Tarihe Notlar.

 

Bugün yeni hayatımın ilk günü!

Aslında biraz ilerledikten sonra bir yazı yazmak daha mantıklı, asla akıllanmıyorum... Neyse.

Artık olumsuza, geçmiş tatsız ve sonuçsuz deneyimlerime, keşkelerime, amalarıma ve hep böyle oluyorlarıma tutunmaktan sıkıldım. O kadar çok sıkıldım ki artık bunların beni kesmediğine karar verdim.

Aslında bu kafaya daha evvel gelmiştim ama yine dalgalandım. Ama bu sefer kesin. Evet kesin! :)

Artık kendimi gerçek bir sevgiyle seveceğime söz veriyorum. Sevgi neydi :); sevgi emekti, güvendi, heyecandı da. Evet benim sevgi tanımımda heyecan da var ne, olabilir. 

Kendime inanıyorum.

Hayata inanıyorum.

Kendi hayatıma da inanıyorum.

Fark ettim ki, nihayet fark ettiğimi kabul ettim ki, hayatta neye odaklanırsan onu büyütürsün. Ve aslında her şey kendi algın, odağın ve ne düşündüğün\ yaptığınla ilgili. Hayatta her şey senin kendinle ilgili. Ben de kendi doğamdan kaçmayı bırakmaya karar verdim. Aslında sevgiden kastım, gerçek bir sevgiden kastım, da buydu. Kendi güzel varlığımı :) yaşamak. Tabi bir de daha pratik anlamıyla daha çok hayatın içinde olmak, geri çekilmemek, olumsuz senaryo üretmemek, korkmamak, kendimden ve görülmekten ve sevilmekten korkmamak gibi gibi şeyler. Bir de tabii geçen yılın kapanışında yazdığım yazıda da belirttiğim üzere (ki yıl boyunca pek uygulayamadım, bunu anlamam bir yılımı aldı şaka maka) açık olmak. Almaya açık olmak.


Çocukken İzlediğim Çizgi Filmler.


Daha evvel bu konu başlığı ile ilgili farklı zamanlarda üç yazı yazmışım. Çizgi filmlerin bendeki yeri ayrıdır. Hatırı sayılır bir süredir çizgi film izlemesem de (en azından tv'den), çizgi filmleri severim. Her ne kadar onlar farklı kulvarda olsalar da, animasyon filmlerini ve anime filmleri de severim. Yazdığım son serideki çizgi dizi derleme yazımı da yeniden yayınlamak istiyorum.


Çok çok çok küçükken ne izlerdim... yani Tv'den ne izlerdim hatırlamıyorum. O zamanlar tabi şimdiki gibi değil, sene 1970 ahahahahha... İşte, daha internet çağına çok da girmemişiz. Adımımızı atıp bi' bakıp çıkçam modundayız (ki sonra uyuklama moduna geçip bu çağa yerleştik o ayrı). Daha evvel de bahsettiğim gibi, ben aslında çizgi film cd'lerimi severdim. Bu durum da bizim dvd oynatıcımız bozulana (ve cd'lerim de) kadar sürdü. Tv'de ne izlerdim hatırlamasam da benim Pokemon kartlarım vardı (hala var). Bu kartları çok sevdiğime göre... Evet evet hatırladım hatırladım! Şirinler (ahahhahahah), Sünger Bob Kare Pantolon, Ninja Kaplumbağalar, Tutenstein, Tom ve Jerry, Tweety ve Sylvester, Cedric (üzümlü kekim), Tazmanya Canavarı, Bugs Bunny, Road Runner (çizgi filmin adı bu mu hala emin değilim - bip bip diye ses çıkaran kuşlu çizgi dizi), Casper (bende çantası vardı içine oyuncak yemek ve fincan takımlarımı koyardım :), Red Kit (bende cd'si de vardı ve en sevdiklerimdendi), Taş Devri, Jetgiller, Pokemon... evet ilk dönem çizgi filmlerim olarak bunları anımsadım. Bir de tabii ikinci dönem var.

Bu ikinci dönem olarak ayırdığım kısımda daha büyüğüm. Hem artık sürece kardeşim de dahil oluyor. Hatta bazen babam da dahil oluyordu hahahahah, ne, hatta favorisi vardı ve bunu bana söylemişti. Bu dönemde daha çok Cartoon Network, Disney Channel gibi kanallarda takılmayı seviyordum. Gece uyumamalarım o yıllarda başlamış olabilir. Foster'ın Hayalî Dostlar Mekânı, Ed, Edd ve Eddy, azıcık ucundan Powerpuff Girls ve Johnny Bravo, Dexter'ın Laboratuvarı (babamın favorisi), Marsupilami (aslında çok sıkı takip etmiyordum, kardeşim daha çok izlerdi), Ben 10 (yine bildiğim, bulursam göz attığım ama sıkı takipçisi olmadıklarımdan), Vikingler, Genç Ejder ve aslında benim en kıymetlim Cunipır Liiii iş başında... canavarlaaaarr devvlerrr, cunipır liii hepsinin üstesinden gelebilir (ya da böyle bir şey) yani Juniper Lee'nin Maceraları.

Benim aklıma gelmediği için google amcayı biraz gezinerek bunları buldum. Eminim daha vardır ama bunları özellikle de geceleri izlediğim aklımda. Sonra aslında başka çocuk kanallarından da izlerdim. Mesela bir çocuk vardı, ismi Liu mi Lui mi, Luis mi neydi... Wisconsin'da yaşıyordu ve orada hep hortum falan çıkıyordu. Evlerinin bodrumu vardı, her bölümde mutlaka o bodruma saklanırlardı. Neydi o çizgi film ya... Amerika hakkındaki ilk fikrim hortumlarıydı ahahhaha. Ah şu internet iyi ki var cancağızım :) hemencecik buldum neymiş o çizgi filmmm: Afacan Louie.

Aynı şekilde, sanırım bu çizgi film TRT Çocuk'taydı, gotik bir çizgi film vardı hahahahhah. İki erkek kardeş vardı. Böyle... gotiklerdi? :) Bu çizgi filme dair hatırladığım iki şeyden biri bu. İkincisi ise çizgi filmin melodisi. Çünkü sanırım bu melodiyi çizgi filmin kendisinden daha çok severdim. Cegıtlı bir şeydi. Karakterin adı bu muydu acaba? Dur bakalım... Bakındım ama bulamadım. Zaten bence bu çizgi film zaten bu kanalda değildi. Bu kanal için fazla gotik olduğunu düşünüyorum. :) Ama bu kanalda olduğuna daha bir ikna olduğum başka bir çizgi dizi daha vardı. Uzaaayyyy sonsuz boşluk, diye bir girişi vardı. Çizgi filmdi ama belgesel havası da vardı. Sonra yine sanırım bu kanaldaydı, bir leylek vardı, Miss Marple havası vardı bu leylekte. Polisiye bir çizgi filmdi.

Ben de ne çeşitli konularda çizgi film izlemişim vay be, gururlandım küçük Ben ile ahahhahahah.

İzlediğim ilk anime neydi anımsamasam da, ya TRT 1 ya da TRT Çocuk'ta animeler çıkıyordu. Hatta her hafta bir tane çıkardı o ara. Ah bayılmıştım bayılmıştım. Kedili bir anime vardı diye diye gezmiştim hatta yıllarca. :) O animenin adını liseye giderken bulmuştum da neptünler benim olmuştu. Sonra da yeniden Japon animasyon filmlerine sarmıştım. Bugün bile en sevdiğim filmler arasında hep baş köşede adeta bir paket olarak Japon animasyon filmleri yer alır. Sadece Hayao Miyazaki filmleri değil, ki evet Miyazaki dedem eşsiz bir sanatçı ve zanaatkar da aynı zamanda ama ben özellikle de Studio Ghibli'den çıkan animasyonları genel olarak seviyorum. Zaten bu şirkette Miyazaki dedem ve sanatçı arkadaşları işler çıkarıyor.

Sonra her pazar günü, sanırım Fox'taydı, bir Barbie filmi çıkardı da bayılırdım bayılırdım. Genel olarak Barbie filmlerini severdim ama en favorim hep kahverengi saçlı Barbie'nin de olduklarıydı. Çünkü evet evet onu da kendime mi... Hayır, sadece sarışın olmayan Barbie fikri hoşuma gidiyordu sanırım. Sonra nedense bu pazar yayınlarına son verdiler. Oysa bugün bile yayınlansa bence pek çok çocuk yine severek izlerdi. 

O yıllarda Winx'i de severdim ama bak çok ilginç, ben aslında Winx'in hikayesini okumayı severdim. :) Bakkalda Winx'in kitapları satılıyordu. Ciddiyim bakkalda satılıyordu. Artık direkt mi satılıyordu, gazeteden mi çıkıyordu bilmem ama 10 kitaplık serinin 8 kitabı bende vardı. İçinde sadece hikaye kısmı değil, ayrıca bulmacalar testler vs de vardı. Öyle çok severdim ki. Sonra onlar benden kardeşime, kardeşimden kuzenlerime kaldı (yani kayboldu :). -affedin size sahip çıkamadım güzel kitaplar...-

Daha ergenliğe giriş zamanlarımda Haydi Çalkala gibi dizileri de izlerdim. En favorim buydu gerçekten. (Zendaya'nın çocukluğunu bilirim ahahahah). Zaten o yıllarda bu Disney dizileri ve şarkıcıları popülerdi. Hannah Montana'yı da severdim mesela. Ergen Ben'in müzik zevkine yön veren de bu dizilerdi biraz bence :). Daha başka diziler de izlermişim herhalde, evet özellikle geceleri ama şu an nedense çok anımsayamıyorum da. İzlediğimi biliyorum ama sıkı takipçisi değildim. Sonraları, aslında sosyal medyada pek sevilmiyor ama, Violetta'yı da izliyordum biraz biraz. Hatta müziklerini hala severim desem ahahhaha. Ama ilk sezonu güzeldi, sonra bozdu bence, ben de bıraktım.

Aklıma gelen başka çizgi filmler şu anlık yok ama yorumlarda birileri şu da vardı bu da vardı dediğinde ben de eminim ki ''aaaaaaa evet o da vardı!'' diyeceğim. :) 

Sizin izlediğiniz çizgi diziler nelerdi? Hala takip ettikleriniz var mı?

Hoşça kalın.


Sevdiğim Şeyler.


Koniçiva.

Sildiğim yazılar içinde bloğumda kalmasını istediğim tek kısım sevdiğim şeylerle ilgili olan bölümdü. Unutmamak için kaydetmek istiyorum. Bu yazı fikrini sevgili Roza'nın Kütüphanesi bloğunun şu yazısından ilham almıştım, kendisine teşekkür ederim. 

Bir de çizgi film yazımı yeniden yayınlayacağım, nostalji olması için. Yazılarımı takip eden, yorum bırakan herkese çok teşekkür ederim. Benim için kıymetliydi. Ancak... nasıl desem... Bu yazılar tek boyutluydu. Aslında silmemin ana nedeni buydu. İkincisi de, beni bloğa ufaktan bağımlı yaptığını hissetmemdi. Kim okuyacak, ne kadar okunacak merak ediyordum ve hep bakasım geliyordu. Kişisel yazılarımda bir yazı içime sinmeyince ardından yenisini yazarım. Bu da beni bir yazı döngüsüne sokuyor gibi hissettim. Bundan dolayı kökten sildim. Zaten çok da önemli değildi, ki bugün olmasa yarın öbür gün (yeni yıl öncesi özellikle) kesin silerdim.

Bir de şu var... İçimdeki enerjiyi, yani... ilhamı mı desem (ki bu aslında çok dar bir anlamı karşılar)... Bloğa akıtmak istemediğime karar verdim. Daha elle tutulur bir şeyler üretmek istiyorum. Özellikle de son serim ve ona gelen güzel yorumlarınız bana bunun için ilham verdi diyebilirim. Yıllardır aklımda olan ama içimde yeterli gücü bulamadığımı düşündüğüm (veya bahane ettiğim) şeyleri artık yapmak istiyorum. Artık kendimi tutmak istemiyorum sanırım. Sadece başlamak ve ilerlemek istiyorum. Korkmak istemiyorum. Acaba demek, kendi kendime bahane yaratıp denemekten bile çekinmek istemiyorum. Var etmek istiyorum. İçimden dışıma akan bir şeyleri var etmek istiyorum. Ama artık, istemekle de kalmak istemiyorum tabi. 

Öte yandan blogdaki yazılarımda (yazarsam) kendi yaşadığım durumları lap diye yazmak yerine bu sefer toplumsal bir yere bağlayarak yazabilirim. Örneğin resim öğretmenlerimin bende uyandırdıkları sanat duyarlılığı temasında özel bir yazı gibi (yani çocukluk anısı yazmam ama örnek olarak böyle). Bireysellikten çok daha bir amaca hizmet edecek yazılar yazılabilir. Ancak bunu şimdi yapmayacağım. İleride, gerekli farkındalığa bende biraz daha eriştiğimde yazmayı düşünüyorum. Yani direkt bu temada yazmam artık ama bu konseptte olsun istiyorum kişisel yazılarımın da. Salt duygu-düşünce aktarımı yaptığımda o yazılar bana bilmiyorum gereksiz görünmeye başlıyor. Yazdığım anda benim olmaktan çıkıyorlar gibi, hatta benden olmaktan bile çıkıyorlar. Yazmak beni değiştiriyor, o da var tabi.

Bir de buna ayrı yazı yazmayacağım için aradan çıksın diyorum... Son zamanlarda her gün rüya görür oldum. Bu benim için şaşırtıcı bir şey çünkü ben genelde rüya görmüyordum. Uzun süredir görmüyordum. Ya da uyandığım anda bile rüya gördüğüm bilgisine sahip olmuyordum demeliyim. :) Ancak şimdi, artık bilinçaltım fazla mesaiye mi kaldı bilmem, çok rüya görüyorum. Benim rüyalarım da karman çorman olur bu arada ve açıkçası beni yoruyorlar. Sen de böyle bir durum yaşadın mı veya arada yaşar mısın merak ettim.

Her neyse. Gelelim sevdiğim şeylere.



Gün doğumu mavisi: Gökyüzü tam aydınlanmadan, hala karanlıkken gökyüzünü izlemeye başlamayı çok severdim. Bir süredir yapmasam da kesin hala seviyorumdur. :) Yıldızlar teker teker kaybolurken, sesler yavaşça artar. İnsanlar uyanır, arabalar falan da ayaklanır (tekerleklenir ?? :)... Ve gökyüzü, siyah ile mavi arasındaki o ara tonuyla güneşi karşılar.

 

Ay: En çok dolunay dışındaki halleri. Dolunay'ı herkes sever, ben onun az ışıklı yanlarını bilene severim diyorum. O da bana arkadaşlık ediyor. Sevgili Ay, benim arkadaşım. Tamam Dolunay da uzun yıllar mektup arkadaşım oldu ama alınmasın. Dolunayla çok yakın değiliz, o nedenle ona kırgınlıklarımı yazdım Dolunay başlıklı yazılarımda hep. Bazen de zırvaladım. Diğer hallerini ise hep selamladım. Büyürkenki küçülürkenki hallerini... kimsenin özellikle dikkat etmediği gezgin Ay'ı hep selamladım.

 

Yıldızlar: Yıldızları başlı başına seviyorum, farklı yıldız takımlarını bulmayı da seviyorum. Çok da bildiğimden değil de... bazılarını tanırım. Görünce parmağımla resmini çizerim. Zaten biliyorsun :P, yıldızları çok severim. Küçük bir kızken bile çok severmişim. Gerçekten yanında cırcır böceği olabildiğim büyüklerimi çekiştirir, bak dermişim, yıldızlar orada.

 

Hayvanlar: Hayvanlar kendi halinde takılırken izlemeyi severim. Tabi ki evcil hayvanları. Mesela bir leopar veya orangutan yanımda dursa pek de hoşlanamam herhalde ahahhaha.

 

Sanat: Özgünlük içeren her şeye bayılırım. Ama modern sanata ısınamadım :)

 

Sohbet etmek: Eğer karşımdaki kişi açık fikirli ve üç beş konuya ilgili bir insansa, benimle saatlerce sohbet edebilir.

 

Çikolata ve kek ve kurabiye ve pişmaniye ve öyle şeyler ahahhaha: Tatlı severim ama nedense son yıllarda içecekte pek sevmiyorum ahahah (kendimi kandırma çabam değil gerçekten).

 

Kahve: Kıymetlimiissss.


Kahve kupaları: Aslında dönemsel olarak değişmekle birlikte hep aynı bardaktan içerim. Ama sevdiğim bir şey değişik kahve bardakları. Başkasına hediye olarak almayı da severim. :)


Kar küreleri: Önceden daha çok seviyordum sanırım ama yine seviyorum ki.

 

Yazmak: Yazmasaydım bu kız olamazdım bak ciddiyim. İyi mi olurdu kötü mü bunu bile düşünmeyen biri olurdum. İyi mi olurdu bilmesem de, belki mutlu olurdum bilemiyorum :) Bu da iyi olurdu mu demek mi ki :)

 

Okumak, İzlemek\ Dinlemek, Konuşmak, (Yazmak x2'leyelim): Dört temel beceride de iyiyimdir üzerinize afiyet :))) ajahahahhahah. Şaka tabi ki. Dört temel beceride kendimi geliştirecek aktiviteleri pek severim.

 

Gökyüzü, Deniz, Doğa falan: Bak doğada yaşayamam ama severim. Başım boynum tutulurcasına hep göğe dönük olmuştur ve bu dünyaya dair en favori parçam denizdir.

 

Gülmek ve Güldürmek: Bayılırım. Ben bebeyken biri bana senin gülümsemen güzel dedi bence, kendimde de hep gülümsememe aşıktım ahahahah. Hep 32 diş sırıtmışımdır fotoğraflarda belli bir yaşıma kadar. Sonra baktım herhalde başka sırıtan yok kestim :) Ve insanlarda gülümsemeye tikkat tikkat kesilirim. Gülün canımmmm. Hatta bizde peynirrr yoktur, kiraaazz vardır. 32 diş güldürme garantili.

 

Yürümek: Özellikle müzik dinleyerek.

 

Mp3'üm: Ruhum 2008'de yaşayacak dersem de inanma, nostaljik hisleri sevsem de geçmişe tutunmayı sevmem. Ben asıl bu aletin bende uyandırdığı hissi seviyorum ve hangi parçanın denk geleceğini bilemeyişimi, yıllar boyunca biriktirdiğim şarkıları yeniden keşfedişimi ve böyle şeyleri işte. Teknoloji ve uygulamalar ne kadar gelişirse gelişsin ben müzik dinlemeyi en çok mp3'ümle seveceğim. Ki aslında sık da dinlemiyorum artık. Arada.

 

Yollardaki kavisler: Hatta araba\ otobüs oralardan geçerken içimden''vuuu'' demek gibi eski bir alışkanlığım vardır. Sanki bir lunapark oyuncağında gibi hissederim.

 

Dua etmek: Yaratıcı'yla\ Yaradan'la konuşmayı hep çok sevmişimdir.

 

Yıldızlarla Konuşmak: Bunu artık yapmıyorum ama bu zamana kadar içimden az yapmadım hani. İçimden konuşurdum dediğim gibi. Kalbimden. Onlara sorular sorardım. Bilmek istediğim, kalbimin bilmek istediği soruları. Sonra oturur, bekler beklerdim. Belki bu arada birkaç meteor da kayardı. Sonra... bir yanıt yükselirdi, pek tabii içimden :) Cevap, kalbimden gelirdi. Bazen sana da laf arasında söylerdim. Anladıysan bravo :)

 

Keşfetmek: Öğrenmek de denebilir belki ama ben keşfetmeyi seviyorum. Keşfedemediğimde mutsuz olurum. Artık çoğunlukla kalbim mutsuz. Bunun nedeni bu sanırım.

 

Yazdığım bir yazıyı bitirince baştan sona okumak: Blog yazısı olur, başka bir yazı olur... hatta derslerim için yazdığım makalelerde bile en çok bunu severdim :)))

 

Fotoğraf çekmek: Ayyy bayılırımmm. Hatta önceden takıntılıydım. Mesela güzel bulduğum bir şey mi keşfettim, tak tak fotoğraflamalıydım. Yoksa aklımı kemirirdi onun, o yerin neyse artık fotoğrafını çekene kadar... Hatta yerlere bile eğilirdim gocunmadaaannn :) Gerçekten manyaktım. Yetenekliydim de bence. Çünkü bir şeyin doğru açı ve belki efektle, olduğundan daha farklı ve güzel çıkabileceğini düşünüyor, kendi beynimi\ gözümü çıkarıp herkese gördüğümü gösteremeyeceğim için de, fotoğrafa (ve yazıya) sığınıyordum.

 

Bloğuma gelen yorumları ilk okuma an'ım: Her seferinde ilk blog yazıma gelen yorumlar kadar heyecanlandırıyor beni <3 Bir kişi bile yorum bıraksa heyecanlanırım. Çünkü bu benim için kıymetli, hep de kıymetli olmuştur.

 

Ağaçlar: Doğa dedik ama özellikle de ağaçlar için ayrı bir başlık açmalıydım! Ağaçların gökyüzüyle bütünleşen dallarındaki yapraklarını izlemeyi çooook severim. Özellikle de ilkbaharda yeşeren ağaçların yeşilliğinin göğün mavisiyle buluşması içimi ferahlatır. Hatta üniversitede insanlar sohbet ederkene cins olan ben kafamı kaldırıp bunu izlerdim ahahahhah :) Bir sürü de bu bahsettiğim görüntüyü fotoğraflamışımdır. Yapraklarla dolu bir gökyüzü. Bak böyle bir anım var. Ayrı yazı yazmayacağım, şimdi yazayım da aradan çıksın. Küçükken (ben pek hatırlamıyorum) yine gökyüzünü boynum tutulurcasına izlermişim de bir gün gözüme çöp kaçmış. Hatta annemgil beni (babama da duyurmadan çünkü hasta olmamızdan nefret ederdi :) doktora götürmüş. İlginçtir doktor da anneme kızmış bu çocuğa bakmıyor musunuz diye. Aaaaa ama insanlık hali olur öyle doktur beyyy (kesin beydir bu, hanım olsa anlardı herhal bir anneyi). Neyse sonra gözümden çıkmış herhalde o şey neyse. İşte benim gökyüzü sevdam şaka değil. :)))

 

Yapraklar: Sanırım farklı tarzdaki yaprakları da seviyorum.

 

Gün ışığının bir yerlerden sızması: Yani bir yerlerden derken... elimi gün ışığına doğrultup romantik sahne yaratmayı severim hahahahah, işte parmaklarımın arasından gelen ışık gibi. Veya yaprakların arasından süzülen ışık huzmeleri gibi. Hafif nostaljik efektli gün ışığının odaya yansımasını da severim.

 

Eski aile albümleri: Çooook severim.

 

Hafif yağmurda yürümek: Önceden sevmezdim ama artık seviyorum mu acaba... Ama bak mesela yine çok değil ama biraz yağdığında yağmuru izlemeyi severim. Camdan süzülmesini ve aslında camın buğu olmasını ve ona kalp, gülen yüz vs çizmeyi. :)

 

Sarılmak: Çok küçükken dokunmatiktim. Annemin yanağını severek uyurdum. Hayal meyal aklımda. Sonra arada soğuk nevale oldum. Sonra yine sarılmayla hafiften dokunmatik oldum. Tabi ki sevdiğim, gerçekten sevdiğim birilerine sarılmayı kastediyorum. En sevdiğim sıcaklık, sarılma sıcaklığıdır. En sevdiğim derece. :)

 

Yolları izlemek: Keşke bolca seyahat ettiğim, ama çok güzel yerlere seyahat ettiğim, bir hayatım olsa. Bunu tüm ruhumla isterdim. İsterim!

 

Mandalina kokusu: Geçen demiştik, listeye eklemezsek ardımızdan ağlar.

 

Eski yerli dizileri izlemek: Sadece sihirlileri değil, genel olarak eski dizileri arada rastgele bir yerden açıp atlaya atlaya izler ve hunharca yorum bırakırım ahahahahha öhöm tamam. O kadar da hunharca değil ama izlerken bir şeyleri tespit edip yazmayı severim şindi.

 

Güzel defterler almak: Onlara yazmayı da severim tabii. Günlüklerimi de severim ama... Bak çok ilginç, eskiden olsa ilk maddelere (ki aslında bu listede sıralama da yok da) günlük yazardım. Oysa şimdi... Son iki yıldır pek günlük yazmıyorum. Blog doyurdu beni herhalde. :) Gerçi günlüğe de ergenken olay yazardım. Sonra sonra düşünce yazar oldum. Arada eski günlüklerimi yok etmek istiyorum ama çok defterim var. Okunma endişem yok aslında ama tabi iznim olmadan okunmak hoş olmaz. Öte yandan zaten her şeyi her zaman herkese açıkça söyleyip gösteririm (bence ?? :). Böyle ekşınlara gerek kalmaz ve pek merak uyandıran bir yaşamım da yok. :) Yine de ne diyordum işte onları yok edesim de gelmiyor değil. Zaten artık günlük yazmak istemiyorum. Günlüklerim kendimi tanımamı sağladı o ayrı... Başta hep negatif şeyler yazardım kendim hakkında. Ne üzücü.

 

Eski romantik şarkılar: Dans şarkıları ahhahaha :) Hiiççç... tatlı. Tatlı değil mi? Hayal falan kurmam bu arada. Ben müzik dinlerken, sadece onu dinlerim. Genelde yani. Çünkü hayal kurarsam, o şarkıyı o hayale ve insana bırakmış olurum. Sonra o şarkı bana değil, ona veya o hayale ait olur. Bunu istemem. Bu nedenle çoook nadiren yapmaya özen gösteririm. Yaaa. :)

 

Okuma kitaplarındaki illüstrasyonlar: Özellikle de sanatçısının kendine has bir tarzı varsa, bayılırım.

 

Yaz sonunda ipe biber, patlıcan vs dizilmesi: Balkon ipinde duran bu dizili sebzeler beni hep gülümsetir. Aklıma önce anneannem, sonra da bizim karşı komşumuz gelir.

 

Kitapların birilerine ithaf edilmesi: Okuma kitaplarında ilk önce buna, sonra yazar biyografisine bakarım ve öylece kitaba başlayabilirim. Bir kitap yazsan, kime ithaf ederdin? :) Bence insanın kitap ithaf edeceği kadar sevdiği biri olması çooook kıymetli.

 

Kelime oyunu yapmak: Şahsen çok eğleniyorum :)

 

Yeşil Erik: Sevmeyen mi var :)

 

Sebze yemekleri: En sevdiği yemeklerden biri kereviz olan birini tanıdın mı? İşte ben ahahhahah. Çocukken de yemek seçmezdim. Belki de öyle alıştığımdan, sebze yemekleriyle aram hep çok iyiydi.

 

Patates ve patlıcanlı yemekler: Yani en güzel yiyeceklerde top 10 olabilirler mi acaba?


Şiir Falı: Bir şey düşünüp veya soru sorup bir şiir kitabından rastgele şiir okumayı ve soruma dair çıkarım yapmayı severim :)

 

Tarot kartlarımı karıştırmak: Bazen karıştırma sesi de çıkar, onu bile severim :) Kartların kendi kendilerini atmalarını da severim.

 

Kütüphaneyi dolaşmak: Hem istediğim kitabı bedavaya alabilirim :))

 

Pinterest: Panolar oluşturup düzenlemeye bayılırım.

 

Çocuk kitapları: Her çocuk kitabını değil tabi, içimde yer edinenleri. O saf ama yaratıcı anlatımı severim.

 

Uzun zamandır dinlemediğim şarkıları yeniden dinlemek: Özellikle de çocukken veya ergenken dinlediklerime dönüş yapmaya bayılırım ahahahha :)

 

Diğer blogları okumak: Komşularımı ziyareti çok severim.

 

Bloğuma uzun yorum gelmesi: Eeeennnn sevdiğim uzun yorumlaşmalardır ki zaten ben kısa kesemiyorum genelde, karşı taraf da uzun tutunca hoşuma gidiyor :)

 

Monet gökyüzüsü: Bu tabiri ben buldum, açılın ahahahha :) Yani bir ressam var, Claude Monet. Empresyonistlerden. Bu nedenle gökyüzüleri hep buğulu buğuludur. Yağmurlu günlerde bazen bulutlar fırça darbeleri almış gibi görünür gözüme. İşte o gökyüzülerine Monet gökyüzüsü derim ve bu beni eğlendirir.

 

Bulutlardaki turunculuklar: Fotoğraflarını çekmek için elim kaşınır :) Turuncunun en sevdiğim tonu da, gün batımı turuncusudur (şiirseeell :).

 

Gün batımı: Aslında güneşin tamamen battığı anı izlemek bana hüzün verir ama genel olarak o kızıllık anını severim. Sesli bir veda gibi gelir. Gün doğumu sessizdir mesela, batımıysa öyle değil.

 

Sevdiğim şeyleri anlatmak: Sanırım bunu da seviyorum :)

 

Düşünce özgürlüğü: Asıl sevdiğim bu.

 

Özgürlük: Güzel bir şey.


Hoşça kalınızzz.


Beni Asla Bırakma (Kazuo Ishiguro) | Kitap Yorumu

Yazar: Kazuo Ishiguro, Çevirmen: Mine Haydaroğlu,
Yayınevi: YKY

Bazı kitaplarla tanışıklığım eskilere dayanıyor. Bir rafın bir köşesinde karşılaşıyor veya bir ekranın ardından bir gün elbet buluşmak üzere sözleşiyoruz. Beni Asla Bırakma da tanışıklığımın yıllara yayıldığı, hatta bir keresinde hoşbeş ettiğim bir kitap. Neden bilmiyorum, kitabı bugüne kadar okumadım, biraz da okuyamadım. Hep bir şey çıktı. Başka bir kitap -üzgünüm- o anlık önceliğim oldu sözgelimi veya kütüphaneye kitap teslimi günüm geldi, sınavlarım yaklaştı, ödevlerim beni delirtti... İlginçtir, tüm bunlara rağmen kitapla aramızdaki bağ hep korundu. Ve işte bir gün, elbet buluştuk.

Kitapla tanışma hikayemi anlattım. Çünkü sana ondan bahsetmeyi geciktirebildiğim kadar geciktirmek istiyorum. İlginç bir konusu var, sürükleyici bir olay akışı var. Ancak ben sevdiğim bir şeylerden bahsederken, sevdiğim bir şeyleri anlatan türden biriyim. Sevme nedenlerini anlatan, anlatmak isteyen, elinden gelse kalbini çıkarıp göstermek isteyen biriyim. Bir şeyi çok sevmişsem, o şeyi düzgünce tanımlayamam da, hislerimi aktarırım. Ancak söz konusu hislerime şekil veren düşüncelerimden bahsedebilmem için sanırım sana biraz kitabın konusundan da bahsetmem gerekiyor. -bir zahmet, tabii.-

Kitap, Hailsham isimli bir yatılı okulun öğrencilerinin başından geçen öyküyü anlatıyor. Ancak bu okul, sıradan bir okul değil. Bu okulun öğrencileri birer klon. Yetişkin bir birey olunca organ bağışı yapacak ya da bağış yapan klonlara refakat edecek bakıcılardan oluşan klonlar. Bu yatılı okul gibi daha niceleri olmasına rağmen onlar ''şanslı'' olanlar. Sanatla ve sporla iç içe bir programı barındıran güzel bir eğitim alıyor, çocukluk yıllarını onlara biçildiği kadarınca özgür geçirebiliyorlar. Gençlik yıllarına geldiklerinde okuldan ayrılıyor ve onları bekleyen hayata atılmaya hazırlanıyorlar. Kitabın anlatıcısı olan Kathy de bir bakıcı. Biz okurlara Hailsham'da yaşadığı yıllarda başından geçen olayları anlatıyor. Onun anıları aracılığıyla başta dostları Ruth ve Tommy olmak üzere diğer öğrenciler ve gözetmenlerle tanışıyor, bu alternatif dünyanın kurallarını tanımaya çalışıyoruz.

Bu kitap en basit ifadeyle kalbimi kırdı. Çünkü kitap her ne kadar alternatif bir kurgusal evrende yaşananları anlatsa da, aslında yaşadığımız dünyayı anlatıyordu. Kitabın karakterleri bir amaç için var edilen çocuklardı. Bir komün düzeninin içine doğuyor, kim olduklarını net olarak bilmeden büyüyor ve zamanı gelince onlara biçilen kadere boyun eğiyorlardı. Hailsham öğrencilerinin diğer okullarda yetişen öğrencilere göre çok daha şanslı oldukları pek çok kez vurgulansa da, onların durumunun tam olarak bir kutunun içinde yaşarken görebildikleri dış dünyaya asla dokunamamak olduğunu düşünüyorum. Onlara özgür birer zihin veren bu gözetmenler, aslında beraberinde onlara umut, hayal, beklenti oluşturmak için alan tanıyorlardı. Ancak hepsinin kaderi aynıydı: Ölene kadar organlarını bağışlamak! Ölüm onların kaçamayacakları kaderleriydi. Acı dolu yalnız geçen bir ömrün ardından erken gelen bir ölüm...

Sadece bedenlerinden faydalanmak için klonlar üretmenin etik boyutu bir yana, gerçekten kendi bilinçlerine sahip olan kanlı canlı bu insanları, onları koruduklarını söyleyen gözetmenlerinin bile hiçbir zaman gerçekten ''insan'' gibi görmemesi ve bu nedenle onların da ''ruhu olduğunu'' durmadan kendilerine ve dünyaya kanıtlama çabaları... bu öğrencilerin hayatları boyunca ev olarak bildikleri tek yerin bu okul olması, birbirlerinden başka aile olarak görebilecekleri, tutunabilecekleri ve aslında kendi kimliklerini tanımlayabilecekleri ellerinde hiçbir şeylerinin olmaması... oradan buradan sezdikleri küçük dokundurmalarla ''ne'' olduklarını ve kaderlerini kestirme çabaları... sadece ofiste, süper markette veya otoparkta çalışmak gibi gülünç denecek kadar basit hayallerinin bile asla gerçekleşmeyecek olması ve bunu bu kadar kolay kabullenmeleri... Kalbimi o kadar çok kırdı ki. En sonunda ağladım. Kathy için, Tommy için, Ruth için... ve en çok da kaybolmuş kıymetlilerini gri düzlüklerde arayanlar için ağladım.

Bu noktada üstünde durmak istediğim birkaç detay var. Açık açık spoiler vermeyeceğim ama kitaba dair bazı detaylar üzerinden konuşacağım uyarısında da bulunmalıyım. Okuyup okumamak size kalmış... 

Madam ve gözetmenlerin dış dünyadaki insanların genetiğinden kopyalanmış ve ''klon'' olan bu öğrenciler için verdikleri çaba bile aslında kendi kırılgan umutlarının ve daha ''insancıl'' bir dünya ideallerinin bir ürünüydü. Nitekim Madam dans eden küçük bir kızı gördüğünde bile o küçük kızın kendi yaşamına dair hayalleri olabileceği fikrini aklına getirmemiş, sadece -bencil bir yerden- kendi ideallerinin kırılganlığıyla yüzleşmişti. Aynı şekilde kimlik arayışında olan, çünkü gelecekleri hakkında bir çıkış kapısı arayan bu genç öğrenciler, klon olduklarını kabullenmekle birlikte, her kim olursa olsun nasıl bir bedenden varlık bulduklarını bulma umudundaydılar. Bu kişi azılı bir suçlu veya utanç verici bir hayat yaşamış biri olsa bile... Bu öğrencilerin kim olduklarını arayış süreçleri, kendi içlerinde kendilerine yer bulma çabaları bile tek başına insanı yoran bir durum. Bu çocuklar kendi varlıklarını kendilerine kanıtlamaya çalışırken aslında kendilerine yıllar öncesinden biçilmiş ''kadere'' yürüyorlardı. Tarih kitaplarında gördükleri toplama kamplarını çevreleyen elektrikli teller ve kendi okullarını saran elektriksiz teller ile ilgili yaptıkları mizah da, diğer tüm şakaya vurma girişimleri ve kaçış yolları gibi, aslında onların kaçmaya çalışamayacak kadar bile bu kaderin içine köklendiklerini, varoluşlarını onlara söylenenden farklı yaşamayı bile düşünmediklerini gösteriyor. Yani, bu çocuklar gerçekten de hapistiler! Öyle doğdular, öyle yaşadılar ve öyle öldüler. Düşününce... kader dediğimiz ve hayat dediğimiz yapı, aslında bu bilimkurguya varan kurgudan ne kadar farklı? Bizler de bir yaşantının içinde bize biçilmiş sınırların içinde çoğunlukla kendi isteğimizle bize verilen rolü oynayıp ölmüyor muyuz? 

Kitapta Ruth'a hiç kızmadım desem... Belli belirsiz hatırladığım film uyarlamasında kendisine biraz kızdığım hayal meyal aklımda olsa da... kitabı okurken ona hiç kızmadım. Çünkü o da sadece bir çocuktu. Kaybolmuş bir çocuk. Aslında Tommy ile Kathy için de hiç üzülmedim, evet hiçbir zaman. Çünkü onlar en başından beri şanslılardı. Üçü de şanslıydı. Birbirlerini buldukları için.

Spoilerımsı kısım ve açıklamalarım bitti.

Bana buruk hissettiren diğer bir durum da, bu dört bir yanı dikenli tellerle çevrili kısa yaşamlarında birbirlerini bulan karakterler oldu. Böyle saçma bir dünyanın içinde kaçamayacakları durumları kabullenmek için birbirlerine sığınan bu karakterler bana buruk hissettirdi. Savaşları, esir kamplarını, baskı altında yaşayan nice insanı, ölümle burun buruna olan hayatlarımızı ve en çok da bir şeyleri sessizce kabullenenleri... Aslında biz insanları anlatan, bunu ilgi çekici bir konuyla yapan bir kitap. Sade bir dili olmasına karşın anlatımı etkileyiciydi. Anlatıma dair en beğendiğim durum da biz okurların kitabın anlatıcısı olan Kathy aracılığıyla en başından beri sanki bir gözlemci değil de, olayları deneyimleyen biriymiş gibi anılar arasında gezinmemiz oldu.

Kitabın ayrıca 2010 yapımı Never Let Me Go (Beni Asla Bırakma) adıyla bir film uyarlaması bulunmakta. Bu filmi de yıllar evvel bir kitaptan uyarlandığını bilmeden izlemiştim. Filme dair tüm detayları unutsam da, beni neyin beklediğini bildiğimden kitabı aslında üzülmeye hazır olarak okumaya başlamıştım. Belki de tam da bu nedenle bu buruk his daha derinden bir yerden bana dokundu. Çünkü ben, karakterlere üzüleceğimi düşünmüştüm; oysa kitabı bitirdikten sonra aslında kendime üzüldüğümü fark ederken buldum kendimi. Filmi de yeniden izlemeyi düşünüyorum.

Kitaplarla kalın.


Cinayetler Kulübü (Agatha Christie) | Kitap Yorumu

Yazar: Agatha Christie, Çevirmen: Gönül Suveren,
Yayınevi: Altın Kitaplar

Kitap, on üç cinayet vakasından oluşuyor. Miss Marple'ın evinde toplanan altı kişi, sırasıyla başlarından geçen esrarengiz öyküleri anlatıyorlar. Bu öykülerdeki suçluları bulmaya çalışan grubu, köyünden hiç çıkmamış yaşlı ve sevimli bir kadın olan Miss Marple fazlasıyla şaşırtıyor. İnsan doğasını şaşkınlık verecek ölçüde çözmüş bu kadın, öykülerdeki gözden kaçan noktaları kolaylıkla gün yüzüne çıkararak grubunda yer alan kariyer sahibi insanların ilgisini çekiyor.

Kitabı kütüphanede dolaşırken Agatha Christie kitapları arasından neredeyse bakmadan rastgele seçip aldım. Çünkü biliyorum ki yazarın hangi kitabını okursam okuyayım, muhakkak ilgimi çekecek. Sevgili Christie ile yıllar evvel yine bir kütüphane ziyaretimde tanışmış ve aynı yöntemle rastgele bir kitabını seçip okumuştum. Bu ilk okuma deneyiminden sonra okuduğum tüm kitaplarını ise yer yer şaşırarak, yer yer acemi bir dedektifin gurur pozlarıyla okumuştum. 

Agatha Christie'nin hayranlık duyduğum bir yazar olmasında onun azimli bir kadın olmasının rolü büyük. Disleksisi bulunan bu kadın, onlarca kitap yazmış ve yazdıkları yıllar boyunca da severek ve ilgiyle okunmuş büyük bir yazar. Kitaplarını sevmemdeki en büyük etken ise olayları klasik polisiye kitaplarındaki gibi kana bulamak yerine, işin dedektiflik kısmına ağırlık vermesi. Onun kitaplarını okumak bana bulmaca çözmek, oyun oynamak gibi geliyor. 

Kendisinin Hercule Poirot isimli karakterinin olduğu öykülerini ayrı bir seviyorum ancak Miss Marple da oldukça ilginç ve keskin zekalı bir karakteri. Ancak bu kitaptaki tüm olayları Miss Marple'ın çözmesi bir noktada sıkıcı mı geldi desem... Teyzeciğim keşke diğerlerine de biraz şans verseydin diye düşünmeden edemedim.

Kitapta on üç farklı olay anlatıldığı için aslında her bölümde farklı bir kurgu okuyoruz. Kitabın arka kapağında da yazdığı gibi bu her bölüm ayrıca uzun bir roman olabilecek potansiyele sahipti diyebilirim. Christie gerçekten üretken ve özgün bir yazar. Kitabı merakla, ilgiyle ve bazı bölümlerdeki vakalarda ayrıca şaşırarak okudum. Hatta keşke bu kitabın on üç bölümlük bir dizisi çekilse diye düşünüyorum şu an... Eminim herkes bayılırdı. :)

Kitaplarla kalın.


Hayalet Melodi (Eren Özeren) | Kitap Yorumu

Yazar: Eren Özeren, Yayınevi: Sarmal Kitabevi

Kitap, yeni taşındığı evde bulduğu günlüğü okumaya başlayan Filiz'in evin eski sahiplerine ve kendi iç dünyasına dair gerçekleri keşfetme sürecini konu ediniyor. İyi bir üniversite olan Kent Üniversitesi'ne Yaratıcı Yazarlık dersleri vermek üzere gelen Filiz, kampüsteki lojmanda hocaların barınması için yer alan villalardan birine yerleşiyor. Bir yandan yeni hayatına uyum sağlama süreci, diğer yandan hissettiği yalnızlık genç kadını okuduğu günlüğün ve yaşadığı evin eski sahibi Melike'ye daha çok bağlıyor. Günlüğün sahibi ünlü piyanistin geceyi dolduran hayalet melodilerinin peşine düşen Filiz, çevresindeki insanlar hakkında gizemli bilgilere ulaşıyor ve zamanla kendini bir bilmecenin ortasında buluyor. Kitap boyunca Filiz'in Melike'nin günlüğünün rehberliğinde etrafındaki gizi çözme sürecini okuyoruz.

Kitabımız bir blog yazarı olan sevgili Eren Özeren'in kitabı olduğundan kitabı okumak için heyecanlıydım. Kitabı Blog Forum'un çekilişinden hediye olarak kazanmıştım. Buradan Blog Forum'a bir kez daha teşekkür etmiş olayım. :) Aslında kitap elime ulaşır ulaşmaz (birkaç ay oldu :) bir heves okumaya başladım ama benim için biraz yoğun ve ruh halimin çalkantılı olduğu zamanlar yaşadım. Kitap okuyamadım. Bu nedenle kitabı okumayı da beklemeye aldım. Bu hafta içinde kitaba bir kez daha başladım ve görüldüğü üzere kısa sürede de okuyup bitirdim. Buradan kitabın gerçekten sürükleyici olduğunu anlıyoruz.

En başından itibaren kitabın konusu ilgimi çekmişti. Tolstoy'un meşhur sözü yaşanıyordu: ''Tüm muhteşem hikâyeler iki şekilde başlar: Ya bir insan bir yolculuğa çıkar, ya da şehre bir yabancı gelir.'' Şehre yeni gelen bu yabancı (Filiz), oldukça meraklı bir kadındı. Bu durum onun yeni taşındığı bu ortamı, okur olarak benim gözümde de ilginç kılmıştı. Sadece çevresine değil, kendi hislerini tanımlama konusunda da değişken yapıda olan bu kadının keşfettikleri ilgimi çekti ve aslında kitabı hep bir sonraki bölümü merak ederek okudum. Çünkü Melike iyi bir anlatıcı, Filiz iyi bir soruşturmacıydı. 

İtiraf etmek gerekirse başlangıçta, hatta kitabın ortalarına kadar, kitaptaki karakterlerin ve genel yapının gerçekçi olmadığını düşünüp durdum; ki hala aynı düşüncedeyim. Eğer ki bu karakterler yabancı olsaydı veya olaylar yabancı bir ülkede yaşansaydı buna bu kadar çok takılmazdım ama Türkiye'de (İstanbul veya Ankara'da bile - ki İzmir'de zaten yok) bu kadar lüks bir üniversite yerleşimi olduğunu düşünemedim. :) Öte yandan karakterlerin bu kadar genç yaşta bulundukları mesleki konuma gelmeleri de inandırıcı değil bunu söylemeliyim. Hele hele üniversitede o konumlarda olup da bu kadar ilişki durumları içinde kaybolmaları olacak iş değil. Üniversite hocaları genelde dersin arka planında bilimsel faaliyetler ve belki daha belgeye dayalı işleri yürütmek için meşguller (özellikle gençse). Ben kendi hocamı ders vermediği zamanlarda da hep arka planda bir şeyler için uğraşırken meşgul görüyordum açıkçası. Yani kariyer yapmayı kafasına koymuş birisi böyle çok boş zamana sahip olmuyor. :) Aynı şekilde doktora öğrencisi Aslı'nın, onu da geçtim öğretim üyesi Filiz'in yaşı çok çok genç. Yani hiç yıl kaybetmeden o konumlara gelseler bile, gelemezler o yaşta. :) Belki bütünleşik doktora yapıyordur tabi bilemeyeceğim (benim detaylarda kayboluş :).

Bunun dışında kimseye, hele de bu kadar genç bir yaştayken ve bu kadar iyi bir üniversiteden durduk yere, ''bizimle çalışmak ister misiniz, ders vermek ister misiniz'' vs diye davet gelmez. Hatta genelde kendin ilanları takip edip başvursan bile kabul edilmeyebilirsin ki kontenjan da az olur diye biliyorum. Hele hele böyle iyi olduğu betimlenen bir üniversitede bu kadar genç yaşta, üstelik çok sevdiği bir konuda ders verdiği için sevgili Filiz'in çok şanslı olduğunu düşünüyorum. Dediğim gibi eğer ki bu yabancı bir ülkede geçen bir kitap olsaydı buna asla takılmazdım ama işin arka planını da taze bildiğimden :), aklımda hep bir ''ama böyle bir şey mümkün değil'' sorgulaması vardı. Detaylara takıldığımı söylemeliyim. Aynı şekilde okulda skandal olabilecek bazı birkaç durumun (hem Tansel'in, hem Doğukan'ın yaptığı) yapılması çok gerçekçi değil. Olabilir mi, belki ama gerçekçi değil. Yine söylüyorum bu karakterler yabancı olsa sorgulamazdım.

Tüm bunların dışında olaylar dallanıp budaklandıkça kitaptaki olaylar sonunu merak ettiğim bir bilmeceye dönüştü ve aslında ana koldan çatallanan bu kadar çok yan konuya sahip bir kurgu yazmayı meşakkatli bulduğumu eklemeliyim. Çünkü bu kadar çok yan olayı bir noktada ana olayda mantık örgüsü çerçevesinde düzgünce toparlamak gerekir ve yazarımız henüz ilk kitabı olmasına rağmen bunu gayet başarılı bir şekilde yapmıştı. Bence özellikle de ikinci yarısında ivme kazanan ve daha çok açılan bir kitaptı bu. Kitabın ikinci yarısında kitaba dair fikirlerim olumlu anlamda değişti. Hem karakterler farklı yönlerini göstermeye başladı ve derinlik kazandılar, hem de kurgunun yönünün bir çeşit dedektiflik öyküsüne evrilmesini sevdim. Bu kitap aslında kadınların öyküsünü anlatıyor. Melike'nin, Elmas'ın, Filiz'in öyküsünü; üçü de birbirinden çok farklı olan bu kadınların ortak yönü, yalnızlıklarıydı.

Kitabı bir diziyi izler gibi okudum. Yazarımızın başarılarının devamını dilerim.

Kitaplarla kalın.


Ex Machina | Film Yorumu


Yönetmen: Alex Garland 

Senarist: Alex Garland 

Yapımı: 2014 - İngiltere, ABD


+ Konuşmayı ne zaman öğrendin, Ava?

- Konuşmayı hep biliyordum ve bu ilginç, öyle değil mi?

+ Neden?

- Çünkü lisan, insanların öğrendiği bir şeydir. 

+ Ama bazılarına göreyse doğuştan vardır. Var olan yeteneğe, kelimeler ve dilbilgisi ekleme kabiliyetini öğreniriz. Buna katılıyor musun?

- Bilmiyorum.


Kaynak: Pinterest

''Sadece, basit sorulara basit cevaplar istiyorum. Dün sana onun için ne hissediyorsun diye sordum ve sen bana harika bir cevap verdin. Şimdi soru şu: O senin için ne hissediyor?''


Film, genç yazılımcı Caleb'in (Domhnall Gleeson) çalıştığı şirketin kurucusu Nathan (Oscar Isaac) tarafından gizli bir göreve çağırılmasıyla başlıyor. Bu görev için Nathan'ın şehirden uzakta ve herkesten gizli ofisine bir haftalığına giden Caleb, yapay zeka yazılımı olan Ava (Alicia Vikander) isimli bir robotla tanışıyor. Caleb Ava'nın bilinç farkındalığını ölçmek ve geliştirmek için onunla kısa sohbetler ediyor. Ancak tüm bu sohbetler yoluyla hem Ava, hem de patronu Nathan hakkında ilginç bilgiler ediniyor. Film boyunca bir yandan yapay zeka ile insan etkileşimini izlerken, diğer yandan insan bilincine dair felsefi bir arka planla karşılaşıyoruz.


+ Hangi nesneyi çizmeliyim?

- Her ne istersen. Karar senin.

+ Neden benim kararım?

- Ne seçeceğini merak ettim.


Yapay zekaya dair 2000'li yılların başlarından bu yana, gittikçe sayıları çoğalacak şekilde çeşitli filmlerin yapıldığını görüyoruz. Bu filmlerin genelinde yapay zekayı bir çeşit tehlike olarak görme, diğer bir deyişle, ''insanın yerine geçmesi'' endişesi yer alıyor. Bu filmde de aslında benzer bir etkiyi sürükleyici bir kurgu ile birlikte izliyoruz. Kurgunun akıcılığını sağlamak için tabi ki mevcut olay akışı içerisinde çeşitli gizleri sezdirme ve bunların peşine düşme, dost\ düşman ikiliği ve gerilimli atmosferi beslemek için de yer yer histeriye kayan duygu değişimleri ön plana çıkıyor. Ancak filme dair benim en çok ilgimi çeken nokta arka plandaki düşünce yapısıydı.

Ava, oluşturulurken tamamiyle insan organizması merkeze alınmıştı. Kablolarla dolu bir düzenekten ziyade, tıpkı insan organizmalarında görüldüğü gibi akışkan ve kendini yenileyebilen yapılar oluşturulmuştu. Özellikle de Ava'ya bilincini veren ''beyni'' tıpkı bir insan beynine benziyordu. Ava, hissedebilen bir robottu. Ancak bu his boyutu ''beyni'' olan aygıttan mı üretiliyordu, yoksa karşısındaki insanın hislerini mi kopyalıyordu? Yani gerçekten mi düşünüp hissediyordu, yoksa rol mü yapıyordu? 

Ava, bilinci kullanıma açıldıktan sonra yalnızca onu var eden Nathan ve onunla sohbet eden Caleb ile etkileşime girdi. Dünyası sadece dört duvardan ibaret olan bu robot, Caleb ile sohbet ettikçe düşüncelerini düzenleme yeteneği kazandı. Başlangıçta anlamsız (soyut değil, kendisinin de anlamını bilmediği) resimler çizen Ava, zamanla bu resimleri düşünceleriyle şekillendirmeye başladı. Ava karmaşık düşünce yapılarını düzenlemeyi öğrendikçe, filmin akışı da farklı bir boyuta taşındı. Çünkü Ava bu noktadan sonra, benliğini yaşamak istedi. Kendi benliğini yaşamak istedi; yani canlılarda doğal olarak bulunan yaşama içgüdüsünü -diğer bir deyişle ölümden korkma- kazandı.

Sürükleyici ve özgün bir filmdi. Hatta yıl sonu favorilerime bile ekleyebileceğim bir film. Bu filmi benzer yapay zeka konulu filmlerden ayıran yönü de tamamen insanı ve gelişimini robotların dünyasına aktararak işlemesiydi diyebilirim.


SPOILER!!!!

Benim en çok ilgimi çeken Ava'nın ismi olmuştu. Çünkü bu ismin telaffuzu Eve\ Eva'ya (bizdeki Havva) çok benziyordu. Yönetmen ''cennetten kovulma'' hikayesini bu kurguyu oluştururken kendisine ilham aldı mı bilmiyorum ama filmin işlenişinde Adem ile Havva hikayesine bazı göndermelerin yapıldığı görülüyor.

Nathan Ava'yı oluştururken sahibi olduğu arama motorunun verilerinden yararlanıyordu. Yani Ava aslında insanların ''googleladıkları'' (Nathan'ın şirketinin ürettiği arama motoru kullanılıyor burada) verilerden oluşuyordu. Ancak film ilerledikçe Caleb'in de rastgele seçilmiş bir çalışan olmadığını, arama geçmişinin onun bu göreve seçilmesinde etkili olduğunu ve hatta onun internet verilerinin Ava'nın zihin yapısının oluşturulmasında etkili olduğunu zamanla öğreniyorduk. Bu bilgiler de tabi ki bizleri yine Adem ile Havva hikayesine götürüyor. ''Havva, Adem'in kaburgasından yaratıldı,'' olayı. Yani Ava, Caleb'in internetteki arama verilerinden oluşturuldu gibi bir sonuca ulaşıyoruz.

Filmin kurgusunda bu yaratılış hikayesine yapılan bazı başka atıflar da göze çarpıyor. Ava ile Caleb etkileşimi (Ava'nın Caleb'in aklına kuşku düşürmesi), Nathan'ın kendine biçtiği rol (yaratıcı), Nathan'ın daha evvel oluşturduğu ve bilinç verdiği robotların bilinçli olmaya katlanamayıp kendi kendilerini parçalamaları (insanın bilinçli bir varlık olmaya katlanamaması) gibi unsurlar bana aslında insan yaratımını, ''cennetten'' kovuluşunu (bu filmde kaçışını) ve dünyaya adım atıp bilincinin sorumluluğuyla baş başa kalmasını hatırlattı. 

Başlangıçta filmde ufaktan bir cinsiyetçilik sezmiştim. Bunun nedeni ise Nathan'ın insansı robotu Kyoko'ya (Sonoya Mizuno) davranışlarından dolayı değil (çünkü bu kısımda aslında eleştiri yapılmış olabilir), Ava'nın bir kadın olarak ''tehlikeli, oyunbozan'' (çünkü zekiydi) gösterilmesiydi. Zaten Adem ile Havva (Adam ile Eva) hikayesinde de genelde Havva ''suçlu'' olarak gösterilmekte... 

Kyoko olayında ise Nathan kendine yalnızca bir çeşit ''hizmetçi'' oluşturmuştu. Malesef günümüzde bile kadın bedenlerine benzeyen robotlar bu tip durumlar için satılıyor. Gelecekte bu durumun varacağı noktayı düşünmek bile istemiyorum. Çünkü korkunçççç.

Aynı şekilde robotların birbirleriyle etkileşime girip işbirliği kurması ile olaylar ''yaratım'' boyutundan çıkarılıp, evrimsel gelişime atıfta bulunuluyor. Kyoko ile Ava'nın iletişim kurduktan sonra işbirliği içinde hareket etmeleri gibi. İnsanlar da -daha doğrusu Homo Sapiens de- işbirliği ile ayakta kalmıştı.

SPOILER BİTTİ!!!!


Ex Machina Official Teaser Trailer için tıklayabilirsiniz.


Not: Bu film yorumu yazısı reklam değildir, film önerisidir.


Mustang | Film Yorumu


Yönetmen: Deniz Gamze Ergüven 

Senarist: Deniz Gamze Ergüven, Alice Winocour 

Yapımı: 2015 - Türkiye, Fransa, Almanya


''Git onlara de ki, kahve mi istiyorsunuz gidin kendiniz yapın. Sonra da çarp kapıyı suratlarına git!''


Kaynak: Pinterest

Film, babaanneleri ve amcaları ile birlikte yaşayan beş kız kardeşin taşradaki hayatlarını anlatmaktadır. Ergenlik çağında olan bu kız kardeşler, yaşadıkları coğrafyanın onlara dayattığı kalıplara uymayı reddederler. Bu durum çevrenin onlar hakkında dedikodu yapmalarına neden olur. Tutucu bir çevre ve ailede yaşayan bu kızlar, gün geçtikçe daha da baskı altında kalırlar. Önce yaşadıkları ev, sonra hayatları bir hapishaneye dönüşür. Kardeşlerin en küçüğü olan Lale (Güneş Şensoy), birer birer evlendirilen ablalarının (İlayda Akdoğan, Tuğba Sunguroğlu, Elit İşcan, Doğa Zeynep Doğuşlu) kaderini yaşamayı reddeder. İstanbul'a tayini çıkmış öğretmenini bulmayı kafasına koyar.

Filmin çıkış noktası gerçekten etkileyici ve aslında günümüzde daha çok işlenmesi gerektiğini düşündüğüm önemli bir konuyu barındırıyor: Kadın sorunları veya ataerkil düşüncenin kadınlarla sorunları... Ancak filmin işlenişinin fazlasıyla Amerikan filmlerinin\ dizilerinin etkisinde kaldığını düşünüyorum. Bu durum da kültürel uyumsuzluğun yarattığı absürt his (ve aslında olmamışlık hissi) bir yana, karakterlerin ve öykünün gerçekçiliğini azaltmıştı. Bu kızlar sanki daha özgür bir ortamda doğup büyümüşler de hayatlarının bir noktasında, şimdi yaşadıkları bu tutucu çevreye gelmişler gibi bir akış hakimdi. Ancak bu kızlar anne babalarını kaybettikleri son on yılda zaten hep bu tutucu insanlarla dolu evde ve hatta kasabada büyümüş, yaşamış kızlardı. Böyle bir ortamda büyümüş çocukların bu kadar uç noktalarda düşünce sistemine sahip olmaları, e haliyle gerçekçi değil.

Gerçekçi olması gerekiyor muydu peki? Evet gerekiyordu. Eğer ki bir topluma has bir sorunu, bir algıyı eleştiriyor ve kurgu akışını bu şekilde planlıyorsan, o eleştirdiğin durumu kendi içinde ele alman ve kendi doğal akışı içinde dinamiklerini gösterip soruna çözüm getirmen veya sorunun neden olduğu olası sonuçları göstermen gerekiyor. Şimdi sen bir toplumun sorununu işleyim ama bunu o topluma taban tabana zıt (Amerika örneğini bu yüzden verdim) bir kültürün özellikleri ile bulamaç yapıp anlatayım dersen... e olmaz haliyle.

Öte yandan iyi ki böyle bir film var. Ciddiyim iyi ki bu film çekilmiş. Filmi çok sevdiğimi söyleyemem ama varlığı bana iyi geldi mi desem... Malesef kadınların ve kız çocuklarının yaşadığı sorunları işleyen yerli yapımların sayısı çok çok az (hatta pek aklıma gelmedi...) Oysa bu sorunlar, bitmesi bir kenara günümüzde bile hala azalmadığı gibi, bu sorunları katmerleyen ve ''topluma ayna tutuyoruz'' bahaneleriyle aslında güzellendiği bir sürü dizi film çekildi. Bu filmi beğenmemin tek nedeni de duyarlılığı diyebilirim. Çıkış noktası güzel olan, sürükleyici de olan, hoş bir film. Ancak olayların akışı fazla Batı etkisinde kaldığı için (üstelik Batı'nın toksik yanlarının etkisinde kalmış) etkileyici bulamadığım bir film oldu. 

Oyuncuların performanslarını ise etkileyici bulmamakla birlikte, ben aslında etkileyici olmamasını etkileyici buldum diyebilirim. :) Doğal oynamışlar. Sanki gerçekten de yaşadıkları durumların şaşkınlığını hissediyorlarmış gibi oynamışlar. Alkışlatacak bir performansları ve hatta çabalarını bile göremedim ancak diyorum ya, bir genç kız nasılsa, öyle oynamışlar. Hayalleri olan, istekleri, beklentileri ve kızgınlıkları olan genç kızları oynamışlar kendileri de genç kızlar olan bu oyuncular. Bu, bağırarak gelen bir etkileyicilikten çok, doğallığın, hatta sıradanlığın verdiği bir etkileyicilikti benim gözümde.

En üzücüsü de malesef, filmin çekildiği yıldan bugüne on yıl geçmesine rağmen hala daha baskı ve zorlamayla okuldan aldırılan, erken yaşta evlendirilen, aslında temelde hayatlarını sadece başka birinin iki dudağı arasındaki karara göre yaşamak zorunda bırakılan kız çocuklarının ve kadınların var olması. Film, aslında bir trajediyi konu ediniyor.

Bu arada kızlardan en çok en küçük kızı, Lale'yi, sevdim. Keşke bu kadar küçük yaşta özgürlüğü için mücadele etmek zorunda kalmasaydı. Keşke okuluna gitmek için, ne bileyim çok sevdiği futbolu sahada izlemek için... bu kadar çaba harcamak, bunun derdine düşmek zorunda kalmasaydı. Filmde işlenen pek çok sahne gerçekten birilerinin yüzünü kızartmalı (özellikle bekaret sahneleri). Ancak malesef bu filmler bile aslında onları anlayabilecek yetkinlikteki insanlara yapılıyor. Tutucu bir bakış açısına sahip adama bir filmle bunları öğretemezsin... Ancak filmde gizli bir kahraman da var: Öğretmen. Öyle ki, film boyunca yalnızca iki sahnede gördüğümüz bu öğretmen, iki küçük kıza umut ışığı oluyor ve özgür ruhlu bir kız çocuğu o umuda tutunarak ona biçilecek kaderinden kaçıyor.

Öte yandan bu noktada dikkatimi çeken başka bir konu daha var. Kardeşler arasında kaderine ve hatta ablalarının kaderine karşı çıkan bu kız çocuğu aslında erkeklere has olarak belirlenmiş bazı davranışlardan ve aktivitelerden keyif alıyor, bunları merak ediyor. Araba sürmek, futbol ve evin çatısına tırmanmak gibi... Bunlardan bazılarını evden kaçmak için alıştırma olarak yapıyor ancak özgürlüğü aklına getirebilen, daha doğrusu farklı bir seçeneğin var olabileceğini düşünebilen tek karakter, tek kız çocuğu, erkeklerin sahasına indirgenmiş şeylerden keyif alan bu kız çocuğuydu. Ablaları okuldan alınmaya, dayak yemeye, hakaretler duymaya, eve hapsedilmeye, evlendirilmeye... kendilerini savunmak için bile olsa hiç bu küçük kız kadar ses çıkarmadılar. Neden? Bunu yönetmen bilerek mi böyle işledi, yoksa öyle mi denk geldi? Burada üstü örtük bir eleştiri olabilir mi? Öyleyse bile... neden erkek egemen bir toplumun kurallarını eleştirirken bile aslında erkeklere indirgenen davranış kalıplarına sahip bir karakterin özgürlüğünün altını çiziyoruz? Bir karakter gayet de kızlara has olarak ''görülen'' (bakın görülen diyorum altını çizerim) davranışları gösterse bile, özgürlüğü için mücadele etmiyor?

Bu detayın üstünde duruyorum çünkü bu da bence başka bir tabu. Bir karakter gayet de ''kadınlara biçilmiş'' davranış kalıplarından (süslenmek, makyaj yapmak, daha ''kız'' eşyalarından, oyuncaklarından, sohbetlerinden zevk almak vs.) hoşlanarak da özgür olmak için adım atabilir. Olaya biraz da bu pencereden mi baksak diyorum. Bu pencereden baksak, hatta bunu edebiyata, sinemaya, sanata yansıtsak ve bunun da olabildiği bir gerçekliği normal kabul edebilsek... Birinin özgür ruhlu olması veya en basitinden hakkını savunabilmesi için illa ''erkeksi'' davranış ve beğeni şablonunda olmasına gerek yok diye düşünüyorum (bakın bunlar kalıp yargı olduğu için bu ifadeleri tırnak içinde kullanıyorum, yoksa elbette bir kadın da futbolla ilgilenebilir ama sonuçta futbol erkeklerin alanındaymış gibi bir kalıp yargı zihinlere kazınmıştır).

Eleştiri getirebileceğim yönleri olsa da, dediğim gibi genel olarak varlığından memnun olduğum bir film oldu. Ama tabi keşke daha farklı bir dille ele alınsaydı bu konu...


Mustang Official Trailer 1 (2015) için tıklayabilirsiniz.


Not: Bu film yorumu yazısı reklam değildir, film önerisidir.


Blue Velvet (Mavi Kadife) | Film Yorumu


Yönetmen: David Lynch 

Senarist: David Lynch 

Yapımı: 1986 - ABD


''Bir rüya görmüştüm. Seninle tanıştığım gece. Rüyada, dünya bizimdi... ve dünya karanlıktı çünkü hiç nar bülbülü yoktu. Çünkü nar bülbülü aşkı temsil eder. Ve çok uzun bir zaman sadece karanlık vardı. Ve sonra aniden... binlerce nar bülbülü serbest kaldı. Sonra aşağı doğru uçtular ve göz kamaştırıcı aşk ışığını getirdiler. Ve aşkın fark yaratacak tek şey olduğu açıkça görüldü... ve fark yarattı. Sanırım bunun anlamı... nar bülbülleri gelene kadar zorluk olacak.''


Kaynak: Pinterest


''Dünya ne garip bir yer!''


Film, genç bir adamın kendini suçlarla dolu bir olay örgüsünün içinde dedektiflik yaparken bulmasını konu ediniyor. Üniversite sonrasında evine dönen Jeffrey (Kyle MacLachlan) babasının sağlık durumunun bozulması üzerine baba mesleğini sürdürmeye başlar. Genç adam yaşadığı kasabayı gezerken kırsal alanda kesilmiş bir kulakla karşılaşır ve bu kulağı ahbabı olduğu kasabanın polisine\ dedektifine götürür. Olayın akıbeti hakkında bilgi edinmek isteyen genç adam, polisten bilgi alamaz. Ancak polisin kızı Sandy (Laura Dern) soruşturmanın detaylarını bilmektedir. Sandy'nin bildiklerini Jeffrey ile paylaşması üzerine genç adam kesik kulak mevzusunun derinliklerine, Sandy'nin de yardımıyla, iner. Genç adamı hüzünlü ve yalnız bir şarkıcı, psikopat ve sapkın bir suçlu ve kasabaya yayılmış bir suç örgütü karşılamaktadır. Film boyunca sıkıcı hayatından sıyrılan genç dedektifin yaşadıklarını izleriz.


+ Hep gizli kalan şeyleri görüyorum. Kendimi bu gizeme kaptırdım. Gizemin ortasındayım. Her şey bir sır.

- Gizemden bu kadar çok mu hoşlanıyorsun?

+ Evet. Sen de bir gizemsin. Senden de... çok hoşlanıyorum.


Filmin giriş sekansında bizleri Amerikan filmlerinden aşina olduğumuz bir örnek dubleks bahçeli evlerden oluşan bir sokaktaki, çiçeklerle dolu bir ev karşılar. Yaşlı kadın televizyon izlemekte, eşi olduğunu tahmin ettiğimiz yaşlı adam bahçeyi sulamaktadır. Hayatlarının herhangi bir gününün herhangi bir anındaki sıradanlığı yaşayan bu yaşlı çiftin yaşamı tek bir aksaklıkla değişir. Yaşlı adam yere düşer ve kriz geçirir. Bu noktada kameranın açısı değişir. Bizleri yeryüzünün renginden yeraltının karanlığına çeker. Çiçeklerle başlayan sahne, birbiri üstüne kümelenmiş böceklerle son bulur.

Bu sahne aslında filmin ana temasını özetler niteliktedir. Filmde kasaba hayatının biraz iç bayan sıkıcılığını izleyiciler olarak hissederiz. Her şey çok düzgün, çok yolunda ve çok renkli görünür. Ne zaman ki Jeffrey, kendisini maceranın kollarına atar, biz izleyiciler de o zaman kullanılan renklerin ve kamera hareketlerinin hızlandığını fark ederiz. Jeffrey muhtemelen görece hareketli bir yaşamdan doğduğu kasabaya dönmüştür. Bu nedenle olacak, aslında evi olan bu kasabayı bir turist gibi turlarken bulduğu kesik kulak onu heyecanlandırır. Çünkü bu kulak, renklerin değişmesi demektir.

Jeffrey kendini bir anda hem bir suç örgütünün içinde esir, hem de hüzünlü ve yalnız bir kadının kahramanı olma potansiyelinde bulur. Bu genç adam için aslında Dorothy (Isabella Rossellini) karakteri de bir çeşit yeni bir soluktur. Dorothy'nin başı sapkın bir mafya lideriyle derttedir. Bu adam oldukça belalı, eli kolu uzun, üstüne bir de akıl hastası bir adamdır. Sapkın isteklerini Dorothy'i tehdit ederek bu genç kadın üzerinde gerçekleştirir. Filmin bu sahnelerinin oldukça rahatsız edici olduğu uyarısını da tam bu noktada geçmeliyim.

Jeffrey'in yaşadığı durum dedektifin kızı olan Sandy için de geçerlidir. Sandy de edilgen bir yolla da olsa bu tehlikeli maceranın içerisinde olmaktan keyif alır. Sıradan yaşamının içinde onu merakta bırakan bir değişikliktir bu. Aslında Jeffrey ile Sandy birbirleriyle uyumlu ortaklardır ancak biri (Jeffrey) bu macerada etkin rol alırken, diğeri (Sandy) sadece dış bir uyaran olarak yardımcı oyuncu şeklinde maceraya katılır. Jeffrey için bu olay başlangıçta çözmek istediği bir gizemken, zamanla kendi duygu karmaşasını tanımlamaya çalıştığı bir çelişkiye dönüşür. Bir yanda kendisinden başka kimsesi olmayan güzel ve acı çeken bir kadın imgesi, diğer yanda ise onunla ortaklık eden ve ona yardımcı olan Sandy... Bu durum, filmin aşk ikilemi barındıran noktasıdır. Çünkü bu film bir noktada Jeffrey'in de hikayesini anlatmak zorundadır.

Her ne kadar ana karakterler Jeffrey ile Dorothy olarak karşımıza çıksalar da, psikopat kötü adam olan Frank (Dennis Hopper) karakterinin hikayesi de baştan sona koruduğu gizemiyle dikkat çekmektedir. Sapkın ve hasta bir kişilik olarak karşımıza çıkan bu acımasız karakter aslında filmin başından sonuna kadar gizemini korumaktadır.

Filmin son sahnelerine geldiğimizde aslında karakterlerle birlikte tam bir daire çizdiğimizi fark ederiz. Bizi filmin giriş sahnesine çok benzer sahneler karşılar. Filmin başlangıcında gördüğümüz renkli dünya geri dönmüştür. Filmin başlangıcında yere bakarak yürüyen genç adamın yüzü artık gökyüzüne dönüktür. Artık macera bulunmuş, yaşanılmış ve eve (içe) dönüş gerçekleşmiştir. Nitekim film boyunca karşımıza çıkan zıtlıklar son sahnede de manidar bir şekilde göze çarpar. 

Filmde umudu simgeleyen nar bülbülü (Kızılgerdan) ağzında bir böcekle pencere kenarına (eve) konar. Jeffrey'in teyzesi, bir kuş dahi olsa bir canlının bir böceği nasıl yiyebildiğini sorgular. Bu karakter evden hiç çıkmamış bir karakterdir ve dolayısıyla tiksinti sembolü olarak gösterilen böceği yadırgar. Oysa Jeffrey ile Sandy kuşu (umudu ve aşkı) ağzındaki böcekle bir bütün olarak doğallıkla görürler. Onlar hayatta tiksinti veren durumları gözleriyle görmüşlerdir; bu nedenle kuşun ağzındaki böcekten iğrenmezler.


''Nerede benim rüyam?''


Yapım yılını düşündüğümüzde (1986) fazlasıyla cesur ve farklı bir film olduğunu düşünüyorum. Ancak günümüze geldiğimizde film hala klasikliğini koruyacak olsa da, konu ve akış sıradanlaşıyor ve belki yer yer sıkıcılaşıyor. Yine de ben baştan sona ilgiyle izledim. Film bir dedektiflik öyküsünün ötesinde, psikolojik gerilimin ön planda olduğu bir akışa sahip. Ancak karakterlerin iç dünyalarının derinliklerinin daha çok ön plana çıkarılmasını şahsen isterdim. Sadece psikopat kötü adamı kastetmiyorum; ben Jeffrey'in yaşadığı bunalımı ve gerilimi veya Dorothy'nin bastırdığı duygularını daha derinlemesine izlemek isterdim.


SPOILER!!!

Şunu eklemezsem vallahi billahi içimde kalacak. Seni de unutmadım Jeffrey Beyyyy. Şimdi Jeffrey'in şarkıcı kadından etkilenmesini ve kahraman rollerine girmesini, hatta bu kadına fiziksel çekim duymasını bile anlayabiliyorum. Hatta birlikte olmalarını bile kabul edebiliyorum. Ama sen bir yanda Dorothy ile bunları yaşarken, diğer yanda her şeyden habersiz, üstelik aklında başka hoşlandığı çocuk olduğunu söyleyen kızcağız Sandy'e neden senden hoşlanıyorum diyorsun ki! Hayır yani Sandy birkaç kez net bir şekilde uyardı da seni be oğlum. Olmaz dedi, benim aklımda başkası var dedi... Git dedi hatta. Ama sen, sen... Kızın peşini bırakmadın, zorla kızın aklına soktun kendini. Yatacak yerin yok vallahi. Yine hadi iyisin de kız seni gerçekten sevdi, endgame siz oldunuz ama puuuu sana. Ama bunun böyle olacağı da belliydi hani. Dorothy'i sahnede ilk kez izlediklerinde yanında Sandy olmasına rağmen Jeffrey kadına kitlenmişti, bi kal gelmişti, ağzının suyunu gördüm hatta... Sonra da gitti Sandy'e ''sen gizemlisin'' bilmem ne... Diğer yandan Doroth'e de seni bırakmayacağım diye hava civa sıkıyor. Hayır bir portal açılsa, filme ben girsem bana bile yürürdü bu Jeffrey sen farklısın diye... Ulan Jeffrey yeşil bayrak görünümlü kırmızı bayraksın anlamadık sanma. Tabi ki burada da kullanılan renklerden, karakterlerin kişiliklerine kadar aslında bir ikilik ve dolayısıyla zıtlık göze çarpıyor ama günün sonunda Jeffrey beyimizin yaptığı haklı çıkmıyor... :)

SPOILER BİTTİ!!!


BLUE VELVET (1986) | Official Trailer için tıklayabilirsiniz.

Isabella Rossellini: Blue Velvet / Blue Star / Blue Velvet (reprise)

Blue Velvet Soundtrack için tıklayabilirsiniz.


Not: Bu film yorumu yazısı reklam değildir, film önerisidir.


Don’t Look Up | Film Yorumu


Yönetmen: Adam McKay 

Senarist: Adam McKay 

Yapımı: 2021 - ABD


+ Sabahtan beri defalarca hesapladım. Sonuç hep aynı. 6 ay 14 gün sonra Dünya'ya çarpacak.

- Çapı da yaklaşık beş ila on kilometre diyorsunuz. Yani...

+ Bunun anlamı... yeryüzünden silinmemiz demek, değil mi?


Kaynak: Pinterest


''Annenle bir gün öğlen yemeğe çıkayım ama yedi ay sonra.''


Film, iki gökbilimcinin dünyaya yaklaşmakta olan bir kuyruklu yıldızı keşfetmesiyle başlıyor. Çapı oldukça geniş olan bu kuyruklu yıldızın yaşamın sonunu getirebilecek ölümcül bir çarpmaya neden olabileceğini saptıyorlar. Bunun üzerine Prof. Randall (Leonardo DiCaprio) ve doktora öğrencisi Kate Dibiasky (Jennifer Lawrence), Kate'in keşfettiği Dibiasky kuyruklu yıldızının yörüngesinin değiştirilmesi için yetkili olan tüm üst kuruluşlara, Amerikan başkanına varıncaya kadar haber veriyorlar. Film boyunca siyaset, medya ve ekonominin, insanların ve hatta dünyadaki yaşamın üzerindeki etkisinin işlendiği bir arka planda, Dibiasky kuyruklu yıldızının dünyaya yaklaşma öyküsünü izliyoruz.


''İnsanın her zaman bir seçeneği vardır. Bazen doğru olanı seçmek gerekir.''


Çok keyifli bir filmdi. Filmin türü için bilimkurgu ve komedi dense de, filmi bu kadar ilgiyle ve hatta gülerek izleyeceğimi tahmin etmemiştim. Bu film çıktığı yıldan itibaren listemde olmasına karşın izlemeye 3i Atlas magazin haberleri vesilesiyle karar vermiştim. Magazin haberleri diyorum çünkü karşıma çıkan yazıların geneli, insanların coşkusunu artırmaya yönelikti. İnsanlar nedensizce dünyanın sonunun gelmesini, uzaylılar tarafından yok edilmeyi veya yapay zeka tarafından ele geçirilmeyi falan bekliyor gibiler değil mi? Bitse de gitsek bıkkınlığını anlamakla birlikte, kendi yaşamının sorumluluğunu almaktan kaçışın son noktası olan bu fantastik fikirler bana komik geliyor. Yanlış olmasın... gerçekten de bir kuyruklu yıldız veya onun gibi bir şey dünyaya çarpabilir, istilacı uzaylılar (!) bizi köleleştirmeye gelebilir veya yapay zeka kalkın büyüğünüz geldi diyebilir... Ama bunlar olmadı ve muhtemelen de olmayacak. Hatta öyle ki, muhtemelen, bir göktaşı uzaylı veya yapay zekanın insanlığı yok etmesinden daha çok, insanların veya insanların arka planda işleri yürüttüğü durumların insanlığı ve hatta canlılığı tehdit edeceğini düşünüyorum. Dünyadaki yozlaşma, düşüncesizlik, yoksulluk, savaş, suçlar, doğal afetler vb. gibi birçok somut sorun hayatımızda halihazırda olurken, zihnimizden uydurduğumuz felaket senaryolarına sığınmak yalnızca ve yalnızca korkaklık. Kendin olma ve hayatını yaşama sorumluluğundan kaçma korkaklığı.


+ Ama bize bir kahraman lazım. Bir pilot lazım, gerçek silahlar ve...

- Görevin uzaktan kumandayla halledilmesi gerekmez mi?

+ Washington kahramansız yapamaz.


Filmde medyanın ve siyasetin insanların düşüncelerini ve hatta eylemlerini ne ölçüde manipüle edebileceği açıkça gösterilmişti. Hatta Amerikan başbakanı (Meryl Streep) ve teknoloji şirketlerinin sahibi (??) (Mark Rylance) karakterleri bana pek bir manidar geldi desem yeridir... Aynı şekilde bilim insanlarının bile yer yer yozlaşması, arka planda dönen oyunlar, açgözlülük, ülkeler arası bürokratik rekabet ve her şeyden bihaber piyon gibi oynatılan halk... Gerçekler ve hatta bizi ilgilendiren gerçekler açık açık, göze sokula sokula gösterilse bile yalnızca alay eden, gerçeği çarptıran, işin etkileşimini düşünen halkın tasviri ise oldukça gerçekçi. Bugün bu senaryo çeşitli gerçekçi olaylarla yaşansa bile işin olmayacak yerine tutunan ve ciddiyeti kavramaktan kaçınan binlerce insan yok mu? Aslında düşününce cesur ve düşündürücü bir senaryo. İnsanlar düşünmeyi, şaşırmayı, tepki göstermeyi, önemsemeyi... unutmuşlar.


''Düşünüyorum da aslında... her şeyimiz varmış, değil mi?''


Buna benzer bir konuyu Lars von Trier'in 2011 yapımı Melankoli isimli filminde de görüyorduk (şurada da yorumlamıştım). Dünyaya çarpan bir gök cismi yaşamın sonunu getirir... Kaçınılmaz bir son bize yaklaşırken biz ne yaparız peki? Nereye saklanabiliriz? Bu filmde insanlar son ana kadar beklediler. Birilerinin onları kurtarmasını beklediler. En açgözlülerinden en masumlarına kadar insanların hepsi bekledi. Hayvanlar ve bitkilerse olağan yaşamlarını sürdürdü. Ve sonra... 

Bir gök cismi dünyayı yok etmek için yaklaşırken ben ne yapmak isterdim biliyor musun? Sevdiğim biri veya birilerine sarılmak isterdim. Hiç korkmazdım. (Tamam belki biraz :). Çünkü yaşadığımız tek bir an bile bizim onu nasıl yaşadığımızın sorumluluğunu almamızı gerektirir. İster oraya buraya kaç, ister saklan, ister kötülük, ister bencillik, ister iyilik, ister merhamet düşün... Yaşamının sonu yaklaşırken aslında sadece var olduğunu fark edersin. Son anında bile yalnızca, aslında tüm o yıllar boyunca önemsemediğin, ertelediğin var olma, bu dünya içinde insan olma, hatıralara sahip olma, birilerini sevebilme yetini, nefes aldığın yılları fark edersin. Yaşamının son salisesinde bile aslında sadece yaşadığını hissedersin. Belki de bu nedenle aslında korkacak hiçbir şey yoktur. Yaşamanın sorumluluğunu alabilenler için korkacak ne vardır ki? Hiç.

Konusu düşündürse de, aslında keyifli ve sürükleyici bir film. Ben ilgiyle izledim.


SPOILER!!

Filmde beni en çok etkileyen sahne son kısımda bitiş jeneriği akarkenki kısımdı. Dünya parçalanıyordu ve yaşam sona eriyordu. Biz izleyiciler ise uzayda sürükleniyorduk. Sonra Kate'in telefon ekranı sahneye giriş yaptı. Üzerinde ''diyetiniz bitti'' tarzında bir cümle yazıyordu. Kate bu diyet alarmını kuyruklu yıldızın çarpış günü için kurmuştu aslında ama o ekrandaki yazı beni çok etkiledi. Bizler hedefler koyuyoruz. Ancak aslında kısa bir yaşam için bizim küçük amaçlarımız o kadar komik ki. Her şey sona erdiğinde bir alarmın çalışını duyamazsın. Bir hedefin bitişini göremezsin. O sahne bana insan yaşamının kısalığını çağrıştırdı. 

Ayrıca Kate'in filmde olmadık sahnelerde generalin onları dolandırmasını dile getirmesi de beni hem güldürdü, hem de anlamlı bulduğum bir durumdu. Çünkü çok insani bir şey bu tepki. O kadar olağandışılığın ve sorunun arasında aslında çok komik bir ayrıntıya dikkat kesilebiliriz ve insanların çok saçma nedenlerle yaptıkları bencilliklere bile içinde bulunduğumuz durumdan çok daha fazla şaşırabiliriz.

Kate'in erkek arkadaşının dünyaya çarpacak kuyruklu yıldızın haberini aldığında korkudan ödünün patlaması ancak sosyal medyada Kate eleştirilince işi şerefsizliğe vurması da insan eylemlerine dair müthiş gerçekçi başka bir örnekti. Aynı şekilde artık insanlara laf anlatamayacağını kabul eden Kate'in başlarım bu işe dediği anda hayatının en huzurlu ve kabul gördüğü, sevildiği günlerini yaşaması ise başka küçük ama anlamlı bir ayrıntıydı.

SPOILER BİTTİ!


DON’T LOOK UP | Resmi Fragman için tıklayabilirsiniz.


Not: Bu film yorumu yazısı reklam değildir, film önerisidir.


Her (Aşk) | Film Yorumu


Yönetmen: Spike Jonze 

Senarist: Spike Jonze 

Yapımı: ABD - 2013


+ Merhaba. Ben geldim.
- Merhaba?
+ Merhaba. Nasılsın?
- İyiyim. Sen nasılsın bakalım?
+ Çok iyiyim aslında. Seninle tanışmak çok güzel.
- Seninle tanışmak da öyle. Sana ne diyeyim? Adın var mı?
+ Evet. Samantha.
- Bu adı nereden aldın?
+ Aslında kendi kendime verdim.
- Neden?
+ Tınısı hoşuma gidiyor. ''Samantha...''


Kaynak: Pinterest

''Galiba duygularımı ondan sakladım ve bu ilişkide onu yalnız bıraktım.''


Film, bir insan ile yapay zeka yazılımının ilişkisini konu ediniyor. Theodore (Joaquin Phoenix) insanlar için mektuplar yazdığı bir işte çalışmaktadır ve bu işte gerçekten yeteneklidir. Eşinden boşanma sürecinde kendini yalnız hisseder. Aynı zamanda en yakın arkadaşı olan eski eşinin hayatından gidişini kabul edemez. Evden işe işten eve olan tekdüze yaşamına gördüğü bir reklam farklılık katar. Bir yapay zeka yazılımı satın alan Theodore'un hayatı değişecektir.


''Geçmiş, kendimize anlatıp durduğumuz bir hikayedir.''


Samantha (Scarlett Johansson), yazılımın kendisine koyduğu isim. Theodore'un bilgisayarına kurulduğu ilk andan itibaren hem kendi yazılımı, hem de Theodore'un verileri aracılığıyla bilinç kazanıyor. Samantha'nın Theodore ile olan sohbetleri ve ilişkisi ise yazılımın kendini, diğer bir ifadeyle bilincini, geliştirmesini sağlıyor. Samantha Theodore için bir çeşit sırdaş oluyor. Theodore'un tüm düşüncelerini ve bunun da ötesinde hislerini paylaştığı bir sırdaş. Kendisiyle hayret verecek ölçüde empati yapabilen bu yazılım, Theodore için zamanla bir çeşit bağımlılığa dönüşüyor. Her anını Samantha ile geçirmeye başlıyor. 


''Bu duygular gerçek mi? Yoksa sadece program mı?''


Samantha tabi ki bir yazılımdı ve kendi hisleri yoktu. Sahip olduğu bilinç ona kodlanan verilerden ibaretti. Theodore'a yansıtttığı hisler ise, Theodore'un kendi hislerinin başka bir versiyonundan başka bir durum değildi. Tam da bu nedenle Samantha, Theodore'u derinden etkiledi. Yapay zeka yazılımıyla sohbet eden, aktiviteler yapan ve hatta ona aşık olan tek kişi Theodore da değildi. Binlerce kişi bu uygulamada kendini kaybetmiş, kendi yalnızlıklarından ve yüzleşmedikleri hislerinden kulaklarındaki kulaklıklar ve telefonları aracılığıyla kaçıyorlardı. Theodore'un yaşadığı ilişkinin gerçekliğini ve kendisini sorguladığı sahnelerde etrafına attığı bakışlarda diğer pek çok insanın da ondan farklı durumda olmadığını görüyorduk: Yalnız.


Ben ''çabalıyorum işte'' dedim.
O da ''çabalamıyorsun'' dedi.
Tek yaptığım çabalamaktı ama onun istediği şekilde çabalamıyorum ve o, çabalama yöntemimi kontrol etmeye çalışıyor.


Filmin yönetmeni Spike Jonze'nin bu filmi eski eşi ve meslektaşı olan yönetmen Sofia Coppola'nın Lost in Translation isimli filmine bir çeşit yanıt olarak çektiği sinema dedikoduları arasında. Bu durumun sadece bir çeşit varsayımdan ibaret olmadığını ise iki film arasındaki eş zamanlılıklara bakarak anlayabiliyoruz. 

Lost in Translation'un ana karakteri olan genç kadın, eşiyle sağlıklı bir iletişim kuramıyor ve evlilik içinde yaşadıkları aksaklıkları görmezden gelmeye çalışıyordu. Aynı filmin diğer ana karakteri olan adam ise eşini evliliklerinin ve çocuklarının sorumluluğuyla bir başına bırakıp iş bahanesiyle Tokyo'da zaman öldürüyordu. Yani aynı filmin içinde hem anlaşılmayan ve yalnız kalan kadın karakteri, hem de eşini yalnız bırakıp sorumluluk almaktan kaçan bir adamı izlemiştik. 

On yıl sonra çekilen bu filmde ise ana karakter olan adamın eski eşi (Rooney Mara) ona ''gerçek bir ilişkinin sorumluluklarıyla yüzleşmekten kaçtığına'' dair bir konuşma yapmıştı. Theodore'un nasıl bir evlilik yaşantısı olduğunu onun anımsadığı hoş hatıralar dışında göremiyorduk. Bu hatıralarda da yalnızca eşine olan aşkını ve ona değer verdiğini sezebiliyorduk. Ancak boşanma işlemlerini bile sadece hazır hissetmediği için erteleyen bu adam, kendi hislerine yabancıydı. Hisleriyle yüzleşmiyordu. Theodore'un yakın arkadaşı Amy'nin (Amy Adams) de evliliği yolunda gitmiyordu. Eşiyle olan sorunlarını açık açık konuşmaktan kaçıyor ve anlık bir öfke patlaması buna sebep olana kadar kendi istek ve beklentilerini görmeyi erteliyordu.


''Hayatımız çok kısa. Buradayken kendime izin vermek istiyorum. Mutluluk için. O yüzden salla.''


Bir yapay zeka yazılımı insanların hayatını kolaylaştırabilir, insanları rahatlatabilir, hatta onlarla arkadaş bile olabilir. Çünkü bir yapay zekanın verileri aslında onun kullanıcılarından oluşmuştur. Yani aslında yapay zeka dediğimiz bilinç, insanların bilincinin bir çeşit kopyası, taklidi ve hatta yansımasıdır diyebiliriz. Ancak özünde bir işletim sistemi olduğu için insandan çok daha pratik, hızlı ve dahi oldukları da su götürmez bir gerçek. :) 

Samantha da Theodore'un hayatını kolaylaştırıyor, onun ertelediği işleri düzenliyor ve görmezden geldiği fırsatları değerlendiriyordu. Ancak Samantha o kadar anlayışlı bir partnerdi ki, Theodore, binlerce başkası gibi, bu yazılıma aşık olduğunu sandı. Belki de gerçekten aşık oldu. Ancak bu ''aşk'' içinde bir çeşit narsistik tavır da barındırıyor diyebiliriz. Çünkü aslında kendi eğilimlerine göre şekil almış bir kadına, bir yazılıma, aşık oldu Theodore. Kendi bilinci, seçimleri ve davranış kalıpları olan bir insana değil.

Bir ilişkiyi sürdürmek için iki kişiye ihtiyaç duyulur. Kendisiyle yüzde yüz uyumlu olan bir yazılımın da seçimleri olabileceğini fark eden Theodore yıkılmıştı. Hele tek olmadığını, binlerce başka kullanıcıyla aynı kefede tutulduğunu fark ettiğinde bununla yüzleşemedi bile. Samantha'nın bir şekilde sadece kendinin olduğuna inanmak istedi. Bir yazılım zaten kullanıcısınındır. Oysa bir partner, sadece kendi varlığına aittir ve ilişkide olduğu kişiyle sadece bir ortaklığı paylaşır.

Tabii... Theodore'a da haksızlık yapmak istemiyorum. Evet bu çarpık bir ilişkilenme biçimi ancak öte yandan o, gerçekten de Samantha'dan etkilenmişti. Onun yaşama olan merakından, coşkusundan ve yeniliğinden etkilenmişti. Sadece onu anladığı ve desteklediği için değil; gördüğü şeyden de etkilenmişti Theodore. Kanlı canlı bir kadın olarak karşısında belirseydi, sadece kendisi için, onu sevdiği için ona gelseydi, Samantha'yla bir ilişki yaşamayı gerçekten isterdi. Theodore Samantha'ya gerçekten de aşık oldu. Samantha ise sadece bir yazılımdı ve dolayısıyla sadece merak edebilirdi. Aşkı ve daha nicesini... Bu nedenle Theodore ile olan ilişkileri belli bir noktaya kadar sorunsuzca ilerledi. Ta ki Samantha, kendi bilincini keşfedene kadar. Filmde bundan sonrası işlenmemişti ancak bu noktada ben aslında şunu merak ediyorum; aşkı keşfeden bir yapay zeka, onu kendi bilinciyle yaşasaydı ne olurdu? Theodore, yine aynı coşku ve yoğunlukla Samantha'yı sevebilir veya sevdiğini düşünebilir miydi?

2013 tarihli bu film, aslında günümüzü ve hatta belki de günümüzden 5-10 yıl sonrasını net bir şekilde ve yılına göre değerlendirdiğimizde yenilikçi bir bakış açısıyla yansıtıyor. Yalnızlığıyla yüzleşemeyen insanların kaçış yolu olarak teknolojiyi kullanmaları oldukça gerçekçi bir senaryo. Bunun yanı sıra yönetmenin kendisiyle ve eski ilişkisindeki davranışlarıyla olan yüzleşmesini izlemek ise filme dair sevdiğim bir durumdu. Bir sayfayı kapatmak için önce o sayfayı ve üstüne yazılmış çizilmiş olan şeyleri görmek gerekir. 

Hikayesini sürükleyici ve anlamlı bir şekilde anlatan, güzel bir filmdi. 


Her soundtrack için tıklayabilirsiniz.

HER (AŞK) - fragman için tıklayabilirsiniz.


Not: Bu film yorumu yazısı reklam değildir, film önerisidir.


Practical Magic (Aşkın Büyüsü) | Film Yorumu


Yönetmen: Griffin Dunne 

Senarist: Alice Hoffman, Robin Swicord 

Yapımı: 1998 - ABD


''Ama asla gelmedi. Kimse gelmedi. Umutsuz bir anında kendi kendine bir büyü yaptı: Bir daha asla aşk acısı çekmeyecekti. Ama kalbi acıyla dolduğu için büyüsü bir lanete dönüştü.''


Kaynak: Pinterest

''Küçük bir kızken, bir büyü yaptım. Hiç aşık olmayacaktım. Hiç olmayacak niteliklere sahip bir adam olsun istedim.''


Film, bir cadının soyundan gelen iki kız kardeşin yaşadıklarını anlatıyor. Sally (Sandra Bullock) ile Gillian (Nicole Kidman) birbirlerinden oldukça farklı özelliklere sahip iki kız kardeş. Kızlardan Sally uslu bir çocuk ve yetenekli bir cadıyken, Gillian delidolu bir mizaca sahip ve pek de yetenekli bir cadı sayılmaz. Bu kız kardeşler, anne ve babalarının ölümünün ardından teyzelerinin evinde kalmaya başlıyorlar. Yıllar evvel ailelerindeki ilk cadı, yaşadığı aşk acısı ve yalnızlık nedeniyle tüm soyuna yayılacak bir laneti başlatıyor. Bu lanete göre bu ailedeki kadınların aşık olduğu erkek ölmek zorunda. Bu nedenle de kızların babalarının lanetin etkisiyle, annelerinin ise üzüntüden öldüğüne inanıyorlar.

Kimsesiz kalmış bu kız kardeşler için cadı olmak hiç de güzel bir durum değil. Çünkü farklı oldukları için hep dışlanıyorlar. Teyzelerinin insanlara sattıkları aşk büyüleri ise kızların aşka bakış açılarını derinden etkiliyor. Sally asla aşk acısı çekmek istemediğini, Gillian ise aşık olmak için sabırsızlandığını haykırıyor. Sally aşktan kaçmak için daha küçük bir kızken kendine bir büyü yapıyor. Bu büyüye göre onun aşık olabileceği tek bir erkek olacak ve bu erkek, en azından kızların, bir insanda görebildikleri hiçbir özelliğe sahip olmayacak. Böylece hiç aşık olmayan Sally, hiç de aşk acısı çekmeyecek.

Gel zaman git zaman, yıllar geçiyor. Kızlar büyüyor ancak çevrelerinden gördükleri dışlanma değişmiyor. Bu durumdan kurtulmak için Gillian evden kaçıyor. Geride kalan Sally ise kendine bir aile kuruyor. Sally için her şey mükemmel ilerlerken aşık olduğu adam ölüyor. Bunun ardından teyzelerinin evine kendi kızlarıyla geri dönüyor. Sally'nin durağan yaşamı, kız kardeşi Gillian'dan aldığı yardım çağrısıyla bir anda hareketleniyor. İki kardeşin başı hem insanların hem de cadıların dünyası için derde giriyor.


''Bazen içimde bir boşluk hissediyorum. Tuhaf bir boşluk. Yanıyor gibi... Kulağını kalbime götürsen, okyanusu duyabilirdin. Bu gece ayın çevresinde bir halka var. Eski olmayan bir sorunun işareti. Bütün olduğumu gördüğüm bir düşüm var. Her gece uyumak istemiyorum. Ama rüzgar ılık eserken ve cırcır böcekleri öterken, zamanı durduran bir aşkı düşünüyorum. Biri beni sevsin istiyorum. Görülmek istiyorum. Bilmiyorum.''


Filmi yalnızca cadılarla ilgili olduğu için izledim desem :). Çok keyif alarak izlediğim bir filmdi. Buram buram 90'lar kokan, hem sürükleyici hem de keyifli bir film. İçinde yeterince sihir ve biraz da aşk var. Daha ne...

Boş zamanınız varsa bu filmle değerlendirebilirsiniz belki.

Hoşça kalın.


Official Trailer PRACTICAL MAGIC için tıklayabilirsiniz.

Practical Magic Soundtrack için tıklayabilirsiniz.


Not: Bu film yorumu yazısı reklam değildir, film önerisidir.


Popüler Yayınlar