan beri takipçisiyim ahahahha. Ne özenirdim onaaa ama nasıl özenmek bak. Neyse :').

Velhasılkelam güzel zamanlardı. 2014'ün son çeyreğinde, liseye başlamıştım o yıl, ben neden bir blog açmıyorum dedim. Sonra da açtım ahahhahaha. Hatırlıyorum hatta ilk yazım Kuralsız Film Yorumu + Mini Kitap Alışverişi'ydi. G. diye bir bestim vardı o sıra, o da kitap kurduydu. Lisede, özellikle ilk iki yılında (ki ilk yılında daha çok) kitap okuyan insanlarla dolu bir sınıfım vardı. Erkek öğrenciler bile okuyordu inanabiliyor musun! O yıllardaki hala küçük olan İlkay için bu inanılmazdı. Çünkü ortaokuldaki sınıfımda kitap okuyan erkek öğrenci var mıydııı... Çoğu canavardı, şşşşş. Hepsi değil tabi de, biraz yaramaz ve sesli bir sınıftı. Bu nedenle lisedeki sınıfım gözlerimi yaşartmıştı. Doyasıya kitap sohbeti yaptığım zamanlardı. Sanırım o yıllardaki sınıfıma beni sorsak benim için ''kitapkurdu'' derlerdi ahhahahahah. Hep okurdum ama hep. Benim normal halim için bile fazla okurdum öyle diyim. Hoşlandığım tatlı bir çocuk vardı, kitap okurken onu bile gözüm görmüyordu ahahhahah. 

Okula erken varırdım, bahçede kitap okurken az arkadaş edinmedim :)) Evet, insanların en çok ilgisini çeken kitap okumamdı sanırım. Yanıma mutlaka biri gelir oturur ve sohbet açardı. Sonra da tanışık olurduk işte. Arkadaş edinmek benim için hep kolay olmuştur. Bakma burada bazen takıntılı gibi görünüyorum sanırım ahahahha ama cidden arkadaş edinmekte hep iyiydim. Ama her arkadaşım dediğim veya her tanışığım da yakın arkadaşım kıvamında olmuyordu haliyle. Okul çıkışlarında okulun çevresinde bulduğum kitapçılarda vakit geçirirdim (kankimlere yakalanmadıysam :). Zaten o yıllardaki kankimler metroya, dolmuşa koşarlardı aman yakalayalım diye. Bir bestim vardı, yıllarca da bestim olan F., onunla dolmuş bekleyişimiz, benim evden ömürlük ayrılırcasına doldurduğum çantama sığmayan kitaplarımı dolmuş beklerken tutuşu ahahhahah, arada B.'ye de rastlardık ki kendisiyle ortaokulda dershanede bff olmayı çok istemiştim nasip olmamıştı sonra da iyi ki olmamışız olmuştum ahahahah ama normal arkadaş olarak tatlı bir kızdı, sonra da F. ile dolmuştan vazgeçip gezmek için Karşıyaka Alsancak falan Allah ne verdiyse gidişimiz :) -ki okul Bornova'daydı puu Allah bizi ahhahaha ama biz deniz severdik, ondan-. Ne tatlı zamanlardı! Sanırım hayatımın gerçekten de en huzurlu yıllarıydı. İşte o yıllarda, o yılda, bir blog açmıştım ama ilk yazımı biraz daha sonra, 2015 yılının 21 Mart gününde yayınlamıştım. Ekinoks olduğu için net hatırlıyorum. Mesela bu bloğu da 21 Haziran'da açtım (tamamen tesadüf :).

O bloğumu çok severdim. Çok çok çok severek yapmıştım tasarımını. Belki bin yıllık külüstür bir teması vardı ama ben onu kendi zevkime ve aslında kişiliğime göre özelleştirmiştim. Bulutlarla kaplı arka planımı hatırlıyor musun, ya mavi renkli yazılarımı... En çok bunu severdim. Çünkü başka kimsede yoktu. Ben o tasarımı yaparken yoktu yani. Bulutları çok severdim, denizi çok severdim, maviyi de çok severdim. Bloğum, benim ruhumdu. Biraz fazla mı oldu... Ama öyleydi. Ruhumun bir yansımasıydı. O sıralar blog yazmak beni canlı tutuyordu. Kırılgandım biraz. Yine de güçlüymüşüm aslında. Bu konuyu çok açmadım ama... yeme bozukluğum tam geçmemişti o zamanlar. Yemek yesem de hala korkuyordum. Blog yazmak beni iyileştiriyordu desem yine mi fazla olur... ama öyleydi öyleydi.

Ah şimdi gidip o küçük kıza sarılmak istedim. O yıllarda kendim kendime küçük gelmezdim ama işte şimdi küçücük olduğumu net bir şekilde görüyorum. Küçücük, tatlı bir kız. Ona tatlısın sen desem, böööööö derdi ahahha, tamam demezdi bu özelliği sonradan kazandım ama bilmiyorum suratı düşerdi. Çünkü o da zeki falan olmayı daha çok isterdi. Ve güzel olmayı. Ve öyle şeyler. Aslında ikisi birdendi. O hep, zeki ve güzeldi ahahhahahah :) O neleri severdi anımsamıyorum, ki artık anımsamam da pek gerekmiyor. Ben geçmişi onu tutmak için yazmıyorum. Görmek için bile değil... sevdiğim için. Sevdiğim için yazıyorum. İşte sevdiğim şeyler... 

-Kesin sonradan keşke şunu da yazsaydım, keşke bunu da yazsaydım falan derim :)-


Gün doğumu mavisi: Gökyüzü tam aydınlanmadan, hala karanlıkken gökyüzünü izlemeye başlamayı çok severdim. Bir süredir yapmasam da kesin hala seviyorumdur. :) Yıldızlar teker teker kaybolurken, sesler yavaşça artar. İnsanlar uyanır, arabalar falan da ayaklanır (tekerleklenir ?? :)... Ve gökyüzü, siyah ile mavi arasındaki o ara tonuyla güneşi karşılar.


Ay: En çok dolunay dışındaki halleri. Dolunay'ı herkes sever, ben onun az ışıklı yanlarını bilene severim diyorum. O da bana arkadaşlık ediyor. Sevgili Ay, benim arkadaşım. Tamam Dolunay da uzun yıllar mektup arkadaşım oldu ama alınmasın. Dolunayla çok yakın değiliz, o nedenle ona kırgınlıklarımı yazdım Dolunay başlıklı yazılarımda hep. Bazen de zırvaladım. Diğer hallerini ise hep selamladım. Büyürkenki küçülürkenki hallerini... kimsenin özellikle dikkat etmediği gezgin Ay'ı hep selamladım.


Yıldızlar: Yıldızları başlı başına seviyorum, farklı yıldız takımlarını bulmayı da seviyorum. Çok da bildiğimden değil de... bazılarını tanırım. Görünce parmağımla resmini çizerim. Zaten biliyorsun :P, yıldızları çok severim. Küçük bir kızken bile çok severmişim. Gerçekten yanında cırcır böceği olabildiğim büyüklerimi çekiştirir, bak dermişim, yıldızlar orada.


Hayvanlar: Hayvanlar kendi halinde takılırken izlemeyi severim. Tabi ki evcil hayvanları. Mesela bir leopar veya orangutan yanımda dursa pek de hoşlanamam herhalde ahahhaha.


Sanat: Özgünlük içeren her şeye bayılırım. Ama modern sanata ısınamadım :)


Sohbet etmek: Eğer karşımdaki kişi açık fikirli ve üç beş konuya ilgili bir insansa, benimle saatlerce sohbet edebilir.


Çikolata ve kek ve kurabiye ve pişmaniye ve öyle şeyler ahahhaha: Tatlı severim ama nedense son yıllarda içecekte pek sevmiyorum ahahah (kendimi kandırma çabam değil gerçekten).


Kahve: Kıymetlimiissss.


Yazmak: Yazmasaydım bu kız olamazdım bak ciddiyim. İyi mi olurdu kötü mü bunu bile düşünmeyen biri olurdum. İyi mi olurdu bilmesem de, belki mutlu olurdum bilemiyorum :) Bu da iyi olurdu mu demek mi ki :)


Okumak, İzlemek\ Dinlemek, Konuşmak, (Yazmak x2'leyelim): Dört temel beceride de iyiyimdir üzerinize afiyet :))) ajahahahhahah. Şaka tabi ki. Dört temel beceride kendimi geliştirecek aktiviteleri pek severim.


Gökyüzü, Deniz, Doğa falan: Bak doğada yaşayamam ama severim. Başım boynum tutulurcasına hep göğe dönük olmuştur ve bu dünyaya dair en favori parçam denizdir.


Gülmek ve Güldürmek: Bayılırım. Ben bebeyken biri bana senin gülümsemen güzel dedi bence, kendimde de hep gülümsememe aşıktım ahahahah. Hep 32 diş sırıtmışımdır fotoğraflarda belli bir yaşıma kadar. Sonra baktım herhalde başka sırıtan yok kestim :) Ve insanlarda gülümsemeye tikkat tikkat kesilirim. Gülün canımmmm. Hatta bizde peynirrr yoktur, kiraaazz vardır. 32 diş güldürme garantili.


Yürümek: Özellikle müzik dinleyerek.


Mp3'üm: Ruhum 2008'de yaşayacak dersem de inanma, nostaljik hisleri sevsem de geçmişe tutunmayı sevmem. Ben asıl bu aletin bende uyandırdığı hissi seviyorum ve hangi parçanın denk geleceğini bilemeyişimi, yıllar boyunca biriktirdiğim şarkıları yeniden keşfedişimi ve böyle şeyleri işte. Teknoloji ve uygulamalar ne kadar gelişirse gelişsin ben müzik dinlemeyi en çok mp3'ümle seveceğim. Ki aslında sık da dinlemiyorum artık. Arada.


Yollardaki kavisler: Hatta araba\ otobüs oralardan geçerken içimden''vuuu'' demek gibi eski bir alışkanlığım vardır. Sanki bir lunapark oyuncağında gibi hissederim.


Dua etmek: Yaratıcı'yla\ Yaradan'la konuşmayı hep çok sevmişimdir.


Yıldızlarla Konuşmak: Bunu artık yapmıyorum ama bu zamana kadar içimden az yapmadım hani. İçimden konuşurdum dediğim gibi. Kalbimden. Onlara sorular sorardım. Bilmek istediğim, kalbimin bilmek istediği soruları. Sonra oturur, bekler beklerdim. Belki bu arada birkaç meteor da kayardı. Sonra... bir yanıt yükselirdi, pek tabii içimden :) Cevap, kalbimden gelirdi. Bazen sana da laf arasında söylerdim. Anladıysan bravo :)


Keşfetmek: Öğrenmek de denebilir belki ama ben keşfetmeyi seviyorum. Keşfedemediğimde mutsuz olurum. Artık çoğunlukla kalbim mutsuz. Bunun nedeni bu sanırım.


Yazdığım bir yazıyı bitirince baştan sona okumak: Blog yazısı olur, başka bir yazı olur... hatta derslerim için yazdığım makalelerde bile en çok bunu severdim :)))


Fotoğraf çekmek: Ayyy bayılırımmm. Hatta önceden takıntılıydım. Mesela güzel bulduğum bir şey mi keşfettim, tak tak fotoğraflamalıydım. Yoksa aklımı kemirirdi onun, o yerin neyse artık fotoğrafını çekene kadar... Hatta yerlere bile eğilirdim gocunmadaaannn :) Gerçekten manyaktım. Yetenekliydim de bence. Çünkü bir şeyin doğru açı ve belki efektle, olduğundan daha farklı ve güzel çıkabileceğini düşünüyor, kendi beynimi\ gözümü çıkarıp herkese gördüğümü gösteremeyeceğim için de, fotoğrafa (ve yazıya) sığınıyordum.


Bloğuma gelen yorumları ilk okuma an'ım: Her seferinde ilk blog yazıma gelen yorumlar kadar heyecanlandırıyor beni <3 Bir kişi bile yorum bıraksa heyecanlanırım. Çünkü bu benim için kıymetli, hep de kıymetli olmuştur.


Ağaçlar: Doğa dedik ama özellikle de ağaçlar için ayrı bir başlık açmalıydım! Ağaçların gökyüzüyle bütünleşen dallarındaki yapraklarını izlemeyi çooook severim. Özellikle de ilkbaharda yeşeren ağaçların yeşilliğinin göğün mavisiyle buluşması içimi ferahlatır. Hatta üniversitede insanlar sohbet ederkene cins olan ben kafamı kaldırıp bunu izlerdim ahahahhah :) Bir sürü de bu bahsettiğim görüntüyü fotoğraflamışımdır. Yapraklarla dolu bir gökyüzü. Bak böyle bir anım var. Ayrı yazı yazmayacağım, şimdi yazayım da aradan çıksın. Küçükken (ben pek hatırlamıyorum) yine gökyüzünü boynum tutulurcasına izlermişim de bir gün gözüme çöp kaçmış. Hatta annemgil beni (babama da duyurmadan çünkü hasta olmamızdan nefret ederdi :) doktora götürmüş. İlginçtir doktor da anneme kızmış bu çocuğa bakmıyor musunuz diye. Aaaaa ama insanlık hali olur öyle doktur beyyy (kesin beydir bu, hanım olsa anlardı herhal bir anneyi). Neyse sonra gözümden çıkmış herhalde o şey neyse. İşte benim gökyüzü sevdam şaka değil. :)))


Yapraklar: Sanırım farklı tarzdaki yaprakları da seviyorum.


Gün ışığının bir yerlerden sızması: Yani bir yerlerden derken... elimi gün ışığına doğrultup romantik sahne yaratmayı severim hahahahah, işte parmaklarımın arasından gelen ışık gibi. Veya yaprakların arasından süzülen ışık huzmeleri gibi. Hafif nostaljik efektli gün ışığının odaya yansımasını da severim.


Eski aile albümleri: Çooook severim.


Hafif yağmurda yürümek: Önceden sevmezdim ama artık seviyorum mu acaba... Ama bak mesela yine çok değil ama biraz yağdığında yağmuru izlemeyi severim. Camdan süzülmesini ve aslında camın buğu olmasını ve ona kalp, gülen yüz vs çizmeyi. :)


Sarılmak: Çok küçükken dokunmatiktim. Annemin yanağını severek uyurdum. Hayal meyal aklımda. Sonra arada soğuk nevale oldum. Sonra yine sarılmayla hafiften dokunmatik oldum. Tabi ki sevdiğim, gerçekten sevdiğim birilerine sarılmayı kastediyorum. En sevdiğim sıcaklık, sarılma sıcaklığıdır. En sevdiğim derece. :)


Yolları izlemek: Keşke bolca seyahat ettiğim, ama çok güzel yerlere seyahat ettiğim, bir hayatım olsa. Bunu tüm ruhumla isterdim. İsterim!


Mandalina kokusu: Geçen demiştik, listeye eklemezsek ardımızdan ağlar.


Eski yerli dizileri izlemek: Sadece sihirlileri değil, genel olarak eski dizileri arada rastgele bir yerden açıp atlaya atlaya izler ve hunharca yorum bırakırım ahahahahha öhöm tamam. O kadar da hunharca değil ama izlerken bir şeyleri tespit edip yazmayı severim şindi. Şu sıralar Avrupa Yakası favorim. Belli oluyordur :))


Güzel defterler almak: Onlara yazmayı da severim tabii. Günlüklerimi de severim ama... Bak çok ilginç, eskiden olsa ilk maddelere (ki aslında bu listede sıralama da yok da) günlük yazardım. Oysa şimdi... Son iki yıldır pek günlük yazmıyorum. Blog doyurdu beni herhalde. :) Gerçi günlüğe de ergenken olay yazardım. Sonra sonra düşünce yazar oldum. Arada eski günlüklerimi yok etmek istiyorum ama çok defterim var. Okunma endişem yok aslında ama tabi iznim olmadan okunmak hoş olmaz. Öte yandan zaten her şeyi her zaman herkese açıkça söyleyip gösteririm (bence ?? :). Böyle ekşınlara gerek kalmaz ve pek merak uyandıran bir yaşamım da yok. :) Yine de ne diyordum işte onları yok edesim de gelmiyor değil. Zaten artık günlük yazmak istemiyorum. Günlüklerim kendimi tanımamı sağladı o ayrı... Başta hep negatif şeyler yazardım kendim hakkında. Ne üzücü.


Eski romantik şarkılar: Dans şarkıları ahhahaha :) Hiiççç... tatlı. Tatlı değil mi? Hayal falan kurmam bu arada. Ben müzik dinlerken, sadece onu dinlerim. Genelde yani. Çünkü hayal kurarsam, o şarkıyı o hayale ve insana bırakmış olurum. Sonra o şarkı bana değil, ona veya o hayale ait olur. Bunu istemem. Bu nedenle çoook nadiren yapmaya özen gösteririm. Yaaa. :)


Okuma kitaplarındaki illüstrasyonlar: Özellikle de sanatçısının kendine has bir tarzı varsa, bayılırım.


Yaz sonunda ipe biber, patlıcan vs dizilmesi: Balkon ipinde duran bu dizili sebzeler beni hep gülümsetir. Aklıma önce anneannem, sonra da bizim karşı komşumuz gelir.


Kitapların birilerine ithaf edilmesi: Okuma kitaplarında ilk önce buna, sonra yazar biyografisine bakarım ve öylece kitaba başlayabilirim. Bir kitap yazsan, kime ithaf ederdin? :) Bence insanın kitap ithaf edeceği kadar sevdiği biri olması çooook kıymetli.


Kelime oyunu yapmak: Şahsen çok eğleniyorum :)


Yeşil Erik: Sevmeyen mi var :)


Sebze yemekleri: En sevdiği yemeklerden biri kereviz olan birini tanıdın mı? İşte ben ahahhahah. Çocukken de yemek seçmezdim. Belki de öyle alıştığımdan, sebze yemekleriyle aram hep çok iyiydi.


Şiir Falı: Bir şey düşünüp veya soru sorup bir şiir kitabından rastgele şiir okumayı ve soruma dair çıkarım yapmayı severim :)


Tarot kartlarımı karıştırmak: Bazen karıştırma sesi de çıkar, onu bile severim :) Kartların kendi kendilerini atmalarını da severim.


Kütüphaneyi dolaşmak: Hem istediğim kitabı bedavaya alabilirim :))


Pinterest: Panolar oluşturup düzenlemeye bayılırım.


Çocuk kitapları: Her çocuk kitabını değil tabi, içimde yer edinenleri. O saf ama yaratıcı anlatımı severim.


Uzun zamandır dinlemediğim şarkıları yeniden dinlemek: Özellikle de çocukken veya ergenken dinlediklerime dönüş yapmaya bayılırım ahahahha :)


Diğer blogları okumak: Komşularımı ziyareti çok severim.


Bloğuma uzun yorum gelmesi: Eeeennnn sevdiğim uzun yorumlaşmalardır ki zaten ben kısa kesemiyorum genelde, karşı taraf da uzun tutunca hoşuma gidiyor :)


Monet gökyüzüsü: Bu tabiri ben buldum, açılın ahahahha :) Yani bir ressam var, Claude Monet. Empresyonistlerden. Bu nedenle gökyüzüleri hep buğulu buğuludur. Yağmurlu günlerde bazen bulutlar fırça darbeleri almış gibi görünür gözüme. İşte o gökyüzülerine Monet gökyüzüsü derim ve bu beni eğlendirir. 


Bulutlardaki turunculuklar: Fotoğraflarını çekmek için elim kaşınır :) Turuncunun en sevdiğim tonu da, gün batımı turuncusudur (şiirseeell :).


Gün batımı: Aslında güneşin tamamen battığı anı izlemek bana hüzün verir ama genel olarak o kızıllık anını severim. Sesli bir veda gibi gelir. Gün doğumu sessizdir mesela, batımıysa öyle değil.


Sevdiğim şeyleri anlatmak: Sanırım bunu da seviyorum :)


Düşünce özgürlüğü: Asıl sevdiğim bu.


Özgürlük: Başlı başına güzel bir şey.


Başka başka başka...

Yeter çok oldu ben de beklemiyordum bunu.

Galiba insan böyle şeylerden güç toplayarak yeni şeyler istemeli ya. Offf yeter :) Evet! İnsan kendi potansiyelini görüp kendine hizmet etmeyen düşünceleri bırakıp yeniye niyet etmeli. 


Adioossslar. Çüşş aman çüzzzler. Bay baaayyy.


bu şarkıyı bu yazıda paylaşmazsam ayıp olur gibi geldi.

ay hadi bunu da paylaşalım, kimse de fangirllüğümüzü sorgulamasın ahahaha :)


Aralık.


Bu sıralar bitki çayı içmeyi seviyorum. En çok da kokusundan dolayı. Bir şeyleri koklayarak yemeyi ve içmeyi ayrıca seviyorum. Mandalina yemeyi de en çok bu nedenle seviyor olabilirim. Kabuğunu soyarken yayılan koku, hatta ellerime sinen mandalina kokusu... Bunlar bana keyif veriyor. Önceki yıllarda salep içmeyi de çok severdim. Hatta favori kış içeceğim salepti. Yeni yıl zamanı dendi mi bile aklıma gelen üç şeyden biri saleptir. Sonra ne oldu bilmem, belki de şekerli bulduğumdan, pek içmemeye başladım. Ayın temasına uygun bir şeyler yapmak güzel. Bir şeyler içmek, yemek, okumak, izlemek... belki gezmek, konuşmak, düşünmek.

Her ay için o ayın temasına uygun bir şeyler okumak ve izlemek istiyorum ama sonra canım istemiyor. Örneğin ekim ayını cadılara ayırmak istemiştim ama ucundan kıyısından bir bakındım çekildim. Kasım ayını her yıl aşk temasına ayırasım gelir, bu sefer ne yalan söyleyim içimden de gelmedi aslında. Belki de bu nedenle romantik filmler vs izlemedim. Esasında yeniden izlemek istediğim bazı filmler vardı. Özellikle de Eternal Sunshine of the Spotless Mind'ı her yıl kasım ayında yeniden izlemek istiyorum ama nedense filmi izleyemeden ayı bitiriyorum. Bu filmi ilk kez yıllar evvel izlemiştim. Hatta liseye mi gidiyordum, üniversite 1'e mi... Ah kesin çok etkilenmişimdir biliyorum. Eskiden böyle şeyler burnumun direğinden girer, kalbimde dolanır dolanır, zamanla ya içimde yer tutar, ya da uçar giderdi. Bu film yer tutmuş demek... Ne zaman orada burada bir editini, bir paylaşımını vs görsem ah bu filmm olurum. Oysa filmin detaylarını hatırlamıyorum bile! Kasım bitse de belki yine de izlerim. Niye kasım diye diretiyorsam... Aslında diretmek de değil de, hani ayların teması dedik ya, kasım ayı da romantizm temasına uygun gelir bana, ondan olacak aklıma bazı romantik filmler o ayda gelir işte.

Aralık ayı da pek tabii yılbaşı teması için uygun bir dönem. Ama bu konuda yine bir maraton yapamam sanırım. Ne bileyim, böyle herkes bir şeyleri yaparken ben de heves edebiliyorum ama sonra içimden gelmiyor. Tabi yeni yıl temasındaki bir filmi temmuzda mı izleyeceksin yani o da var ahahahah ama işte bilmiyorum. Belki birkaç filme bakarım (hiç sanamadım şu an). Sadece, geçen yıl bir kitap okumuştum. Charles Dickens'ın Bir Noel Şarkısı isimli kitabını. İlgilenirsen eğer şurada da yorumlamıştım. Hoş bir öyküydü. Hatta filmi de vardı da sonra izlerim demiştim, koca yıl geçmiş izlememişim. :)) 

Kitapta geçmiş, şimdi ve geleceğin Noel ruhu aracılığıyla aslında geçmişimize, şimdimize ve geleceğimize göz gezdirmenin gerekliliğini görüyorduk. Açıkçası içimden hiç iç muhakeme yapmak gelmiyor. Ben zaten on bir ay boyunca yapmışımdır o muhakemeyi, sıkıldım inanır mısın... Ama sen yap tabii güzel olur bu zamanlarda. Yılı nasıl kapatıyorsun, önümüzdeki yıl veya yıllarda neler yapmak istersin falan... Düşündüm de hadi ben de bakayım biraz ne istiyorum... Ne istediğimden çok uzaklaştım açıkçası. Hep yarım yarım bir şeyleri deneyimlemekten ögggggg geldi afedersin. Ama böyle hissediyorum. Burası şeffaf bir blog, bizde böyle.

Neyse, güzel geçer umarım bu ay. Sevgiler saygılar arivedersiler.

:)


Sakura Fırtınası #4: Bir Cadının İtirafları.


Sana odamdan ve salonumuzdan bahsetmemin bir nedeni vardı. Ancak bu konuyu takip eden diğer konuları anlatma planım bana ait değildi. Blog yazarken genelde ben değil -yazdığım içeriğe göre değişmekle birlikte- küçük Ben, kalbim ve zihnimin normalde suskun yanı konuşur ve ben de onları susturmam. İşte yine öyle oldu ve şimdi sana asıl anlatmak istediğim konu bir yazı ileriye kaymış bulundu (aslında iki yazı, üç olmaz inş.).

Ben küçükken, çok küçükken, şu anki odam aslında salonumuzdu. Hatta şu anda sana bu satırları yazdığım bilgisayarımın olduğu çalışma masamın yerinde bir tekli koltuğun, karşısında da bir tüplü televizyonun (ki o televizyon yıllarca suskun bir şekilde evin gözden uzak bir köşesinde istirahat etti) bulunduğunu baya baya hatırlıyorum. Çünkü en sevdiğim şeylerden biri de nesquik içerken çizgi film veya o zamanların modası olan sihirli dizilerden birini izlemekti.

Bu odaya dair bir anım daha varmış. Ama bu o kadar eski ki, ben bile hayali geç bana söylenen meali dışında anımsamıyorum. Sanırım bir yerlerden -yine- duyduğum için (kulağım mı delik ne) bunun yaşanmış olduğunu hayal ediyorum. Çünkü aslında bunu anımsamam biraz imkansız gibi bir şey. Ben baya baya çocukken (bebeklikle çocukluk arası ara dönem olduğunu sanıyorum ama çocuk formundayım yine de) kendi halinde bir şeylerle uğraşan babamı ısır... Ama baya baya dişlerim çıkmış adamın kolunda omuzunda neyse artık... Tabi bunun suç olduğunu bilen bir yanım da var. Koş koş koş yemek yapan annemin bacaklarına yapış sonra da. Babam neye uğradığını şaşırmış sanırım. Sonra da kimseyi ısırmamış olmalıyım. Bu olay neden beni etkiledi bilmiyorum ama ilk duyduğumda şaşırmıştım. Küçükken aslında hafiften serseriydim. Biraz daha büyüdükten sonra da. Mesela bu serideki ilk yazımda kardeşime ısrarla ''prenses'' dememin nedeni de buydu. O ne olursa olsun içi prenses bir insandı. Öyle doğmuş yani. Ama ben... Bugün bile beni huzursuz eden bir serserinin ruhuyla doğmuşum. Bööö. :) Yani... sanki hanım hanımcık bir serseriymişim gibi bir his bu da. İki uç tek bir kişide buluşmuş gibi. Bilmem anlatabildim mi... Çocukken de böyleydim. Tamam her çocuğun -hemen hemen her diyelim- birilerine diş geçirme hikayesi vardır ama benim böyle küçük yaramazlık denemelerim bana hep hanım hanım yanımı sıyırma girişimi gibi gelmiştir. Mesela okulda da arada bilerek başarısız olmama izin verirdim. Yani tabii bile bile başarısız olmazdım ama bakıyorum yol başarısızlığa çıkıyor ben de amaannn olayım madem derdim ve ilginçtir bundan haz aldığım bir yanım bile olurdu. Sanırım insanlar şaşırdığı için bundan etkilenirdim. Belki de yaramaz öğrencilerin psikolojisinde de bu vardır diye düşünürüm. Birilerini şaşırtma hazzı? Tek sorun bunu benim üniversitede bile (bilinçsizce) denemiş olmam... (yl'yi kastetmiyorum ama kim bilir, belki o durumda bile bu etkilidir...).

Ne diyordum... Hah, nesquik içerken tv seyretmeye bayılırdım. En sevdiğim nesquik başlarda farklıydı. Önceleri çileklisini severdim. Ama sonra bir gün sütte kaymak birikmişti sanırım. Bu benim midemi bulandırmıştı ve bunun sütü çok ısıtmaktan değil, nesquikten kaynaklandığını düşünmüş ve keskin bir şekilde bir daha asla (ahahahha) çilekli nesquik içmemeye karar vermiştim. Öyle de yapmıştım bu arada. Tabii muhtemelen önce evdeki çilekli nesquiki bitirmek durumunda kalmışımdır, yoksa kim içecek... Ama sonra hep çikolatalısını içtim ve sebebi çikolatalıyı çok sevmem değil, çileklisinden soğumamdı. Evet ben böyle biriyim işte. :)))

Çilekli nesquiki hala içtiğim dönemde elime bardağımı alıp tekli koltuğa kurularak sihirli dizilerimden birini izlediğim anlar aklımda. Hatta biri çok net aklımda. Annem mutfakta akşam yemeğini hazırlıyordu. Odadaki tek ışık tv'den ve mutfaktan yansıyan ışıktan geliyordu. Sonra babam işten gelmişti. O sırada çilekli nesquikim bitmiş olmalı. Sen de bilirsin ki yemekten önce öyle şeyler yenmez içilmez. Ama o an zihnimde... o huzurlu an. Huzur doğru kelime mi emin değilim ama yine de, o anı bugün bile anımsıyorsam bir sebebi olmalı değil mi? Beynim o anın kısacık videosunu çekmiş, benim için saklamış; çünkü o anı arşivlemeye değer görmüş. Bugünümde sana anlatayım diye ahahhaha. Neyse babam gelmişti hatırlıyorum. Ya o gündü, ya başka bir gün... veya beynim tüm benzer günleri birleştirip tek güne indirgedi şu an... ki sanki en mantıklısı bu gibi. Her neyse, babam bir cd getirmişti. Gazeteden mi çıkmıştı, o mu almıştı bilemeyeceğim artık ama bir cd getirmişti: Karlar Kraliçesi.

Bu cd'ye dair ayrı bir yazı yazsam mı diye düşünüyorum. Çünkü görünen o ki bu gidişle araya başka anları soka soka bu yazının konusu olarak belirlediğim asıl olaya bir türlü gelemeyeceğiz... Ama varsın bir veya birkaç paragraf daha başka konuya zıplayalım. Bu cd'ye dair aslında ayrıca bir yazı yazmıştım ancak tabi ki sildim. O nedenle Karlar Kraliçesi neyi anlatıyordu özet geçmem gerekiyor... :( Bu çok eski bir yapımdı. Çok eski dediysem... 90'lardan kalma olduğunu tahmin ediyorum ama belki de 80'lerdir... (bence 90'lar). 2010 civarında yeni bir versiyonunu da çekmişler ve vaktiyle izlemiştim ama bana aynı hissi vermemişti ve bazı detaylar değiştirilmişti (bundan hoşlanmadığım aklımda).

Sana benim çocukken o cd'den izlediğim versiyonunu anlatacağım hatırladığım kadarıyla. Bu hikayede iki yakın arkadaş vardı. Kay ve Gerda. Bu iki çocuk o kadar iyi anlaşıyorlardı ki, uyuma vakitleri dışında hep birliktelerdi. Zaten ikisinin evi de karşı karşıyaydı (veya yan yana) ve bu iki evi birbirine bağlayan balkonumsu bir köprüleri vardı. İşte Kay ile Gerda bu köprüde oyun oynarlardı. Bir gün ne oldu bilinmez, bu iki çocuk, Karlar Kraliçesi'ni çok kızdırdı. Aslında alenen bir şey yapmadıklarını ama kendine iş arayan kraliçenin kafayı bu iki küçük çocuğa (ki masallarda genelde böyle olur zaten) taktığını hatırlıyorum. Belki de dostluklarını kıskanmıştı kim bilir... İşte sonra bu kraliçe, Kay'ı kaçırıyordu. Gerda da dostunu kurtarmak için zorlu bir maceraya atılıyordu.

Bu filmde beni çocukken asıl etkileyen detay o köprümsü balkondu. Öyle bir balkonumuzun olmasını ve öyle bir balkonu paylaşmak isteyeceğim, tıpkı o çizgi filmdeki gibi çok aşırı seveceğim, bir arkadaşım olsun istemiştim. Tabi ki çocukken bu kadarını düşünmemiştim ama şimdi düşününce... sanırım beni o balkona dair de asıl etkileyen şey o iki çocuğun kendilerine ait, tüm dünyadan ayrı bir dünya kurmalarıydı kendilerine. Tıpkı Karlar Kraliçesi gibi ben de en çok bu dünyadan etkilenmiştim (ve kıskanmıştım :). Karlarla kaplı soğuk bir dünyanın içinde kendi küçük sıcak oyun dünyalarını paylaşan iki çocuk... Bugün bile beni etkiler. Beni etkileyen diğer detay ise filmin sonundaydı. Onu da sana anlatmayım artık, spoiler olur falan (kimse o filmi izlemeyecek aslında sanırım neyse - zaten eski versiyonu yok piyasada, nette). Bari iki cümleyle anlatayım, spoiler istemeyen de okumasın bu paragrafın devamını, diğer paragrafa geçiversin. :) Beni etkileyen diğer detayı aslında çocukken fark etmemiştim ama o zaman bile etkilenmiştim. Tam hatırlamıyorum artık ama filmin sonlarına doğru Gerda Kay'ı buzdan bir heykele dönüşmüş olarak buluyordu. Onunla eskisi gibi konuşamayan, gülemeyen ve ona bakamayan buzdan dostuna o haliyle bile sıcacık bakmıştı sanırım. Bir balkonları olmasa da, acımasız bir kraliçenin sarayında bile, buz tutmuş dostunu görebilmişti. Dediğim gibi filmin sonunu hatırlamıyorum aslında (ki mutlu sondu) ama buzdan heykellerin arasında kaybolmuş dostundan vazgeçmeyen bir kızın varlığını anımsıyorum. Fedakar, cefakar ve kahraman arketipine girmeye müsait kişiliğime (malesef) hitap eden bir senaryoydu. Hazin bir durum ahahahah. :)

Tv'de çıkan çizgi filmlerden de sonra bahsedebiliriz tabii ancak artık geleceğim sihirli dizilerin fayda- sihirli dizileri izlediğim zamana. İşte o koltukta otururken Acemi Cadı ve Sihirli Annem gibi dizileri izlediğimi hatırlıyorum. Zaten sihirli diziler içinde en çok bu ikisini severdim. Bunu erken dönemde çıkan ilk sihirli diziler olmalarına bağlıyorum. Sonra bu yapımların izlenmesinden güç alarak üretilen (muhtemelen nedeni buydu) Selena, Bez Bebek, Prenses Perfinya ve her ne kadar o biraz yetişkinlere hitap ediyor olsa da Hayal ve Gerçek de izlediğim diğer sihirli diziler arasındaydı. Bizde zaten sihirli diziler seviliyormuş bence. Annemgil de vaktiyle Ruhsar'ı izlemiş ahahhaha.

Tüm bu sihirli diziler içinde en favorim, bugün bile, hep Sihirli Annem olmuştur. Sihirli dizileri her çocuk sever, sevmiştir sanıyorum ki. Uçsuz bucaksız çocuk dünyasını besleyen bir şeydi çünkü. Sihirli dizileri, içinde sihir imgesi bulunan çizgi filmlerden ayıran ve öne geçiren asıl durumu ise dizilerde gerçek insanların yer almasına bağlıyorum. Çizgi filmler de her ne kadar insanı heyecanlandırsa ve oyun oynarken ilham verse de, dizilerde gerçek hayatta var olan kanlı canlı insanların ve mekanların bulunması bence çocukken beni ve nicelerimizi en çok etkileyen durumdu. Çünkü böylece sihir, dünyaya gelmişti. Yaşadığımız, ''gerçek'', dünyaya.

Sana bunu da daha evvel söylemiştim. O zamanlar aslında daha çok okunuyordum bu nedenle bu yazılarımı da okumuş olma ihtimalin yüksek diye belirtiyorum. Küçükken uzun bir süre en büyük hayalim sihirli güçlerimin olmasıydı ahahhahah. Yani hiçbir zaman kendini pokemon veya süperman falan sanan çocuklar gibi olmadım, yani gerçeklikle bağım kopmadı ama işte içten içe hep sihirli güçlerimin olmasını dilerdim. Hem de durduk yere değil canım, doğum günlerimde ahhahahah. Ciddiyim, uzun bir dönem (birkaç yıl) doğum günü dileğim ''sihirli güçlerimin olmasıydı.'' Sonra baktım bu dilekle dilek haklarımı boşa kullanıyorum vazgeçtim. Komple dilek dilemekten... ahahahhaha. Açıkçası hem biraz ''küsmüş'' olmalıyım, hem de doğum gününde dileyebileceğim kadar özel bulduğum başka bir dilek kendime bulamamıştım. Ta ki liseye geçene kadar. Ama bu yazının konusu o değil.

Eski bloğumun tanıtım yazısında bile ''küçükken peri olduğunun açıklanmasını beklemiş'' yazmışım hahahahahah. Yine söylüyorum, çok çocukken bile ''gerçek'' dünyada sihrin de, perilerin de olmadığını biliyordum ancak içten içe öyle olmak isteyen bir yanım hep vardı. Bu istek sanırım şöyle başlamıştı... Çocukken saçlarım belime kadar falan geliyordu ama daha birinci sınıfa falan gitmediğim bir zamandan bahsediyorum. Sonra o kadar uzun saçlarımı neden bilmiyorum ta omzumda kestirmişiz. Bunun bir çocuk için ne kadar travmatik olabileceğini tahmin edebilirsin. Yani hadi üzücü diyelim ama küçümsemeyelim de... Çünkü çocuklar böyle şeylere üzülebilir. Ben de biraz içten içe eski saçlarımı düşünüyordum ve içim buruktu. 

Hatırlıyorum anneannemlerdeydik. Hatta şu an gözümün önüne onların o zamanki salon şekli geldi ahahhaha. Tv'de Sihirli Annem vardı. Orada bir Eda Peri var bildin mi... Siyahi bir peri kızı. Onun saçları o zaman kısa ve örgülüydü diye hatırlıyorum. Onu çok beğenirdim, ben de esmerim ya, kendimi ona benzetmiştim ahahahahha. Sonra hoplayıp zıplayarak dans ettiğimi ve bu bulduğum benzerliğin buruk kalbimi rahatlattığını, saçlarımı o an çok sevdiğimi hatırlıyorum. Bununla bir ilgisi var mı bilmem (oladabilir bak) ne zaman hayatıma yeniden başlamak istesem saçımı hep o boyda kestirdim özellikle de üniversite yıllarımda. 

Ben esmer olmayı hep sevdim biliyor musun? Ayyy üniversitede bir çocuk vardı. Aslında kafa dengi de olabiliyordu (bazen?? :) ama bazen o kadar gereksiz yerden atlayıp konuşuyordu ki... (Beni okumaz ama böyle anlarda gerilmeden edemiyorum ajajajajajja, aman neyse kötü bi' şey mi dedik sen deeee -beni okumaz o- kendimi rahatlatmam ahahahha). Neyse işte atlıyordu arada falan. Gidip muhabbet açsam kem küm eder, kankimlerle konuşurken üstüne vazife... Neyse gerilmeyelim. İşte ben göçmenim dedim ya sana (bir önceki yazımda dedim), konu oralara mı geldi bilmem. Benim baba tarafı genlerimde baya renkli göz var ama benimki çok koyu kahve (hatta siyah galiba). Neyse vah vah renkli gözlü değilmişim de bilmem ne... O an kızmamıştım ama uzatmıştı sinirlenmiştim, çünkü yani ne cevap vereyim bu şakamsı atlayışa. Yani ne diyebilirim... Gözüm görüyor hamdolsun?!? ahahahhaha. Ay galiba böyle bir şey demiştim. Harbiden odun biriyim, neyse.

Sonra ben küçükken annemgiller yanımda genelde sarışın ve beyaz tenli kızların güzel olmalarıyla ilgili yorumda bulunurlardı. Yani ortada güzel sıfatlı bir özne varsa, o sarışın veya sarışınımsıydı o kesin. Kardeşim bile sarı papatyaydı. Vallahi küçük Ben'in (hatta büyük Ben'in bile) kardeşi dahil kimseyi kıskanmamış olması mucize. Gerçekten kıskanmazdım bu arada. Sanırım bunda iki neden etkiliydi (hatta üç): İlki kendimi beğenmem (izninle ahahahhahah, hatta AHahahhAHHh), ikincisi halamın bana güzellik içeren sıfatlarla sevgisini ifade etmesi (bu beni çok etkiledi mi emin değilim ama teşekkürler hala ahhahahah), üçüncüsü ise benim beğendiğim kadın kişilerin de esmer olmasıydı. :) Yani çocukken, hatta belki ergenken, birilerine benzemek istersin veya kendinle benzeşim kurarsın ya, benim o ünlülerim hep daha esmerlerdi. Bakınız Eda Peri ahahhahaha. Ama ergenlikte de öyleydi. Genelde (narsist veya megaloman değilim :) kendime benzettiğim kişileri güzel bulurdum ahahaahha. :))

O diziye dair sevdiğim şeylerin başında gelen durum ise, bana çocukluğumun sabaha karşı veya sabahlarını anımsatması. Son yıllarda bile ne zaman kendimi iyi hissetmek ve gülmek istesem o diziden rastgele bir bölüm açıp izlemeye başlıyorum ve bana gerçekten çok iyi geliyor. Gerçekten de hiçbir sihirli dizi, hatta hiçbir çocuk dizisi, o sıcaklığı verememiş sonrasında (ki zaten sonrasında çocuk dizileri de azalarak bitmiş...). Bu dizide çocuk oyuncuların gerçekten çocuk olarak kendilerini oynaması, çocukların sihirlerden bile daha çok ilgisini çeken bir durummuş bence. Dizide yapay hiçbir şey yok, evet sihirli bir dizide yapay hiçbir şey yok... Aile, arkadaşlık, aşk, iyilik-kötülük teması, yardımlaşma, çevre bilinci... hepsi var dizide. Dizide işlenen ''kötülük'' teması bile aslında bencillik, kibir, yalan söylemek gibi istenmeyen davranışların sonuçlarıyla ilgili. Her bölüm başka bir konunun işlenmesi (üstelik dört sezon sürmüş bir dizide!) ise diziyi sürükleyici kılan diğer bir etken.

Perilerin giysileri ve yüzlerindeki simler hep ilgimi çekmiştir. Ama bugünlerde asıl ilgimi çeken perilerin giysileri değil, fanilerin kendilerine has tarzlarını yansıttıkları giysileri, evleri... Eda periyi sevme nedenlerimden biri de bu kendine özgü tarzıydı bu arada ahahhahah. Çok tatlı, sıcacık bir dizi. Yeniden izliyorum ve izlerken baya baya kahkaha falan attığımı fark ettim. Senin de böyle güvenli alanını oluşturduğunu düşündüğün, sana sıcacık sarılan bir dizin var mı?

Son olarak Sihirli Annem'in dizi müzikleriyle bir kapanış yapmak istiyorum. Dizide kullanılan müzikler bile içimde tatlı bir hüzün oluşturuyor. O hüznü seviyorum biliyor musun? Aslında tam da o hissi arada çok özlediğim için bazen sana çocukluğumdan bahsediyorum veya kendimden falan. Aslında kalbim burkuluyor gibi geliyor ama bu burkulma bazen oradan tıpkı Çilek'in ışınlanırken çıkardığı baloncuklar veya kelebekler gibi tatlı şeyler çıkarıyor. Sanki kalbim de baloncuklar çıkara çıkara anlattığım anlara ışınlanıyor gibi geliyor ve ben en çok da bu hissi seviyorum. Belki bu söyleyeceğim garip gelecek ama ben şimdiyi yaşarken de bana bu hissi veren şeyleri yaşamayı seviyorum. Böyle şeylere çekildiğimi fark ettim. Yoksa kendimi iyi hissetmediğimi. 

Bu bloğu bile Neptün'de inşa etme nedenim bu ahahhaha. Burada yazarken Neptün'e ışınlanıyorum çünkü. Aslında Plüton olacaktı (daha evvel bunu da çıtlatmıştım) ama anlamını sevmemiştim. Daha havadar, denize karşı diye Neptün'ü seçtim ahahahahha. Bir de içimde sihirli bir yan hep vardı. Tamam... peri olmasam bile, bu bana ''hiç açıklanmasa'' bile ahahahaha. Sanırım bu nedenle bir insan olarak cadı olmayı sevdim. Beceriksiz bir cadı olsam da... eh işte. (şaka yapıyorum ahahahahah)

Sen bir süper fantastik yaratık olsaydın ne olurdun ahhahahah. Söyle söyle çekinme. Dünyalılar bunu bilmeyecek veya dünyadakiler işte, neyse ne. Biz bizeyiz. 

Hoşça kaaalll.

:)


Sihirli Annem'in tümmm müzikleri için tıklayabilirsiniz (bu çalacak olan favorim :)

Sihirli Annem Jenerik 2003-2006 için tıklayabilirsiniz.

sihirli annem jenerik ama metal versiyon :)))


Sakura Fırtınası #3: Kalbimdeki İzler.


Eskiden benim odam kardeşimle ikimizindi. Daha da eskiden ise salondu. Şu anki salonumuz o zamanlar küçük Ben için fazlasıyla gizemli bir bölgeydi. Öyle ki, sanki o odaya girince fantastik bir evrene giriş yapıyormuşum gibi hissederdim. Orası sadece temizlik zamanlarında veya anne babam o odadan bir şeyler almak istediklerinde açılırdı. Bir de tabii... misafir geldiğinde. Çünkü orası, misafir odasıydı.

O odaya girmiş küçük Ben'i hayal meyal hatırlıyorum. En çok da babamla birlikte o odaya girmeyi severdim. Çünkü babam benim en favori oyun arkadaşımdı. Bugün beni en çok kıran, bunu ona defalarca belli etsem de, onun benim ve küçük Ben için olan rolünü asla kabul edememesi olabilir. Onunla oynadığım oyunları, yaptığım sohbetleri, gecenin bir yarısı bile olsa sadece küçücük bir böceği ortadan kaldırması için onu uyandırmamı mazur görmesini ve bana hep ışıl ışıl bakmasını ve tabii hayatımda gördüğüm en güzel gülümsemeye sahip olmasını, hayatım boyunca asla unutamayacağımı, ben unutsam küçük Ben'in bunu asla yapamayacağını kabul edememesi kalbimi binbir parçaya böldü diyebilirim. Birçok kez.

Bunu sana anlatıyorum sevgili okur, oradaki sana anlatıyorum çünkü senin dışında anlatmayı gerekli bulduğum biri yok. Belki de beni görmeyen sen, kalbimi bile görmeyen sen, kırık bir kalp resmini hayal edebilirsin. Kelimeler insanlara hayaller verir ya hani, işte, ben de sana kırık bir kalbin resmini çiziyorum şimdi. Merak etme canım acımıyor. Ama kırık bir kalp, kırılmamış bir kalp değildir. Hiçbir zaman da olamaz. Hem sen, kendinde beni suçlama hakkını bulmazsın. İnsanın bu özgürlüğe sahip olması kıymetli bir şey. Biri tarafından suçlanmamak. Bu nedenle hep en çok sana anlatmayı sevdim.

O odadan bahsettik madem, biraz daha içine girelim. Oradaki eşyaların çoğu bugün yok. Bir aynayı hatırlıyorum mesela, yoksa iki ayna mıydı, oradan kendimi izlediğimi... Camdan eşyalar, bugün de varlar, vitrin, koltuklar ve sanki doldurma başka eşyalar ve en sevdiğim olan yemek masası! O yemek masasını çok severdim çünkü o da benim oyun arkadaşımdı. Daha doğrusu yemek masası değil de, yemek masasını çevreleyen sandalyeler. Annem temizlik yaparken onları koridora çıkarır, sıra sıra dizerdi. Sanırım o bu işi yaparken ben de sandalyeleri taşımasında ona yardım ederdim. 

Sana daha evvel de anlatmıştım. Benim en favori hayali evrenimde (ki başka da yokmuş ahahhaha) her ev bir toplu taşıma aracıydı. Bizim evimiz uçak, anneannemlerinki gemiydi mesela. Buna neden böyle karar verdiğimi yıllar boyunca -üstünde pek düşünmedim kabul- anlayamadım. Sonra bunu bir arkadaşıma söylediğimde o bana çok gülmüştü. Yoksa kardeşime mi demiştim ya... Bilemedim bak ama o kişi beni aydınlatmıştı bu kesin (ve gülmüştü). Bizim ev biraz yokuştaydı. Bu nedenle yüksekte olduğumuzdan olacak bizim evi uçağa benzetmişim ahahhaha. Sıkı dur, anneannemlerin evine yaptığım benzetme de yaratıcı, bence. Onların evinin arkasında dere yolu adıyla bilinen bir yol vardı. Bir de anneannemlerin balkonundan o yola bakınca balkon biraz geride kaldığından kendimi güverteden ufka bakıyor gibi hissederdim ahahahah, yani oraya dere dedikleri için ben de evi gemiye, kendimi kaptana dönüştürmüşüm. Komikti bence. :)

Nedendir bilmem, küçükken kardeşime bu oyunu açmamıştım. Sadece kendi hayal dünyamda koridordaki o sandalyelerin de yardımıyla hem pilot, hem hostes (ki o zaman adını bilmezdim), hem de yolcu olurdum. O odaya dair sevdiğim bir diğer şey de babamın gençliğinden kalma kitaplarıydı. Böyle eski atlaslar. Ama içinde bir sürü dünya haritası ve açıklamalar vardı ve Bulgarcaydı. Yani onları okuyamazdım, okusam da malesef anlayamazdım çünkü babam o zamanlar iyi bildiği ama yıllar içinde kendinin bile unutacağı ikinci dilini bana da, kardeşime de asla öğretmedi. Belki benim kendi başıma öğrenme zamanım gelmiş de geçiyordur, kim bilir... Ama Bulgarcaya gelene kadar... diye diye gelmedi işte onu öğrenme zamanı.

Ben göçmenlere hiç benzemem biliyor musun? Artık biliyorsun ahahahhah. Baba tarafım genelde sarıdır. Kardeşim bile ufaktan sarıdır da ben annemgile çekmişim. Aslında eşit dağılım olmuş bence ama bana ve aileme bakış atan biri beni aslında fiziksel olarak anneme benzetir. Annemse babama ve onun tarafına. :) Babamı sevdiği için bunu olumlu bir şey olarak algılıyorum tabii. Ama geçen gün kulak misafiri olurken bir anda fark ettim. Anneme benzeyen bazı yanlarım var. Mesela bir şeyler anlatırken öyle neşeli oluyor ki bazen şaşırıyorum. Keyifli bir konuysa çok heyecanlanıyor ve arada ses tonu değişiyor falan. Ben de heyecanlı heyecanlı konuşurum. Bu yönümüz benziyormuş. Güzel bir özellik mi bilmiyorum tabi. Yeni cool dünyada zor bir özellik açıkçası. Ama kimin umurunda.

Hep ''tatlı'' bulunmaktan nefret etmişimdir. Gerçekten nefffet etmişimdir. Neden biliyorum. İnsanlar seni ''tatlı'' olarak damgaladıklarında salak falan da sanabiliyorlar veya öyle sanmasalar da, senin sınırlarını zorlayabiliyorlar. İlkay ses etmez zaten gibi. Hele de bende kredisi varsa. Ben zaten hep yanlış insanlara yanlış oranda kredi vermişim onu fark ettim. Taaaa ilkokulda başlamış bu ve yıllara yayılmış. Bir yerde ilmiği kaçırmışım da, sonra yanlış yanlış örmüşüm, anca baya ilerledikten sonra atladığım ilmeği (veya ilmekleri) fark etmişim gibi rahatsız edici bir his.

Neyse. ''Tatlı olmak'' ne demek tam olarak emin değilim aslında. Çünkü ben sadece kendimim -özellikle de birine veya bir ortama kredi vermişsem.- Ancak öte yandan bir şey olmaktan ölümüne korkan bir yanım varmış hep sanki. Sanki, bir şey olursam başka bir şey olmak için savaş vermem gerekiyormuş gibi bir his. Ben hepsiyim. Hepsi olamaz mıyım... Yani, hepsi derken... Tatlı olmak bile içinde farklı tatları barındırmaz mı? Bazen de mesela çok ciddi olurum. Yani ben, hepsiyim. Ben sadece kendim olamaz mıyım diye düşündüm uzun bir süre. Bence asıl coolluk böyle bir şey. Hayatta en çok ilgimi çeken insanları düşündüğümde onlarda hep ortak nokta görüyorum ve bu bende de olan bir şey. Ve bu, kıymetli bir şey. O zaman neden nefret ediyorum ki, diye düşündüm.

Sanırım uçlarda düşünmek yerine, her şey dediğim orta şekerli kıvama da şans vermeliyim. Sanırım bazen biraz sivri oluyorum. En azından hissedişlerimde ve bazen de bir şeyleri değerlendirirken. Bu yorucu bir şey. 


Sakura Fırtınası #2: Büyük Anneanne.


Çocukluğuma dair hatırladığım en eski görüntüler anneannemin annesinin evinde olanlar. Bunlara anı demek doğru bir ifade olur mu emin değilim ancak o yıllarda çok küçük bir çocuk olmama rağmen gerçekten de hem o evi, hem büyük anneanneyi, hem de yaşadığım bazı anları tıpkı birer fotoğraf karesi gibi sahne sahne hatırlıyorum.

Kendimi bildim bileli o ev vardı. Anneannemi ve teyzelerimi ziyaret etmek istediğimizde oraya giderdik. Hatta öyle ki ben çok uzun bir süre anneannemin evinin orası olduğunu düşünmüştüm. Hatta orada gördüğüm herkesin evinin orası olduğunu sanıyormuşum. :) O evi unutamamamın asıl sebebi bahçemsi terasıydı diyebilirim. Orada nasıl oyunlar oynadığımı hatırlamasam da, bir koşturuşumu iki kedileri hatırlıyorum. Bir de büyük anneanneyi uzaktan gördüğüm bazı anları. 

Bir bayram günüydü sanırım, yoksa değil miydi, ancak kesinlikle normale göre şık giyinmiştim o kesin. Yağmurlu bir gündü ama çok soğuk olduğunu sanmıyorum çünkü etek veya elbise giydiğim hatırımda. Çok soğuk olsa annem asla giydirmezdi ahahhaha. Daha kardeşim bile yok meydanda. Hatta ailedeki tek küçük kız (sayılı sayıdaki küçük kız) benim. Bunun sefasını sürdüm mü bilmem. Bir de bir kuzenim (sayılan biri) daha var tabii. -o konuya geleceğim.-

Ne diyordum... elbise! Elbise giydiğim aklımda. Ayağımda yanları püsküllü çizmelerim vardı çünkü. O çizmeler olmalı, çünkü onları çok severdim ve onları giyince ayaklarımı izlerdim ahahahha. Bak bir de ışıklı spor ayakkabım vardı diye hatırlıyorum. Ah yoksa o benim değil miydi... Işıklı spor ayakkabı giyen kardeşim de olabilir, şimdi bilemedim ama benim kesinlikle püsküllü bir çizmem vardı buna eminim. Suların üstünden mi hopluyordum, içine mi... Ay yok canım ben asla suyun içine hoplamam, annem gözlerini bana dikmese, ben kendim yapmam öyle şeyler... Ama belki de suların üstünden hoplamış olabilirim mi acaba... evet öyle! Annem beni uyarıyordu, o sahneyi kısacık hatırlıyorum. Sonra büyük anneannelere giderdik. Biz hep oraya giderdik. Çünkü dedim ya, orada tanıdığım herkes vardı.

Benim hatırlayamadığım ama bana söylenenlere göre büyük anneanne numaradan ya topunu, ya mendilini düşürürmüş. Benimle barışmak için yaparmış bunu sanırım. Çünkü ben dudağımı büzüp otururken benden düşürdüğü şeyi ona geri vermemi istermiş. Ben de dudağımı daha da büzer, omuzlarımı silkermişim. O zaman da büyük anneanne ''bak M.'yi çağırırım, bana o getirir'' dermiş. Benim tepemin atması ve kapris modumun açılması için de bu yeterliymiş. ''Tamam o zaman!'' dermişim, ''mendilini sana M. getirsin...'' Yani bücürken bile kapr- hayır canım, işte, inatçı falandım. -şşş-

M. annemin kuzeninin kızıydı. Benimle yaşıttı. Bir keresinde ona özel bir yazı da yazmıştım hatta, bilmem hatırlar mısın... Onu çok severdim. Çünkü hiç benimle yaşıt bir akrabam (ah bir de Ö. vardı! onu da bir ara anlatalım :), hatta arkadaşım yoktu çoook küçükken. Sonra arkadaşım oldu -pek tabii- ama akrabam pek yoktu işte. Düğünlerde, nişanlarda hep M. ile dolaşır, slow dans eder (ahahahahah :) ve göbek atardık. O zamanlar gerçekten göbek atabiliyordum. M. ile o dönemde popüler olan dizileri yeniden canlandırır, ansiklopedileri karıştırır, senaryolar uydurup oyunlar oynardık. M. benim kalbimde özel bir yeri olan çocukluk arkadaşım diyebilirim. Onu hep çok sevmişimdir. Sonra tabi büyüdük ve bağımız eskisi gibi olmadı. Ama şimdi bugün bile onu görsem mutlu olurum.

M. demişken... M. ile ilgili bazı anılarım var tabii ama şimdi uzun uzun anlatmak istemiyorum. Asıl anlatmak istediğim, yaşadığım ama benim edilgen olarak bildiğim bir anım. O nasıl oluyor değil mi? İşte şöyle... Ben küçükken gözüm aralık uyurmuşum. Ne? Hiç görmedin mi öyle uyuyan? Ben az buçuk kardeşimde gördüm bunu ama tam değil. Acaba ben nasıl uyuyordum bilemiyorum bu nedenle. Ama işte, gözüm aralık uyurmuşum. :) M. bir keresinde büyük anneannelere gelmiş. Benim yanımda bana seslenmiş seslenmiş ama ben ona cevap vermemişim, o da bana küsmüş mü nolmuş ahahhaha. Annemlere ''İlkay benimle konuşmuyor'' demiş. Oysa ben uyuyormuşum ahahahha. Bu anıyı M.'nin kendisi bile hatırlamaz herhalde ama komik. Sanırım beni güldürdüğü için ben hiç unutmadım.

Genelde beni güldüren anılarımı unutmuyorum biliyor musun? Ben bilmiyordum. Hatta şimdi fark ettim. İnsan, üzüldüğü zamanlara daha çok tutunuyor aslında ama yine de onları bırakmayı seçtiğinde aklına sadece güldüğü anlar doluşuyor. Kalbini açan anlar. Yirmi yıl sonra bile.

Büyük anneanne aklıma nasıl mı geldi... Bir dizi izliyordum. Çocukluğumdaki en en en favori dizim. Rastgele bir bölüm açtım ve izlemeye başladım. Merzuka perinin olduğu bölümler. Hatta az evvel Toprak peri büyükannesiyle telefonda konuşuyordu. Benim de aklıma, kendi büyük büyük annem geldi işte. İçinde üç tane anne taşıyan, büyük büyük annem. İsimleri açıkça yazmıyorum fark ettiğin üzere. Neden bilmem, aslında kimseye zararı yok ama... Bunlar benim zihnimden çıkan anlar ya hani... Belki bu anılardaki kişiler olayları böyle hatırlamaz diye veya burada yoklar diye... Ama yeri gelmişken şunu söylemek istiyorum; ben kendi anneannemin de, onun annesi olan büyük anneannenin de ismini çok seviyorum. Hep de çok sevdim. Başka kimsede duymadığım için seviyorum sanırım. Onlardan başka kimseyle bu isimleri eşleştiremediğim ve hep onları anımsadığım için. <3

Acaba büyük büyük anne beni bugün görse hakkımda ne düşünürdü? Onun eşi, büyük dede, beni çok severmiş. Yani bebekken. Gerçekten, bebekken beni çok severmiş. Zaten ben bebekken de vefat etti. Üzücü anıları anımsamıyorum dedim ama... Ben büyük anneannenin ölümünü anımsıyorum. Ölümü ilk kez gördüğüm andı. Çok anmak istemiyorum ama görmüştüm. O hastaydı ama ölürken, öleceğini herkes bilirken bile... yaşamdan bir şey istemişti. Su. Su istemişti. Umarım gittiği yer ismi gibi bir yerdir. Onu gerçekten hiç hatırlamasam da... sevdiğimi biliyorum. Onunla olan bütün fotoğraflarımda kıkır kıkır gülüyorum (yani çoğunda :). Acaba o da bana hiç gülmüş müydü, biraz merak ediyorum. Acaba beni tanısa sever miydi, yoksa o, zaten ben'i tanıyan sayılı kişilerden mi... Bilmiyorum.

Bir de ilk kardan adamımı onun terasında yapmıştım. Kocamandı. Sonra bir daha öyle büyük bir kardan adamım olmadı ne yazık ki. Kardan adamımla iki fotoğrafım vardı. Biri fotoğraf albümümde, diğeri zihnimde. Ama zihnimdekini uyduruyor muyum artık emin değilim. Zihnimdeki fotoğrafta ben kedileri hatırlıyorum. Cidden hatırlıyorum. Ama fotoğrafta yoklar, ne tuhaf. Acaba uyduruyor muyum, vallahi bilemiyorum. Ama bak kardan adam yapmıştım, hemi de kocamandı o kesin.

Sana bir tane de Sihirli Annem yazısı yazayım. Çok içimden geldi.

:)


Beni Asla Bırakma (Kazuo Ishiguro) | Kitap Yorumu

Yazar: Kazuo Ishiguro, Çevirmen: Mine Haydaroğlu,
Yayınevi: YKY

Bazı kitaplarla tanışıklığım eskilere dayanıyor. Bir rafın bir köşesinde karşılaşıyor veya bir ekranın ardından bir gün elbet buluşmak üzere sözleşiyoruz. Beni Asla Bırakma da tanışıklığımın yıllara yayıldığı, hatta bir keresinde hoşbeş ettiğim bir kitap. Neden bilmiyorum, kitabı bugüne kadar okumadım, biraz da okuyamadım. Hep bir şey çıktı. Başka bir kitap -üzgünüm- o anlık önceliğim oldu sözgelimi veya kütüphaneye kitap teslimi günüm geldi, sınavlarım yaklaştı, ödevlerim beni delirtti... İlginçtir, tüm bunlara rağmen kitapla aramızdaki bağ hep korundu. Ve işte bir gün, elbet buluştuk.

Kitapla tanışma hikayemi anlattım. Çünkü sana ondan bahsetmeyi geciktirebildiğim kadar geciktirmek istiyorum. İlginç bir konusu var, sürükleyici bir olay akışı var. Ancak ben sevdiğim bir şeylerden bahsederken, sevdiğim bir şeyleri anlatan türden biriyim. Sevme nedenlerini anlatan, anlatmak isteyen, elinden gelse kalbini çıkarıp göstermek isteyen biriyim. Bir şeyi çok sevmişsem, o şeyi düzgünce tanımlayamam da, hislerimi aktarırım. Ancak söz konusu hislerime şekil veren düşüncelerimden bahsedebilmem için sanırım sana biraz kitabın konusundan da bahsetmem gerekiyor. -bir zahmet, tabii.-

Kitap, Hailsham isimli bir yatılı okulun öğrencilerinin başından geçen öyküyü anlatıyor. Ancak bu okul, sıradan bir okul değil. Bu okulun öğrencileri birer klon. Yetişkin bir birey olunca organ bağışı yapacak ya da bağış yapan klonlara refakat edecek bakıcılardan oluşan klonlar. Bu yatılı okul gibi daha niceleri olmasına rağmen onlar ''şanslı'' olanlar. Sanatla ve sporla iç içe bir programı barındıran güzel bir eğitim alıyor, çocukluk yıllarını onlara biçildiği kadarınca özgür geçirebiliyorlar. Gençlik yıllarına geldiklerinde okuldan ayrılıyor ve onları bekleyen hayata atılmaya hazırlanıyorlar. Kitabın anlatıcısı olan Kathy de bir bakıcı. Biz okurlara Hailsham'da yaşadığı yıllarda başından geçen olayları anlatıyor. Onun anıları aracılığıyla başta dostları Ruth ve Tommy olmak üzere diğer öğrenciler ve gözetmenlerle tanışıyor, bu alternatif dünyanın kurallarını tanımaya çalışıyoruz.

Bu kitap en basit ifadeyle kalbimi kırdı. Çünkü kitap her ne kadar alternatif bir kurgusal evrende yaşananları anlatsa da, aslında yaşadığımız dünyayı anlatıyordu. Kitabın karakterleri bir amaç için var edilen çocuklardı. Bir komün düzeninin içine doğuyor, kim olduklarını net olarak bilmeden büyüyor ve zamanı gelince onlara biçilen kadere boyun eğiyorlardı. Hailsham öğrencilerinin diğer okullarda yetişen öğrencilere göre çok daha şanslı oldukları pek çok kez vurgulansa da, onların durumunun tam olarak bir kutunun içinde yaşarken görebildikleri dış dünyaya asla dokunamamak olduğunu düşünüyorum. Onlara özgür birer zihin veren bu gözetmenler, aslında beraberinde onlara umut, hayal, beklenti oluşturmak için alan tanıyorlardı. Ancak hepsinin kaderi aynıydı: Ölene kadar organlarını bağışlamak! Ölüm onların kaçamayacakları kaderleriydi. Acı dolu yalnız geçen bir ömrün ardından erken gelen bir ölüm...

Sadece bedenlerinden faydalanmak için klonlar üretmenin etik boyutu bir yana, gerçekten kendi bilinçlerine sahip olan kanlı canlı bu insanları, onları koruduklarını söyleyen gözetmenlerinin bile hiçbir zaman gerçekten ''insan'' gibi görmemesi ve bu nedenle onların da ''ruhu olduğunu'' durmadan kendilerine ve dünyaya kanıtlama çabaları... bu öğrencilerin hayatları boyunca ev olarak bildikleri tek yerin bu okul olması, birbirlerinden başka aile olarak görebilecekleri, tutunabilecekleri ve aslında kendi kimliklerini tanımlayabilecekleri ellerinde hiçbir şeylerinin olmaması... oradan buradan sezdikleri küçük dokundurmalarla ''ne'' olduklarını ve kaderlerini kestirme çabaları... sadece ofiste, süper markette veya otoparkta çalışmak gibi gülünç denecek kadar basit hayallerinin bile asla gerçekleşmeyecek olması ve bunu bu kadar kolay kabullenmeleri... Kalbimi o kadar çok kırdı ki. En sonunda ağladım. Kathy için, Tommy için, Ruth için... ve en çok da kaybolmuş kıymetlilerini gri düzlüklerde arayanlar için ağladım.

Bu noktada üstünde durmak istediğim birkaç detay var. Açık açık spoiler vermeyeceğim ama kitaba dair bazı detaylar üzerinden konuşacağım uyarısında da bulunmalıyım. Okuyup okumamak size kalmış... 

Madam ve gözetmenlerin dış dünyadaki insanların genetiğinden kopyalanmış ve ''klon'' olan bu öğrenciler için verdikleri çaba bile aslında kendi kırılgan umutlarının ve daha ''insancıl'' bir dünya ideallerinin bir ürünüydü. Nitekim Madam dans eden küçük bir kızı gördüğünde bile o küçük kızın kendi yaşamına dair hayalleri olabileceği fikrini aklına getirmemiş, sadece -bencil bir yerden- kendi ideallerinin kırılganlığıyla yüzleşmişti. Aynı şekilde kimlik arayışında olan, çünkü gelecekleri hakkında bir çıkış kapısı arayan bu genç öğrenciler, klon olduklarını kabullenmekle birlikte, her kim olursa olsun nasıl bir bedenden varlık bulduklarını bulma umudundaydılar. Bu kişi azılı bir suçlu veya utanç verici bir hayat yaşamış biri olsa bile... Bu öğrencilerin kim olduklarını arayış süreçleri, kendi içlerinde kendilerine yer bulma çabaları bile tek başına insanı yoran bir durum. Bu çocuklar kendi varlıklarını kendilerine kanıtlamaya çalışırken aslında kendilerine yıllar öncesinden biçilmiş ''kadere'' yürüyorlardı. Tarih kitaplarında gördükleri toplama kamplarını çevreleyen elektrikli teller ve kendi okullarını saran elektriksiz teller ile ilgili yaptıkları mizah da, diğer tüm şakaya vurma girişimleri ve kaçış yolları gibi, aslında onların kaçmaya çalışamayacak kadar bile bu kaderin içine köklendiklerini, varoluşlarını onlara söylenenden farklı yaşamayı bile düşünmediklerini gösteriyor. Yani, bu çocuklar gerçekten de hapistiler! Öyle doğdular, öyle yaşadılar ve öyle öldüler. Düşününce... kader dediğimiz ve hayat dediğimiz yapı, aslında bu bilimkurguya varan kurgudan ne kadar farklı? Bizler de bir yaşantının içinde bize biçilmiş sınırların içinde çoğunlukla kendi isteğimizle bize verilen rolü oynayıp ölmüyor muyuz? 

Kitapta Ruth'a hiç kızmadım desem... Belli belirsiz hatırladığım film uyarlamasında kendisine biraz kızdığım hayal meyal aklımda olsa da... kitabı okurken ona hiç kızmadım. Çünkü o da sadece bir çocuktu. Kaybolmuş bir çocuk. Aslında Tommy ile Kathy için de hiç üzülmedim, evet hiçbir zaman. Çünkü onlar en başından beri şanslılardı. Üçü de şanslıydı. Birbirlerini buldukları için.

Spoilerımsı kısım ve açıklamalarım bitti.

Bana buruk hissettiren diğer bir durum da, bu dört bir yanı dikenli tellerle çevrili kısa yaşamlarında birbirlerini bulan karakterler oldu. Böyle saçma bir dünyanın içinde kaçamayacakları durumları kabullenmek için birbirlerine sığınan bu karakterler bana buruk hissettirdi. Savaşları, esir kamplarını, baskı altında yaşayan nice insanı, ölümle burun buruna olan hayatlarımızı ve en çok da bir şeyleri sessizce kabullenenleri... Aslında biz insanları anlatan, bunu ilgi çekici bir konuyla yapan bir kitap. Sade bir dili olmasına karşın anlatımı etkileyiciydi. Anlatıma dair en beğendiğim durum da biz okurların kitabın anlatıcısı olan Kathy aracılığıyla en başından beri sanki bir gözlemci değil de, olayları deneyimleyen biriymiş gibi anılar arasında gezinmemiz oldu.

Kitabın ayrıca 2010 yapımı Never Let Me Go (Beni Asla Bırakma) adıyla bir film uyarlaması bulunmakta. Bu filmi de yıllar evvel bir kitaptan uyarlandığını bilmeden izlemiştim. Filme dair tüm detayları unutsam da, beni neyin beklediğini bildiğimden kitabı aslında üzülmeye hazır olarak okumaya başlamıştım. Belki de tam da bu nedenle bu buruk his daha derinden bir yerden bana dokundu. Çünkü ben, karakterlere üzüleceğimi düşünmüştüm; oysa kitabı bitirdikten sonra aslında kendime üzüldüğümü fark ederken buldum kendimi. Filmi de yeniden izlemeyi düşünüyorum.

Kitaplarla kalın.


Sakura Fırtınası #1: Kardeşim ve Ben


Bu hikayeyi önceden anlatmıştım. Ancak şimdi bir kez daha aklıma ve gündemime düşmesinde eski (??) bir mektup arkadaşım etkili oldu. Kendisi artık muhtemelen beni asla okumayacaktır (ve benden nefret etmemesini -kendimi de bu kadar önemserim- umarım). Sevgili B. veya C. (ki B. desem daha iyi olabilir), uzun zamandır kalbime sakuralar yağmadığı gerçeğini görmemi sağladı. Üstelik sakura yaprakları her yandayken! -evet kasım ayında bile- İşte ben de, bu nedenle, bir sakura fırtınasının bir anından (Bezelyecik duymasın) kalbimden bir an çıkarmaya karar verdim.

Çocukluk anılarımı net hatırlarım. Ben unutsam, elbet bana ben büyürken birisi hatırlatmıştır. İlkay çocukken böyle yapardı, şöyle derdili cümleler, çocukluğumla aramdaki güvenilmez köprünün en sağlam taşlarını oluşturuyorlar gibi geliyor bana. Bu nedenle (özellikle de yaşlandıkça, şşş) anılarımı ben mi hatırlıyorum yoksa bana hatırlatıldığı kadarını mı aklıma getiriyorum, emin olamıyorum (ve asla da olamayacağım).

Küçükken kardeş istemez(mişim)dim. Bunu ben de hayal meyal hatırlıyorum ama -dedim ya- bu hatırlamalarım kulak misafiri olduğum konuşmalardan mı ileri geliyor yoksa ben mi bizzat hatırlıyorum emin değilim. Her neyse! Günün sonunda ikisi de aynı şeydir. Ben de, işte, çocukken kardeş istemez, hatta kendimi yerlere atarmışım. İnan bana hiç de öyle bir çocuk değildim. Bence iftira :). ''Kimse benim anneme anne, babama baba diyemez,'' diye millete ayar çekermişim. İlginçtir, ailem çığıran bir veledi dinlerlermiş de. Gerçekten de ''ben kardeş istiyorum!'' diye çığırmaya başlamadan evvel bir kardeşim olmadı.

Olay şöyle gelişti... Anneannemlerin mahallesinden iki arkadaşımın peş peşe kardeşleri oldu. Ben zaten bu ikisine çok kuruluyordum. Benden bir yaş büyüktüler ve aynı yaşta oldukları için onları birbirine yaklaştıran ortak konuları vardı. Hele hele biz büyüdükçe bu konuların sayısı daha da arttı (çünkü benden bir sınıf üstteydiler). İşte şimdi de kardeşleri olmuştu! Benim de kardeşim olmalıydı. Herkesin oluyorsa benim niye olmasındı! Hemen annemlere koşup bir kardeş sipariş etmişim. Tabi bilmiyorum, kardeş öyle isteyince hemen eline gelecek bir şey sanıyorum. Bir de üstüne büyük haliyle geleceğini... (hadi yine bebek olsun ama ciyak ciyak ağlayan bir bebek olması... bu konuya da geleceğim).

Yine de bence çok beklememişim. Artık kaç zaman geçti bilinmez... Bir kız kardeşim olacağını öğrendim! Acaba ne hissetmiştim? Bak benim hafızam güçlüdür aslında. Yukarıda bir girizgah yaptım ettim ama kendi hafızam da noktaları iyi hatırlar. Sadece, boşlukları nerelerden doldurduğumu hatırlamıyorum. Kız kardeşim olacağı zaman verdiğim tepki neydi, ne hissetmiştim onu da hiç hatırlamıyorum doğrusu ama bir kız kardeşim olacağını annem dahil kimse öğrenmeden evvel bunu benim öğrendiğimi hatırlıyorum. Nasıl mı? Rüyamda :))).

Bu, benim hatırladığım eeeen eski rüyam. O da bölük pörçük. Biliyor musun rüyamı da sanki bir çocuğun pastel boyayla çizdiği bir resmin görüntüsü gibi hatırlıyorum. Rüyamda küçük bir kız çocuğu vardı. Bu çocuk sarışınımsıydı. Ben esmerken kardeşimi sarışınımsı görmüş olmam da... Bahçeli bir evde hayvanlarlaydı falan. Galiba onu Pamuk Prensesvari (biliyorum o sarışınımsı değil) bir şekilde hayal etmişim ahahahaha. Neyse böyle bir rüya görmüştüm ama rüyamı birilerine anlatmış mıydım, beni ciddiye almışlar mıydı; yoksa kız bebek isteyen büyüklerimden onay toplamış mıydım emin değilim.

Kardeşim uzun yolculuğundan aramıza katılmadan evvelki zamana (yani annemin hamileliğine) dair hatırladığım bir diğer şey de -ki zaten başka da yok- kardeşime isim seçtiğimiz zamandı. O zamanlar popüler olan dizilerden, isimler sözlüğünden ve yine -sıkı dur!- bir rüyadan ilham alınmış üç beş isim gündemimizdeydi. Anlaşılan, kardeşim gelmeden evvel bize bir çeşit telepatik mesajlar yollamış (tabii ki şaka yapıyorum). Annem rüyasında kardeşime İ. ismini vereceğini görmüş. (Evet o da İ.'li bir şey). Bu ismi bize açıkladığında ne düşündüğümden emin değilim ama benim favori ismim başkaydı. Yine de bana göre hava hoştu. Laf aramızda, o zamanki yani küçük Ben, kardeşimin isminin anlamını çok sevmişti. 

Gel zaman git zaman annem ve babam beni teyzemgile emanet edip ortadan kayboldular. Geri döndüklerinde yanlarında biri daha vardı: Ciyak ciyak... (kardeşim okur falan, şaka şaka) Su perisi kardeşim. Onun doğumundan sonrasına dair aslında belli belirsiz bir anım daha var ama bu o kadar sisli bir anı ki, gerçekliğinden şu an şüphe ediyorum. Sanırım annemler geri dönmeden evvel ben kardeşimi ziyarete gitmiştim. Tabi ki babam ve halamla birlikte. Anneme bir çiçek almak hakkındaki konuşmamız aklımda. Böyle bir şeyler. Ama sonrası yok. Kardeşimi ilk gördüğümde içime dolan his, yok. Eve döndüğümüzde zihnime dolan sorular, var.

Mesela: Kardeşim de çikolata sever mi? Ona da alabilir miyim? İki tane alsam olmaz mı? Hem İ. de sever bence... (o sırada İ. ağlamakla meşguldü).

İ. uzun bir dönem sadece ağladı. Bu beni biraz hayal kırıklığına uğratmıştı hatırlıyorum. Ben, birlikte oynayabileceğim bir arkadaşım olacağını düşünüp ''kardeşim nerrdeee!'' diye milleti darlıyordum oysa... Kardeşimle oyun oynayabileceğimiz kadar büyümesini beklerken, ben de büyümüştüm... :( Sonra da ona sinir oluyordum galiba. Eşyalarımız ortak olduğu için, meraklı olduğu için, bilgisayarda oynarken araya girdiği için... Aslında İ. çok uslu bir çocuktu. Düşünüyorum da... Ben çocukken hep çok daha şımarıktım. (Laf aramızda hala biraz öyle olduğumu düşünüyorum...)

İ.'nin çikolata yiyemeyeceği gerçeği (henüz bir haftalık falandı muhtemelen) beni üzmüştü. Bu, bir çocuk için gerçekten üzücü diye düşünmüştüm. Çikolata yiyememek! 

İ. gerçekten prenses gibi bir çocuktu. Tipi bile ahhahahah. Ben biraz daha serseri bir kızdım. Ama duuurrr... İ. çok bebekken erkek çocuğuna benzetilirdi ahahahhah. Ama tatlı diye diyorum ya. Hatta annem artık bu durumdan sıkılmıştı da, İ.'nin kız olduğunu vurgulayan şeyler ve renkler giydirirdi. Bir anı aklıma geldi bak şimdi. Ben, annem ve bebek arabasındaki elbise giymiş İ. yolda giderken iki genç İ.'yi sevmişti. İçlerinden biri ''kız mı erkek mi'' diye sorunca annem de ''ama yok artık''vari bir tepki vermişti ahahhahaha. Neyse. Ne diyordum... ben daha... daha... hah, marjinal bir tiptim. Yani çocukken.

Yani işte davranış olarak da değil de (tamam İ.'ye göre davranış olarak da)... İşte genel hava diyelim. Örneğin benim hiç düğünlerde giydiğim gelinliğim veya prenses elbisem olmamıştı. Pembe rengi çok giymezdim. Kot ceket ve kovboy çizmem, ekose eteğim, cırt renkte badilerim... Çocukluk fotoğraflarımda böyleyim. Bir de şımarık şımarık pozlar verirdim. Prenses gibi değil de... Şımarık dediysem de... İşte, tatlı anlamında. O zamanlar tabi dijital kameralar yoktu. Fotoğrafın nasıl çıkacağını bilemediğinden öylece şansa çekiverirdin. Benim fotoğraflarım bu yüzden daha çok anı yansıtıyor. Bazısında yan tarafa seslenirken, bazısında bir şeylerle uğraşırken... İ. küçükken yine bu kadar gelişmiş değildi kameralar falan filan ama yine de dijital fotoğraf makineleri çıkmıştı ve fotoğrafta nasıl çıktığını (örneğin gözün kapalı mı ahahah) görebiliyordun.

İ. ile olan en eski fotoğrafımızda ben 6 yaşında falanım. Bücürüm yani. Kucağımda benim yarım kadar bir bebek (abarttım). Ama o yaşlarda küçüktüm takdir edersin ki ve bir bebek bile bir çocuk olan küçük Ben'in kucağına büyük gelmişti. 

Oyuncak bebeklerimle oynamayı çok severdim. Oyuncaklarıma hep özen göstermişimdir, sanki canlılarmış gibi. Bahsettiğim bebekler de Barbie falan değil (genelde) daha büyük bebekler. Düşünüyorum da, benim oyuncaklarım bile bir tuhaftı hahshah. Yani bebeklerim. Çok güzel değillerdi ama bu nedenle çoook güzellerdi. Biri Ö. teyzemin çocukluğundan kalmaydı; mavi bir elbisesi vardı ve adı -tabi ki- Maviş'ti (ama bu adla birlikte bana gelmişti, ona ben isim vermedim). Bir bebeğimi A. halam yapmıştı sanırım veya o da onun çocukluğundandı ve pembe saçları vardı. Ama böyle fosforlu falan pembe gibi pembe saçlar. Tabi ki, adı da: Pembe'ydi ahahhaah. Ama ona da bu ismi ben vermemiş olabilirim. Böyle böyle bebeklerim vardı işte. Çok güzel değillerdi ama çok güzellerdi ve benim arkadaşımdılar. (Sonra kardeşim onları... Onlarla kardeşim daha dolu dolu oynadı sanırım bilmiyorum ama benden daha özenli olmadığı kesindi).

İ. ile olan fotoğrafımızı anlatıyordum. İ. oyuncak bebek gibiydi, bu nedenle aklıma oyuncaklarım geldi. Küçük Ben de İ.'yi oyuncak bebek falan gibi görmüş müydü acaba? Hiç sanmıyorum. Çünkü oyuncaklar ağlamıyordu ama İ. ağlıyordu! O fotoğrafta da arkadaki kanepeye yaslanmışım. Elimdeki kardeşimi tutmaya çalışırken halterci gibi yüz kaslarım gerilmiş. Ama iyi ki o fotoğraf var. Bazen bazı fotoğraflarım ve yazılarım için iyi ki var diyorum. Zaten benim çocukluk fotoğraflarım çok komik (ve bu nedenle güzel).

Annem evi temizleyeceği zaman İ.'yi uyuturdu ama uyanmasın diye de ona ben bakardım. İşte ana kucağını sallayayım, onu eee eee'leyim diye falan. Ama bunu tabi ki beleşe yapmazdım. Annemle ''şu kadar cd izlememe izin verirsen, ben de İ.'ye o kadar bakarım'' diye pazarlığa girermişim (ki bunu ben de hatırlıyorum). Çizgi film cd'lerimi çok severdim. Ciddiyim, tv'de çıkan çizgi filmlerden daha çok severdim cd'den izlediklerimi. Böyle, masalların uyarlamalarına dair cd'lerim vardı onu hatırlıyorum. Sonra Red Kit vardı ki en sevdiklerimde baş sıradaydı. Ama en en en favorim (ki bunu daha evvel anlatmıştım) Karlar Kraliçesi idi (en eski yapımı, sonradan çıkanlar değil). İ.'yi pışpışlama bahanesiyle onları art arda izlerdim. Zaman içinde hem dvd'imiz hem cd'ler bozuldu ne yazık ki. Ama çocukluğumu anımsadığımda beni en çok gülümseten şeylerin başında o cd'ler gelir.

İ. ile birbirimize hiç benzemeyiz. Hem de çok benzeriz. Hem aynı şeyi düşünür ve yaparız, hem de bunu farklı şekilde -kendi dilimizle- yaparız. İkimiz de inatçıyız sözgelimi. Ama İ.'nin inadı ile benim inadımın kendini gösterme şekli birbirinden çok farklıdır. İ. ile bu yaz küsmüştük. O beni, ben de onu kırmıştım. Sonra ne o yanaştı, ne ben. İ. evden gidene kadar evde soğuk savaş vardı. :) İ. evden gidince hem rahatlamış, hem buruk hissetmiştim. Laf aramızda... yine biraz kırılmıştım ama bu kırgınlığın İ. ile bir ilgisi yoktu. Hala bu kırgınlık geçmedi. Hani İ. ile ilgisi olmayan kırgınlık. Sanırım hiçbir zaman da geçmeyecek. Bu nedenle biri bana minicik soru sorunca alakasız yerden çıkıyor. Sakura yerine dolu yağdırıyorum. 

İ. ile barıştık. Çok salak olduğumu fark ettim. Hazır İ. de eve kısacık dönmüşken gittim sarıldım. O da sarıldı. Bu kadar.

Sarılmak istediğin biri varsa git sarıl sevgili okur. Zaman kıymetlidir. Her şey geri gelebilir ama salaklıklarımız bizden en çok zamanımızı alır. 

Ben de sana işte şimdi sarıldım sevgili okur. Bazen birine sarılmaya ihtiyaç duyarım. Sen de duyuyorsan, işte sana sarıldım.

Aslında bu kasım ayı benim için iyi geçti. Bir ölçüde? Alerjim geçti. Zaten çok mutsuzum diye oluyordu. Ama insan, mutsuzluğunu nasıl geçirebilirdi? Mutsuzluğum geçmedikçe alerjim olmadık yerde pırtlayacaktı... Ve ben ilaç falan içmek istemiyordum. Bir sabah uyandım ve hönkürerek ağladım. Tüm hayal kırıklıklarım tek bir noktada buluştu. Sonra odamı süpürge tutarken herkesle, kalbimle, gözyaşlarımla, belirsizliklerle ve durmadan ucu çıkan süpürgeyle kavga edip durdum. Sonra hocama yl'yi bıraktığımı söyledim. Sonra çok istediğim bir şeye başladım (ki bu bana iyi geldi). Sonra, kendime aşık olmaya başladığımı fark ettim.

Sana Kasım başlıklı yazımda bundan bahsetmiştim. Kendini sev, ''önerisi'' özellikle de sosyal medyanın yaygın kullanımıyla herkese reçetesiz verilir oldu. Önceden, ''seveyim seveyim de, gözünü seveyim bana bir de onu nasıl yapacağımı söyle,'' diye düşünürdüm. Sonra -ki uzun da bir süre- ''kendimi böyle sevebilirim!'' ile ''kendimi neden sevemiyorum!'' ikiliği arasında ayran oldum. Sonra, bunun ne kadar aptal (üzgünüm) bir söylem olduğunu fark ettim. Çünkü insan, zaten kendini sever. Bir bebek bile bir şeyleri sevme yetisiyle doğar, değil mi? Bebekler üzerinde yapılan çeşitli araştırmalar varmış. Yani ''insan iyi midir, kötü müdür'' olayı özelinde genelde. Tabi sevgi daha farklı bir şey ancak, sevgi beraberinde ve belki de öncesinde, bir şeylere sıcaklık duymayı gerektirir ve insan -bana kalırsa (ki zaten bu bilimsel bir yazı değil, dandirik bir yazı)- bu doğal sıcaklıkla doğar. İnsan, sevgiyi bilerek doğar. Hayatı severek doğar. İçgüdüleriyle doğar. Zamanla, isimleri öğrendikçe, diğerlerini de sever. Diğer insanları, canlıları, eşyaları, düşünceleri... Diğerlerinin diğerleri olduğunu, kendi benliğinden ayrı bir varlıkları olduğunu ayırt eden bebek, içinden gelen sıcaklığı (sevgiyi) diğerlerine yöneltir.

İnsan sevmeyi bilerek doğuyorsa, o zaman, neden kendini sevemediğini düşünür? Çünkü öyle düşündüğüne inandırılır. Diğerleri dediğimiz, benliğimizle yer değiştirince, biz kendimiz için ''diğeri'' oluruz ve belki de bu nedenle, sevgimizi bir kez daha (ve aslında illüzyonik olarak) kendimize yöneltmemiz gerektiğini düşünürüz. Bu sadece bir ''yanılsama''dır dediğim gibi, gerçeği yansıtmaz. Öte yandan, neye inanırsan, gerçek odur. Senin gerçeğin odur. Ancak sevgi, en temel bileşen (benim varsayımımda) zaten içindedir. İçinde olan bir şeyi dışarıda aramak ise, yaşlıca bir harekettir. Çünkü hiçbir çocuk, bu yanılgıya düşecek kadar sıkıcı olmaz. Bu nedenle de büyürken, kendimizi ''diğeri'' yapıp kendimizden uzağa koyarken, kendimizi sevmenin yollarını ararız.

Bu nedenle ben, zaten içimde olan sevgiyi gören ben, kendime yanlış soruyu sorduğumu fark ettim. Sevgi bende, kaynakta, kaynak bensem ve benden çıkıp bana dönecek bir sevginin peşindeysem, o zaman... soru şu olmalı! Benden çıkıp bana dönen sevginin ilerleyeceği yol, yani kendi sevgimi kendime gösterme biçimim, sevgi dilim, ne olmalı? Bu noktada imdadıma ''aşk'' imgesi yetişti. Aşk, bu dünyada yaratılan bir şey. Bu dünyanın dillerinde yaratılan. Sevgili Bezelyecik başlıklı öykümsü serimde bunu keşfetmiştim. Aşk, soyut bir şey gibi pazarlanır. Hayır. Aşk, görebileceğin en somut şeydir. Sadece, herkesin dili algılayış biçimi, kullanış biçimi, yani ''aşk'ı farklıdır. 

Kendime aşık olmaya karar verdikten sonra ilk önce görüntümden etkilendim. Vay be... ben de fena değilim, gibi (ki bu bana arada gelir - aşkın ilk kıvılcımı). Sonra kendim için iyi olduğunu düşündüğüm kararlar aldım ve adım attım (aşkın derinleşmesi). Çünkü sevdiğin birine ''somut'' olarak ilgini göstermek aşkın ifadesidir. Sonra kendimle kavga ettim (aşkın dipsiz kuyusu). Evet evet, aşkta bu da vardır ya hani, kendimle kavga ettim ve kendime zayıflıklarımı göstermekten bu sefer çekinmedim. Yetersiz noktalarımı, acabalarımı... Çekindiklerimi. Sonra da gittim İ.'ye sarıldım işte. ''İ...'' dedim, ''ben çok aptalım.'' İ. de duygulanmaya yer arıyormuş, beraberce duygulandık. Evin havası değişti vallahi. (İ. ile evde köşe kapmaca oynuyorduk, ilahi biz).

Bu yazı nereye bağlanacak... Bilmem. Sakura fırtınası bir rüzgarla başlar. Ve çiçekler uçar, uçar.


Cinayetler Kulübü (Agatha Christie) | Kitap Yorumu

Yazar: Agatha Christie, Çevirmen: Gönül Suveren,
Yayınevi: Altın Kitaplar

Kitap, on üç cinayet vakasından oluşuyor. Miss Marple'ın evinde toplanan altı kişi, sırasıyla başlarından geçen esrarengiz öyküleri anlatıyorlar. Bu öykülerdeki suçluları bulmaya çalışan grubu, köyünden hiç çıkmamış yaşlı ve sevimli bir kadın olan Miss Marple fazlasıyla şaşırtıyor. İnsan doğasını şaşkınlık verecek ölçüde çözmüş bu kadın, öykülerdeki gözden kaçan noktaları kolaylıkla gün yüzüne çıkararak grubunda yer alan kariyer sahibi insanların ilgisini çekiyor.

Kitabı kütüphanede dolaşırken Agatha Christie kitapları arasından neredeyse bakmadan rastgele seçip aldım. Çünkü biliyorum ki yazarın hangi kitabını okursam okuyayım, muhakkak ilgimi çekecek. Sevgili Christie ile yıllar evvel yine bir kütüphane ziyaretimde tanışmış ve aynı yöntemle rastgele bir kitabını seçip okumuştum. Bu ilk okuma deneyiminden sonra okuduğum tüm kitaplarını ise yer yer şaşırarak, yer yer acemi bir dedektifin gurur pozlarıyla okumuştum. 

Agatha Christie'nin hayranlık duyduğum bir yazar olmasında onun azimli bir kadın olmasının rolü büyük. Disleksisi bulunan bu kadın, onlarca kitap yazmış ve yazdıkları yıllar boyunca da severek ve ilgiyle okunmuş büyük bir yazar. Kitaplarını sevmemdeki en büyük etken ise olayları klasik polisiye kitaplarındaki gibi kana bulamak yerine, işin dedektiflik kısmına ağırlık vermesi. Onun kitaplarını okumak bana bulmaca çözmek, oyun oynamak gibi geliyor. 

Kendisinin Hercule Poirot isimli karakterinin olduğu öykülerini ayrı bir seviyorum ancak Miss Marple da oldukça ilginç ve keskin zekalı bir karakteri. Ancak bu kitaptaki tüm olayları Miss Marple'ın çözmesi bir noktada sıkıcı mı geldi desem... Teyzeciğim keşke diğerlerine de biraz şans verseydin diye düşünmeden edemedim.

Kitapta on üç farklı olay anlatıldığı için aslında her bölümde farklı bir kurgu okuyoruz. Kitabın arka kapağında da yazdığı gibi bu her bölüm ayrıca uzun bir roman olabilecek potansiyele sahipti diyebilirim. Christie gerçekten üretken ve özgün bir yazar. Kitabı merakla, ilgiyle ve bazı bölümlerdeki vakalarda ayrıca şaşırarak okudum. Hatta keşke bu kitabın on üç bölümlük bir dizisi çekilse diye düşünüyorum şu an... Eminim herkes bayılırdı. :)

Kitaplarla kalın.


Hayalet Melodi (Eren Özeren) | Kitap Yorumu

Yazar: Eren Özeren, Yayınevi: Sarmal Kitabevi

Kitap, yeni taşındığı evde bulduğu günlüğü okumaya başlayan Filiz'in evin eski sahiplerine ve kendi iç dünyasına dair gerçekleri keşfetme sürecini konu ediniyor. İyi bir üniversite olan Kent Üniversitesi'ne Yaratıcı Yazarlık dersleri vermek üzere gelen Filiz, kampüsteki lojmanda hocaların barınması için yer alan villalardan birine yerleşiyor. Bir yandan yeni hayatına uyum sağlama süreci, diğer yandan hissettiği yalnızlık genç kadını okuduğu günlüğün ve yaşadığı evin eski sahibi Melike'ye daha çok bağlıyor. Günlüğün sahibi ünlü piyanistin geceyi dolduran hayalet melodilerinin peşine düşen Filiz, çevresindeki insanlar hakkında gizemli bilgilere ulaşıyor ve zamanla kendini bir bilmecenin ortasında buluyor. Kitap boyunca Filiz'in Melike'nin günlüğünün rehberliğinde etrafındaki gizi çözme sürecini okuyoruz.

Kitabımız bir blog yazarı olan sevgili Eren Özeren'in kitabı olduğundan kitabı okumak için heyecanlıydım. Kitabı Blog Forum'un çekilişinden hediye olarak kazanmıştım. Buradan Blog Forum'a bir kez daha teşekkür etmiş olayım. :) Aslında kitap elime ulaşır ulaşmaz (birkaç ay oldu :) bir heves okumaya başladım ama benim için biraz yoğun ve ruh halimin çalkantılı olduğu zamanlar yaşadım. Kitap okuyamadım. Bu nedenle kitabı okumayı da beklemeye aldım. Bu hafta içinde kitaba bir kez daha başladım ve görüldüğü üzere kısa sürede de okuyup bitirdim. Buradan kitabın gerçekten sürükleyici olduğunu anlıyoruz.

En başından itibaren kitabın konusu ilgimi çekmişti. Tolstoy'un meşhur sözü yaşanıyordu: ''Tüm muhteşem hikâyeler iki şekilde başlar: Ya bir insan bir yolculuğa çıkar, ya da şehre bir yabancı gelir.'' Şehre yeni gelen bu yabancı (Filiz), oldukça meraklı bir kadındı. Bu durum onun yeni taşındığı bu ortamı, okur olarak benim gözümde de ilginç kılmıştı. Sadece çevresine değil, kendi hislerini tanımlama konusunda da değişken yapıda olan bu kadının keşfettikleri ilgimi çekti ve aslında kitabı hep bir sonraki bölümü merak ederek okudum. Çünkü Melike iyi bir anlatıcı, Filiz iyi bir soruşturmacıydı. 

İtiraf etmek gerekirse başlangıçta, hatta kitabın ortalarına kadar, kitaptaki karakterlerin ve genel yapının gerçekçi olmadığını düşünüp durdum; ki hala aynı düşüncedeyim. Eğer ki bu karakterler yabancı olsaydı veya olaylar yabancı bir ülkede yaşansaydı buna bu kadar çok takılmazdım ama Türkiye'de (İstanbul veya Ankara'da bile - ki İzmir'de zaten yok) bu kadar lüks bir üniversite yerleşimi olduğunu düşünemedim. :) Öte yandan karakterlerin bu kadar genç yaşta bulundukları mesleki konuma gelmeleri de inandırıcı değil bunu söylemeliyim. Hele hele üniversitede o konumlarda olup da bu kadar ilişki durumları içinde kaybolmaları olacak iş değil. Üniversite hocaları genelde dersin arka planında bilimsel faaliyetler ve belki daha belgeye dayalı işleri yürütmek için meşguller (özellikle gençse). Ben kendi hocamı ders vermediği zamanlarda da hep arka planda bir şeyler için uğraşırken meşgul görüyordum açıkçası. Yani kariyer yapmayı kafasına koymuş birisi böyle çok boş zamana sahip olmuyor. :) Aynı şekilde doktora öğrencisi Aslı'nın, onu da geçtim öğretim üyesi Filiz'in yaşı çok çok genç. Yani hiç yıl kaybetmeden o konumlara gelseler bile, gelemezler o yaşta. :) Belki bütünleşik doktora yapıyordur tabi bilemeyeceğim (benim detaylarda kayboluş :).

Bunun dışında kimseye, hele de bu kadar genç bir yaştayken ve bu kadar iyi bir üniversiteden durduk yere, ''bizimle çalışmak ister misiniz, ders vermek ister misiniz'' vs diye davet gelmez. Hatta genelde kendin ilanları takip edip başvursan bile kabul edilmeyebilirsin ki kontenjan da az olur diye biliyorum. Hele hele böyle iyi olduğu betimlenen bir üniversitede bu kadar genç yaşta, üstelik çok sevdiği bir konuda ders verdiği için sevgili Filiz'in çok şanslı olduğunu düşünüyorum. Dediğim gibi eğer ki bu yabancı bir ülkede geçen bir kitap olsaydı buna asla takılmazdım ama işin arka planını da taze bildiğimden :), aklımda hep bir ''ama böyle bir şey mümkün değil'' sorgulaması vardı. Detaylara takıldığımı söylemeliyim. Aynı şekilde okulda skandal olabilecek bazı birkaç durumun (hem Tansel'in, hem Doğukan'ın yaptığı) yapılması çok gerçekçi değil. Olabilir mi, belki ama gerçekçi değil. Yine söylüyorum bu karakterler yabancı olsa sorgulamazdım.

Tüm bunların dışında olaylar dallanıp budaklandıkça kitaptaki olaylar sonunu merak ettiğim bir bilmeceye dönüştü ve aslında ana koldan çatallanan bu kadar çok yan konuya sahip bir kurgu yazmayı meşakkatli bulduğumu eklemeliyim. Çünkü bu kadar çok yan olayı bir noktada ana olayda mantık örgüsü çerçevesinde düzgünce toparlamak gerekir ve yazarımız henüz ilk kitabı olmasına rağmen bunu gayet başarılı bir şekilde yapmıştı. Bence özellikle de ikinci yarısında ivme kazanan ve daha çok açılan bir kitaptı bu. Kitabın ikinci yarısında kitaba dair fikirlerim olumlu anlamda değişti. Hem karakterler farklı yönlerini göstermeye başladı ve derinlik kazandılar, hem de kurgunun yönünün bir çeşit dedektiflik öyküsüne evrilmesini sevdim. Bu kitap aslında kadınların öyküsünü anlatıyor. Melike'nin, Elmas'ın, Filiz'in öyküsünü; üçü de birbirinden çok farklı olan bu kadınların ortak yönü, yalnızlıklarıydı.

Kitabı bir diziyi izler gibi okudum. Yazarımızın başarılarının devamını dilerim.

Kitaplarla kalın.


Ex Machina | Film Yorumu


Yönetmen: Alex Garland 

Senarist: Alex Garland 

Yapımı: 2014 - İngiltere, ABD


+ Konuşmayı ne zaman öğrendin, Ava?

- Konuşmayı hep biliyordum ve bu ilginç, öyle değil mi?

+ Neden?

- Çünkü lisan, insanların öğrendiği bir şeydir. 

+ Ama bazılarına göreyse doğuştan vardır. Var olan yeteneğe, kelimeler ve dilbilgisi ekleme kabiliyetini öğreniriz. Buna katılıyor musun?

- Bilmiyorum.


Kaynak: Pinterest

''Sadece, basit sorulara basit cevaplar istiyorum. Dün sana onun için ne hissediyorsun diye sordum ve sen bana harika bir cevap verdin. Şimdi soru şu: O senin için ne hissediyor?''


Film, genç yazılımcı Caleb'in (Domhnall Gleeson) çalıştığı şirketin kurucusu Nathan (Oscar Isaac) tarafından gizli bir göreve çağırılmasıyla başlıyor. Bu görev için Nathan'ın şehirden uzakta ve herkesten gizli ofisine bir haftalığına giden Caleb, yapay zeka yazılımı olan Ava (Alicia Vikander) isimli bir robotla tanışıyor. Caleb Ava'nın bilinç farkındalığını ölçmek ve geliştirmek için onunla kısa sohbetler ediyor. Ancak tüm bu sohbetler yoluyla hem Ava, hem de patronu Nathan hakkında ilginç bilgiler ediniyor. Film boyunca bir yandan yapay zeka ile insan etkileşimini izlerken, diğer yandan insan bilincine dair felsefi bir arka planla karşılaşıyoruz.


+ Hangi nesneyi çizmeliyim?

- Her ne istersen. Karar senin.

+ Neden benim kararım?

- Ne seçeceğini merak ettim.


Yapay zekaya dair 2000'li yılların başlarından bu yana, gittikçe sayıları çoğalacak şekilde çeşitli filmlerin yapıldığını görüyoruz. Bu filmlerin genelinde yapay zekayı bir çeşit tehlike olarak görme, diğer bir deyişle, ''insanın yerine geçmesi'' endişesi yer alıyor. Bu filmde de aslında benzer bir etkiyi sürükleyici bir kurgu ile birlikte izliyoruz. Kurgunun akıcılığını sağlamak için tabi ki mevcut olay akışı içerisinde çeşitli gizleri sezdirme ve bunların peşine düşme, dost\ düşman ikiliği ve gerilimli atmosferi beslemek için de yer yer histeriye kayan duygu değişimleri ön plana çıkıyor. Ancak filme dair benim en çok ilgimi çeken nokta arka plandaki düşünce yapısıydı.

Ava, oluşturulurken tamamiyle insan organizması merkeze alınmıştı. Kablolarla dolu bir düzenekten ziyade, tıpkı insan organizmalarında görüldüğü gibi akışkan ve kendini yenileyebilen yapılar oluşturulmuştu. Özellikle de Ava'ya bilincini veren ''beyni'' tıpkı bir insan beynine benziyordu. Ava, hissedebilen bir robottu. Ancak bu his boyutu ''beyni'' olan aygıttan mı üretiliyordu, yoksa karşısındaki insanın hislerini mi kopyalıyordu? Yani gerçekten mi düşünüp hissediyordu, yoksa rol mü yapıyordu? 

Ava, bilinci kullanıma açıldıktan sonra yalnızca onu var eden Nathan ve onunla sohbet eden Caleb ile etkileşime girdi. Dünyası sadece dört duvardan ibaret olan bu robot, Caleb ile sohbet ettikçe düşüncelerini düzenleme yeteneği kazandı. Başlangıçta anlamsız (soyut değil, kendisinin de anlamını bilmediği) resimler çizen Ava, zamanla bu resimleri düşünceleriyle şekillendirmeye başladı. Ava karmaşık düşünce yapılarını düzenlemeyi öğrendikçe, filmin akışı da farklı bir boyuta taşındı. Çünkü Ava bu noktadan sonra, benliğini yaşamak istedi. Kendi benliğini yaşamak istedi; yani canlılarda doğal olarak bulunan yaşama içgüdüsünü -diğer bir deyişle ölümden korkma- kazandı.

Sürükleyici ve özgün bir filmdi. Hatta yıl sonu favorilerime bile ekleyebileceğim bir film. Bu filmi benzer yapay zeka konulu filmlerden ayıran yönü de tamamen insanı ve gelişimini robotların dünyasına aktararak işlemesiydi diyebilirim.


SPOILER!!!!

Benim en çok ilgimi çeken Ava'nın ismi olmuştu. Çünkü bu ismin telaffuzu Eve\ Eva'ya (bizdeki Havva) çok benziyordu. Yönetmen ''cennetten kovulma'' hikayesini bu kurguyu oluştururken kendisine ilham aldı mı bilmiyorum ama filmin işlenişinde Adem ile Havva hikayesine bazı göndermelerin yapıldığı görülüyor.

Nathan Ava'yı oluştururken sahibi olduğu arama motorunun verilerinden yararlanıyordu. Yani Ava aslında insanların ''googleladıkları'' (Nathan'ın şirketinin ürettiği arama motoru kullanılıyor burada) verilerden oluşuyordu. Ancak film ilerledikçe Caleb'in de rastgele seçilmiş bir çalışan olmadığını, arama geçmişinin onun bu göreve seçilmesinde etkili olduğunu ve hatta onun internet verilerinin Ava'nın zihin yapısının oluşturulmasında etkili olduğunu zamanla öğreniyorduk. Bu bilgiler de tabi ki bizleri yine Adem ile Havva hikayesine götürüyor. ''Havva, Adem'in kaburgasından yaratıldı,'' olayı. Yani Ava, Caleb'in internetteki arama verilerinden oluşturuldu gibi bir sonuca ulaşıyoruz.

Filmin kurgusunda bu yaratılış hikayesine yapılan bazı başka atıflar da göze çarpıyor. Ava ile Caleb etkileşimi (Ava'nın Caleb'in aklına kuşku düşürmesi), Nathan'ın kendine biçtiği rol (yaratıcı), Nathan'ın daha evvel oluşturduğu ve bilinç verdiği robotların bilinçli olmaya katlanamayıp kendi kendilerini parçalamaları (insanın bilinçli bir varlık olmaya katlanamaması) gibi unsurlar bana aslında insan yaratımını, ''cennetten'' kovuluşunu (bu filmde kaçışını) ve dünyaya adım atıp bilincinin sorumluluğuyla baş başa kalmasını hatırlattı. 

Başlangıçta filmde ufaktan bir cinsiyetçilik sezmiştim. Bunun nedeni ise Nathan'ın insansı robotu Kyoko'ya (Sonoya Mizuno) davranışlarından dolayı değil (çünkü bu kısımda aslında eleştiri yapılmış olabilir), Ava'nın bir kadın olarak ''tehlikeli, oyunbozan'' (çünkü zekiydi) gösterilmesiydi. Zaten Adem ile Havva (Adam ile Eva) hikayesinde de genelde Havva ''suçlu'' olarak gösterilmekte... 

Kyoko olayında ise Nathan kendine yalnızca bir çeşit ''hizmetçi'' oluşturmuştu. Malesef günümüzde bile kadın bedenlerine benzeyen robotlar bu tip durumlar için satılıyor. Gelecekte bu durumun varacağı noktayı düşünmek bile istemiyorum. Çünkü korkunçççç.

Aynı şekilde robotların birbirleriyle etkileşime girip işbirliği kurması ile olaylar ''yaratım'' boyutundan çıkarılıp, evrimsel gelişime atıfta bulunuluyor. Kyoko ile Ava'nın iletişim kurduktan sonra işbirliği içinde hareket etmeleri gibi. İnsanlar da -daha doğrusu Homo Sapiens de- işbirliği ile ayakta kalmıştı.

SPOILER BİTTİ!!!!


Ex Machina Official Teaser Trailer için tıklayabilirsiniz.


Not: Bu film yorumu yazısı reklam değildir, film önerisidir.


Popüler Yayınlar